Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1. Büyük islam mütefekkiri Necip Fazıl Kısakürek’in “Bir Adam Yaratmak” isimli eserini Türkçe’den Arapça’ya “Halk-u İnsan” şeklinde çeviren Kahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Muhammed Harb’in bahse konu kitaba yazdığı önsözü:

     

    "Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır."

     

     

    2spl8.png

     

     

    Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır.

     

    Büyük islam mütefekkiri Necip Fazıl Kısakürek’in “Bir Adam Yaratmak” isimli eserini Türkçe’den Arapça’ya “Halk-u İnsan” şeklinde çeviren Kahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Muhammed Harb’in bahse konu kitaba yazdığı önsözü Osman Akyıldız Kültür Sanat sayfamız için Türkçe’ye çevirdi. Muhammed Harb, aynı zamanda Mısır Osmanlı Araştırma Merkezi Başkanlığına devam ediyor. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi tarih bölümünden mezun olan Muhammed Harb’in Arap ülkelerinde çıkan bazı gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaktadır. Harb, eserleriyle Arap ülkelerinde dış güçlerce yerleştirilmiş Osmanlı aleyhtarlığını bertaraf etme konusunda büyük bir mesafe kat etmiştir. Hemen hatırlatalım Halk-u İnsan Arapça’da 22. baskısını yapmıştır. Muhammed Harb’in önsözünden...

     

    Necip Fazıl (1905-1983); 1968 yılında Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim dersler, “Çağdaş ve Yeni Türk Edebiyatı” (Kahire, 1975) adlı kitabım, Arapça dergilerde hakkında yazdığım makaleler, tercüme ettiğim Doğu edebiyatına has bir havası olan “Hasene Bacı” (Mecelletü’l-Arabi, Kuveyt, Nisan 1986) adlı öyküsüyle tanınan bir şahsiyettir.

     

    (...)

    Şiirlerini 1922 yılında yayınlamaya başlayan Necip Fazıl, 1925’de “Örümcek Ağı”nı, 1928’de ise şairler arasında “Kaldırımlar Şairi” lakabıyla iyice tanınmasına neden olan “Kaldırımlar”ı yayınladı. Dergilerdeki hikaye yazıları 1933 yılında “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” kitabıyla ortaya çıktı. “Tohum” 1935’de yazdığı ilk piyesidir. Necip Fazıl 1942 yılından itibaren yazarlığı bir yaşam tarzı edinmiştir. Türkiye’de şu ana kadar en uzun yayın hayatına sahip olan aksiyoner, fikrî, edebî ve siyasi bir dergi olan “Büyük Doğu”yu Mayıs 1943’de çıkardı. Bu dergi basın ve yayın kanununa muhalefetten dolayı birçok defa kapatılmıştır.

     

    1934 yılında Şeyh Abdulhakim Arvâsî’ye bağlanmasıyla hayata bakış açışı değişmiş ve yeni bir anlayış devrine girmiştir. Bu değişiklik fikir ve siyaset hayatına da yansımıştır. Kendini ahlâkî çöküşün, kargaşanın ve katı taklitçiliğin hakim olduğu bir sınıfta bulan Necip Fazıl, karşısında zamanın pozitivist seçkin kalemlerini ve idareciler sınıfını gördü. Türkiye’nin resmi hedefi batılılaşmaktı. Necip Fazıl ortaya çıkardığı tarihi hakikatlerle bazı mihraklar tarafından kötülenen Sultan Abdulhamid ve Vahidüddin gibi tarihi şahsiyetlerin itibarını sağlamıştır. Necip Fazıl, her yönüyle Tanzimat devrini eleştirmiştir. Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır.

     

    Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türk Edebiyatı Vakfı, 1975 yılında Necip Fazıl’ın fikir ve edebiyat hayatının 50. yılı münasebetiyle büyük bir kutlama toplantısı düzenlemişti. Mayıs 1980 yılında katıldığım doğumunun 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan törende, Ahmet Kabaklı başkanlığındaki Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Üstad’a “Şairlerin Sultanı” unvanı verildi. Necip Fazıl 1983 yılında vefat etti.

     

    (...)

    “Tohum” piyesinde; İstiklal savaşında Avrupalılara karşı kazanılan zafer ve Maraş müdafaasından bahsedilir. “Künye”de ise; Osmanlı Devleti’nin 1904-1922 arası sosyal ve siyasi duraklamasıyla bir yüzbaşının ordudaki gençleri yönlendirmesi anlatılır. “Kanlı Sarık”ta Kars ahalisinin Ruslara karşı direnmesi, “Sultan Abdulhamid”de Sultan’ın hayatı ve fikirleri, “Yunus Emre” piyesinde meşhur Türk halk şairi Yunus tablolaştırılır.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki olay, kendi telif ettiği piyeste yaşayan bir tiyatro yazarı çerçevesinde geçer. Ölüm fikri kahramanın içine öylesine yerleşir ki, bir varlık ve yokluk mücadelesine dönüşür, etrafında kendisine ulaşmaya çalışanlara rağmen delirmek üzeredir.

    “Reis Bey” piyesinde katı kalpli bir hâkimin yaşamını ortaya koyar. Bir olay sonrası değişen hâkim, kendisini insanlara iyilik yapmaya adar.

    “Siyah Pelerinli Adam”, iyilik ve kötülük arasındaki mücadelenin piyesidir. Genç şair maddî heveslere karşı mücadele verir.

    “Para” piyesine gelince, burada paraya hırsı olanların ahlaksızlıkları, toplum ve fert bünyesinde ortaya çıkan kötü durumlara maddî hırsın neden olduğu, saadet, güven ve tatminin maddî değil, mânevî şeylerle elde edileceği anlatılır.

    “Parmaksız Salih”de bir babanın oğlu için katlandığı fedakarlıklar işlenmiştir.

    “Mukaddes Emanet”teyse cemiyet yapısındaki bozuklukları, bozulmaya sebep olan yabancı düşünceleri ve maddî inançları buluruz.

    “Sabır Taşı” piyesi, konusunu, kötülüğün yenilgisinden ve genç bir kızın arzu ettiği şey uğruna sabretmesiyle iyiliğin zaferinden alır.

     

    Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Şahsiyetler

     

    Necip Fazıl’ın tiyatrosunda şahsiyetler üçe ayrılır:

     

    1. “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki Hüsrev gibi fikir ve işleriyle imanlı şahsiyetler.

    2. “Bir Adam Yaratmak” piyesinin baş karakteri Hüsrev’e fikir ve anlayış açısından yakın şahsiyetler; Mansur ve Selma gibi.

    3. Akrabaları, tanıdıkları, dostları dahi olsa onlardan çıkar sağlamayı yaşam felsefesi edinmiş, “Bir Adam

     

    Yaratmak” taki Dr. Nevzat ve gazete sahibi Şeref gibi faydacı, kötü ve maddeci şahıslar.

     

    Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Fikir

     

    Necip Fazıl’ın tiyatrosunda fikir hakkında söylenebilecek en önemli şey, yine onun çeşitli piyeslerinden çıkarılıp tercüme edilen şu cümlelerdir: “Muhakkak ki Allah mutlak hakikattir. İnsan idrakinin öz meselesi Allah’tır. İnsan ile hayvan arasındaki fark; maneviyata sarılmaktır.

     

    “Hayat rüya gibidir ve sınırlıdır”

     

    “Hayat rüya gibidir ve sınırlıdır. Her problemin çözümü sabırla mümkün olur. İnsanı yüceliğe ve olgunluğa sevgi ulaştırır. İnsanın kadere meydan okumaya gücü yetmez. Kaderin anlamı hareketten geri kalmak değil, mümkün olan her şeyi yapmak ve işi Allah’a havale etmektir. Cemiyetin kanunlara, akla ve mantığa olduğu kadar vicdan, kalp ve duygulara da ihtiyacı vardır. Maddeye önem veren cemiyetlerin hayatı uzun sürmez. Veraset insan hayatında önemli bir rol oynar. Mazluma müşfik olduğumuz kadar zalime de şefkat göstermeliyiz. Çünkü rahmetten yoksundur ve bu hareketimiz duyguları ve şuuru uyandırır. Tarih yol göstericidir.”

     

    İlk baskısı 1938 yılında çıkan “Bir Adam Yaratmak” Necip Fazıl’ın en önemli ve en meşhur piyeslerinden biridir. Aynı sene meşhur tiyatrocu Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konulmuş ve iki sezon oynanmıştır. Eser, gerek seyredenler ve gerekse sanat ve edebiyat münekkidlerince büyük bir kabul görmüş, “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiştir. 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından Türk televizyonuna uyarlanmıştır. Şimdiye kadar beş baskısı çıkmıştır.(1)

     

    “Bir Adam Yaratmak” gazeteci Turgut’un piyesin kahramanı Hüsrev’le yaptığı mülakatla başlar. Piyes yazarı Hüsrev’in “Ölüm Korkusu” adlı oyunu yeni sahnelenmiştir. Gazetecinin üzerinde durduğu konu, oyunun yazarı Hüsrev’in piyesindeki olayı hayatından mı aldığıdır.

     

    Turgut konuşmaya şöyle başlar: “Derler ki, bazı sanatçılar eserlerindeki birçok mevzuyu şahsî hayatlarından veya en azından gördükleri olaylardan çıkarırlar.”

     

    Gazetecinin büyük oyun yazarı Hüsrev’e yönelttiği bu soru boşuna değildir. Çünkü sahneye konulan bu oyuna büyük önem vermektedir insanlar. “Ölüm Korkusu”nun kahramanı annesiyle birlikte, bahçesinde incir ağacı bulunan bir köşkte yaşamaktadır. Oyunun yazarı Hüsrev bir kaza neticesinde annesini öldürür. Kaza ispat edildiği için serbest bırakılıyor, fakat vicdan azabı günden güne beyninde derinleşiyor. Birden bire o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey ilgisini çeker, babasının ölüm olayı. Babası kendisini incir ağacına asmıştır. Aklî dengesi gittikçe bozulur. Annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusuna dönüşür.

    Hüsrev’in piyesi baştan sona ölüm korkusuyla doludur. Bu korku onda öylesine sürükleyici oluyor ki, kendini tıpkı babası gibi köşkün bahçesindeki ağaca asıyor.

     

    “Bir Adam Yaratmak”ın hikayesi bir iki ayrıntı dışında “Ölüm Korkusu”ndaki gibi.

    Oyun yazarı Hüsrev annesiyle birlikte bahçesinde bir incir ağacı olan köşkte yaşamaktadır. Halasının kızı Selma onu çok sevmektedir. Bir kaza ile Selma’yı öldürür. Piyesteki olaylar, gelişmeler, sonuçtaki farklılık hariç, hep aynıdır. Hüsrev yazdığı oyundaki gibi kendini incir ağacına asamaz. Çünkü kendini asacağı ağaç annesi tarafından kestirilmiştir.

     

    Oyunun son sahnesinde Hüsrev tedavi edilmek için akıl hastanesine götürülürken, annesi “evladım! Gitme, gitme” diye seslenir. Hüsrev şöyle karşılık verir: “Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını!” Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesi böyle biter. Görüldüğü gibi piyeste, oyun içinde oyun vardır. Ama aynı oyun, gazeteci Turgut’un üzerinde durduğu; kendi hayatını yazma iddiasının hiç de yabana atılamayacak bir oyun olduğunu doğrulayan bir eser “Bir Adam Yaratmak”. Fakat Hüsrev bu iddiayı kabul etmez.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesi verasetin rolünü ele alırken, fikrî yoksunluğu, kuru akılcılığı ve pozitivizmi reddetmektedir.

     

    Gücü ancak bilinen belirli şeylere yetebilen insanın aciz olduğu ve akla güvenmesinin mümkün olamayacağı, gerçek hakikat ve kudretin Allah’ta olduğu, insanın sanat, edebiyat faaliyeti ve icatlarıyla kendini ifadeye çalışsa da Allah’ın aciz, ölümlü bir kulu olduğu, Allah’ın bâki olduğu bizimse O’na döndürüleceğimiz anlatılmaktadır.

     

    “Bir Adam Yaratmak” piyesi sanat ve edebiyat dünyasında büyük olay meydana getirmiştir. “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiş ve münekkidlerce sanat gücünün üstünlüğü alkışlanmıştır.

    Bir münekkid “Bir Adam Yaratmak piyesi insanın ve aklın güçsüzlüğü fikrini tiyatroya, edebiyat ve sanata yerleştirmiştir” der.

     

    Yeni Akit

    • Like 1

  2. MİSYONERLERİN TEKLİFLERİ

     

    Tanzimat’tan beri teceddüt illetine yakalanmışız. Hergün yeni bir oyuncak peşinde koşan ne pahasına olursa olsun yenileşmeyi isteme hastalığından kurtulamadığı için Batıcılık statüsünde çakılı kalan çılgın ve şımarık çocuklar…

    Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye hazır medeniyete…

    Tefekkür kılıçla fethedilemez; bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.

    Şimdi Avrupa bizim intelijansiyamızla bizi vuruyor. İntelijansiyamız; Türklük için değil Batı için çalışıyor… Bizim solcularımızın çoğu yabancı mekteplerde yetişmiş mutlu azınlık. Mukaddeslerini kaybeden mutlu azınlık.

    Mukaddeslerini kaybeden bir nesil Batı’nın artıklarıyla beslendi. Karşısına çıkan her sıcak ve vaitkâr ideolojinin kucağına attı kendini. Burjuvazimizde öyledir. Batı’da burjuvazi, kendisini ne güçlüklerle inşa etmiştir… Bizim Marksistimiz 3-5 formülün Marksistidir. Fransız Marksisti önce Fransız, sonra Marksisttir… Bizdeki burjuva Batı’nın forme ettiği bir sınıftır.

    Misyonerlerin teklifleri malum: Hırıstiyanlaştırmak değil, İslam’dan uzaklaştırmak. Depğiştirilecek sınıfı olmayan intelijansitya, bu durumda vatanı değiştiriyor.

     

    Cemil MERİÇ


  3. RUZMANE

    Arada bir, bazı heyetlerimize ait toplantı haberlerinin sonunda şöyle bir satır görüyoruz:
    -“Ruznamede, görüşülecekbaşka bir madde olmadığı için toplantıya nihayet verilmiştir.,,
    Heyhat!.. İşte ruznamede mevcut olmayan o meçhul maddedir ki,üzerinde konuşulacak biricik meseleyi gizlemektedir!
    O madde nedir?türk milletinin gerçek kurtuluş ve her türlü sahte teselliden sıyrılışşartlarını belirten madde!
    Evet, doktor , muayene odasına başka bir hasta sevkedilmediği için,bastonunu ve şapkasını alıp gitmiştir. Fakat üstünden kilitlenmiş olan koğuş tıklım tıklım hasta doluymuş… O ayrı iş!..
    Kurtuluş dâvasında bütün bir milleti tek bir heyet halinde toplasalar ve ruznameye hiçbir madde yazmasalar, ruznamede görüşülecek madde olmadığı için, her fert, teselli ve itminan içinde dağılacak mıdır?..
    Halimiz buna benziyor!
    Her hangi bir iş sahasının derdi, ele alınmak ve göze gösterilmek istendiği kadar değil, her şeye ve her ruznameye rağmen, kendi aleminde mevcut olduğu kadardır. O halde?.. O halde, ruznamede böyle bir madde bulunmadığı için içtimaa nihayet vereceğimize, ruznameye tek madde koyup Türk milletini tek heyet halinde ve büyük ovada toplayalım:
    -“Türk milletinin, tarafsız, garazsız ve fikri sabirsiz olarakkurtuluş davası konuşulacak ve mesele halledilmeden kimse dağılmayacaktır!”





    Büyük Doğu 76. sayı


  4. Yavuz Sultan Selim Han döneminde Pir Ali Baba isimli muhterem zat tarafından başlatılan ve o günden I. cihan harbine kadar devam eden bu güzel gelenek dönemin Erzurum Müftüsü Solakzade (Sadık) Efendi tarafından tekrar organize edildi ve savaş yıllarından bu yana Erzurum'a Kur'an'ın hidayetiyle feyz vermeye devam etti.

     

    Rİvayet odur ki; Pir Ali Baba 1001 hatim'in hayata geçmesini sağlamak için iki köy ve çok sayıdaki dükkanını vakfetti. Allah(c.c.) ondan da bu güne kadar yaşamasına-bize kadar ulaşmasına vesile olanlardan da razı olsun.

     

    İsmen 1001 olması günümüz için bir yanılgıya sebebiyet verebilir

    zira;

    2009 yılı Ocak ayında 6000

    2010 yılı Ocak ayında 12000

    2011 yılı Ocak ayında ise 11336 hatim duası yapıldı Erzurum Ulu Camii'nde

     

    Son bir not daha:

    Bu yıl ilk kez Pir Ali Baba türbesinde başlatılan binbir hatimler Ocak ayının 20'sinde yine Erzurum Ulu Camii'nde duası yapılarak son bulacak.


  5. Yalnız Bir Adam: Necip Fazıl

    10.jpg

    16 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek'e "Sultanü'ş-Şuara" (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904'te Çemberlitaş'tan Sultanahmet'e doğru inen sokakların birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere'de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi'nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı'daki Amerikan Koleji'nde öğrenim görür. 1916'da, "Ne oldumsa bu mektepte oldum." dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane'ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi'ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp'in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı "Yeni Mecmua"da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı'nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi'ne kaydolur. Paris'in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris'te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul'a döner. 1925'te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı'nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası'nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası'nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, "Kaldırımlar" adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı "Ben ve Ötesi"yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için "bir mısraı bir millete şeref verecek şair" ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. "Her fikir, beyninde bir çift kelepçe" olan şair, "benlik kazanında" dev sancıların pençesindedir:

     

    "Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

    Bir fikir ki, beyin zarında sülük

    Selâm, selâm sana haşmetli azab;

    Yandıkça gelişen tılsımlı kütük"

     

    Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan "Hızır" tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği "hafakanlar", "zonklamalar", "kanlı kıymıklar" ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin adresini verir.

     

    "Tanrı Kulundan Dinlediklerim" isimli eserinin "O'nu Nasıl Tanıdım" başlıklı ilk yazısında şöyle der: "Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından... İşte böyle; bir zamanlar beynim 'mutlak hakikat' acılarına yataklık etti... Ağrıyan akıl dişimdi."

     

    "Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

    Mevsimden mevsime girdim böylece.

    Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş

    Fikir çilesinden büyük işkence"

     

    mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında "Eyüp'teki eski bir tekkede" şairin sonradan "Tanrıkulu" adını vereceği "müjdecisi, efendisi"ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca "deliler köyünden bir menzil aşkın", "benliği bir kazan ve aklı kepçe", "boşluğu ense kökünde gezdirerek" "öz ağzından kafatasını kusan" şair, "meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı" olarak, "mutlak hakikatin dönmez davacısı" oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.

     

    Efendi Hazretleri'ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; "Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz... Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?"

     

    "Ve uçtu tepemden birden bire dam;

    Gök devrildi, künde üstüne künde..."

    ...

    "Sanki burnum, değdi burnuna yokun,

    Kustum öz ağzımdan kafatasımı."

     

    Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: "Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını 'Terk-i Terk' dedikleri makam... Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Her an bir büyük huzurda olma kal'asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir... Ama sizinledir... Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki.."1

     

    "Ensemin örsünde bir demir balyoz,

    Kapandım yatağa son çare diye.

    Bir kanlı şafakta, bana çil horoz

    Yepyeni bir dünya etti hediye"

    ...

     

    "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;

    Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel"

     

    Artık şair, fildişi kulesinden 'agora' tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, "kanına girdiği nurtopu günlerin" "yiyip bitirdiği kudsî emanetin" hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:

     

    "Çıkamam, aynalar, aynalar zindan

    Bakamam, aynada, aynada vicdan

    Beni beklemeyin o bir hevesti;

    Gelemem, aynalar yolumu kesti"

     

    Şair artık sanatta gâyenin Allah'ı aramak olduğuna inanmaktadır:

     

    "Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış"

     

    Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak "müjdecisi, efendisi"nin "ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden" aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: "İslâm komünisti!", "Sâbık şair", "Şiirine yazık etti!"

     

    Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir "sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı" kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir 'dur' deme vakti gelmiştir:

     

    "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak

    Haykırsam kollarımı makas gibi açarak"

    feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu'nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.

     

    "Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!

    Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden

    Daha keskin eliyle başını ensesinden,

    Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına

    ...

     

    Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!

    Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!"

    Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.

     

    Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; "İşte bangır bangır ilân ediyoruz... İşte dâvânın bamteli... Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da... Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet'tedir..."

     

    1952'de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın Malatya'da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu'ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964'te Büyük Doğu'nun 11'inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı "Zeybeğin Ölümü" adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.

     

    1974'te daha önce "Örümcek Ağı/1925", "Kaldırımlar/1928", "Ben ve Ötesi/1932, "Sonsuzluk Kervanı/1955", "Çile/1962" ve "Şiirlerim/1969" adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; "Çile"de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur "Rapor"ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980'de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından "Şairler Sultanı" ve 1982 yılında yayımlanan "Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu" adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında "İman ve İslâm Atlası" isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah'a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.

     

    "Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. 'Ne ölüm terleri döktüm, nelerden...' Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs'e diz çöktürüyorum" der son sohbetinde.2

     

    Ve bir gece...

    "Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

    Ölümü de öldüren Rabb'e secdeler olsun!"

    dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker... Ve son sözü:

    "Demek böyle ölünürmüş!.." (25 Mayıs 1983)

    ...

     

    "Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini...

    O kim mi?

     

    Allah'ın sevgilisi...

     

    Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı...

     

    Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

     

    Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o "Bir" etrafında helezonlar çizilen bir hayat...

     

    Benim hayatım budur!"

     

    Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, "Allah" demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda "ciğerinden kalemine kan çekerek" davasının, kendi ifadesiyle "hohlaya hohlaya" buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. "Ateşte ve cımbızda" bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, "bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek", "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, "akrebin kıskacında bir hayat" yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince "iyi insanların iyi atlara binip gittiği" âleme göçecektir.

     

    Ömrünü ve bütün mücadelesini "tırnaklarıyla kazıyarak" ulaştığı "mutlak hakikat"e, kendi çok sevdiği ifadesiyle "öteler"e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep "Yüceler"i, "Mavera"yı ve "Allah"ı anlatmış ve sanatkârı "Allah'ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih'i" şeklinde yorumlamıştır.

     

    Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet'e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, "duvara bir titiz örümcek ağı" gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken "varlık muhasebesini" kendi şahsında yapacaktır.

     

    Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. "Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir" diyen şair "şiirlerinde Yunus'un derûni sesini, Fuzûli'nin yakıcı ıstırabını, Bâki'nin ihtişamını, Nef'i'nin öfkesini, Nâbi'nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa'nın hicvini, Abdülhâk Hâmid'in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif'in dinî duygularını ve Yahya Kemâl'in tarih özlemini toplamıştır."3

     

    Necip Fazıl'a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve 'Poetika'sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: "Şiir, aslında Necip Fazıl'da sürekli olarak 'ben'in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu 'ben' bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır."4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah'tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, 'Ben'in kurtuluşunun da anahtarıdır... Hakikati İslâm'ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5

     

     

     

     

     

    Dipnotlar

    1- Ahmet Kabaklı, Sultanu'ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.

    2- Kabaklı, age, s.188.

    3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 - İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.

    4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 - 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.

    5- Karakoç, age, s.69

     

    SIZINTI/Fırat ÇELİK

    • Like 3

  6. Selamlar.

    Hatim duasını dün akşam derneğimizde toplanarak yapmış bulunuyoruz.

    Çıktığımız bu yolda; yardımlarını esirgemeyen değerli arkadaşlarımıza gönülden teşekkürler.

    Allah(c.c.) hepimizden razı olsun...


  7. Esselam

    Üstad; cemiyeti teşkil eden iki ana unsurdan biri olduğu ve İslam'ın kadına yüklediği muaazzam misyonu hiç şüphesiz kavradığı için "kadın"a bir çok konferansında, kitabında hatta şiirinde değinmiştir.

    Başlığı gördüğümde aklıma ilk gelen aşağıya alıntıladığım...

    Şayet aradığınız bu değilse bahsettiğiniz yazının içeriğinden /hatırladığınız nispette/ bahsederseniz size yardımcı olmamız biraz daha kolaylaşacak.

     

     

     

     

     

    "-Dünkü kadın, mahfaza içinde mahfaza, perde ardında perde, binbir mefkureleştirme vasıtasının sakladığı sonsuz bir kıymet gibi, erkek ruhuna nakşedilmiş, çözülmesi gereken bir şifre, bir bilmece, bir sırdı. Bugün ise 50-60 kilo, derisi yüzülmüş cılk et ve bütün tılsım nahiyeleri galiz birer maddecilik halinde, sadece gaseyen ettirmeye memur bir cifedir.

    -Bugün, devrim Türkiyesinde, büyük bir gençlik yığınının yalnız hazmi ve tenasuli cihazlarıyla yaşamasındaki hiçbir şeyle kıyas kabul etmez müthiş felaket, çekilmiş bir su dibinden çıkan pislikler ve leşler gibi, iman denizinin neleri örttüğüne ve başını alıp gidince meydanı nelere bıraktığına en canhıraş şahittir.

     

     

    -Bugün güya gasbedilmiş haklarını kendisine verdiği için herkesten fazla devrimci geçinen Türk kadını bilmelidir ki aynı devrim kendisine kadınlığını kaybettirmiştir.

    -Plakalarında "İslam" yazılı itfaiye otomobilleri ve onların gökdelenleri deviren hortumlarıyla bu yangının üzerine varmadan, Türkiye'de insan ormanlarındaki yangını söndüremezsiniz! "

    • Like 1

  8. Düştü Hüseyn atından sahra-i Kerbelâ’ya

    Cibril var haber ver Sultan’ı Enbiyâ’ya

     

    ...diyor şair.

    Efendimiz(s.a.v.)'in üzerine titrediği biricik torunlarından Hz. Hüseyin(r.a.)'in şehidedildiği an için.

     

    Bir hatim başlatalım. Aşure gününde (5 Aralık P.tesi yatsı namazından sonra) duasını etmek üzere...

    Gözünüz korkmasın sakın, günde bir cüz ile 10 kişi üç günde bitiririz Allah’ın izniyle :)

    Şüphesiz daha fazlası da çıkar sitemizden ama yinede yarın akşam saat sekiz sularına kadar alınmayanları ben tamamlatacağım İnşallah.

    İmkanlarınız nisbetinde bunun içerisinde bulunun, hatta etrafınızda sitemize giremeyen yakınlarınızdan da rica edin.

     

    Allah şimdiden kabul etsin

    Cuma’mız mübarek olsun

    • Like 2

  9. Erzurum

     

    Karakış, zemheri sende Erzurum

    Sevdan çok yücedir bende Erzurum

    Gurbeti bitirdim yüz sürdüm sana

    Türküdür her dilde, telde Erzurum

     

    Savaşta hançeri vurur Erzurum

    On iki Mart günü gurur Erzurum

    Diyar-ı Dadaştır tüm yüreklerde

    Her daim başı dik durur Erzurum

     

    Tarım, hayvancılık varın Erzurum

    Misafirperverdir halkın Erzurum

    Gelenek, görenek baş tacı sende

    Saygı, sevgi, hürmet arın Erzurum

     

    Aç değildir gözün toktur Erzurum

    Özlemim gurbette çoktur Erzurum

    Şan, şeref, haysiyet taşırız kalpte

    Sende yalan, dolan yoktur Erzurum

     

    Suyu soğuk yaylaların Erzurum

    Çok heybetli tabyaların Erzurum

    Nur içinde yatsın aziz şehitler,

    Ulu Nene Hatun’ların Erzurum

     

    Damarda dolaşan kanım Erzurum

    Sen alın yazımsın canım Erzurum

    Kaldırımlarında yorgun ayaklar

    Sağım, solum, dört bir yanım Erzurum

     

    Şimdi dağlarında güller Erzurum

    Güllere hasret bülbüller Erzurum

    Götürün köyüme ölürsem beni

    Gayri anam figan eder Erzurum

     

    Yavuzer, Ergani telde Erzurum

    Hem Mevlüt İhsani sende Erzurum

    Vatanın güzide ozan diyarı

    Sümmani, Reyhani sende Erzurum

     

    Davut’ta bağrında yaşar Erzurum

    Sevinci göğsünden taşar Erzurum

    Layık süper lige futbol takımın

    Coştur hep bizleri başar Erzurum

     

    (Mart 2007)

    Davut Ziya Üzel

     

    • Like 2

  10. İslam; her vasfı ile mukemmel yani kemal üzeredir. Haliyle muteber olanların bünyesinde cem olmasından daha olağanı olamaz.

    Normal olmayanı Üstad'ında zikrettiği üzre ceketinin astarında güneşi kaybetmişcesine bu sonsuz ve mukaddes hazineden bi'haber, yanı başındaki paşa sofrasına sırtını dönüp, köpek artıklarıyla iktifa ederek yaşamak...

    -ki biz bunu becerebilenlerdeniz.

     

    Rabbim tez zamanda uyanmayı nasibetsin.


  11. ‘Davet’ şiirinde, kardeşliği vurgulayan dizelerin Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu öne sürüldü.

    509644_1.gif

    ÖZEL HABER

    Fatih Selek

     

    Ünlü Şair Nâzım Hikmet’in, “Davet” şiirinde geçen ve kardeşliğe atıfta bulunmak için siyasetçilerin sık sık okuduğu “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerini şairliğiyle bilinen Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han’ın yazdığı iddia edildi.

    Yavuz Sultan Selim’in hayatını romanlaştırmak için arşiv belgelerini tarayan Tarihçi Yazar Hasan Basri Bilgin, sözkonusu satırların “Selimî Divanı”nda geçtiğini söyledi. Dizeleri, Hayat Yayınlarından çıkan “Efe Türk Yavuz Han” isimli tarihi romanına da taşıyan Yazar Bilgin şu bilgileri verdi:

    “2000 yılında sponsorlar vasıtasıyla az sayıda da olsa, Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi Divanını yayınladım. Ardından Yavuz Sultan Selim’in Divan’ına ulaşmaya çalıştım. Selimi Divanı, şimdiye kadar hiç ortaya çıkmadı. Osmanlı Arşivi’nde ve Topkapı Sarayı’nda araştırılırsa parça parça bulunur. Ne yazıkki bütün halinde değil.

     

    HABİBİ NECCAR’DA OKUDU

    Yavuz Sultan Selim’in hayatını araştırırken İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ‘Büyük Osmanlı Tarihi’nde Ragıp Paşa’nın hatıralarından söz ettiğini gördüm. Araştırıp bu hatıraları buldum. Ragıp Paşa, Yavuz Sultan Selim’in bürokratlarından. Onun anlattığına göre, bir eşkıyayı ortadan kaldırmak için beraber Gaziantep bölgesine gidiyorlar. Padişah, askerî bir tepede bırakıp tebdili kıyafet ile Habibi Neccar Camii’ne (Antakya’da) gidiyor. Burada bir ay inzivaya çekiliyor. Camiye girer girmez ‘İşte aradığımı buldum’ diyor. Zira buradan çok etkileniyor. İnsanın birinci unsuru olan vahdedi o taş yapıda buluyor. Nitekim aynısını İstanbul’da yaptırıyor. Bugün Fatih Çukurbostan’da Yavuz Sultan Selim Camii vardır. Planı Habibi Neccar Camii’nin aynısıdır.

    Yavuz Sultan Selim Han, aralarındaki bir diyalog sonunda Habibi Neccar Camii imamının kulağına, “Fazl-u hakk u himmet-i cünd-î Ricalullah ile - Dil- sûhteri merg, Dilirân-ı merg-zâr eylemektir niyetim” diye bir şiir okuyor. Yani, “Benim amacım, insanı verimli ağaç kadar hür, varlık sahiplerine de verimli bir orman hayatı yaşatmaktır” diyor. Güncel tabiriyle, “İnsanlar ağaç kadar hür orman gibi kardeşçe yaşamalı.”

    “Fazl u Hakku...” diye başlayan Fatih Sultan Mehmed Han’ın da bir dizesi vardır. Çünkü Yavuz, Fatih’in kopyasıdır. Dedesinin dizelerini devam ettirmiş.”

    Peki biz bu dizelerin Nâzım Hikmet’e ait olduğunu biliyoruz.

    Ünlü şair, “kopya çekmiş” olabilir mi?

     

    KAYNAĞI BELLİ!

    Yazar Hasan Basri Bilgin, bu sorumuza şöyle cevap verdi: “Nâzım, şairlik yeteneğini kullanıp almış. Onda güzeli bulmuş, teori kapmış, ideoloji almış. Ama kaynak Yavuz Sultan Selim Han’dır.”

    “Peki şimdiye kadar bunu hiç kimse, nasıl görmedi?”

    Yazar Bilgin, şunları kaydetti: “Şimdiye kadar ya farkedilmemiş yada ferkettirilmemiş. Çünkü bakıyorsunuz daha yakın zamana kadar kitaplar Yavuz’u babasını döven, elçilerin derisini yüzdüren, kazanda kaynatan, Kızılbaş avcılığına çıkmış bir insan diye yazdı. Halbuki bunların aslı astarı yok. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Şah İsmail tacını, tahtını, karısını bırakıp kaçıyor. Sadrazamı padişaha diyor ki, ‘Bahar gelir gelmez ilk işimiz İran’a gidelim. Şah İsmail’i bulalım hem de ne kadar Kızılbaş varsa temizleyelim.’

    Yavuz ‘Benim Kızılbaşla bir derdim yok’ diye cevap veriyor, ‘Ben devletime isyan edenle mücadele ediyorum. Devletime isyan eden kişi, tek oğlum Süleyman bile olsa tereddüt etmez kellesini alırım.’ Ama onu bize hep yanlış anlattılar. Onun hassasiyeti devletin varlığı üzerinedir.”

    1901 yılında doğan ve Osmanlı eğitiminden geçen Nâzım Hikmet, “Üçüncü Selim'in Gözdesi”, “Tosun Paşa”, “Lale Devri” gibi filmlerin senaryolarını yazmıştı.

     

    YAVUZ SULTAN SELİM’İN ŞİİRİ

    “Fazl-u Hak u himmet-i cünd-î Ricalullah ile - Dil- sûhteri merg, Dîlirân-ı merg-zâr elemektir niyetim” (“Benim amacım, insanları ağaç kadar hür (merg) ve orman gibi kardeşçe (merg-zâr) eylemektir”)...

     

     

    NÂZIM’IN ŞİİRİ

    “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, Bu hasret bizim...”

     

     

    Hayati İnanç: Nâzım Hikmet nazire yapmış

    Divan Edebiyatı duayenlerinden avukat ve televizyon programcısı Hayati İnanç: “Bu şiiri, ilk defa duyuyorum. Nâzım Hikmet almış, başka bir ifadeyde ortaya koymuş olabilir. Şiirin ilk satırı Fatih Sultan Mehmed Han’a ait ve cihada dairdir. Fatih, “Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile / Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyetim” diyor. Yavuz da ilk mısrasını alıp nazire yapmış. Nazire edebiyatta sıkça başvurulan bir âdettir.”

     

     

    KILIÇDAROĞLU DİLİNDEN DÜŞÜRMEDİ

    siyasetçiler, sanatçılar Nâzım Hikmet’in bu ünlü satırlarnı kardeşliğe atıfta bulunmak için dillendiriyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da 2007 yılında bir Nevruz töreninde bu dizeleri okumuştu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise geçtiğimiz seçimler öncesi mitinglerinde dilinden düşürmemişti. Kılıçdaroğlu, referandumda da bu dizelerle vatandaştan “hayır” oyu istemişti.

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    http://www.turkiyegazetesi.com/haberdetay.aspx?haberid=509644

    • Like 2

  12. “Aman Allah’ım! Ölülerin de kanı akıyormuş!”

    :)

     

    Aklıma sözümona bilim adamlarımızdan birinin kitabında rastladığım şu kısım geldi;

     

    "Bir stokrom-C'nin* dizilimini oluşturmak için tesadüfi olasılık sıfır denecek kadar azdır...

    Yada oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekiyor."**

     

    adam yaradılışı kabul yerine sıfıra yakın olasılığı irdelemeyi bilimsel sayıyor.

     

    Taassub sahiplerinin düştükleri durum ekseriyeten en kaliteli komedyeni aratmıyor vesselam.

     

     

    ---------------------------------------------------------------------

    *stokrom-C : canlı organizmalarda buluınması gereken zorunlu proteinlerden

    **Ali Demirsoy - Kalıtım ve Evrim s:61


  13. ERZURUMLU ŞALCI BACI

     

    Sene 1926. Erzurum’da kurulu idam sehpasında bu defa kanun adı altında dayatılan şapkaya muhalif olan ve urganın başına Kumandan Paşa’nın emriyle yaka paça getirilen Cumhuriyet’in ilk kadın şehidi Erzurumlu Şalcı Bacı var.

    Halk, muhalif olmanın bedelinin ölüm olacağını biliyordu, öğretilmişti bu durum onlarca ‘ulucan’ın yere düşen sarığıyla. Bunun için mevcut iktidar ne cana kıymaktan ne de kan dökmekten sakınmıştı. O güne kadar ‘bağnaz’ düşüncelerin odağı olarak lanse edilen nice insan son nefesini onların ipinde vermişti. Halk bundan alması beklenilen dersi(!) almış; konuşmaz, duymaz hâle gelmişti. Susmayanlar da vardı. Onlar yani sonu ne olursa olsun çıkarılan “kanun”lara, dayatmalara inancı gereği karşı duracak, bedenini siper edecek, ateş olup karanlıklara karşı yolumuza ışık tutacak canlar. İşte o ateş, bu defa sözüm ona muasır medeniyetin önkoşulu olarak halkın önüne konan şapkaya karşı duruşun simgesi olacak bir kadını sarmıştı, Erzurumlu Şalcı Bacı’yı.

    Alınan kararla jandarmalar onu yaka paça idam sehpasına getirdi, sonra da tok bir sesin verdiği emir işitildi. “Şalcı Bacı” idam sehpasında sallanıyordu, şehid edilmişti. Darağacında olmanın verdiği şaşkınlıkla Kelime-i Şehadet’ten önceki son sözleri ‘Kadın şapka giye ki asıla!’ oldu. Cenazesi ‘ibret olsun diye’ iki gün boyunca ipten indirilmedi. Halk o kadar sinmişti ki ağıtlar bile kapalı kapılar ardında, gözyaşları içe dökülerek yakıldı. Çünkü hüznü dile getirmek, insan kanıyla temellendirilmeye çalışılan rejime karşı çıkmak demekti.

    O yıllarda halkın dönüştürülmesi için ihdas edilen her “devrimde” olduğu gibi bu süreçte de tek bir kişinin şehadeti sisteme yetmedi. Rejim muhafızı İstiklâl Mahkemeleri şapka kanununa muhalefetten iki buçuk ayda 57 kişiyi idam etti, yüzlerce kişi için mahkumiyet kararı verdi.

    Şalcı Bacı’nın infazına yakın zamanda Cihan Aktaş ışık tuttu. İskilipli Atıf Hoca ve beraberindeki 25 âlimin yanı sıra Erzurumlu Şalcı Bacı’nın idam hükmünü de Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşa’nın verdiği ortaya çıktı.

    Şalcı Bacı ve binlercesinin ahı yerde kaldı. O ahlar bile her yanı kan kırmızıya boğabilecekken hâlâ devlet eliyle cinayetler işleniyor; insanlar son nefeslerini ıslak çukurlarda veriyor; zamanımızın darağaçları haline gelen ‘tecrit’lerde işkencelerle canlar alınıyor;,insanlar kimliğinden, ideolojisinden, inancından dolayı bir köşede kurşunlanıyor ve adına da katilin emriyle faili meçhul deniyor. Ne yazık ki bizler, müslüman halklar olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki suskunluğu aratmayacak fena bir suskunlukla infazları izliyoruz. Gittikçe bizi de boğacak olan karanlık suskunluğumuzu delmek adına geçmişle, bugünle yüzleşmemizin ve cinayetlerin hesabını sormamızın gerekliliği ne kadar açık…

     

    ‘Hakkı batıl ile örtüp bile bile gizlemeyin.’ (Bakara 42)

     

    K


  14. “Can bula cananını

    Bayram o bayram ola

    Kul bula sultanını

    Bayram o bayram ola

     

    Hüzn ü keder def ola

    Dilde hicap ref ola

    Cümle günah affola

    Bayram o bayram ola

     

    Lütfi ya lütfü kerim

    Erişe Rahm ü Rahim

    Bermurad ede fehim

    Bayram o bayram ola”

     

     

     

     

    Bu senenin Ramazan'ınıda bitirip Bayrama eriştik Allah'ın inayetiyle.

     

    Mübarek olsun.

    • Like 4
×
×
  • Create New...