Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Selamlar,

     

    Sizlerden gelen talepler doğrultusunda fasikül projesinde gelinen son noktayı izah etmeye çalışayım. Öncelikle bunu bir süreç olarak kabul edersek, bu süreç halen daha devam etmekte ve güncelliğini korumaktadır. Bu aşamaya gelmek için onlarca matbaacı, tasarımcı, ofsetçi vb. ile görüştük. Bu görüşmeleri kimi zaman yüz yüze kimi zaman telefon ve internet aracılığıyla gerçekleştirdik. Görüşmeleri yaparken bizim için önemli olan iki nokta vardı ve konuşmalarımız sürekli bu iki nokta etrafında şekillendi. Bunlardan birincisi yapılan çalışmanın tasarım olarak kalitesi ikincisi ise maddi yükün kaldırabileceğimiz bir seviyede olmasıydı. Ve bundan yaklaşık üç ay önce aradığımız özellikleri fazlasıyla sağlayan birileriyle tanıştık ve bu iş için karşılıklı olarak anlaştık. Takdir edersiniz ki öncelikle tasarımı yapılıp ardından da baskı süreci gerçekleştirilecek. Şu an geldiğimiz noktada tasarım yapılıyor ve sanıyorum yakın bir zaman da nihayete erecek. Ondan sonraki süreçte yukarıda da söylediğim gibi baskı aşaması yer alacak. Şunu da son bir not olarak hatırlatmakta fayda görüyorum, kemiyet derecemiz hiç bir şekilde keyfiyetimize mani olamaz ve inşallah olamayacak. Fakat kemiyetin etkin olduğu sahaları inkar etmekte hak ölçüsüne sığmaz. Özetle; tasarım bir an evvel bitse bile baskı için yine bir kaç ay (belki biraz daha fazla) bekleme durumumuz olabilir.

     

    Aklınızı takılan, merak ettiğiniz konuyla alakalı daha özel(ayrıntılı) konular ve sorular varsa yine buradan bizlere sorabilirsiniz. İlgi ve alakaları için tüm kardeşlerimize teşekkür ediyoruz.

     

    Saygılarımızla.

    • Like 7

  2. Saman sapı

     

    Magazin saçmalıklarını pek izlemediğim için farkında değildim: Kılıçdaroğlu savaşları birbirine karıştırmış, Atatürk'ün "geldikleri gibi giderler" şeklindeki ünlü vecizesini Haydarpaşa İskelesi'nden almış, Çanakkale'ye taşımış. (Yok yok, bir gazete öyle yansıtmış.)

    Atatürk'ün bu sözü, Suriye cephesinden gelip, trenden inip, Beşiktaş'a, Zübeyde Hanım'ın Akaretler'deki evine gitmek üzere tuttuğu, bavullarını yüklediği motorda söylediği bilinir, İstanbul'a karşı demirlemiş müttefik zırhlılarına bakıp...

    Hayrettin İskelesi'ne gidecek, oradan da eşyasını hamala verip yokuş yukarı çıkacaktır... (Son yıllarda yapılan kötü "dönem filmlerinden" birinde bu sahne vardı. Fakat o müsamerede Atatürk'ü oynayan çocuk, yüzü Levent Kırca'nın taklit tipleri gibi boyalı olduğundan, oynayamıyor, kütük gibi hiç kıpırdamadan dümdüz ve kaskatı önüne bakıyordu.)

    Kemal Bey 1918 yılında geçen olayı almış 1915'e götürmüş.

    İlk bakışta böyle sandık... Meğerse saçmalayan Kemal Bey değil, laf ola söylenmiş çarçur sözleri Kılıçdaroğlu'nun reklamını yapmak amacıyla çok matah bir demeçmiş gibi yazan, üstelik yanlış yazan gazetenin cahil muhabiri ve düzeltmeyen cahil yazı işleriymiş!

    Fakat Kemal Bey de saçmalık yarışında kendi üzerine düşeni hiç ihmal etmemiş tabii: AKP de "düşman zırhlısı" gibi gidecekmiş. Bunu da espri sayıyorlar. (AKP seçmeni de Yunan askeri herhalde.)

    Az satışlı muhalif gazetenin yarattığı "anakronizm" (konuya dikkat çeken şişkoluk arkadaşım Emre Aköz'ün güzel buluşuyla "zamanbozanlık") bunların almış oldukları "cumhuriyet eğitimine" uygundur.

    Cumhuriyet eğitimi bir "beyin yıkama ve tornadan çıkarma" işlemidir.

    Resmi tarih, birkaç kuşağa, Çanakkale muharebelerini (içinde Atatürk geçtiği için) sanki Kurtuluş Savaşı'nın "bir parçasıymış gibi" öğretmiştir.

    Oysa arada beş yıl vardır.

    Çanakkale dünya savaşından koparılıp alınmış, Sakarya ve Dumlupınar'a "monte edilmiştir"...

    Gene aynı resmi tarih, Atatürk'ü Çanakkale'de "tek ve en yüksek rütbeli komutan" gibi göstermek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur.

    Beyinler yıkandığı için de, bu konularda en küçük bir düzeltme hemen tepki görmektedir. Bu ülkede, Çanakkale'de çarpışmaların başlangıcında Atatürk'ün "albay" rütbesinde olduğunu hatırlatana küfür edilir.

    Ve de hemen "Atatürk düşmanlığıyla" suçlanır.

    Bu suçlamaların dangalaklıktan mı yoksa namussuzluktan mı kaynaklandığına tam olarak karar veremedim.

    Hadi, hepi topu üç beş kadını beğenmemiş olmamızı bütün kadınlığa teşmil edip bize "kadın düşmanı" demeleri, kimilerinde bunalımdan (bastıbacaklığın ve şekilsizliğin getirdiği bunalımdan), kimilerinde okunmamanın, tanınmamanın getirdiği hasetten kaynaklanıyor da... Feminizm kılıfı geçirilmiş aşağılık kompleksi, sosyalizm kılıfı uydurulmuş kin ve nefret...

    Peki tarihi gerçeklerden rahatsız olmak, düz cahillikten mi kaynaklanıyor düpedüz faşistlikten mi?

    Bu ülkede birçok insan hem bilmiyor, hem bilmediğini bilmiyor, hem öğrenmek istemiyor, hem de öğretene küfür ediyor.

    Cumhuriyet eğitimi, tarihi kendi istediği gibi eğip bükmüş, hoşuna gitmeyen kısımları yok saymıştır.

    Örneğin, hiçbir öğretim düzeyinde, ne ilkokulda, ne lisede, ne de üniversitenin o en önemsiz ve zorunlu dersi "devrim tarihi" dersinde, ne Süveyş Kanalı seferleri öğretilir bu ülkenin gençliğine, ne Irak cephesi, ne Galiçya, ne de Kafkasya operasyonları...

    Çünkü oralarda Atatürk görevli değildi!

     

    Sabah / 23 Mart 2011


  3. Sayın Ü.Y.

     

    Herkesin bir bakış açısı var ama kim nereden ne niyetle bakarsa baksın islami dairenin dışına çıktığı zaman artık bunların hepsi safsata, eğer söylenen laf ise lafı güzaf olur. Ben Ebubekirr adlı üyemizin art niyet taşımadığına kendimce kanaat ettikten sonra hepimizin hem fikir olduğu bir meseleyi (daha önce de farklı kişilerce farklı mekanlarda tekrar edilmiş olsa dahi) kaldırmayı uygun görmedim. Zaten kaldırılması gerektiği yönünde ciddi bir kanaat oluşursa adminlerimiz gereğini icra ederler. Ben, sizin de gördüğünüz üzere çok uçuk olduğunu ve bu foruma yakışmayacağını düşündüğüm kelimeleri ve bir paragrafı kaldırmakla yetindim. Mesela gittiğiniz son beş tiyatro ya da sinema filmini bir an için düşünün. Yukarı da sansürlenmiş kelimeleri ve daha ağırlarını hem de kimi zaman görsel nitelikte görüp, işitmediniz mi? Sokakta hiç duymadınız mı? Bir arkadaşınız espri yapmak adına size dinletmedi mi bunları? Tabi tüm bu söylediklerimi şahsınıza söylenmiş kabul etmeyiniz, sizle başladık yazıya ama genel olarak herkes için söylenebilecek şeyler bunlar. İşte ben de bu noktadan hareketle kelimeleri sansürlemekle yetindim. Ve son olarak sizin zamanınız gül zamanıydı şimdi öyle değil maalesef. Bize şimdi lazım eskiler.

     

    Saygılarımla.

    • Like 1

  4. Başlığın tümünü taramadan bir şiir de ben eklemek istiyorum müsadenizle. İnşallah daha önce yazılmamıştır.

     

    BULMAK

     

    Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti

    Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti

     

    Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma

    Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma

     

    Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından

    Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından

     

    Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde

    Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde

     

    Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş

    Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş

     

    Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine

    Kapılıp gidiyorum saçının sellerine

     

    Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar

    Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar

     

    Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın

    Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın

     

    Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi

    Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi

     

    Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım

    Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım

     

    Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden

    İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden

     

    Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm

    Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm

     

    Erdem BEYAZIT

     

    Bu da şiirin son 3 beytinin yazarı tarafından okunan hali. download link buyrun

    • Like 3

  5. Hoca'ya veda

     

    Yenilmiş, haddi bildirilmiş bir ülkeydik. Zafer türkülerimiz bile ezikti. Sakarya-Dumlupınar'dan ibaret kalan bir iftihar tablosunu öpüp öpüp başımızın üstüne koyuyorduk. Son vatan parçasını bir şekilde düşman işgalinden kurtarmış olmayı öyle yüceltiyorduk ki, bunun ötesine geçmeyi rüyalarımızda bile göremiyorduk.

     

    Rüyalarımız kâbustu. Kâbuslarımızda son vatan parçası da elden gidiyordu. Onun için "İslam Milleti"nden "Türk Milleti"ne geçişe ayak uyduramayan unsurların tepesine binmeyi ve Düvel-i Muazzama'nın dümen suyu dışına taşmamayı şiar edinmiştik.

     

    Dahilde İslami hareketleri Batı namına ezmek yahut "Soğuk Savaş"ta Batı'nın menfaatleri doğrultusunda kullanmak, hariçte de Batı'nın siyasi hedefleri doğrultusunda hareket etmek en büyük "milli" vazifelerdi.

     

    İsrail'le can-ciğer kuzu sarması olmamızı istediler, olduk. Kore'ye asker göndermemizi istediler, gönderdik. Mısır ve Suriye'ye tavır koymamızı istediler, koyduk. Cezayir'in bağımsızlığına karşı çıkmamızı istediler, çıktık. İngiltere yeşil ışık yakmasaydı belki Kıbrıs Türklerinin hürriyet mücadelesini desteklemeye de cesaret edemeyecektik.

     

    Sömürgecilere, emperyalistlere, Siyonistlere diklenen bir Türkiye olacak şey değildi. Müslüman kimliğini öne çıkaran, İslam dünyasını yeniden birleştirmeye ve yükseltmeye çalışan bir Türkiye zaten hiç olacak şey değildi. Bunlar şöyle dursun, yerli sanayiden –hele yerli silah sanayiinden- dem vurmak bile ziyadesiyle ütopik bulunurdu.

     

    Necip Fazıl "Büyük Doğu"dan, Sezai Karakoç "İslam Birliği"nden bahsedebilirdi; pek çok insan bu davaya gönül verebilirdi; ama siyasette yer yoktu bu davaya. Yer bulunsa bile o yer çok küçük ve silik kalırdı. Siyasete damgasını vuramazdı bu dava. Vurmasına izin verilmezdi. Rejim, statüko, uluslararası sistem muhakkak gereğini yapardı. Ne mümkündü onlarla baş etmek?

     

    ...Sonra Erbakan geldi. Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınıp, Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla, o büyük yürüyüşü başlattı. "Hohlaya hohlaya buz dağlarını eriterek" anti Kemalizm'i, anti Siyonizm'i, anti emperyalizmi, İslam Birliği ülküsünü siyasetin göbeğine taşıdı.

     

    Bugün, "Milli Görüş" kökenli devlet adamlarının "demokratik açılım" hamlelerini ve sivil anayasa hazırlıklarını konuşuyoruz, Türkiye'nin İsrail'le karşıya gelişini konuşuyoruz, tarihi paylaştığımız kardeş ülkelerle yeniden bütünleşme yolunda aldığımız mesafeyi konuşuyoruz... Emperyalist tuzakları boşa çıkaracak bir yerli silah sanayiinin nihayet kurulmaya başladığını da konuşuyoruz... Bu noktaya, Necmeddin Erbakan'ın 1969'da Konya'da başlattığı yürüyüşle geldik. Yol boyunca çeşitli tartışmalar yaşandı, yürüyüş farklı kollara ayrıldı, kırgınlıklar-küskünlükler oldu, ama neticede yeni bir Türkiye ve yeni bir dünya hedefi baki kaldı. O hedefe doğru yürümeye devam ederken, Erbakan hocamızı daima şükran ve rahmetle anacağız.

     

    Allah razı olsun. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Cennet diliyoruz hocamıza.

     

    Hakan Albayrak / Yenişafak / 28 Şubat 2011

    • Like 2

  6. Necmettin Erbakan

     

    Necmettin Erbakan, çok partili hayatımızın gündemden hiç düşmeyen birkaç şahsiyetinden biri idi. 1969’da politikaya girdi. 42 yıl oldu, isminin geçmediği gün nadirdir. Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi mühendis-ekonomist tipi 3 önemli politikacımızdan biridir.

    Türkiye Odalar Birliği başkanı olarak Ankara’da iken, genel başkan ve başbakan Demirel’e danışmadan, Ekim 1969 seçimlerinde Adalet Partisi’nden adaylığını koydu. AP genel idare kurulunca adaylığı veto edilince, seçime bağımsız girdi.

    Konya 16 milletvekili çıkarıyordu. Adalet Partisi 1965’te kazandığı 11 milletvekili ile seçime girdi ve 9 milletvekili kazanarak çıktı. Erbakan, tam 2 milletvekillik oy alarak bağımsız seçildi. Ben de Adalet Partisi Konya milletvekili seçilmiştim. Prof. Dr. Erbakan’ın, o zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde telaffuz edilmemiş şeyler söylediği, her yere girip çıktığı, çok faal bir kampanya yürüttüğü haberlerini alıyorduk.

    Erbakan’ın halkımıza söyledikleri, gerçekten yeni şeylerdi. Mütefekkir şair Necip Fâzıl Kısakürek’in haftalık Büyük Doğu dergisinde 2. sayfada İdeolocya Örgüsü başlıklı yazılarına inanmış, benimsemişti. Buna Millî Görüş diyor ve millet kelimesini ulus manasında değil, Osmanlı’nın kullandığı anlamda kullanıyordu. Erbakan olmasa idi, Kısakürek’in idealleri dergi sayfalarını aşamayacaktı diyebilirim.

    1971 askerî darbesinde Erbakan, zarar görmemek için İsviçre’ye gitti. Dönüşüne askerî yönetim ses çıkarmadı. Yüzde 50 oy alan Adalet Partisi’nin oylarını azaltabileceği düşünülmüştü. Öyle de oldu. 1973 seçimlerinde Erbakan 50 milletvekili kazandı. Oğuzhan Asiltürk-Deniz Baykal mahrem müzakerelerinden anlaşma çıktı. CHP ile koalisyonda Erbakan, başbakan yardımcısı idi. Türk demokrasi tarihinde dönüm noktalarından biri olduğunu tarihçi sıfatımla yazmam gerekir. Şundan dolayı: Cumhuriyet rejiminde dini öne çıkaran bir parti, ilk defa iktidara geliyordu. Yol açılmıştı.

    Sonradan Erbakan, Tansu Çiller’le kurduğu koalisyonda başbakan da oldu. Tahran’da Hâşim-i Rafsancânî ve Trablus’ta Kaddâfî ile mahrem görüşmeleri üzerine tepki oluştu. 28 Şubat yaşandı. Demirel’le Ecevit’in birlikte gayreti ile Meclis’in gene kapatılması gibi milletimizi küçük düşüren bir olay yaşanmadı. Erbakan, fikirlerinden zerre taviz vermeksizin, ancak çağdaş politikaya uyum sağlamakta epey de zorlanarak, 85 yaşında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Cenazesi kalabalık olacaktır.

     

    Yılmaz ÖZTUNA / Türkiye / 28 Şubat 2011


  7. Bir ufak kıt'a da benden gelsin, saygılar efendim :)

     

    Erzurum'un kışı zorludur balam,

    tandırında tezek yakar Erzurum,

    buz tutar yiğitlerinin bıyığı

    ve geceleyin karlı ovada

    kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

    • Like 3

  8. Necip Fazıl evladı Yalçın Turgut

     

    Karikatür en uzak olduğum sanat dalıdır. Dikdörtgen, kare bir de üçgen çizerim. Onu da beden dilini anlatırken örnek vermek için çizerim.

    Şahsen tanıdığım birkaç karikatürist vardır. Yalçın Turgut, Kemal Güler bir de İbrahim Özdabak.

    Yalçın Turgut’u ilk tanıdığımda ise karikatürist olduğunu bilmezdim. Üstad Necip Fazıl’ı yakından tanıyan, onu seven ve ondan hatıralar anlatan gazeteci olarak bildim.

    Tanımamın hemen akabinde öğrendim ki meğer meşhur bir çizermiş. Çizdiği karikatürlerle kitaplar kadar bilgi aktarır ve insanları güldürürken düşündürürmüş.

    İlk çizgilerine Yenidevir Gazetesi’nde rastlamıştım. Yanlış hatırlamıyorsam, galiba Mehmet Durlu’nun odasındaydı.

    Mehmet Durlu, Yenidevir Gazetesi’nin en parlak dönemlerine imza atmış eskimeyen bir gazetecidir. Bu vesileyle ona da selam yollayalım.

    .......

    Yalçın Turgut çok ses getiren ama sessiz yaşamayı tercih eden biri olarak hep hafızamın bir yerinde nöbet tutar.

    Bu sessiz yaşayan adam; ülkesine, memleketine, insanına, davasına, değer yargılarına dair emeğini; İBB Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’nün katkılarıyla Taksim Sanat Galerisinde görücüye çıkarmış.

    Dün sergiyi gezmeye gittim. Uzun uzun hemen her karikatürü anlamaya çalıştım. Meğer yüzlerce sayfalık kitapların söylemesi gerekenleri çizgiler söyleyebiliyormuş.

    Bir kere daha karikatür sanatçılarına hak verdim ki bu iş öyle sıradan herkesin yapabileceği bir şey değilmiş.

    Yine bir kere daha anladım ki, şairler gibi karikatüristler de kaprisli ve çekilmez olmakla haklılar. Özel bir kabiliyetleri var. Bu özel kabiliyetleri onları farklı kılıyormuş.

    Yalnız Yalçın Turgut Balaban’ı kaprisli karikatürist ve şairlerden ayırmak lazım gelir. Kapris, sonradan görmelerin bencillik surlarıdır.

    Yalçın Turgut Balaban aile kökeni itibariyle İstanbul’un yerlisi ve ataerkil bir ailenin üyesidir. O ezelden İstanbulludur, üst sosyete bir çevrede yetişmiştir.

    Babasının Eskişehir’e tayini çıkmasıyla Yalçın Turgut ilk defa Anadolu’ya ayak basmış ve işte ne olduysa ondan sonra olmuştur.

    Tekrar İstanbul’a döndüğünde o artık bir İstanbul ve Anadolu karması olarak hayatına yön vermeye başlamış ve kendisini Üstad Necip Fazıl’ın yanında bulmuştur.

    ..........

    Yalçın Turgut’un hayat hikâyesi oldukça ilginçtir. Çizerken kullandığı kalemini isteyince yazıda da kullanan birisidir. Umarız ki hayatını da yazar.

    Şimdilik bizim gazetede haftada bir çiziyor. Yani yazmaya vakti var demektir. Söz uçar ama kâğıda düşen bir nokta bile kaybolmaz.

    Ez cümle;

    Yalçın Turgut keyif adamıdır fakat çektiği fikir sancısı, onu hep zor zamanların insanı yapmıştır. En zor zamanlarda “Ben varım” diyen “dost” birisidir.

    Necip Fazıl, Yalçın Turgut’tan bahsederken; ‘kanımdan değil canımdan evladım’ diye boşuna dememiştir.

    Yalçın Turgut’un sergisi 19 Şubat’a kadar Taksim Sanat Galerisi’nde görülebilir. Karikatürler bilinmeyen ve unutulmuş bir Türkiye’nin tarihini anlatıyor.

     

    Hüseyin Öztürk/ Vakit/ 17 Şubat


  9. Halk hareketinin bir liderinin olmaması da benim umudumu biraz kırıyor, zira sivrilen ve meydanın sırtlayacağı bir liderin yokluğu ordunun iktidardaki ayağını çok daha sağlamlaştırıyor, halkın pazarlık kuvvetini yok ediyor.

     

    Bu noktada ben de bir kafa karışıklığı yaşıyorum. Evet şu durumda ismi en çok anılan örgüt Müslüman Kardeşler. Bu ayaklanmanın arkasında ne kadar varlar, ne kadar samimiler şimdilik bilemiyoruz. Geçenlerde medyadan okuduğum bir haberde, Müslüman Kardeşler'in önemli yöneticilerinden biri (ismini hatırlayamıyorum) Mübarek devrilmeden ya hemen önce ya da devrildikten hemen sonra Amerika'da oval ofiste başkan Obama ile görüşmüş. Tabi bu işin medyaya yansıyan kısmı bir de bizim görmediğimi, bilmediğimiz sürüsüne bereket görüşmeyi, anlaşmayı da düşünürseniz Mısır için yakın geleceğin çokta selamet ve selahat içinde olmayacağını söyleyebiliriz. Konuyu dağıtmadan kafamı karıştıran asıl meseleyi sormak istiyorum. Müslüman kardeşler tüm bu olayların her sahnesinde zikredildiler. Eğer isimleri geçtiği kadar yaptırım güçleri varsa ihtimallerden biri bu ayaklanmayı (Amerika desteğini alarak ya da Amerikasız) başlattılar. Ve bu yapılan, netice itibariyle milyonların katıldığı bir halk hareketiydi. E peki şimdi neden Müslüman Kardeşler sahnede yoklar? Yılların baskıcı otoritesine karşı ''yıkım'' esnasında yer almak belki daha kolaydı ama neden şimdi ''yapım'' sahasında aktif değiller? Yoksa Amerika'nın varlığının bir ispatı da bu mu? Önce gayri resmi bir örgütü kullanarak dikdatörü devirdi şimdi de bu örgütün gayri resmi bir örgüt olduğu gerçeğini kullanarak, uluslararası arenada örgütün işlevselliğini yitirip bu halkı başsız bırakıyor? Bekleyip göreceğiz.


  10. Çağrınız havada kalsın istemediğimden yazıyorum :) Bireysel yahut yönetim adına, nasıl kabul ederseniz artık :)

     

    Öyle sanıyorum ki, takva yaşamaktan ziyade önce bir müslümanca yaşamanın yolları keşfedilmeli. Takva üstünlük göstergesiyse öncelik üstünlükten ziyade olması gerekene verilmeli. Ki zaten bu yolla da takvaya ulaşılabilir kanaatindeyim. Çevre konusunda size kesinlikle katılıyorum. Çevre her şey demek değilse bile çok şey demek. Neyse sorunuza madde nispetinde bir cevap eklemem gerekirse; Kalbi kararttığını düşündüğümüz dünyevi şeylerden uzak durulmalı. Kalp temiz olunca, saf ve halis olunca elbet gerisi de gelir inşallah.


  11. Allahü Teâlâ'yı puta benzeten Ali Şeriati

    Konu: İranlı sosyolog, İslamcı, sözde mücahit, bazılarının öve öve bitiremedikleri, göklere çıkarttıkları Dr. Ali Şeriati'nin bir kitabındaki çok vahim bir yanlış hakkındadır.

     

    Kitabın ismi, "Muhammed'i Tanıyalım" (İslâm Nedir-III) Ankara 1988.

     

    Kitabın Farsça orijinalinin adı "İslam Şinasi Meşhed-III"

     

    Yukarıda adı verilen kitabın 151'inci sayfasının 2'nci paragrafını aynen aşağıya alıyorum:

     

    "Allah gerçek bir "Janus" (78). İki çehreli Allah! Yahova çehresi, Teus çehresi, iki seçkin ve çelişik sıfatı! "Kahhar" ve "Rahman". Yahova gibi "müntegem" (intikamcı), "müstebit", cebbar, mütekebbir ve "şedidül-ikab", "kibriya arşı"na yaslanmış, melekût örtüleriyle örtülü, yeri, "ötede ve her şeyin üzerinde", alttaysa mutlak saltanatı söz konusudur. Aynı halde Teus gibi "Rahman", "Rahim", "Rauf", "Gafur" (79)dur. Yeryüzüne inerek insanla, topraktan olan "Halifesi, akrabası"yla dostluk bağı kuruyor. Onu "kendi yüzüne benzer" bir yüzle gösteriyor. Onu kendine benzer yaratacağı müjdesiyle müjdeliyor. Öylesine insanla samimi ve dost oluyor ki ona "şah damarından daha yakın olduğunu açıklıyor... Not: (78) Janus, Yunanın iki çehreli tanrısıdır. Geçmiş ve geleceği bilen."

     

    Ali Şeriati "Allah gerçek bir Janus..." diyor. Yani kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahü Teala'yı iki çehresi olan bir Roma putuna benzetiyor.

     

    Öyle bir benzetiş ki, başına gerçek sıfatını ilave ediyor. Yani mecazi manada bir benzetiş değil, te'vili yok...

     

    Ehl-i Sünnete göre, Allahü Teala'nın on dört sıfatından biri "Muhalefetün lilhavadis"tir. Yani Allahü Teala yaratılmışlardan, Kendisi dışındaki varlıklardan hiçbirine benzemez.

     

    Allahü Teala'nın benzeri, eşi, ortağı, naziri, oğlu, kızı yoktur.

     

    Ali Şeriati'nin yukarıya aldığım paragrafındaki, Allahü Teala'yı bir puta benzetme zındıklığını Tevhide inanan hiçbir Müslüman kabul etmez. Ehl-i Sünnetten olsun, Şia'dan olsun, başka bir mezhepten olsun...

     

    Allahü Teala'yı bir puta benzetmek, bir Müslümanın yapacağı iş değildir.

     

    Ali Şeriati'nin "İslam Şinasi" kitabı yayınlandığı vakit, İran'daki ve Irak'taki Şii ulemadan nicesi onun bu gibi bozuk fikirlerine karşı çıkmıştı.

     

    Türkiye'deki bazı İslamcılar Ali Şeriati'yi neredeyse kutsal bir mücahit, örnek alınacak ve idealize edilecek büyük bir model haline getirmişlerdir.

     

    Ortada gerçekten üzücü, şaşırtıcı, kahredici bir durum vardır. Adam Allahü Teala'yı bir puta benzetiyor, benzetirken de "gerçek" sıfatını kullanarak parmağını gözümüze sokuyor ve birtakım Müslüman kardeşlerimiz, onu büyük ve örnek bir Müslüman, bir mücahit, bir aydınlatıcı, peşinden gidilecek bir fikir önderi olarak görüyor ve gösteriyor.

     

    Ali Şeriati'nin Türkçeye tercüme edilen kitaplarında (abartmıyorum) binlerce dinî hata bulunmaktadır. Bunların bir kısmı tercüme edilirken çıkartılmaktadır, yukarıda aldığım paragrafı herhalde sakıncalı görmediler ki, çıkartmamışlar.

     

    Ortada hem Ehl-i Sünnet ve hem de Şia açısından utanç ve hacalet verici bir manzara vardır.

     

    1. Ehl-i Sünnet, İslamcı literatürdeki bu gibi fahiş, küfre götürücü yanlışları görmüyor. Bunları red, cerh ve tekzip etmiyor.

     

    2. Bir kısım Şia ise, Allahü Teala Hazretlerini bir puta benzeten bu eserleri İslamî yayın diye sergiliyor.

     

    Diyanet İşleri Başkanlığının kontrolü altındaki büyük yayınevlerinde Ali Şeriati'nin kitapları peynir ekmek gibi satılıyor. Ortada iki şık var:

     

    1. Ya Diyanet sattığı kitapları kontrol etmiyor,

     

    2. Yahut Ali Şeriati'yi İslamcı bir yazar kabul ediyor ve kitaplarını satmakta bir sakınca görmüyor.

     

    Ali Şeriati konusunda son derece müsamahakâr olan Diyanet, Hatemü'l-fukaha ve Fahrü'l-muhaddisîn merhum Ahmed Davutoğlu Hoca'nın "Din Tahripçileri" adlı kitabını raflarında bulundurup satmıyor. Çünkü bu kitapta, kendisini müctehid ilan etmiş Prof. Hayrettin Karaman'a yöneltilmiş çok haklı ve uyarıcı tenkitler vardır.

     

    "Allah gerçek bir Janus..." ibaresi acaba kitabın Farsça orijinalinde yok da, Türkçe tercümesinde mi sokuşturuldu, sorusuna şu cevabı veririm:

     

    Bendenizde kitabın Farsça orijinalinin o sayfası var, "Allah yek Canus-i hakiki est! Hüdai ba du çehre..." (.% 82)..." diyor. Tercümeye lüzum yok. Hakiki kelimesini biz de kullanıyoruz.

     

    Ali Şeriati'nin hayranları, bu gibi tenkitleri insaf ve adaletle karşılamıyor, yöneltenlere hakaret ediyorlar.

     

    "O bir mücahittir... O bir şehittir..." diyorlar. Yahu mücahit ve şehit olmak, İslam'ın sahih Tevhid akidesine aykırı küfür sözleri söylemeye hak kazandırır mı?..

     

    Diyanet İşleri Başkanlığı Fetva Heyeti, Ali Şeriati'nin "İslam Şinasi=Muhammed'i Tanıyalım" kitabının Türkçe tercümesinin 1988 tarihli baskısının 151'inci sayfasındaki "Allah gerçek bir Janus..." sözü hakkında Türkiye Müslümanlarını aydınlatmalıdır. Bir Müslüman, bir muvahhid böyle bir söz söyleyebilir mi? Söylerse ona ne lazım gelir? Bu söz bir küfür sözü değil midir? Hiçbir şeye benzemeyen Allahü Teala hazretlerini bir Roma putuna benzetmek büyük bir sapıklık değil midir? Müslümanların böyle kitapları okumaları caiz midir?

     

    İmkânım olsa, Caferî ulemasına da bu konuda (saygıda kusur etmeksizin) sorular yöneltmek isterim. Şiî-Caferî mezhebine göre, Allahü Teala'ya "gerçek bir Janus" demek caiz midir?.. Sanırım ki, onlar da kesinlikle caiz olmadığını beyan edeceklerdir.

     

    Diyanet İşleri Başkanlığı, acaba tenezzül buyurup soruma cevap lütfedecek midir? Ederlerse bu sütunlarda yayınlayarak halkımıza duyuracağım.

     

    "Muhammed'i Tanıyalım" kitabının bir özelliği de şu: Kitapta Resulullah Efendimizin ismi yüzlerce defa geçiyor, bir keresinde bile başına "Hazret-i" konmamış, yine bir kere bile salât u selam getirilmemiştir. Resulullah Efendimize salât ve selam getirmek farzdır. Zamanımızda nice inançsızlar bile, Efendimizin ismini yalın olarak kullanmıyorlar, başına Hz. koyuyorlar.

     

    (Teşekkür: Ali Şeriati'nin İslam Şinasi adlı kitabının, içinde yukarıda bahis konusu edilen vahim ve fahiş yanlış bulunan sayfasının fotokopisini lütf edip gönderen Dr. Rashaad bey dostumuza teşekkür ediyorum...)

     

    14 Şubat 2011 / Mehmet Şevket Eygi/ Milli Gazete

    • Like 3

  12. Selamlar,

     

    Değerli arkadaşlar bildiğiniz gibi sizlerin de destekleriyle, elimizin ulaşabildiği, gücümüzün yettiği ve özellikle ihtiyaç olduğuna inandığımız yerlere, başta üstad kitapları olmak üzere hakikatleri ihtiva eden muhtelif eserlerden göndermeye çalışıyoruz. Bugün size akit gazetesine ulaşıp kitap isteyen bir mahkumun yazdıklarıyla sesleniyoruz. Eğer bu ihtiyaca bir şekilde cevap vermeyi arzu ederseniz, ister bizim kanalımızla ister bizzat kendiniz direkt olarak ulaşabilirsiniz. Bizlerle bu başlıktan ve pm yoluyla irtibat kurabilirsiniz. İlginiz için şimdiden teşekkür ederiz.

     

    ''Kitapsız kaldık...

     

    -Metin Çağlar / Alaşehir M Tipi Kapalı Cezaevi / Manisa

     

    Ben bu mektubumu sizlere Alaşehir M Tipi Kapalı Cezaevi'nden yazıyorum. 62 aydan beri cezaevindeyim. Burada 5 vakit namazlarımı kılıp, Kur'an okuyup, dini sohbetler dinleyip, tesbihatlarımı yapıp, dini kitaplar okuyarak günlerimi bu şekilde geçirmeye çalışıyorum. Burada cezasını çekenler olarak Akit gazetesi okuyucularından kitap yardımı istiyoruz. Eğer gönderirseniz çok mutlu oluruz. Burada hem ben hem koğuş arkadaşlarım göndereceğiniz kitaplardan istifade edeceğiz.''


  13. Tam ben yazacaktım baktım ki reyhan hanım yazmış. Nutuk'un içinde geçen yaratık kelimesi orada olduğu müddetçe kimse kalkıpta başka bir kimseyi aklamaya paklamaya çalışmasın. Tarihin en sevdiğim yanı da bu işte, ne kadar dikta ederlerse etsinler, ne kadar yalan dolan anlatırlarsa anlatsınlar, nihayetinde birileri çıkıp hakikatleri haykırıyor. Ve yine çok şükür ki akıl sahibi sağduyulu insanlar bu duyduklarına kulak veriyorlar.


  14. Başbakan’a Tunus’u Hatırlatmak

     

    Önce Tunus’ta iktidar sahipleri apar topar kaçmak zorunda kaldı. Şimdi aynı rüzgar Mısır’da esiyor. Kuvvetle muhtemel Hüsnü Mübarek’in günleri sayılı. Diğer yandan Ürdün’den Cezayir’e, Lübnan’dan Suriye’ye ve elbette Filistin’e kadar geniş bir alanda benzer bir sürecin yaşanabileceğine dikkat çekiliyor.

     

    Bu ülkelerde yaşanan ve yaşanması beklenen gelişmeleri, iktidar değişimlerini aynı paranteze alıp okumak ne kadar doğru; bu ayrı bir tartışma konusu. Üstelik böyle bir okuma, bu ülkelerin iç dinamiklerini hafife almak gibi bir zaafı da beraberinde getiriyor.

     

    Şu günlerde ister dünyada, isterse Türkiye’de yapılan değerlendirmelere bakınca, bir nokta çok dikkat çekici. Bu geniş coğrafyada ortaya çıkan değişim sürecini destekleyenler, olup bitenin İslam’ı ve Müslümanları öne çıkarmasından bir hayli kaygılı. ‘Yıkılan otoriter rejimlerin yerine acaba radikal İslamcılar mı geliyor’ gibi soruların anlamı bu aslında.

     

    ***

     

    Yüzyıl önce İslam dünyasında bir dizi yeni ‘devlet’i ortaya çıkaran güçler, destekledikleri rejimlerle, orada yaşayanların değerleri arasına mesafe koymayı başardılar.

     

    Elbette onlar da bu coğrafyada herhangi bir değişim hareketinin ‘din’den bağımsız başarısı şansının olmadığını biliyordu. Ancak bunu denemekten başka çareleri de yoktu.

     

    Şimdi o dönemde dikilen deli gömleklerinin dikişleri birer birer patlıyor.

     

    Gelelim Başbakan Tayyip Erdoğan’ı Tunus üzerinden uyarmaya. Bu uyarının sahipleri, kuşkusuz bu coğrafyadaki demokratikleşme serüvenini, bu sürecin dinamiklerini ve sahici aktörlerini gayet iyi biliyor. Türkiye’de gerçek bir demokratikleşmenin kimleri ve hangi değerleri öne çıkaracağının da farkında.

     

    2002’nin sonundan itibaren iktidarda olan Tayyip Erdoğan’a çok farklı başlıklar altında bir çok eleştiri getirmek mümkün. Ancak bu sekiz yıllık dönemin demokrasi ve özgürlükler açısından sürekli ileri giden ve yeni adımlar atan özelliğini yok saymak cidden büyük bir haksızlık. Hele bunu ‘Demirelleşmek’ ya da ‘Mübarek gibi olmak’ diye adlandırmak insafa sığmıyor.

     

    ***

     

    Şu günlerde ısrarla gözden kaçırılmak istenen çok yalın ve anlaşılabilir bir gerçeği hatırlatalım: Tayyip Erdoğan, milleti temsil ediyor. Bu durum sömürge döneminde ortaya çıkan ‘modernleştirme’ projelerinden ve onun ortaya çıkardığı kukla aktörlerden çok farklı bir tabloya işaret ediyor. Onun için Tunus ya da Mısır hatırlatmalarının ne yeri, ne de karşılığı var.

     

    Umuyor ve diliyorum ki, Başbakan Erdoğan’a Tunus’ta olup biteni hatırlatanlar başka bir hesabın ve kaygının parçası olmasınlar. Yine umuyorum ki, daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük adına ortaya atılan bu eleştiriler, bu toprakların değerleriyle üstü örtülü bir hesaplaşmanın yansıması olmasın.

     

    Erdoğan’ı üçüncü iktidar dönemine taşıyan yegane özelliği, milletle olan sahici bağı. İnsanların bu kadar gri propagandaya rağmen hala onu kendisine yakın bulması, verilen geniş destek, hiç te sanıldığı gibi alternatifsiz olmasından kaynaklanmıyor.

     

    Bunu böylesine açık ifade etmek istemezdim; lakin artık zamanıdır. Bu ülkede, bu bölgede ve şu günlerde adından bahsedilen tüm ülkelerde, İslam’dan ve Müslümanlardan bağımsız bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi mümkün değildir. Bunun dışında herhangi bir kesimin ya da sınıfın, böyle bir mücadeleyi yürütmesi, taşıması ya da inşa etmesi imkansızdır.

    Yol yakınken inattan vazgeçmek herkesin hayrına.

     

    Nasuhi Güngör / Star / 31 Ocak 2011


  15. "Hep Tayyip kazanır" korkusu

     

    Başkanlık sistemine karşı çıkanlar, öteden beri bunun "bünyemize uymadığını" söyleyip dururlar.

    Altı yüz yıl padişah tarafından yönetilmiş ülkeye başkanlık sistemi uymamaktadır (isterseniz "tek adam" yönetimine bir kırk yıl kadar da cumhuriyetten koyunuz!), ama "ithal malı" Fransız parlamenter sistemi uymaktadır. Maşallah.

    Oysa "Fransız kaşığıyla mama yeme" devri geçmiştir, artık mamalar "Amerikan kaşığıyla" yenmektedir ama en koyu Amerikan çocuğu bile iş sisteme gelince kıvırtır...

    Beyzbol şapkasına, hamburgere ve kolalı içeceklere evet, başkana hayır.

    Karşı çıkanların diğer bir dayanak noktası, başkanlık sisteminin "diktaya yol açacağı" endişesidir.

    Bu sistemde "kuvvetler ayrılığı" ilkesi uygulanacağına göre, yasamaya ve yargıya asla karışamayacak, üstelik yürütme gücü de kanunla belirlenmiş ve sınırlanmış bir başkanın nasıl olup da dikta kurabileceği belli değildir.

    Ama salla gitsin işte, nasıl olsa vatandaşın durup düşünecek hali de yok vakti de... Salla gitsin, tutmazsa da kafaların bir köşesinde endişesi kalır.

    İsterseniz biz de gerçekleri konuşalım:

    Başkanlık sistemine karşı çıkanların tek, ama tek derdi, "gene Tayyip kazanır" korkusudur.

    Ya da "hep" Tayyip kazanır endişesi...

    Cümleyi şöyle de düzeltebiliriz: Sözü edilen kişi bir "fani", üstelik altmışına merdiven dayamış bir ölümlü olduğuna göre de, bugün Tayyip, yarın Ahmet, öbür gün Mehmet, hep "onlar" kazanırlar korkusu!

    Bu aslında, "biz asla kazanamayız" aczinin tersten ifadesidir.

    Atıp tuttuklarına, gazete sayfalarından muhalefete biçim verdiklerine, adam yokedip adam üfürdüklerine bakmayınız, düzmece anketlere de kanmayınız, kazanamayacaklarını, hiçbir zaman kazanamayacaklarını çok iyi biliyorlar.

    Oysa parlamenter sistemde "hiç olmazsa" meclise girebilme, hiç olmazsa şartlar uyduğu takdirde koalisyon kurabilme olanağı var... (Yasama erkini elde etmek onları "kesmiyor", ille yürütme...

    Çünkü patrona inşaat ruhsatını meclis vermiyor ki, yürütme organının başı veriyor!)

    Tutturamadıkları zaman da halka kızıp küfür ederek yürek soğutma özgürlüğü tabii...

    Kendilerine bazı sorular sormak isterim:

    Atatürk aday olsaydı, başkanlık sistemine gene de karşı çıkacak mıydınız?

    İnönü aday olsaydı, başkanlık sistemine gene de karşı çıkacak mıydınız?

    "Fiili başkanlık sistemi" kötüyse, bu diktalara o zaman niçin ağzınızı açmadınız?

    Menderes'in dikta kurmuş olduğunu söyleyip alaşağı edilmesini ve öldürülmesini onaylayan sizsiniz... Menderes, diktasını hangi sistemde kurmuştu acaba?

    Kılıçdaroğlu'nun (ya da beğeneceğiniz, onaylayacağınız, isterseniz paraşütle indirip isterseniz torbadan çıkaracağınız herhangi bir adayın, kafanıza göre herhangi bir adamın) başkanlık sisteminde seçim kazanmasına en küçük, ama en küçük bir ihtimal olsa, başkanlık sistemine gene de karşı çıkar mısınız?

    "Demokrasi iyidir, bizimkiler kazandığı sürece... Başkası suç işlerse cani olur, ben işlersem kader kurbanı... Ben herkesin karısına bakarım, kimse benim karıma bakamaz...

    Hep başkaları mı yiyecekler, biraz da biz yiyelim... Ben vermem ama herkes vergisini ödemelidir...

    Ben ara sıra trafik kurallarını çiğneyebilirim ama siz çiğnemeyin..." cümleleriyle özetlenebilecek dünya görüşüne katılıyor musunuz?

    Dürüst cevap verin, canımı yiyin.

     

    29 Ocak 2011 / Sabah

    • Like 1

  16. Cihandar kardeşim onlar pek sever kendi propagandalarını yapmayı. remz kardeşiminde dediği gibi koca bölge eğitim hastahanesi hakkında tek kelam etmemişte şifa'ya atıfta bulunmayı ihmal etmemiş. Hayır bu yazının içinde ne diye şifa'ya selam çakma ihtiyacı duyarsın ki. Neyse yine de Allah razı olsun, hayati bir meseleye değinmiş. Bir araya gelsek tabi ki güzel olur gönüldaş, dur bakalım hayırlısı :)


  17. ""kalk ayağa ve yürü!

    kırılmış bir kemiğin falan yok" (bachmann)

    televizyonlardaki gazete tanıtımına çıkan gazeteci, bir olaydan bahsediyor: bir genç kızın etek boyu "sakıncalı" bulunduğundan dolayı, güvenlik olaya el koymuş ve kızcağız götürüldüğü yerde incitilmiş, onuru kırılmış... hepimizin yakından tanıdığı, benim de zaman zaman okuduğum, özellikle kadın okuyucuların severek takip ettiği romantik gazeteci de; bu duruma itiraz ederek, gazetesinin, onuru incitilen bu kızın yanında olduğunu dile getiriyor...

    buraya kadar her şey normal olarak gözüküyor.

    gözüküyor da... gazetecinin anlattığı gibi değil gerçekler. onun ve bizim yaşadığımız ülkede, kılık kıyafeti sakıncalı bulunduğu dolayısıyla incitilenler, "kısa etekliler"değil, "başörtülüler"... üstelik de demokrat gazetecimizin bahsettiği olaydaki gibi, sadece onuru incitilmiyor "başörtülü kızların"... kırılan sadece onur değil; kemikler, kaburgalar, boyun, kol, kafa, hatta karnında taşıdığı bebeğe kadar kaybetti, kaybediyor örtülü kızlar ve kadınlar...

    güzel sesli, dokunaklı konuşmacı, etkili kalem can dündar bey'i dinlerken, "kısa etek, sakınca ve kırılan onur" minvalinde, benim de gözümün önünden geçiyor on yıllardır yaşadıklarım, yaşadıklarımız... ben de bir kadınım... arkadaşlarım da ben de bu ülkenin insanıyız. sakıncalı bulunan bir giysim var... onuru kırılmak meselesinde hele, epeyce oyalandım... başörtüsü yasaklamaları; kovalamacalar, iteklenme, kakılma, jop, kelepçe, gözaltı ile geçen uzun yılları kadınların...

    mesela nuray canan da geldi aklıma can bey'in reklamını seyrederken. cerrahpaşa öğrencisi nuray, sadece örtülü bir öğrenci olduğu için okuluna girmek isterken, güvenlik güçlerince öyle bir dövüldü, öyle bir dayak yedi ki; kolu ve kaburgaları kırıldı, boynu hasar gördü ve hamileydi, bebeğini düşürdü... acaba nuray canan'ın sakıncalı giysisi hakkında ne düşündü reklamlardaki gazete? reklamlardaki demokrat gazeteciler, nuray'ın kemikleri kırılırken neredeydiler?

    ya hûda kaya ve öğrenci olan üç kızı, idamla yargılanırken neredeydiler? bir evden dört kadın, başörtü yasaklarına karşı çıkmaktan dolayı, cezaevine düşerken, idamla yargılanırken neredeydi gönül adamı can bey?

    hemşirelik yüksekokulunu dereceyle bitirdiği halde, kafasındaki mezuniyet kebi başı açık bir öğrenci tarafından yetmiş milyonun ve güvenlik güçlerinin önünde tartaklanıp yolunurken, neredeydi vicdan sahipleri?

    kısa etek giydiği için kimsenin onurunun kırılması taraftarı değiliz elbette. ama sadece başı örtülü olduğu için, önce meclis'ten, ardından da vatandaşlıktan çıkartılan merve kavakçı'ya gelince sıra, neredeydi bizim hak hukuk savaşçısı cesur kalemşörlerimiz?

    2000 yılı itibariyle başörtüsü yüzünden okulundan ve mesleğinden haksız yere atılmış tam 30 bin kadının ayrı ayrı açtığı derdest dava vardı türk mahkemelerinde... dile kolay tam 30 bin kadın, resmi hak arama yollarına başvurmuştu. bu bizim bildiğimiz 2000 yılı rakamları... ya hayata küsmüş, yaşama isteğini yitirmiş, psikolojisi sarsılmış, içine kapanmış, sesini yitirmiş, her şeyden vazgeçmiş kızları ve kadınları bu vatanın, onların hakkını kim soruyor? veya sayılarını 10 binlerle telaffuz ettiğimiz yurtdışı göçleri... burada eğitim alamadığı ya da istihdam edilemediği için yurtdışına göç etmek zorunda kalanların sesini duyan var mı?

    şimdi can dündar bey'in anlattığı olayı, nuray canan üzerinden bir de biz yazalım: "nuray, mini etekli olarak okula geldiği için, güvenlik güçlerince dövülseydi, mini etek giydiği için kırılsaydı kaburgaları, kolları, boynu... üstüne üstlük, mini etek yüzünden yediği dayakla karnında taşıdığı bebeğini de düşürseydi..." ne olurdu? yer yerinden oynardı.

    yaptığınız bu ayrımcılığın sebebi ne?

    kısa etek ile başörtü arasında, sakınca bağlamında konuşmak gerektiğinde, niçin örtüyü sakıncalı ilan ederken, sadece kısa eteğin hak arayıcısı oluyorsunuz?»

    13 yaşındaki öğrencilerin sırf başları örtülü olduğu için, okullarına keskin nişancı gönderilirken, siz neredeydiniz? 13 yaşındaki kız öğrenciler sırf başları örtülü olduğu için, sokaklarda kalaslarla dövülüp, elleri kelepçelenirken, kısa eteğin hakkını arayan kalemler, siz neredeydiniz? ve gazeteniz... ne yapıyordu? yasakçı ve dayakçılara alkış tutmaktan başka... biz bunları unutmadık, unutamıyor insan. genç kızların çığlıkları ve gözyaşları içinde hatırlıyorum ben gazetenizi, maalesef... kendime ve arkadaşlarıma hep şöyle diyorum sonra: hadi kalk ve yürü, kırılmış kemiklerine ve onuruna rağmen, kalk ve yürü"

    Sibel ERASLAN/VAKİT 2006


  18. Yine geçenlerde sanal platformların birisinde karşılaştığım bir yazı da; mevzu bahis arkadaş öyle bir heyecanla anlatıyor ki sanırsın fenafillah'a ulaşmış, varlık içinde yokluk görmüş, ötelerden haber almış. Gerçi o makama ulaşan biri elbet bu densizliği yapmaz biliyoruz da, misal olması açısından söylüyoruz. Özetle diyor ki pek muhterem müslüman kişi; Ben Kuran-ı Kerim'in tahrip edilmediğine inanıyorum, Allah'a ve Peygambere de inanıyorum. Ama benim için din hususunda kaynak alınacak tek nokta Kuran'dır. Ötesi beni bağlamaz. Hadislerin tahrip edilmediğini bilemeyiz. Varsa aklıma takılan bir nokta açar kuran'dan bakarım, hoca moca da bilmem! Yani adam baştani kestirip atıyor herşeyi, 4 büyük halife, silsile büyükleri, gazaliler, rabbaniler konusu bile açılamaz oluyor.

     

    Aman Allah'ım ne korkunç bir cesaret gösterisi. Kime karşı yapılıyor hem de? Bilgisizlik, cahillik, nasipsizlik hepsi kol kola girmiş adamın damarların da dolaşıyor. Ham yobazın ifşasını ispat eden ne muhteşem bir manzara. Sen koru Ya Rab!


  19. Devletin dışındaki zımmiler miyiz?

     

    Lozan’da ülkenin fiziki varlığını kurtarmak için kültürel varlığın feda edildiğini tespit eden Kemalist hariciyeci Gündüz Aktan, laikliğin, alfabe değişikliğinin ve benzer uygulamaların fiziki varlığımızın bize bahşedilmiş olmasının bir bedeli olarak yürürlüğe konulduğuna dikkat çeken ender isimlerin başında geliyordu.

     

    Uygulama safhasında öyle baskılarla karşı karşıya kalındı ki, mesela Ayasofya’nın bir cami olarak varlığını sürdürmesinin Avrupa’nın tazyiki üzerine mümkün olamayacağı anlaşılınca “kiliseye çevrilme riskinin bertaraf edilebilmesi için” müzeye çevrildiği biliniyor.

     

    Özetle kültürel varlığımız mümkün olabildiğince görünür ve konuşulur olmaktan çıkartıldı. Tıpkı “gâvura gâvur demenin yasaklandığı” Tanzimat Fermanı’ndan yıllar sonra İstiklal Harbi’nin kazanılmış olmasının verdiği güç ve moralle Anayasa’ya giren “Türkiye’nin dini, din-i İslam’dır” hükmünün Lozan’ın ardından başlayan süreçte ortadan kaldırılması gibi.

    Demek ki Türkiye’de kültürel varlığın minimize edilmesinin temelinde hoyrat bir din düşmanlığı veya laiklik sevdasından çok, devlet mekanizmasının güç kaybının yattığı aşikar.

     

    Üstelik kendinde güç vehmettiğinde kültürel varlığın görünür olma düzeyini yükseltenlerin illa da dindar ekipler olması da gerekmiyor. Çünkü kültürel parametreler doğası gereği siyasetin hiçbir zaman dışında kalmamıştır.

     

    İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra Ayasofya Camii’nin Rumlar tarafından basılıp tepesine haç dikilerek kiliseye çevrilme tehlikesine karşı, caminin Rumlar tarafından basılması halinde dinamitle havaya uçurulup “kafire ram edilmemesi” fikrinin İttihat Terakki üyeleri tarafından kararlaştırıldığı biliniyor.

     

    Cemal Kutay tarafından çıkarılan “Tarih Konuşuyor” dergisinin Ağustos 1964 tarihli 7. sayısında bu olay şöyle anlatılıyor:

     

    “İşte yabancı bayrakların Beyoğlu caddelerinde dalgalandığı o acı günlerde (Ayasofya Camii) üzerinde ihtiraslar kabarmış, minarelerine çan ve kubbesine haç hazırlayanlar olduğu duyulmuştu. Bu tehlike üzerine Karakol Örgütü Reisi Kara Vasıf, örgütten Binbaşı Yenibahçeli Şükrü Bey'i görevlendirdi. Ayasofya Camii'ne karşı herhangi bir tecavüz, silahla karşılanacaktır. Üstün kuvvetlerle hücum karşısında mukavemet kırılacak olursa minarelerine çan ve kubbesine haç takmalarına fırsat vermeden Ayasofya Camii dinamitle berhava edilecektir... Bu azimli ve kat'i kararı karşısında Ayasofya'ya göz dikenler yılmış ve bu tasavvurlarından tamamen sarfınazar etmişlerdir.”

     

    Burada da görüldüğü gibi İttihat Terakki’nin ya da başkaca bir siyasi organizmanın dine olan alerjisi, harici unsurlar karşısında dini bir sembole yüklenmiş bulunan tarihi ve siyasi misyonun üstüne çıkamıyor.

     

    Mesela Ezan, Türkiye’nin Müslüman oluşunun görünür/duyulur bir ifadesinden çok daha öte anlamlar ifade ediyor. Ancak bugün bu anlamların daraltılıyor oluşu bir gerçektir.

     

    Doğrudan doğruya ülkenin siyasi bağımsızlığıyla özdeş hale gelen Ezan’ın Türkiye’de sadece “namaza çağrı vasıtası” olarak görülmesi mümkün değilken, geçmişte ve günümüzde “namaza çağrı vasıtası” olarak kısıtlanması gayretleri olmamış değildir.

     

    Mesela ezanın, tek parti döneminde Türkçe’ye çevrilmesi garabetiyle, bugün “çan seslerine karışan ezan sesleri” söylemiyle hoşgörü saçmalıklarına ram edilmesi mahiyet itibariyle aynıdır.

     

    Bu iki girişim de, kültürel varlığımızın ülkenin bağımsızlığı ve devletin siyasi konumlanışının dışına çıkartılma isteklerine paralel davranışlardır. Bu anlamda kültürel öğeler, bambaşka bir siyasi projenin konusu haline getirilmektedir.

     

    Kültürel varlığın, “etnik ve kültürel kimlikler” tanımı üzerinden ve devlete karşı bir hak talebi mücadelesi temelinde ele alınması halinde, bu varlığın Batı kaynaklı bir emperyalist projenin konusu haline gelmiş olduğu ortaya çıkar.

     

    İşte bugün kültürel varlık denilen değerler bütününün bugün fiziki varlığımızın birer simgesi olmaktan çıkartılması riskiyle karşı karşıyayız. “Bu ülkede Ezan nedir?” sorusuna sağına ve soluna bakmadan “Bağımsızlığımızdır” cevabını veremeyenlerin çoğaldığını görmek, bir başka tespiti zorunlu hale getiriyor.

     

    O da şudur:

     

    Dün fiziki varlığını kurtarmak için kültürel varlığını feda eden Türkiye, şimdi kültürel varlığını yeniden talep ederken bunun bedeli olarak fiziki varlığını ameliyat masasına yatırmak riski veya dayatmasıyla karşı karşıya.

     

    Bu riski gördüğünü iddia eden Kemalist kısırlık, meseleyi “ulus perspektifinden ümmet perspektifine kayıyoruz” feveranıyla anlaması gerekeni yanlış anlama alışkanlığını sürdürürken, söz konusu riski örtbas eden muhafazakar algı ise kültürel, dini taleplerini bugüne kadar vücut bulduğu tarihsel rol ve siyasasının dışında ifade etmeye başladı. Bu talepler neredeyse artık bütünüyle Avrupa Birliği retoriği içinden, Batı modernitesi ve paradigmasına içkinleştirilmiş bir zeminden neşet ediyor.

     

    Böylece Lozan’da fiziki varlığımızı kurtarmak karşılığında feda ettiğimiz kültürel varlık öğelerimizi bugün yeniden kazanmak, Batı karşısında bir mevzi elde etmek olarak değil de, bu öğeleri o gün feda etmek durumunda kalanlara karşı bir mevzi elde etmek olarak algılanıyorsa, o zaman bu kültür öğelerinin tarih ve mekan imgesi ve siyasi aktüel anlamı yok oluyor demektir. Geriye, tıpkı kafasına sepet geçirerek Londra sokaklarında dolaşma hakkını talep eden bir Hindu’nun “UNESCO’nun korunmaya muhtaç kültürler” bahsi içinde sayılmasına denk bir bahtsızlığı paylaşmak kalıyor.

     

    Kürtlerin TRT Şeş “kazanımı” elde ettiği bir mecradan dindarların başörtüsü, namaz vakitlerine göre mesai, Cuma günlerinin tatil edilmesi gibi haklar elde etmeyi ummaları, dindarların o hakları dağıtan devlet organizasyonunun dışında kalmış “zımmiler” durumuna düşmeyi kabul etmeleri anlamına gelir.

×
×
  • Create New...