Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cihat

Editor
  • Content Count

    686
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by cihat


  1. İncecikten Bir Kar Yağar

     

     

    İncecikten bir kar yağar

    Tozar Elif Elif diye

    Deli gönül abdal olmuş

    Gezer Elif Elif diye

     

    Elif'in uğru nakışlı

    Yavru balaban bakışlı

    Yayla çiçeği kokuşlu

    Kokar Elif Elif diye

     

    Elif kaşlarını çatar

    Gamzesi sineme batar

    Ak elleri kalem tutar

    Yazar Elif Elif diye

     

    Evlerinin önü çardak

    Elif'in elinde bardak

    Sanki yeşil başlı ördek

    Yüzer Elif Elif diye

     

    Karac'oğlan eğmelerin

    Gönül vermez değmelerin

    İliklemiş düğmelerin

    Çözer Elif Elif diye


  2. S.a arkadaşlar...

     

    Hafakan kardeşim gibi bende okuyamıyor olduğum için hayli müteesir ve mahcubum. Rahmetliye Allah rahmet, yakınlarına ve sevenlerine sabır ve metanet diliyorum. Mekanı cennet olur İnşallah...

     

    Ayrıca 'nedamet..' arkadaşımız almış olduğu 15. cüzü okumuştur. Kendisi siteye giremediği için haberdar etme yetksini ben devraldım. Allah kabul etsin. (amin)


  3. İslamiyet gibi hayatın bütün şubelerine hakim ve şamil bir dinin, (mevcut)un makul dairesi içinde varlığını idame etme muvazenesi yoktur. O, ya bütünüyle idrak edilip alınır, ya da gene bütünüyle tasfiye edilir. Ortası yoktur bunun. Olsa olsa çocukların kendi aralarında oynadığı evcilik oyunu gibi fantastik bir şey olur :)


  4. Üstadın çocukluk dönemlerinde bir çok hastalığa maruz kaldığını biliyoruz. O ve Ben adlı eserinde bu durumu; "On - onbeş yaşıma kadar, bir çocuğun

    çekmesi mümkün ne kadar hastalık varsa hemen hepsini çektim." cümleleriyle belirtmektedir. O dönemlerde fiziki planda tahribatına maruz kaldığı bu durum, uzun vadede ruhunda derin ve mücerret izler bırakmıştır.

     

    Şiire baktığımızda da ölümden ziyade hastalık sürecindeki kişinin fiziki ve ruhi portresinin çizildiğini müşahede edebiliriz. Ateşin çıkması, aile bireylerinin tedirginliği, ateşin yükselmesiyle hastanın şuur kaybı, ve nihayet zirve noktaya erişen hastalığın iyileşme sürecine girmesi...

     

    Tabi yanılıyor da olabilirim. Zira ikinci kıtadaki 'yastığın kayması' ve 'nur' imgeleri ölümü çağrıştırıyor...Ama ilk seçenek daha ağır basıyor diye düşünüyorum :)


  5. Gökan kardeş, şair Abdurrahim Karakoç'a atfedilmiş o hükmün mesnedi, hemen ardında ana hatlarıyla çizilmiş olan yargılardır. Yani heybeden atılmadı ya da şaire olan şahsi bir garezin mahsülü değil. Bunlardan bir kez daha bahsetmeyi fuzuli görüyorum.

     

    Şairin elbetteki Türk şiir antolojisinde yeri sağlam eserleri vardır. Fakat bu edebi başarılarının kıymeti sadece şairin kendi (poetik) hudutları dahilindedir.


  6. Şahsen Abdurrahim Karakoç'un şiir kumaşını beğenmiyor ve onu hakiki ve yüksek şiir mertebesine layık görmüyorum. Şiirinin mayası, Ümit Yaşar ve Cemal Safi'de olduğu gibi asgari ölçüde hissi ve ruhi vasıflarda ve oldukça (mekanik) nitelikte... Bunu şiirinin konularına değil, işleyişine ve ruhuna istinaden söylüyorum. Zaten ününü ve okuyucunun müspet yöndeki oyunu, şiirlerinin genel fikri ve hissi temayülünden devşirmiş bir kalem olduğu aşikar...

     

    Röportajın bir yerinde haklı olarak şiirin nesirden ayrılmasını istemiş fakat bunu sadece şiirin biçimsel vasıflarına bağlayarak kendi eksikliğini de farkında olmayarak mimlemiş.

    Şiirin iki ana damarı olan ve asil şiirin birbirine perçinli iki kutbu olan nakış ve kütük mefhumlarından şair, şiirin derisi olan (nakış)ta birinci, onun ruhu olan (kütük)te ise daima ikinci ve nasipsiz...Böyle olunca şiiri ruhsuz bir beden olarak kalıyor ve şair, (nakış)ta ne kadar mahretli olursa olsun, yani bedeni ne kadar mumyalarsa mumyalasın, onu canlı kılacak (ruh)tan daima mahrum kalıyor.

     

    Ayrıyeten hiciv sanatının edebiyatımızdaki yerine değinirken, onun fikri ve edebi sahalarda en olgun yemişlerini veren Necip Fazıl'a değinmemesi mazur görülecek gibi değil.


  7. Necip Fazıl'ın Poetikası - II

     

     

    Eskiler şiirde şu üç özelliğin bulunması gerektiğini söylerlerdi; "Gür bir ses, keskin bir ifade ve hayaller belirgin olmalıdır." Bu üç özelliği de Necip Fazıl'ın şu dörtlüğünde ne kadar canlı müşahede ediyoruz; "Hangi hissin parmağı dokundu ki derine / Düştü bir alev salkımı içerine / Hangi kâbus bastı ki seni uykularında / Birdenbire cehennem kaynadı sularında." Fakat Necip Fazıl'ın şiirine bakınca, bunlara ilaveten başka özellikler de müşahede ediyoruz; metafizik ürperti, yakıcı hayal, kuşatıcı hassasiyet ve çileli tecrit.

    Şu mısralarında nasıl da bu unsurları iç içe geçmiş buluyoruz: "Kaçır beni ahenk al beni birlik/ Artık barınamam gölge varlıkta / Ver cüceye onun olsun şairlik / Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta"

     

     

     

    Şiirini analiz edince iki esasla karşılaşırız; ilk önce şiirinde bir ahenk var; ama bu ahenk madeni bir özellik, metal bir tını, mekanik bir kimlik taşımaz; Ruhi bir derinlikten gelir; bu ruhi derinliğini de korku, sevinç, kuşku, öfke ve benzeri insani vasıflar alabildiğine ufuklaştırır. Kastettiği manayı belirginleştirmek için de "Beklenen" şiirindeki gibi değişik çağrışımlara sebebiyet verecek zıtları bir araya getirmekte herhalde onun kadar hiç kimse başarılı olamamıştır.

     

     

     

    Ruhi sıkıntıları, bunalımları sayısız şair ele almıştır; fakat diğerlerininki genellikle sosyal sebeplere bağlı kalırken, Necip Fazıl'ınki daha çok metafizik bir mahiyet taşır. Gerçi o da sosyal problemlerin dışında kalmamış, yeri gelince, "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak" diye haykırmıştır. Ama ondaki ağırlık, bütün büyük sanatkârlar gibi ferdi ve metafizik konulardadır. Emsaline az rastlanılabilecek kadar üstün bir sezgiye sahip olduğundan içinde bulunduğu şartları en vurucu şekilde anlatabilecek sembolleri yakalıyor, gerekli atmosferi oluşturmak amacıyla çarpıcı benzetmeler yapıyor. Kelimeleri kılıktan kılığa sokuyor, onlara takatlerinin çekebileceği kadar anlamlar yüklüyor. İmaj konusunda ise hemen hemen bütün şairlerden ayrılıyor. Diğerleri imajları şiirlerini süslemek için kullanırken Necip Fazıl onları fonksiyonlu hale getirip şiirini keskin bir kılıca dönüştürüyordu.

     

     

     

    Bizdeki şairlerin tümünden farklı olarak o felsefe ve düşünceyi şiire sokmuştur. İnsan onun yönünden evrenin mihrakıdır; nasıl evrenin sırrı çözülmez; çözdük sandığımızın altında yeni bir sırla karşılaşırsak, zübde-i alem olan insan da onun gibidir. Adeta gizli düğümlerden oluşmuştur. Şu dörtlük kadar hangi beşeri söz bu gerçeği ifade edebilir: "Ne yalanlarda var ne hakikatte / Gözümü yumdukça gördüğüm nakış / Boşuna gezmişim yok tabiatta / İçimdeki kadar iniş ve çıkış"

     

     

     

    Necip Fazıl'ın bütün yeteneklerini göz önünde bulundurursak, onun bu fani âleme şair olarak ayak bastığını görürüz. Bu demektir ki ruh dünyası sık sık bombardımana tutuluyordu. Bir de hayatını verdiği bir davası vardı; bu dava ona çileli bir hayat sunuyor, onu mahkemelere sürüklüyordu. Şair olarak doğması iç, yalın kılıç "İslam" demesi dış sarsıntılara sebep oluyordu. İçeriden ve dışarıdan sarsılan bu insanın yetmiş dokuz yıl ayakta kalması olağanüstü bir durumdur. Bu ayakta kalışını inandıklarına ölümüne sarılmasında aramak gerekir. Bir insan ne kadar inanırsa inansın, nihayet et ve kemikten ibarettir; onların da dayanma gücü sınırlıdır. Ömrünün son yıllarında artık o kükreyen bir Necip Fazıl değildi; yönünü tamamen ahirete çevirmiş, hayatına mana veren, bütün sevgilerinin ve buğzlarının kaynağı olan Rabb'ine ve Peygamber'ine "Artık geliyorum" diyor, şiirini de o hasret ve vuslat aşkıyla dokuyordu.

     

     

    Mehmet Niyazi


  8. Aman estağfirullah efendim. Mevzunun muhteviyatına ne kadar mazhar olursa olsun, hiç bir seyirci, oturduğu yerden tiyatro sahnesine girme cüretinde bulunabilir mi, bu kabil midir? :)

     

    Biz, aradaki hududu muhafaza ederek Muhip Bey'in gündelik meşgalelerden sıyrılarak Muhabbet sofrasındaki yerine oturmasını bekleyelim...


  9. Muhabbet...Fikren ve ruhen bir mesuliyeti, bir muvazenesi olan ile yapılınca vahiy kadar fevkalade ve bereketli, tek mahareti kelimelerin tekamüllerinin esnekliğinden yararlanmak olan, muvazene ve fikir haysiyetinden muaf olanlarla yapılınca küfür kadar çirkef ve kısır...Ruhuyla, hudut içinde hudutsuzluğun en nadide misali olan insanın bu istidadının lisan vasıtasıyla tezahürü; muhabbet...

     

    Enfes bir çalışma olmuş efendim.

    Muhip Bey gibi bizler de bir sonraki 'Muhabbetname' yi sabırsızlık ve iştahla bekliyoruz.


  10. Üstadın, Bab'ıAli eserinde Nihal Atsız üzerine kaleme aldığı bölümü, tek kelimesine dokunmadan aşağıya alıyorum...

     

     

    Gelelim Nihâl Atsız'a...Sene 1950... Büyük Doğu idarehanesine gelmiştir. O zamana kadar tanıdığım ve yüzyüze geldiğim biri değil. Yalınız koyu ırkçılığı ve (Hitler) vâri sağ kaşı üzerine uzattığı saçlarıyla (karikatür)leştirdiğini bildiğim, Dr. Rıza Nur yetiştirmesi bir adam... Peyami Safa onun için, Nâzım Hikmet'e koyduğu teshis ile "tam bir ahmak!" derdi:

    - Havası, esprisi, mizaç renkleri olmayan biri...Konuştuk. Büyük Doğu'ya hayranlığını ve hele "îdeolocya Örgüsü"ne diyalektiği bakımından büyük alâka duyduğunu belirtti. Onunla komünizma ve belli başlı bir şahsa düşmanlık mevzuunda birleşiyorduk; fakat bu (antitez)lere karsılık asıl (tez) bahsinde apayrıydık. O,

    Türkçülük hissinden geliyor, bizse îslâm fikrinden yola çıkıyorduk. O, ideolocyalaştırılması imkânsız bir duygunun adamıydı; bizse her hissi potasında eriten bir düşüncenin bağlısı...

     

    Bir gün onu evime çağırdım. Tam bir nefs ve dünya muhasebesine girişelim diye... Yanına iki arkadaşını alıp geldi: Fethi Tevetoğlu ve Nurullah Banman... Sabaha kadar konuştuk. Kafa ve ruh çilesine sahip bir insan olmaktan çok uzak göründü bana... Bir milletin hayrı diye bir dâva olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında bir dâva...

    Ona sordum:

    - İslâmiyet hakkında ne düsünüyorsunuz? Hemen cevap verdi:

    - Milletimin dinidir; hürmet ederim!

    - Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?..

     

    İslama böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüs oluyordu. Halbuki biz, Türk'ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayısı peşindeydik ve bu anlayışa "Anadoluculuk" ismini veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, "eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!" tezini güdüyorduk.

    Nihâl Atsız'ı budalalığı ve ezberci kültürü içinde son derece sığ bir insan olarak böylece yaftaladıktan sonra, onunla ortak olduğumuz nefret kutupları üzerinde 1950 ve 1958 Büyük Doğu'larında bazı yazılarını da neşrettik. 1958 Büyük Doğularında beni, Adnan Menderes'in sermayelendirdiğini zanneden Nihâi Atsız, isminin imlâsını Etnan Bey diye yazdığı Adnan Menderes'in güya bize yağdırdığı nimetlerden pay istediğini bana mektupla bildirmeye ve yazılarına ödenen paranın azlığından şikâyet etmeye kadar gitmiştir.

     

    Onunla asıl ayrılığımız ve karşılıklı nefrete kadar giden aykırılığımız, ismine ihtilâl dedikleri 1960 gece baskınından sonradır. Hadisenin ikinci günü telefon başındayım ve onunla konuşuyorum:

    - Atsız, ne dersin bu hâllere?

    - Ne diyeceğim, pekâlâ derim. Seni hâlâ tevkif etmediler mi?

    - Niçin tevkif etsinler beni?

    - Şeriatçiliğinden ve Etnan Bey'e bağlılığından ötürü...

    - Ya seni niçin tevkif etmiyorlar?

    - BEN DİNDAR DEĞİLİM Kİ!..

    Telefonu nefretle yüzüne kapattım ve ölünceye kadar yüzünü bir kere bile görmedim. İhtilâlden sonraki Büyük Doğu'lar ve bütün Anadolu'yu telgraf hatları gibi ören konferanslarım, onun temsil ettiği, ruhî muhteva dışı posa Türkçülüğünün iflâsını bana gösterdi; ve Nihâl Atsız Bey, "Ötüken" ismiyle çıkardığı dergide Kâinatın Efendisine, hiç bir rezilin kullanamıyacağı sövme kelimeleriyle saldırırken, O'nun ümmetinden en hakîr fert olmanın üstüne şeref tanımayan beni de ihmâl etmedi ve şahsî hayatıma ait türlü iftiralarla lekelemeye davrandı. Nihayet, davasının, türlü sulandırılma ve diriltilme tecrübelerine rağmen silinen izleriyle beraber hiçbir iz bırakmadan silinip gitti.

     

    Bir gün büyük Doğu neslinin pırıltılı neşterini saplayacağı ümidini muhafaza ettiğimiz "Babıâli" ufunetini göstermek için bu kadar misâl yeter. Türkiye'nin birbuçuk asırdır beklediği gerçek ruh ve kültür ihtilâli, önce "Bâbıâli"nin millileştirilmesi, ahlâkîleştirilmesi ve temel görüşe oturtulmasiyle başlayacaktır.

     

    Necip Fazıl


  11. Guantanamo’da Abdülhamid sorgusu

     

    “Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz.

    Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.”

     

    Önümüzdeki 10 Şubat’ta vefatının 90. yılında rahmetle anacağımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’te yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...

     

    Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi. Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi.

     

    Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu. Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini.

     

    Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABD’li alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.

     

    İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Ortadoğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti.

     

    İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi:

     

    “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”

     

    Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Ortadoğu’ya “huzur” gelmeyecek(!). Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır.

     

    Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, geçen yıl “Vakit” gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz.” dediğini aktarıyordu.

     

    II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:

     

    “Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”

     

    Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenler, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da...

     

    İyi güzel, anlıyoruz İngiliz’in, Fransız’ın, Yahudi’nin, Ermeni’nin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlardı yoksa?

     

    Ortadoğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, “sessiz Çanakkale” diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale... Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...

     

    Mustafa Armağan


  12. Cemiyette islam cübbesi giymiş küfür...Bunun yarattığı tahribat, yani içten gelen artçılar, karşı cephedekiler, yani rakiplerin öncüllerinden bin kat daha tahrip edicidir. Çünkü bu, muvaffakiyetin zemini olan dirayet ve inancı baltalar.

     

    Üstad, -adını anımsayamadığım bir eserinde- benzer bir durum karşısında tıptaki (aseptik) ve (antiseptik) terimlerini kullanmıştır. Bunlardan biri mikrobu içerden temizlerken, diğeri de çeper vazifesiyle mikrobun içeriye (vücuda) girmesine mani olur. Hangi mevzuda olursa olsun, tam muvaffakiyet için öncelikle mikrobun vücuttan tasfiye edilmesi, yani ıslah, şarttır...


  13. Temel işte... :rolleyes:

     

     

    Temel secimlerde aday olmus, buyuk kalabaliga karsi konusma yapacak, hazirlanmis, kursuye cikmis. Cebindeki kagidi aramis bulamamis. Bunun uzerine secmenlere seyle seslenmis:

    - Sevgili hemsehrularim, puraya celirkeen neler soyleyecegimu pir Allah pir de pen pileydum, simdi ise sadece Allah piliy.

     

     

     

    Temel yeni yaptığı ahırına hayvanları yerleştiriyormuş. Fakat sıra develere geldiğinde, develerin kapıdan geçemediğini anlamış. Başlamış kapının üst kısmını parçalamaya. Ordan geçen biri.

    adam -Birader napıyon sen?

    temel:

    -Ula devenin boyni çok uzun , kapıyu uzatayrum

    adam:

    -Ulan salak kapının girişindeki toprağı biraz kazsana..

    temel:

    -Salak sensin da, devenin boynu uzun ayakları değul !!! :D


  14. TÂ MÂVERÂDAN

     

     

    Rüzgâr... Üstadın bu şiirde rüzgâr mefhumunu kullanmasını, rüzgârın, (aksiyon)u remzlendirmesi olarak düşünürsek, (fikir) hayatını başından sonuna bir rüzgârın doğuşu, esişi, kasırgaya dönüşü ve dinişi, daha doğrusu müspet yönde ilerleyişi şeklinde evrelere bölüp her biri hakkında fikir sahibi olmamız lazımdır.

     

    Bu rüzgârın ilk işaretlerini Üstadın çocukluğu ve gençliği arasındaki manevî fakat iptidaî merhalesinde görmekteyiz. Bunu, henüz rüzgârın aksiyon cihetine erişmediği, uzaklardan bakılınca fantastik bir izlenim veren, kalıpsız ve kütlesiz, dışına bir etki vermekten ziyade ancak içine girildiğinde basıncını ve tesirini murakabe edebildiğimiz bir (sis) yumağı şeklinde tahayyül edebiliriz. Üstadın bu dönemdeki şiirlerine baktığımızda tül gibi ince, muşamba derecesinde sağlam ve bir arslan yavrusu kadar istidadlı olan hâleti ruhiyesini görmekteyiz.

     

    Daha sonra yaşı ilerledikçe bu fikir istidadı ve kabuğuna gömülü manevî derinlik, kafasını bir kaplumbağa gibi dışarı çıkarır çıkarmaz (madde) ye çarpacak ve fikir ızdırabının ilk acısını alnından kan boşalıyor gibi yakından hissedecektir. Daha önce (sis) olarak ele aldığımız fikir süreci artık rüzgârlaşma dönemine girmiş, maganda kurşunu gibi başıboş ve bir o kadar tehlikeli boyutlara erişmiştir. (Kaldırımlar şiirini yazdığı dönem)

     

    Yaşı ilerledikçe maddenin ardındaki sır perdesini aralama gayesi, başıboş bir şehvetten çıkıp ihtirasa, hatta ondan da öte, ruhunu doyuracak biricik gıda hüviyetine girmiştir. Hiçbir fikriyat, hiçbir (izm) bu açlığı bir süreliğine geçiştirip, ardından pekiştirmekten öteye gidemiyordur. Sürekli bir arayış, adını koyamadığı, tarifini yapamadığı, sadece ve sadece aradığını bildiği o sır... Cemiyette, kavanoz içindeki balık kadar münzevidir. Hayatın miskin, fikirsiz ve basmakalıp cereyanı içinde bir şey aramaktadır; pörsümeyen, güzelliği zamana, saltanatı mekâna esir olmayan bir şey, daha doğrusu o şeyin izini...

    Bu arayış içinde aklı son raddelerine kadar germiş, vesveseden, bulanıklıktan başka bir şey bulamamıştır.

     

    Daha sonra ‘Benim hayatım budur!’ diyeceği, hayatının neredeyse tümünü yelpazesine alan bu vaziyeti şöyle özetlemektedir:

     

     

    ” Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum.

    Birini…

    O, kim mi?

    Allah'ın Sevgilisi...

    Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…

    Tek dava O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı. Bin bir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki meccani emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o BİR etrafında helezonlar çizen bir hayat... (*) “

     

     

    Gittikçe şiddetlenen, maddenin beş duyuyla sınırlı yalçın kayalıklarına başını vura vura benlik madenini sürekli törpüleyen bu fikir rüzgârı, nihayet efendisinin eteklerine, bir sobanın altında sıcaklığın saadetini arayan kedi gibi sinmiş, arayışı (melankolik) tesellileri delip, nihayet (bulduracak) iklime girmiştir.

     

    Kafasını kasıp kavuran vesveseler, yerini Efendisinin karşısında hayretle başlayıp hayranlığa gark olacak teslimiyete bırakmıştır. Artık (akıl)la olmayacağını anlamıştır. Madem hâlis imana yol verecek bedahet uzvumuz (akıl) ile zehirlenmiş, o zaman aklı bu kez (panzehir) olarak bünyeye alıp yeniden ondan kurtulmak lazımdır. Bu gayede muvaffakiyete ermek, yani imanı tefekkür ile şuurlaştırmak, gayeler içinde belki de en faziletli olandır. Çünkü bu iş, vücutta, kalbi göğüs kafesiyle çevreleyip emniyete almakla eşdeğerdir.

    İşte, Üstad, bu âna kadarki vaziyetini, muhasebenin yekûn hattına şu mısralarla geçmektedir;

     

    Rüzgâr öyle esti, öyle esti ki,

    Her şey uçup gitti, kaldı Yaradan.

    Ayna düştü, hayal, perdelerdeki

    Bir akiscik gibi çıktı aradan.

     

     

    Bu iklimde de ruhunu bütünüyle (iman)a teslim edememenin, (hakikat)in hududundan içeri büsbütün girememenin, imanın tatbik ediciliği yerine sadece lafazanı olma tehlikesinin ızdırabını yaşamıştır. Bu hal, yaşama umudu kalmamış, yataklarda ızdırapla ölümü bekleyen ağır bir hastanın ölüm ile yaşam arasındaki ızdırabı gibi, ne ölümün madde ötesindeki dinginliğine ulaşabilme, ne de hastalıktan uzak bir yaşamı seçebilme alternatifinin olduğu bir hâldir. Evet, bir süreliğine diner gibi olan o (rüzgâr), Üstadın tırnaklarıyla kazıdığı, uğrunda fikir ızdıraplarının en şiddetlilerini çektiği (iman)ını bir hamlede baş aşağı edecek olan (hatarat)lar şeklinde hortlamıştır. Bu (hatarat)lar nefs gibi, şahsı, (iman)dan bir süreç içinde değil de âni bir elektrik çarpması gibi, bir çırpıda çıkaran, ardından telafisinin düşünün bile kurulamayacağı bir hâldir ki Üstad, ya bedahetle (Allah!) deyip zafere erecek, ya da büsbütün kaybedişin feza çapındaki iflasının müflisi olacaktır.

     

    İşte bu vaziyetteyken Üstad, (ulvî) bir temas beklemektedir. O ulvî temas ki, bütün olmazları mümkün kılacak, üzerine gelen, aksiyon kudretini haczeden (vesvese)lere karşı (iman) akıncılarını dirilişe geçirecek olan iman (kontra)sıdır. O ulvî temas... Şiirin ikinci kıtası işte bu ulvî davetiyeyi hecelemektedir.

     

    Sırtımı uykuda dürtüyor bir el:

    Fırla yatağından koşar adım gel!

    O bir minicik zar, kabuğunu del!

    Seni çağıran var, tâ maverâdan!

     

    Üstad niçin, bu davetiyeyi uykudayken aldığını vurgulamıştır, diye düşündüğümüzde aklımıza hemen (akıl) ve (gönül) arasındaki münasebet ve sıklet farkı gelmelidir. Uyku, kişinin şuur ve mantıktan soyutlandığı harikulade bir evredir. Bu evrede aniden uyandırılan kişi, bir müddet sadece (içgüdü)leriyle hareket eder, her uyarıya hissî mukabelede bulunur. İşte, mutasavvıfların <yere emniyetle basacağım de, ve bas!> ölçüsünün iklimini Üstad, bu şekilde kurgulamış ve şiirleştirmiştir.

     

    (*) O ve Ben

     

     

    Üstad Sınıfı / Cihat


  15. Yazarın, Üstad ile Bodler ve Rembo gibi şairler arasındaki farkı açıklaması hayli isabetli olmuş. Zira, Üstad'ın bu şairlerle başta kadın mefhumu olmak üzere bir çok konudaki benzerliğinin A.Arvasi Hz. lerinin tanıdıktan sonra müspet yönde değişmesi kimi çevrelerce (bilerek veya bilmeyerek) ayırt edilememekte, hele hele meseleye at gözlükleriyle bakmayı şiar edinenlerin aradığı fikir bulanıklığını gayet iyi sağlamaktadır. Efendisinin Klavuzluğuyla (doğru)yu bulan Üstadda halen (melankolik) bir takım izler aramak sahtekarlığın da, körlüğün de, samimiyetsizliğin de abideleşmiş halidir.


  16. Klavyenin (enter) tuşuna sıklıkla basarak köşesini doldurmayı başarmış, kendisine 'afferin' diyorum :rolleyes: Bir insan fikir haysiyetinden, ve artık kayda değer ne varsa hepsinden muafsa, her ahmakça teşebbüsünde kendisini mazur görmek lazımdır. Nefret ve tenkidi haketmeyecek kadar mazur, zavallı...


  17. Valla yüzlerindeki çamurlaşmış makyajdan daha estetik bir görüntü olacağından eminim :D Ne iğrenç oluyorlar yahu... Bide hüzünlenirler, duygusaldırlar da :rolleyes: Değil ucuz kartpostal şiirleri, ciklet kağıtlarından çıkan maniler bile hüzünlenmelerine yeterlidir. Bu duygusallık kendilerinden ziyade etrafındakiler için cidden felaket oluyor. Ama asıl felaket ağlamalarındadır. Yanaklarından aşağıya doğru salya gibi akan renk kakafonisi...ıyk :D


  18. Niye? Ben tenceredekini de, tavadakini de çok seviyorum ama. Bidi bidi bidi, nasıl da sevimli oluyorlar di mi Cihat abisi? :rolleyes:

    tabi ki :( Ekmek arasında da fena olmuyorlar hani onlarında haklarını yemiyelim :D

    Ayrıca hep düşündüğüm bi mevzudur. Şurda burda kuaförlerinden arta kalan zamanlarında hayvansevercilik oynayan kadınlar vardır malum. Bunlar niye sadece köpeklerle kedilerle ilgilenirler? Halbuki hayvanlar alemi ne geniştir, bir tek onlar mı bakıma, ilgiye muhtaçtır? Samimiyetsizliğin ispatı olsa gerek... :D


  19. Sen… Ey ruhumu zapteden kadın,

    Gülüşünle sindirdin, kalbime gül rengini.

    Ve sonra gözlerine beni alıp, kapadın;

    İpekten kirpiğinle üstüme kepengini...

     

     

    Avucumda ümitler, cam kırığıdır,

    Geceler, aşkların hıçkırığıdır

    İzlerim, gözlerimin ilk ışığıdır;

    Kapanan gözlerinde, o buğu ahengini...

×
×
  • Create New...