Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cihat

Editor
  • Content Count

    686
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by cihat


  1. Göz ve Edep

     

    Gözler, vapurların alt kamaralarındaki yuvarlak camlara vuran deniz suyu gibi çakır... Süzülmüş bal gibi elâ... Çivit gibi mavi... Siyah kehribar gibi kara... Bu gözlerden biriyle bakar.... Onu, gümüş mecidiye büyüklüğünde açar ve karşısındakine diker, zavallı karşısındaki.... Öfkelenir, sinirlenir, ezilir, büzülür, fakat ağzını açıp da bir şey söyleyemez. Ne desin yâni? Ne dese cevabı hazırdır:

     

    - Göze yasak mı var?

     

    Yanından bir kadın geçerken, teftiş gören asker gibi, başiyle 180 derecelik bir daire çizer ve kadının topuklarından saçlarına kadar, gözlerini sokmadığı nokta bırakmaz. Zavallı kadın... Eğer bu hâlden ürperecek kadar nadirleşen soydansa, ne yapsın yâni?.. Dönüp de bu küstaha iki tokat mı atsın?

     

    Göze yasak olur mu hiç?

     

    Evinize misafir gelir; kâğıt duvarlardaki tahtakurusu yuvalarının müphem lekelerine kadar gözüyle her deliğe girer.

    Hülâsa bakar; her şeye hiçbir manevî yasak tanımadan bakar, bakar oğlu bakar. Bilmem hangi makama geçerseniz yüzünüze, bir türlü, hapishaneye tıkılmak üzere takip edilirseniz, başka bir türlü bakar. Hele mümkün olsa da birini ameliyat masasında, teneşirde, idam sehpasında seyredebilse...

     

    Hep aynı mazeret: Göze yasak olmaz!

     

    Halbuki zahirde müeyyidesiz görünmesine rağmen, en büyük, en ince, en güzel yasak budur: Göz yasağı!..

    Geçmişten kalma bir sözdür ki, «Eğer haya etmezsen dilediğini yapmakta serbestsin!»

    Göz yasağını ve ona bağlı edep ve haya duygusunu anlayabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir...


  2. Evet, Tanzimatla başlayan kök tahripkarlığı ve batılılaşma güruhunun temelini kazmış olan Reşit Paşa, ve onun, pelerininine gizlenmiş, kendisi için (medeniyetin resulü) diyecek kadar dalvakulkuğu kendinde toplamış olan, makam ihtirasındaki cüce meddahı Şinasi... Sizleri şu linkteki ibret vesikası üzerinde tefekküre davet ediyorum.


  3. Laiklik...Bunun manası, onca demagog kurnazlığı ve üçkağıtçılığının ötesinde, dini uluorta önce siyasi, ardından tabiatıyla ictimai hayattan tasfiye etme işidir. Bunun lamı cimi olamaz. Buna, yani laikliğe, en aşağısından da olsa bir hayat ve hakikat payı biçmek, küfüre büyük bir taviz vermektir ki, bu da ayrıyeten küfürlük bir vesikadır. İkisinin (yani dinin ve laikliğin) bir arada berdevam olması da muhal üstü bir muhal, abes ötesi bir abestir. Ha kasası yumurtayla yüklü bir kamyonetin üzerine taş yüklenmiş, ha dinin olduğu bir sahaya lasizma bulaştırılmış, aynı şey. Dinin, önce fert, ardından ictimai planda tam, pürüzsüz ve icra planında yetkin olduğu bir ortamda laisizmanın yeri yoktur. Demek ki Laiklik, dinden uzaklaşan cemiyetlerin mukaddesiyat surlarında açılmış, ve türlü demagoglarla, ilizyonlarla cemiyete (pencere) diye yutturulmuş bir küfür gediğidir. Müslüman mahallesinde bir yahudi ölüsü kadar gereksiz bir mefkure olan laisizmaya olan tavrımız ve tepkimiz daha net olmalı, bu tavizkarlık da neyin nesi?! Üstadımızın en muhteşem şekliyle çerçevelediği gibi, "Olunmayacak herşeyle olabilecek herşeyin kefalet ve keyfiyeti İslamda...Herşey İslamda...."

    • Like 1

  4. Bizim akademisyenlerimiz keyfiyetsiz ve samimiyetsizdir. Hemen hiçbir düşünce sızısı çekmezler. Çünkü ne olacakları, ne olamayacakları, olabilme istidatları ve olamama gerekçeleri önceden çerçevelenmiştir. Onlar, tefekkür cihetlerini körleştirdikleri içindir ki, bu çerçevenin dışına çıkma hayalini bile kuramazlar. Hemen her meselede kılavuz ve şiar edindikleri Avrupa dağının eteği seviyesinde bile olma iktidarından uzaktırlar. Doğuya olan nefret ve hınçları öylesine bir merhalededir ki, Batıdan kovulmak ve kabul görmemeyi, Doğulu olmaya tercih ederler. İlimde ve sanatta, kopyacılığın, tefekkür kıtlığının, neredeyse abideleşmiş hali, bizdeki işte bu sözde ilim tayfasıdır! (bkz). Çünkü onlar, Cumhuriyetin ilanından beri geçen bunca sürede, dünya fikir ve edebiyat kütüphanesine muteber bir yere sahip olacak, ve ona rota verecek tek bir kalem yetiştiremeyecek kadar da bedihi bir iflasın sanatkârlarıdır!

     

    Bizdeki akademisyenler, her fikre kapalı ve tahammülsüzdür. Nefsi azizleri öylesine kabarıktır ki, kendi doğru bildiklerinden taviz vermektense, hakikatten olmayı tercih etmekte bir beis görmezler. Çünkü onlar için fikriyat, ferdin derisi değil, fanilasıdır ve onu terlete kirlete ikide bir değiştirmekten hiç gocunmazlar. Duvara kazıdıkları ve dillerinde pörsüttükleri (Hayatta en hakiki mürşit ilimdir) düsturundaki (hakikat)i tanımayacak ve fikredemeyecek kadar nasipsizdirler. Sanatta, (esinti) yi (özenti)den ayırt edemeyecek kadar da eksik ve kıttırlar.

     

    Bodler, şiirinin kemiyetiyle değil; ruhuyla, gösterdiğiyle değil; görüş zaviyesiyle, işlediğiyle değil; ona biçtiği kıymet hükmüyle kıymetlidir ve Üstad nazarında sadece eşyaya olan münasebeti ve hissi idrakiyle makbuldür. Zaten kendisi de bu vasıflarıyla dikkate şayandır. Misal; Bodler, kadını ilahi bir merhalede görür ve şiirinde o yönde işler. Üstad ise, onu İlah değil, İlaha yol veren bir vasıta şeklinde telakki eder ve öyle şiirleştirir. Buradaki incecik mana farikası şudur; Bodler, kadını kaba ve nefsanî bir çizgiden çıkarıp mücerret ve yüksek bir görüş zaviyesiyle fark etmesiyle kıymetli, fakat madde planından kurtardığı kadına, ulvi planda biçtiği makam açısından kesinlikle kıymetsiz ve kabul edilemezdir... Üstad, Bodler gibi kadını madde ve kemiyet planından sıyırıyor, fakat takındığı İslam kanatlarıyla onu, kendinden İlaha yol açacak olan bir yol kavşağı şeklinde kabul ediyor. Aradaki bu incecik farikayı sezmek için, iki şairden birer şiir okumak kafidir. Fark edememek için ise, bizde doçent olmak yeterlidir...


  5. Gazel

     

    Zülf-i siyahı saye-i perr-i Hüma imiş

    İklim-i hüsne anun içün padişa imiş

     

    Bir secde ile kıldı ruh-i aftabı zer

    Hak-i cenab-ı dost aceb kimya imiş

     

    Avazayi bu aleme Davud gibi sal

    Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

     

    Görmez cihanı gözlerimiz yarı görmese

    Mir'at-ı hüsni var ise alem-nüma imiş

     

    Zülfün esiri Baki-i biçare dostum

    Bir mübtela-yı bend-i kemendi bela imiş


  6. Gazel

     

    Hattum hisâbın bil dedün gavgâlara saldun beni

    Zülfüm hayâlin kıl dedün sevdâlara saldun beni

     

    Geh âb-veş giryân idüp geh bâd-veş püyan idüp

    Mecnûn-ı sergerdân idüp sahrâlara saldun beni

     

    Vaslum dilersin çün didün lutf idüben olsun didün

    Yarın didün birgün didün ferdâlara saldun beni

     

    Yûsuf gibi izzette sen yakub-veş mihnetde ben

    Dil sâkin-i beytül hazen tenhâlara saldun beni

     

    Bâkî sıfat virdün elem itdün gözüm yaşını yem

    Kıldun garîk-i bahr-ı gam deryâlara saldun beni


  7. Asıl adı Mahmut Abdülbaki olan divan şairi Baki, 1526 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Fatih Camii müezzinlerindendi. Çocukluğunda saraç çıraklığına devam ettiyse de okumak istediği için medreselere devam etmiş, eğitimini tamamladığında Müderris olmuştu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında zekâsıyla fark edilmiş ve saraya girmiştir. Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünden sonra da, İkinci Selim ve Sultan Üçüncü Murat zamanlarında, Mekke ve İstanbul kadılığı görevlerini yürütmüştür.

     

     

    Kazaskerlik de yapan Baki, Sultan Üçüncü Murad zamanında sürgüne gönderildiyse de bir süre sonra affedilerek yine İstanbul'da önemli makamlara getirilmiştir. Mevahibi Ledünniye, Fezaili Cihat gibi eserler vermiş ayrıca tercümeler yapmıştır.

     

     

     

    Gazel

     

    Ferman-ı aşka can iledir inkıyadımız

    Hükm-i kazaya zerre yok inadımız

     

    Baş eğmeziz edaniyle dünya-yı dun için

    Allah' a dır tevekkülümüz itimadımız

     

    Biz mütteka-yı zer-keş-i caha dayanmazız

    Hakkın kemal-i lutfunadır istinadımız

     

    Zühd ü salaha eylemeziz iltica hele

    Tutdu egerçi alem-i kevni fesadımız

     

    Meydan-ı safa-yı batın-ı humdur garaz heman

    Erbab-ı zahir anlayamazlar muradımız

     

    Minnet huda'ya devlet-i dünya fena bulur

    Baki kalır sahife-i alemde adımız


  8. Efendim lakin belirttiğim üzere elimde bardaklarla dolu tepsi vardı, annemin verdiği vazifeyi padişah emri olarak telakki eden ben, asla yere bakarak vakit kaybetme gafletinde bulunamazdım. Başta cinayet dedim fakat bu bir kazaydı :rolleyes: Hem diyete mukabil 10 tane civcivi besleme teşebbüsüne girecek olursam, bu civcivciklere zulüm olur. Sularını yemlerini vermeyi muhakkak ki unuturum. Hayır, o tatlı civcivlerin açlıktan ölmelerini göze alamam ben. :D

     

    Pür neşe kardeşimizin hatırasını okurken aklıma kediyi kuyruğundan tutup fırlatma dalında gayrıresmi bir rekorum geldi, yeri gelmişken onu da paylaşmak istiyorum :D

     

    Efendim, kızkardeşim, küçükken kedilerden hayli tırsardı. Bir kış sabahı, mışıl mışıl uyurkene, sofadan gelen gürültülerle uyandım. Kızkardeşim, okula gitmek için evden çıkacak fakat kapının önüne pineklemiş kedi yüzünden bir türlü kapıyı açmaya cesaret edememekte...Ev ahalisi ayaklanmış, kardeşimi ikna etmeye çabalamakta, fakat o duvarın dibine çökmüş, herkesi başından kovmaya çalışmakta...Ben, uyuklar halde olay yerine geldim. Kızkardeşim hem kediden korktuğu için, hem de okula geç kaldığı için dövünüp ağlamaktaydı. Dakikalar geçiyor, ama kardeşim hala dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. O sıra, kardeşim benden yardım istedi. Ben, hem cesaretimi dürten bu talebin kabarttığı kahramanlık dürtüsüyle, hem de yarım kalan uykumu tamamlama isteğiyle kolumu sıvazladım, kapıyı açtım. Kedi, kapının dibine sanki mıhlanmış, soğuktan tir tir titremekteydi...Ayağımla iteklemeye çabaladım fakat nafile...Buz tutmuş gibi tek damla ilerlemiyordu. En sonunda günah benden gitti dedim, kuyruğunu tuttuğum gibi önce havada iki tur dönderdim, sonra ileri doğru fırlattım gitti :D Sonra bir kahraman edasıyla gittim elimi yıkadım, kardeşim okuluna gitti, ben de yarım kalan uykumu tamamladım :)


  9. Civciv denilince, üstelik hatırayla harmanlanıp denilince aklıma direkt işlediğim bir cinayet gelir. Bahsetmeden geçemeyeceğim :D

     

    Küçük kardeşimin reyhan gibi civcivlere karşı büyük bir sempatisi ve hissi temayülü vardı. Havalar ısınır ısınmaz pazarda satılan şu baygın ve rengarenk civcivlerden bir yığın alınır, her birine itinayla bakılırdı. Bir sabah, bahçede kahvaltı sofrası kurulmuş, herkes iştahla kahvaltısını etmekte. Küçük kardeşimse her zamanki gibi sofradan aşırdığı türlü yiyecekleri (annemin ikazlarına rağmen) civcivlerine servis yapmakta...Bir ara, annem tepsideki bardakları içeri götürmemi istedi. Ben de tepsiyi kaptığım gibi koşar adım eve bıraktım, döndüm. Döndüğümde, demin normal seyrinde kahvaltı yapmakta olan ev ahalisini müthiş bir hissi karmaşıklık içinde buldum. Hepsi şiddetle gülüyor, sadece küçük kardeşim boynunu bükmüş, yere bakarak ağlıyordu. Bu olağandışı tabloyu görür görmez 'ne oldu, hayırdır' diye sorduğumda bahçenin girişini gösterdiler. Yere baktığım da bir de ne göreyim... Zaten mukavvadan yapılmış gibi narin olan güzelim civcivi ezmişim :rolleyes: İlkin ev ahalisinin kahkaha senfonyasına uyarak ben de gülmüştüm ama sonra bu hadise bana çok tesir etti, üzüldüm civcivciğe.


  10. Hakikatten çok güzel bir çalışma olmuş. Ellerinize sağlık efendim. İzlerken ben de acaba resimler daha mı yavaş ilerleseydi diye düşünmüştüm ama dediğiniz gibi, izleyiciyi siteye yönlendirme açısından böylesi daha iyi.


  11. KARACAOĞLAN

     

    Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi, şiirimizin büyük ustalarından birisi de Karacaoğlan'dır. Büyük ustamızın on yedinci yüzyılda yaşadığı sanılıyor.Kökünün daha derinlerde olduğu gerçek. Epope'den Dede Korkut'a; Dede Korkut'tan koşmaya ne zaman geçilmişse, Karacaoğlan o zamandan beri sürüp gelen bir havadır; bir söyleyiş, bir duyuş biçimidir. Onun ne zaman doğduğu, yaşadığı da işte bu yüzden önemli değildir. İptida Karacaoğlan bir büyük kişilikti. Bu bilinen bir gerçektir. Sonra, yüzyıllar geçtikçe halk onun yöresini yeni şiirlerle, yeni yeni ozanlarla, daha da ileri giderek, yetiştirdiği yeni Karacaoğlan adlı şairlerle ördü. Benim gençliğimde Çukurova'da Karacaoğlan adıyla şiirler söyleyen dört tane Karacaoğlan vardı. Karacaoğlan gibi, onun havasında şiirler söylüyorlardı. Halk da -buna çok rastladım türkü derlemeleri yaparken- sevdiği tüm şiirleri Karacaoğlan'a malediyordu. Bir kişiliğin yöresinde böyle yoğun bir oluşma, şaşırtıcı bir şeydi. Bir de Karacaoğlan'ın şiirlerine bakarsak, daha halkın dilinde yaşayan, ya da derlenmiş şiirlerine, bugün de Çukurova köylüsünün dünya karşısındaki tekmil tavırlarını görürüz. Bu belki tekmil doğa karşısındaki insanın insanca davranışıdır, evrenseldir. Belki değil düpedüz evrenseldir. Halkın içinde yaşamış büyük kişilikler, halkın dili olmaktan başka çare bulamamıştlar, böyle olunca da halk onların yöresini daha da, zaman geçtikçe gür bir toprak gibi gittikçe yeşertmiş, ona yeni yeni güzellikler, çiçekler eklemiştir. Ve Karacaoğlan'ın şiiri binlerce yıl akarsular dibinde yıkanmış çakıltaşları gibi dilden dile geçerekten incelmiş, güzelleşmiş, arınmış, zenginleşmiştir.

     

    İşte Karacaoğlan'ın türkülerine yaklaştıran havalar da böyledir. Karacaoğlan havası dediklerinden, Karacaoğlan çağlarından ne kalmıştır? Acaba Karacaoğlan bu havaları böylesine tıpatıp mı söylemiştir? Yukarıda söylediğim Karacaoğlan türkülerini halk nasıl örmüş oluşturmuşsa havalarını da tıpkı öyle örmüş oluşturmuştur. Her büyük usta ona bir ses, bir güzellik katmıştır.

     

    İşte çağımızın usta, bilinçli sesi Ruhi Su da bize yeni, usta bir Karacaoğlan getiriyor. Onun bitip tükenmez çabalarının, Çukurova'da Karacaoğlan havaları üstüne halk arasında bitip tükenmez uğraşlarının tanığıyım. Karacaoğlan'ın hemşerisi bu büyük usta da Karacaoğlan havalarını kendi kişiliğinde yuğurarak, biraz daha oluşturarak belki de en gerçek biçimde yaratarak bize yeni bir Karacaoğlan getiriyor. Ruhi Su'nun sesinde bütün insanca duyguları, ölümü, ayrılığı, sevdayı, zulmü, doğa güzelliklerini halkımızla birlikte yeniden yaratılarak bulacağız. Ruhi'nin Karacaoğlan'ı yeni, erişilmez bir mutluluğumuz olacak.

     

     

     

    Karacaoğlan ne demiş:

     

    Arılar da konmaz oldu pürene

    Şükür olsun bu sevdayı verene

     

    Şükür olsun Karacaoğlanlara, Ruhi'lere.

     

     

    Yaşar KEMAL


  12. Akif, (Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi) derken, Mehmetçiği Bedrin arslanlarına merhalesine yükseltirken Bedrin aslanlarını da aşağı çekmiş. İkisi arasında kurduğu mübalağayı daha keskin şekilde belli etmeliydi. Oradaki (ancak o kadar) ibaresi yerine (en az onun gibi) misalinden mübalağayı netleştirecek ibareler kullansaydı daha sağlıklı olurdu. Örneğin kandil ile güneş arasında böyle bir sanat sözkonusu olacaksa (güneş, ancak kandil kadar aydınlıktır) yerine, (kandil, en az güneş gibi aydınlıktır) şeklinde olursa hem güneşin azametinden taviz verilmemiş, hem de kandil yüceltilmiş olunur.


  13. Şehrin göbeğinde, ana caddenin kalbine damar gibi bağlanan sokakların birinde, bir apartman inşaatı… Sağında, solunda ve karşısında, alınlarında farklı farklı tabelalarla aynı tip dükkânlar…

     

    Eskiden bu yer, bir ekmek fırınıydı. Sahibinin sevecen bir ihtiyar olduğu bu dükkan, civarın en eski dükkânıydı. Yetişkinler hep bu dükkânın kendi çocukluklarındaki halini anlatır, anlattıkça yüzlerinde samimi çizgiler belirir ve sıra hatıralarındakini şimdiki haliyle mukayese etmeye gelince, hastasına kanser teşhisini söyleyen hekimler gibi derin bir hüzne kapılırlar.

     

    İhtiyar öldükten sonra oğulları, kendi aralarında anlaşıp burayı yıkarak yepyeni bir apartman yapmak üzere anlaşmışlardı. Babalarının ölümünden bir ay kadar sonra bütün formaliteleri halletmişler, bir hafta içinde dükkânı yıkmışlardı.

     

     

    İhtiyar fırıncı, ağlamaklı bir yüz ifadesi, beyazlarına kan damlamış ve sürekli buğulu gözleri, etli bir burnu, bıyıklarının içine gömük üst ve çaydanlık ağzı gibi aşağı düşük alt dudakları ve sürekli yere meyilli bir boynuyla, görenlere işinden başka her şeye kayıtsız ve güven aşılayan biri olarak görünürdü… İhtiyarlık, benliğine o denli kazınmıştı ki, görenler, bütün ömrünü ihtiyar olarak geçirdiğini zannederdi. Gençliği tahayyüle sığacak gibi değildi. Zaten ihtiyarlık bir yaş değil ruh haletiydi ve bu, onun ruhuna tam manasıyla sinmişti…

     

    Görünürde bu dükkânın yıkılıp, yerine apartman yapılması kararırın ihtiyarın çocukları tarafından kararlaştırıldığı zannedilir. Hâlbuki esasında buranın satılmasının gerçek kahramanları oğulların karısıdır ya, bu farikayı herkes bilmez. Bunların en büyüğü, bir gün kahvaltıdan sona eşinin yanına oturup; “Şu bizim dükkân demiş… Ne kadar kazanıyor?” Kocası okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan; “Kazanıyor işte elhamdülillah, hem kendini çeviriyor, hem unumuzu öğütüyor” demiş. Karısı sesini kısarak; - Ne kazanması yahu… Anca kendine yetiyor ora. Hadi geriye biraz kalıyor diyelim. Onu da dört kardeş paylaşıyorsunuz… Kocası bu kez kafasını gömdüğü gazeteden kaldırıp gözlerini kısarak düşünmüş…

     

    Sonra kadınlar, kendi aralarında kulis yapmaya başlamışlar. Büyük olanları sürekli cazip fırsatları bir emlakçı tecrübesiyle diğerlerine telkin etmeye başlamış. Kadınlar, kafalarına yatan bu düşünceleri her gün ustalıkla laf aralarına sıkıştırarak kocalarına aşılamaya başlamışlar. İhtiyarın oğulları, artık kendi aralarında hep bunu konuşmaya başlamışlar. Tabi yönetmenleri de, suflörleri de, hep karıları… Gel zaman git zaman dükkânın işleri de azalmaya başlayınca, burayı yıkıp apartman yapma düşüncesi istifhamdan nidaya, yani icraate meyillenmiş. Sonrası zaten tıpası fırlamış lastik topu sıkma işi… Bilmem hangi yakınlarının hangi oğlu nerede mühendismiş de, burayı göz açıp kapayıncaya kadar apartman yapıp, her aybaşı kirayı ceplerine indirtecekmiş. Çok geçmeden kısa boylu ve şişman bir mühendis peyda olmuş. Sürekli evlerde toplu görüşmeler tertiplenmiş, birbirinden tatlı vaatler eşliğinde bu iş kararlaştırılmış.

     

    İhtiyar, bir sonbahar sabahı ölmüştü. Sabah namazından sonra dükkâna giderken yolda kalbine bir iğnenin sokulduğunu hissetmişti. Nefes aldığında, eğildiğinde, ani bir hareket ettiğinde kalbinin iğneye battığını hissediyor ve acı duyuyordu. Doğrulup derin bir nefes aldığında ise iğne, kalbine batığı yerden çıkıyor, böylelikle derin bir nefes alıyordu. Sabahtan öğlene kadarki zamanı böyle geçirdi. Gittikçe nefes alışverişinde bir zorlanma hissediyordu. Ama öyle sakin ve sıhhatli bir görüntüsü vardı ki, hiç kimse bu olağandışı vaziyeti sezmiyor, sadece yüzünün badanası olan tebessümü soluk görünce; “Hayrola hacı baba, iyisindir inşallah?” gibi üstünkörü durumunu soruyordu O da; “yok bir şeyim” manasında yüzünü sevecen bir hale getiriyor ve bunu geçiştiriyordu.

     

    Sabahki yoğun işten eser kalmamıştı artık. Dükkân bir müze vitrini gibi ıssızlaşmıştı. Hiç kimse kalmamıştı ortalıkta. Güneş, masasının tam üzerine vuruyordu. Bir şeyler sezdiğinden midir bilinmez, oturmak istemiyordu. Fakat gittikçe güçsüzleştiğini ve bacaklarının artık kendisini taşımakta zorlandığını hissediyordu. Sabah kalbinde hissettiği iğneleri, şimdi daha yoğun hissediyordu. Sanki binlercesi aynı anda, aynı noktaya saplanıyor, ardından bunlar cımbızla çekilmiş gibi kayboluyor, sonra ta derinlerde bir kez daha toplanıp gene aynı noktaya son hızla saplanıyorlardı. İhtiyarın yüzü sapsarı kesilmişti. Gözbebeklerinin hizası kayboluyordu. Koltuğa doğru oturmaya yeltendi, tam o esnada kalbinde çok daha güçlü bir ağrı sezdi. Bu seferki, kalın bir çivi gibi, çekiçle dövüle dövüle kalbine batırılmıştı. Damarlarındaki kanın kuruduğunu hissetti. Bulanık gören gözleri artık tamamen karardı…

     

     

     

    İhtiyarın karısı, tıpkı kendisi gibi münzevi ve gayet sakin bir kadındı. İhtiyardan farklı olarak, oldukça zayıftı. Elmacık kemikleri çıkık, zayıf ama narin bir yüzü vardı. Gençliğinde çok güzel bir kız olduğu, hep bahsedilen ve kendisinin de incecik bir tebessümle doğruladığı bir gerçektir. Kocasından bir diğer farkı da, boynunun hep dimdik olmasıydı. Daima dimdik dururdu. Kadınların kendi aralarındaki yüksek sesli ve bol havadisli sohbetlerinde bile daima bir köşede dinleyici ve itidalin en zorlandığı anlarda bile kendinden verdiği en fedakarane tavır, şiddeti her zamankinden biraz fazla bir gülümsemeydi. Elleri, çoğu kez titrek ve çok damarlıydı. Gözleri olağanüstüydü… Hakkında belki de ilk bahsedilecek ve tüm bahse yetecek tek niteliği belki de, her zaman baktığının çok ötesini gören veyahut öyle görülen, kül rengine çalan mavi gözleriydi. Gençliğinde elbette masmaviydi. Kül rengi, ihtiyarlığın semeresiydi ve ona asil bir hüviyet kazandırıyordu. Onunla konuşanlar, güneşe bakıyor gibi, hep gözlerini onun gözlerinden kaçırıp şuraya buraya bakınarak sözlerinin tamamlar, fakat gözlerinin içine bakma isteği öylesine bir boyuta erişirdi ki, görüşme bittikten sonra gayriihtiyarî bir şekilde geriye dönüp, bir bahaneyle ihtiyarın gri bir sisle örtülü mavi gözlerine bakardı. İhtiyar, bu duruma alışık olduğu için her vedadan sonra bir müddet öylece bekler, umduğunun bir kez daha gerçekleştiğini görünce hep tebessümle mukabelede bulunur ve her zamanki gibi içi, serin bir kıvançla dolardı.

     

     

    Kocasının ölüm haberinden sonra, evleri tıka basa dolmuştu. Bayramların ilk günleri hariç, evleri ilk kez bu kadar çok insanı ağırlıyordu. Ev, zaten küçücüktü. Üç beş kişi ayakta durdu mu, düğün evi gibi oluyordu. Kadın, kocasının ölüm haberini ilk anda ürpertiyle karşıladı. Bunu kendisine söyleyen çocuğun gözlerinin içine uzunca baktı, eğilip çocuğun yanaklarını avucunun içine aldı, bir müddet öylece durdu. Ardından ayağa kalkıp iki elini göğsünde birleştirdikten sonra başını öne eğdi. İçeri girip sırtını duvara yasladı. Gözlerini karşıdaki çıplak duvarda bir yere dikti, hıçkırıklarını çiğnemeye çabalıyordu sanki hiç ses çıkarmıyordu. Bir müddet öylece kaldı. Ardından gözkapaklarının dibinden yaşlar aşağı doğru inmeye başladı…

     

     

    Kadınlar yavaş yavaş eve dolmaya başlayınca, gidip abdest aldı. Çıktığında inanılmaz derecede metanetliydi. Kendisini teselli etmeye çabalayan kadınları tebessüm ederek geri çeviriyordu. Hiç konuşmuyordu ama ne yaptığından öylesine emin görünüyordu ki, salonda oturmuş kadınlar bu halini hayretle karşılamışlardı. Odaya girip, secde yeri aşınmış seccadesini çıkardı, serdi, namazını eda etmeye başladı. Salondan, sofadan, karşı odadan sürekli kadın sesleri geliyordu. Kimi ağlıyor, kimi fısıltıyla bir şeyler anlatıyor, kimi çocuğunu susturmaya çabalıyordu. O ise, bunların hiçbirini duymuyor gibiydi. Ağlamaktan kızarmış gözlerini kısıp, hep aynı yere bakarak tesbih çekiyordu. Derken odaya küçük bir çocuk girdi… Altı-yedi yaşlarında, sevimli bir erkek çocuğu… Şaşkınlık ve utangaçlıktan, duvara yapışmış gibi ilerliyor, merakla içeriyi süzüyordu. Salondaki gürültüden kaçtığı belliydi. Ellerini duvardan çekip, ilerlemeye başladı. Kadın ise, onu henüz görmemiş, kafasını hafifçe ileri geri sallayarak tesbih çekiyordu. Çocuk buna bir anlam vermeye çalışıyordu. Yaklaştı, kadının kendisine bakmadığını görünce, biraz daha yaklaştı. Kadın secde yerine bakıyordu, çocukta ranzanın altına bakıyor gibi eğildi, kadının gözlerine bakmaya çabaladı. Kadın kafasını aniden kaldırdı. Çocukla göz göze geldiler. Çocuk şaşırmış ve korkmuştu. Kadın ise çocuğun simsiyah gözlerine mıhlanmış, öylece kalmıştı. Bir müddet, böyle donmuş gibi kaldılar. Kapının tekrar açılmasıyla ikisi de kafasını o yöne çevirdi. Gelen, çocuğun annesiydi. Çocuğa kızmaya yeltenmişken, yaşlı kadını görüp durdu, bir adım geri çekildi. Çocuk, son bir kez yaşlı kadının gözlerinin içine baktıktan sonra koştu, annesinin bacaklarına sarıldı.

     

     

     

    İnşaatın etrafı, boydan boya mavi bir brandayla çevrilidir. Bu mavi branda, inşaat ile çevresini öylesine bir şekilde ayırır ki, ne içerde balyoz ağırlığıyla geçen dakikalar, ne de dışarıda, içine çubuk sokulan arı kovanı hayat arasında en ufak bir sızma olmaz. Bu branda, inşaat ile cadde arasını, mezardaki ölüler ile yukarıdaki insanlar arasındaki toprak gibi birbirinden ayırıp, bir birileriyle olan etkileşimlerini asgari seviyeye indirir. Brandanın altından eğilerek geçipte inşaata girdiniz mi, kendinizi farklı bir âlemde buluverirsiniz. Deminki hastanelerin acil servisleri gibi sürekli aceleci ve herkesin bir körebe oyunundaymış gibi birbirini görmediği caddeden sonra, bu herkesin vazifesini ve onu nasıl yapacağını künyesi gibi bellediği ve icra ettiği yerde, tabii bir tiyatro sahnesine girdiğinizi zannedersiniz. Her işçi, işini bilir. İşini yapar ve sadece işini düşünür. Kimi bir şeyler yapar, öteki şunu bunu bir yere taşır. Bir başkası bunları alır, onlarla kendi işini yapar, işi tamamladığında bir diğerinin işi başlamış olur böylece…

     

     

    İşçiler, sabahın altısından akşamın sekizine kadar, biri öğlen yemeği, diğeri ise ikindi çayı için olmak üzere iki mola dışında sürekli, ama sürekli, çalışmaktadırlar. Uzaktan bakılınca programlanmış gibi bir izlenim verirler. Hâlbuki yanlarına gittiniz mi bunların ağır iş değil de oyun oynadığı hissine kapılırsınız. Çoğu kişi bir çiviyi eğri büğrü bile olsa çaktığında, bir vazifeyi ifa etmenin hazzını duyarken, bunlar, yaptıkları onca işe rağmen çok az ve kısa süreli bir haz duyarlar. Aralarında yaşça büyük olanların, (bunlar çoğunlukla ustabaşı olurlar) şehirdeki kim bilir kaç binada çekiçten imzası olmasına rağmen, bunların önünden geçerken veyahut içine girdiğinde hemen hiçbir hisse teslim olmaz. Parasını vaktinde ve hakkıyla aldı mı, hayatında, karısının yüzünden fazla gördüğü bu duvarlar onda hemen hiçbir his uyandırmaz.

     

     

    Bugün, ikinci katın kaba inşaatı, yani iskeleti, yapılacaktı. Gene sabahın köründe çalışmalar başlamış, akşamın bu saatlerine kadar aralıksız sürmüştü. Güneş, brandanın diğer yanındaki gibi aceleyle değil, izlendiğinde yerinde asılı durduğunu hissettirecek kadar, yavaşça iniyordu. İşçiler, bu saatleri çok severdi. Hava oldukça güzeldi. Ezan okununcaya dek çalışmalar sürüyor, ardından her zamanki gibi, yakılan semaverin etrafında toplanılıp çay içiliyordu. Bugün de öyle oldu. İşçilerden ikisi -ki bunlar hep içlerinden en küçük yaşta olanlardır-, semaveri yakmış, bardakları hazırlamış, arkadaşlarını bekliyordu. Toplandılar, her biri rast gele bir şeylerin üstüne oturdu. Kimi bir çimento torbasının üstüne, kimi biriketlerin, kimi de üst üste konmuş tahtaların üstüne… Semaverin suyu hiç bitmiyor gibiydi, üst üste bardaklarını dolduruyorlar, sonra tekrar dolduruyorlar, ama hiç bitmiyordu. Sohbetleri kısa süreli, ama hep ortak bir vahide bağlıydı. Sürekli iş tecrübelerinden konuşuyorlar, hususiyetlerini çok az mevzubahis ediyorlardı. Gülünç bir şey oldu mu hep birlikte gülüyorlar, aynı şekilde üzücü bir durum karşısında hemen hemen aynı tepkileri veriyorlardı. Çoğunlukla ağzı iyi laf yapan biri sürekli konuşur, diğerleri laf aralarında onay ya da tepki mahiyetinde araya girer, kısa süreli bir gürültü ortamı oluşur, ardından susarlar, konuşmacı kaldığı yerden devam ederdi. Birden bir sessizlik oldu. Hepsi susmuştu. Oldukça yorgundular. Oturdukları yerden bir daha hiç kalkmayacak gibi bir halleri vardı. Bir tanesi, şarkı söylemeye başladı. Bu, kirli sakallı, gözleri uzaktan seçilmeyecek kadar küçük ve kısık bir gençti ve sesi çok güzeldi. İşçiler, şarkıyla birlikte put kesildiler, hiçbirinden çıt çıkmıyordu. Nefes bile almıyorlardı sanki. Şarkıyla birlikte hepsinin gözleri bir noktaya mıhlandı, şarkı boyunca orada kaldı.

     

    Tam o esnada, inanılmaz derecede şiddetli bir gürültü koptu. Hepsi bu sesle yerinden fırladı, korku ve endişeyle sağa sola koşuşmaya başladı. İnşaattan gelmişti bu ses. Koşa koşa o yöne doğru gittiler. İnşaatın, bugün kurdukları iskeleti, yerle bir olmuştu… Tozdan, dumandan hiçbir şey seçilmiyordu. Bağırışlar, anlaşılmadan eriyen cümleler, ne yapacağını bilmeden sağa sola koşuşan çil sürüsü işçiler, her şey kıyamet gibiydi. Mühendis, çok geçmeden oraya geldi. Gözü hiçbir şey görmüyordu sanki. Koşar adım işçilerin yanına geldi. Hiç kimse korkudan sesini çıkaramadı ilkin. Herkes birbirine bakıyor, birinin bir şeyler söylemesini bekliyordu. Mühendisle, inşaata bakmak için o yöne doğru gittiler. Toz bulutu dağılmıştı. İnanılmaz bir görüntü vardı. Koca beton bloklar, kâğıt helva gibi üst üste binmişti. Her şey yerle bir olmuştu…

     

    Mühendis ve ihtiyarın çocukları, sabaha kadar asabi ve tahammülsüz yüz ifadeleriyle göçüğün yanında kaldılar. İnşaatın niçin çöktüğünü ve enkazın nasıl temizleneceğini konuşuyorlardı. Sabah ezanında, inşaatın etrafında bir sürü insan vardı. Olayı duyanlar, hemen oraya koşmuşlardı. Saat biraz ilerledikten sonra iş makineleri geldi. İşçiler, kepçeler eşliğinde, her zaman yaptıkları işi, bu kez tersinden yapıyordu. Oluşturmuyor, toparlıyorlardı.

     

    Mühendis ve ihtiyarın çocukları, ortalıkta yoktu. Mühendisin bürosuna görüşmek üzere toplanmışlardı. Mühendis, deha çapında bir ikna gücüne sahip bir insandı. Bu ofise kızgın bir edayla, hızlı adımlarla giren biri, yarım saat sonra kafasında bin bir muamma, ikna olmuş şekilde ağır ağır ve düşünceli şekilde çıkardı. Görüşme bittikten sonra, mühendisin hususi arabasıyla gene inşaata doğru yola koyuldular. Arabada hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Sonra arka kapıdaki ihtiyarın küçük oğlu, şoföre temkinli bir edayla –dur! Dedi. Şoför durdu. Diğerleri kafalarını çevirip kendisine baktı. Küçük oğul arabadan indi. Diğerleri de ardından… İhtiyarın evinin tam karşısıydı bura. Kapının önünde gene beyaz tülbentli kadınlar, asık suratlı çocuklar vardı. Koşa koşa eve doğru gittiler. Kapıdan içeri girdiler, bir başka yaşlı bir kadın bunları durdurdu. Kısık bir ses tonuyla; -Başınız sağolsun. Dedi…

     

    İhtiyarın karısı, sabah ezanından sonra ruhunu teslim etmişti…


  14. Üstad hakkında verilmiş bu hükümler, reyhanın yaftaladığı şekilde, (karşı cenah)ın edebiyat, fikir ve dünya görüşlerinin kısırlığının, kofluğunun adeta tezahürü olmuş, Üstadı tenkit ederek, onun karşısında kendi cüceliklerini gün yüzüne çıkarmışlar.

     

    Fikirde, sanatta ve edebiyatta, tenkiti veyahut müşahedesi yapılacak kalem ile, bu tenkiti veyahut müşahedeyi yapacak makam arasında bir uçurum varsa, ve bu uçurum müşahedeyi yapacak (jüri) makamının aleyhinde ise, neticedeki hükmün hiçbir kıymeti yoktur. Bu kıymetsizlik, neticedeki hükmün müspet ya da menfi olmasıyla alakalı değil. Müspetse, eserin dibindeki cevhere, menfi ise gene dibindeki necasete erişememiş olmasıyla alakalı… Burada, tenkitçinin, yazardan daha nitelikli ürün vermesi gerektiği intibası uyanmasın. Edebiyatta ve bilhassa şiirde, ürün vermek, yani fikri mısraa indirmek irfan ve idrak melekeleriyle birlikte, işin hissi cihetini teşkil eden hilkat mahsulü olan nimete de sahip olmasını gerektirir. İşte bu farika, münevver ile sanatkârın trenlerini ayıran ray kavşağıdır.

     

    Bu hususlar ışığında, Üstad hakkında yukarda yazılı olan hükümleri tetkik edelim;

     

     

    Ataol Behramoğlu, Üstadı (karamsar) ve (dünyası en karanlık) şair olarak takdim ediyor. Mesnedi, Üstadın şiirlerindeki metafizik ürperti ve arayışlar… Yukarda bahsettiğimiz gibi, bir kalemi tenkit etmek için, onun vasıflarına malik olmak, hiç olmazsa onların farkında olmak elzemdir. Ataol Behramoğlu gibi ikinci sınıf bir kartpostal şairinde bunları aramak zaten abes ötesi bir abestir… Ataol Behramoğlu, Üstadın şiirinin teşekkül planındaki bir takım nüanslarını cımbızlamış, fakat bunu tezahür planındaki rolüne, tesirine kafa yormaya hacet görmemiş. Üstad, karamsar değil, iç dünyası karanlıksa, hiç değil! Münzeviliği, karamsarlıktan ayırt edememek ne büyük nasipsizlik, ne büyük bir anlayış kıtlığıdır! Üstad, ömrünün sonuna kadar özlediği mefkûrenin tohumlarını şiirleri ve diğer eserleriyle serpecek kadar ümitvardır. Ataol Behramoğlu, Üstadın hasret çektiği ve kanat çırptığı (aydınlığı) görse, kendi sefil aydınlığına kandil yakardı!

     

    Sonrasında, daha feci olarak, Üstadın son dönemlerdeki eserlerini bireyciliğin ve sığ bir siyaset anlayışının kurbanı olarak tarif etmiş. Üstaddaki bireycilik değil, ferdin fikir planındaki yetkinliğini hedefleyip, bunun cemiyet planındaki topyekûn akisine dayanan harikulade bir tezdir ve bir cemiyetin asr-ı saadet çapındaki mükemmelliğine namzet, meydana inmiş tek sağlam görüştür. Sığ siyaset anlayışı tabirini izaha bile namzet görmüyorum.

     

     

    Haydar Ergülen ise, Üstad ile Nazımın, sırf şiirleriyle hususi hayatları arasındaki benzerliğini temel alarak ikisini aynı kefeye koyup, aynı değerlendirmeye tabii tutmuş. Sadece ikisi de kanatlı diye karga ile bülbülü aynı kıymetle ölçmek ne kadar doğruysa bu da o kadar… Sonrasında Üstadın kendisi gibi yazanlara izin vermediği şeklinde, hayali bir atıfta bulunmuş. Üstadın şiiri, koca bir nefs ve iç muhasebesinin mahsulüdür. Onun gibi yazmak isteyen, onun çektiğini çekmek ve fikir ızdırabıyla bedelini ödemek zorundadır! Üstad, gençlere tefekkürün nimetlerini ve ehemmiyetini öğütleyerek aslında kendi şiirinin şifrelerini vermiştir. Ama bunu anlamaya namzet idrak sancısı nerde?..

     

     

    En sonda Refik Durbaş Üstadın az sayıda şiir yazmasından yakınmış. Bunu da kısaca kemmiyet saplantısından, keyfiyetten istifade edememe rahatsızlığı olarak tarif ederek bitirelim.


  15. Ruhun, hissi idrakın, ve kabaca maneviyatın iskeletini kurduktan sonra (ancak hislerimize yön veren de aklımız değil midir) ifadesiyle bunların üzerini (akıl) çatısıyla kapladınız; bunların aklın yolunda ve hakimiyetinde olduğunu ima ederek bütün kıymetlerini sıfırla çarptınız.

     

    Akıl, nasıl hisse yön verebilir? Buradaki mana, hissiyatın ancak aklın himayesinde ve klavuzluğunda yol alabileceği, ve ancak bu mefhumun boyunduruğunda iş ve hamle planında selahiyete sahip olabileceği yönündedir. Dinin madde üzerindeki tahakküm ve hakimiyet kudretinin antitezi olan bu önermeyi yapsa yapsa kızıl bir komünist yapar. Hissiyata yön, kıvam ve şekil veren akıl değil, tefekkürdür. Akıl ile tefekkür mefhumları arasında ise, bir yassı burun ile gaga burun arasındaki görüntü farkı kadar bariz bir fark vardır.

     

     

    Sağolsun Afşinbey kardeşimiz herşeyi ziyadesiyle açıklığa kavuşturmuş. Zaten kendisinin verdiği (mümin kalbiyle akleder) örneği herşeye kafi değil mi?..


  16. *Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Atatürk

     

     

    Hakkaniyet ölçülerini şiar edinerek, hakikatin bilgisini ifşa etmek memuriyetindeki belagat sanatı, nasıl harikulade ve müspet bir lisan inkılâbı ise, hakikati perdelemek, nur oluğunu tıkamak için de o derece menfiliğe hizmet eden bir malzemedir…

     

    Dinin mesnedi ve kaynağı, insanoğlunun aklının alamayacağı kadar şuur üstü bir merhaledir. Bu uğurda akıl planında en ileri makam da, kefareti teslimiyet olan hayrettir. Fikirlerin en soylusu da bu bilince erebilmektir. Yani anlamamayı anlamak, anlaşılmayanı fark etmek, onu tanımak, onun karşısında kendi hacmini ve mevkisini görebilmektir…

     

    Din, hayatın her şubesine, her alanına hâkimdir, şamildir. İlmin de, fenin de, mantığın da atomu odur. Din bunlara değil, bunlar dine uygun olmalıdır. Dinin bunlara (yani akla, mantığa, fenne) uygun olmasını söylemek, onun zamanın mantık, ilim ve fen vasıflarına uydurulması gerektiğini söylemektir ki, bu da yobazlığın tersinden tarifidir.


  17. İtidali, üzerinde cam kırıklarına basıyor gibi titreyerek yürünen bir yoldan, iki yanını feza kadar geniş, zeminini ipekten halılar gibi yumuşak bir hüviyete getirecek ölçüler manzumesi de, ne bir eksik ne bir fazla, İslamiyettir. Onun çerçevelediği hükümler hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın, itidalin ta kendisidir. Nefs muhasebesiyle emekleyerek başlanan o yol, müminin teslimiyet inancındaki yetkinliğiyle giderek rahatlaşır, tabiileşir. Nefs terbiye edilip kırbaç altına alınınca o yolda yürümek, mümin için bir fener alayı şölenidir artık.


  18. Bitti M'ola, Şam İlinin Hurması

     

    Bitti m'ola, Şam ilinin hurması

    Gitti m'ola ala gözün sürmesi

    Hama'nın, Humus'un telli turnası

    Turna, yârin selâm saldı, gel diye

     

    Bitti m'ola Şam ilinin gülleri

    Aştı m'ola siyecinden dalları

    Şu sefil Yakub'un şirin dilleri

    Turna, yârin selâm saldı, gel diye

     

    Bir ağaçta biter kırk yanal alma

    Birinden gayriye elini sunma

    Irak, yakın diye eğlenip kalma

    Turna, yârin selâm saldı, gel diye

     

    Aşına da Karac'oğlan aşına

    Yeni girmiş on üç, on dört yaşına

    Irak değil, ak pınarın başına

    Turna, yârin selâm saldı, gel diye

×
×
  • Create New...