Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Everything posted by Muvazene

  1. Latife Hanım'ın Atatürk ile evli olduğu dönemde Sovyet Devrimi önderlerinden Lev Troçki'nin kız kardeşi Kameneva'ya gönderdiği bir mektup. Cumhuriyet`in kuruluşundan 6 ay sonra gerçekleşen bu mektuplaşmadan Latife Hanım'ın zihniyetine dair izlenimler elde etmek mümkün: Latife Hanım'ın kadın sorunu üzerine ne düşündüğüne dair elimizde 1924 mayıs tarihli bir belge var...(1) Latife Sovyetler Birliği'nin Ankara'daki büyükelçisi Surits'le yaptığı sohbetlerde Sovyetlerdeki kadın hareketi sorunuyla ilgilendiğini söylemişti. Surits Latife'nin sorularını ülkesinden bir kadın hakları savunucusuna, Olga Kamaneva'ya iletti, yardımcı olmasını istedi. Sovyet Devrimi'nin önderlerinden Troçki'nin kız kardeşi ve Kamanev'in eşi olan Olga Davidovna Kamaneva o tarihte 39 yaşındaydı. Kamanev'le birlikte 1908 yılında Paris'e gitmiş Bolşevik dergisi Proletany'in editörlüğünü yapmış, Sovyet Devrimi'nin ardından da Eğitim ve Aydınlanma Komiserliği'nin Tiyatro Bölümü'nü yönetmeye başlamıştı. Kamaneva Latife'ye kadın hareketinin genel niteliklerini güzelce özetleyen bir kitapçık gönderdi. Makaleyle birlikte bir de mektup... Kitapçığın ne olduğunu bilmiyoruz ama mektup bugüne ulaştı. 16 mayıs 1924 tarihli mektupta Kamaneva, SSCB'de, kadınlar ile erkekler arasında mutlak eşitliğin sağlandığını bu yüzden artık ülkesinde "genel olarak bir kadın sorununun mevcut olmadığını" yazmıştı. Aziz Madam SSCB'nin Ankara'daki tam yetkili büyükelçisi Yoldaş Surits, bana sizin bizim ülkemizdeki kadın hareketi sorunu ile güzel sanatlar ve müziğin gelişmesi konularıyla ilgilendiğinizi söyledi. Size bunlara ilişkin bazı materyaller göndermemi istedi. Bu isteği memnuniyetle yerine getiriyorum. Ama Yoldaş Surits bana sizin ilgilendiğiniz konuları sadece en genel çizgileriyle aktardığı için biraz sıkıntıdayım. Ayrıca ilgilendiğiniz alanlar öyle geniş ve yelpaze o kadar çok sorunu içeriyor ki, onlara doyurucu yanıtlar vermek, daha somut olmayı gerektiriyor. Bu özellikle kadın sorunu için geçerli. Aslında SSCB'nin kamusal ve toplumsal yaşamı kadınlarla erkeklerin bütün hak ve yükümlülüklerinde mutlak eşitlik ilkesine göre kurulmuş olduğu için, bizde genel olarak kadın sorunu mevcut değildir. Kadınlar erkekler eşit olarak ülkemizdeki devlet görevlerine, serbest mesleklere, siyasal ve toplumsal işlere katılmaktadırlar. Devrim Rusya'da Çarlık rejiminin sürekli olarak (erkeklere) uyrukluk konumunda tuttuğu kadınları, yaşamın önlerine koyduğu ödevleri yerine getirme bakımından pek hazırlıksız bulmuştu. Bu nedenle, Sovyet hükümeti bütün varoluşu süresince, özellikle nüfusun en geri olduğu ve Çarlık yönetimince baskı altında tutulan (Tatar, Türkmen, Votiaki, Gürcü, Ermeni, Oset vb) ulusal azınlık yörelerinde kadınların eğitimine ve kültürel çalışmalara katılmalarına büyük önem verdi. Size bu sorunu tanımanıza yardım edeceği umuduyla, kadın hareketinin genel nitelikleri hakkında genel bir makale göndereceğim. (Onu okuduktan sonra) Daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz bana bildirirsiniz. Latife de bu mektuba cevap verirken, gönderilen makaleyi çok beğendiğini ve yararlı bulduğunu yazıyor ve Türkiye'deki durumu anlatıyor. Latife'nin Kamaneva'ya gönderdiği mektup şöyle: Aziz Madam, 16 mayıs tarihli mektubunuzu büyük bir memnuniyetle aldım. Teşekkür ederim. Bana gönderme nezaketi gösterdiğiniz özeti büyük bir ilgiyle okudum. Komşumuz, dost ülke Rusya'daki kadınların toplumsal konumuna dair çeşitli konularda birçok bilgi edinmeme yarayan mektuplaşmamızı sağladığı için Bay Surits'e çok müteşekkirim. Bizim devrimimiz yalnız siyasal değil, aynı zamanda toplumsal niteliktedir. Kadınların özgürleşmesinin gelişimi için onların kültür düzeylerinin yükseltilmesini birinci ödev olarak üstlenmiştir. Bu amaç, bizim dünya kadınlar hareketini ilgilendiren her şeyle yakından ilgilenmemizi zorunlu kılıyor. Şimdi siz de, benimle birlikte Türk kadınlarının en iyi temsilcilerinin, çeşitli ülkelerdeki hemcinslerimizin manevî ve maddî yaşam koşullarını niçin merak ettiklerini anlayacaksınız. Belirttiğim üzere, sizin verdiğiniz özet bu açıdan çok yararlı oldu. Sizi de ilgilendireceğini düşünerek Türk kadınlarının da gelecekte başarılı olmayı umduracak sonuçlar aldığını kaydetmek istiyorum. Nihai başarının en önemli etkenlerinden biri olan, Türk köylü kadınlarının Millî Mücadele'de oynadıkları görkemli rolün yanı sıra, Türk kadınlarının devrimin başlattığı ilerlemelere olanca güçleriyle katıldıkları besbellidir. Şimdi tıp ve hukuk öğrenimi görüyorlar., Türkiye'de ve yurtdışında üniversitelere gidiyorlar; sadece serbest mesleklere değil, eskiden erkeklerin tekelinde olan başka birçok uğraşa da girerek, kendi yaşamlarını yetenekleriyle belirliyorlar. Evlilikte de, artık kocalarının köleleri değiller; onlara eşit hak ve ödevlerle eşlik ediyorlar. Aile ve özel yaşam alanında sağlanan ilerleme, bize en yakın gelecekte ülkenin siyasal yaşamına da katılacaklarını umduruyor. Bu bakımdan, Türk kadınları derin bir saygı duydukları Rus hemşirelerinin yolunda gitmekle mutlu olacaklardır. Sonuçta Aziz Madam, gönderdiğiniz not ve kitap için size teşekkür ediyorum. Rus yeteneğinin güzel sanatlar alanında parlak bir biçimde ortaya çıktığı karşı konulamayacak bir gerçektir. Sevimli ülkenizde kadın sorunlarının gelişme sürecinden beni bundan sonra da haberdar ederseniz, size sonsuz müteşekkir olurum. Gerçek şükran ve derin saygılarımı ifade etmemi kabul etmenizi rica ediyorum. Latife Mustafa Kemal Mektuplardan Latife Hanım'ın Sovyet Devrimi'ne gayet sıcak baktığı, kazanımlarını paylaşma konusunda ısrarlı olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Sovyet kadınlarından söz ederken "kız kardeşlerim" sözcüğünü kullanması da dikkat çekiyor. Yalnız kız kardeş sözü değil burada altı çizilmesi gereken bir cümle daha var: Sovyet kadınlarının gittiği yoldan gideceklerini söylüyor. O yıllarda Sovyet kadınlarının kazanımlan hatırlanacak olursa bu oldukça iddialı bir görüş. Latife, mektubunda evlilik kurumuna değiniyor ve kadınların kocalarının kölesi olmaktan çıkarak topluma eşit hak ve ödevlerle katılacağını söylüyor. Yazışma devam etti mi bilemiyoruz. Mektupların havasından etmişe benziyor. Kamaneva ile Latife arasındaki yazışma dünyanın gözünden kaçmadı. Nisan 1925 tarihli The Times gazetesi iki kadın arasındaki mektuplaşmadan söz eden bir habere yer veriyor. Nisan ayı içinde Komünist Enternasyonal ve Köylü Enternasyonali toplanmıştı. Bu toplantı sırasında Yeni Doğu adlı Sovyet dergisinde Kamaneva'nın bir yazısı yayımlanmıştı. Kamaneva, bilgilendirme faaliyetinden söz ederken Latife Hanım'la yazıştıklarından ve kendisine broşür gönderildiğinden söz etmişti. The Times o günlerde Sovyet propagandasının nasıl yönetildiğini anlatırken bu olaya atıfta bulunuyor. (2) (1) Mete Tuncay, "Latife Hanım-Kamaneva Mektuplaşması", Toplumsal Tarih, mart 2003 (Novyi Vostok, sayı 7, 1925 s. 228-301'deki Rusçalarından İngilizce'ye şu kaynaklan aktarılmıştır. George Harris, The Communists and the Kadro Movement, istanbul, Isis Press, 2002, Ek 3). (2) "Sovyet Propagandası" The Times, 30 nisan 1925. (İpek Çalışlar - Latife Hanım - Doğan Kitap - s.271-274)
  2. Üstad'ın İslam davasına hizmet etmek gayesiyle çıkarmaya başladığı edebi, siyasi, fikri muhtevaya sahip olan Büyük Doğu Dergisi, döneminin Müslümanlarını şuurlu bir yolda yürümeye sevk etmesi bakımından hayli önemli bir konumdadır. Üstad, dergide birden fazla mahlas ile yayımladığı yazılarının dışında, okurlarından kendisine gönderilen mektuplara da dergide cevap vermiştir. Üstad'ı konferanslarına veya direkt yazıhanesine giderek görüp konuşma fırsatını bulamayan insanlar, bu sayede Üstad ile iletişim kurmuş ve ortaya çıkan hasbihal ve fikir teatisi dergi sayesinde diğer okurlara da ulaşmıştır. Derginin muvaffakiyetine yönelik olarak ve bazı hususlarda gönderilen tebrik, takdir, teşekkür mektuplarının dışında, bilhassa Üstad'ın bazı mektuplara verdiği cevaplar, üzerinde durulacak mahiyete sahip. Verilen cevaptan Üstad'a yönelik olarak suçlamalar yapıldığını, okurların Üstad'ın bazı konularda fikirlerini almak istediğini görmek mümkün. Bunlardan bazılarını eklemek istiyorum. İşte Üstad'ın "Sizinle Başbaşa" köşesinde okuyucu mektuplarına verdiği cevaplardan bazıları: B. VELİ HİÇYILMAZ, T, M. OFİSİNDE İTFAİYECİ, ANKARA İstediğiniz cevabı buyurun: Evvelâ verdiğiniz isim ve adresin doğru olduğuna inanmıyoruz. Fikrimizce bunu kahramanlık satmak için yaptınız. Eğer hüviyet ve adresiniz doğruysa, mektubunuzu savcıya versek tek celsede mahkûm olursunuz. Fakat merak etmeyin, biz ona tenezzül etmiyecek ve sizi sadece on binleri aşan Büyük Doğu'cular önünde teşhir etmekle kalacağız. Necip Fazıl'ı komünistlikle suçlayan manzumeniz: Yüzde seksen köylüyüz, açılsın Enstitüler, Eğer aksi olursa gelsin Süper Mürşitler! Diye bittiğine göre, sizin bizzat bir komünist, hem de pek aptal bir komünist olduğunuza şüphe yok! Ankara Savcısı bu satırları görür ve gereken takibi yaparsa, vazifesini yerine getirmiş olur ve bu âmme haklarına girer. Biz şahıs hakkımızı kullanmayız, dedik! Hüviyet ve adresinizin de doğru olup ol¬madığı meydana çıkar! Allah sizi ve benzerlerinizi ıslah etsin!.. (11 Kasım 1964 tarihli Büyük Doğu Dergisi'nden) -- B. ŞEVKİ UÇAR, KAYSERİ Sakarya şiirini defalarla okuyup anlayamamak, doğrusu bir Kayserili zekâsına yakışmaz. Manası bundan daha açık bir şiir de gösterilemez. Bazı konferansların sonunda hararetle istenen ve şiddetle alkışlanan bu şiiri, her halde mânasını anlayamadığınız İçin değil de, siyasi tefsirini istediğiniz için ileriye sürüyorsunuz. Buna da şimdilik lüzum yoktur. Hoşça kalınız! (22 Kasım 1967) -- B. SADIK ÖZARSLAN, ÜSKÜDAR Allah Resulünün hâs ismini hürmet hissimizden kullanmadığımız doğrudur. Allah adına gelince, o hepsinden mukaddes ama, kullanılmaması imkansız derecede umumi ve bu yüzden kullanılması mecburî... Selâm... (25 Kasım 1964) -- B. ALİ ÖNER, ZONGULDAK Mecmuamızda Enver Paşa'ya karşı kullanılan dili yermeniz; hislerinize tabi olmaktan gelen bir zaaf işaretidir. Nitekim "O benim kumandanımdı!" demeniz bu zaafa işarettir. Enver Paşa'yı tanımak için onu görmüş olmaya lüzum yoktur. Bir insanın yaşayacak şahsiyeti, ilmen ve tarihen sabit olan tarafıdır. Enver Paşa saf ve iyi yürekli bir insandı; fakat yahudi ve masonların kuklası olmaktan ve bunların elinde (Donkişot) mevkiine düşmekten kurtulamadı. Bu hükmümüz değişemez... Selam ve saygı. (29 Kasım 1967) -- B. HÜREYÎN BALCI, İSTANBUL Necip Fazıl'ın hâlâ içki içtiğini ve İslam ahlâkını lâf olsun diye savunduğunu iddia edenlere verilecek cevap, onun, tam mânasiyle İslâm zevkine vardığı 30 yaşından evvelki hayatında bile hiç içki kullanmadığından ve mizacı bakımından dahi içkiye ilgi göstermediğinden İbarettir. Türk'ün İstiklâl Savaşiyle kurtuluşu, sadece milli irade sayesindedir. Bugün Osmanlı hanedanından geride kalan bakiye Türklük ve Müslümanlık hasletlerini kaybetmediği gibi, Arap illerinde, Avrupa'da, şurada, burada açlığa terkedilmiş bir sefalet hayatı yaşamaktadır. Selâm ve muhabbet... (6 Aralık 1967) -- HABERCİ, KARABÜK Bir Büyük Doğu'cu sıfatiyle bize verdiğiniz bilgiler son derece alâkaya şayandır. Demir Çelik Lisesinde Biyoloji öğretmeninin bütün bir dersi Necip Fazıl'a tahsis ederek ona ağız dolusu çatması ve bu yüzden yazılı imtihanları ertelemesi hiç de şaşılacak bir şey değildir Öğretmenler içinde ruhçu ve milliyetçi olanların Necip Fazıl'ı telakki ediş tarziyle, solcu ve güya ilerici geçinenlerin ona bakışı arasında minare ve kuyu farkı vardır. Size düşen vazife ise, bu hali görüp ibret almak ve hak bildiğiniz yolda yürümektir. Lisede tarih okutan "Vahdet iskender" isimli kişinin 9 Kasım günü sınıfa girip şu sözleri söylediğini ayrıca bildiriyorsunuz: -Yarın Atatürk'ü anacağız, ama Necip Fazıl gibi bir yobazı aramızda yaşatmıyacağız! Onun gibi bir yobazı, bir vatan hainini... Onun gibi bir ümmetçiyi, bir soysuzu protesto edeceğiz! Ziya Gökalp, Atatürk gibi bir büyüğü nasıl kötüleyebilir? Buna karşılık vatanı satan bir Vahdetin'i nasıl göklere çıkarır? Kendisini benimseyen Milliyetçiler Derneği de iyi bir teşekkül değildir ve Nurcuların yatağıdır. Onlar da ümmetçidir. Ben vaktiyle bu derneğe üye idim. Sonra kötü yolda olduğunu görüp ayrıldım. Bu demek Necip Fazıl gibi bir İslamcıyı getirsin, rahatça konuştursun da siz buna meydan verin; hiç olacak iş midir? Aranızda böyle manasızlıkları benimseyen var mı? Baştan başa yalan ve tezvirden ibaret olan bu sözlerin tek gerçek delaleti bahsettiğiniz tarih öğretmeninin din ve hakikat düşmanı yeni mamulâttan bir örnek olduğudur. Ve bütün bunlara ibret ve nefretle bakıp kendilerini tam tasfiyeye ve tâbi tutacak günü beklemek ten başka çare yoktur. Cumhuriyet Bayramından sonra, Karabük Lisesi bayrak gönderine bir kadın kombinezonu çekildiğini ve bunun üzerinde bazı öğretmenlere küfürler yazılı olduğunu söylüyorsunuz! İnanılmayacak kadar korkunç olan bu haberinizi sadece kaydetmekle iktifa ediyor ve halimize Allah acısın!. demekten başka söz bulamıyoruz. (6 Aralık 1967) -- B.OSMAN GÜLALAN, BOZCAADA 1958 yılı Mart ayının 18'inde Mason defterine kaydedildiğini İddia ettiğiniz Adnan Menderes'in böyle bir musibete giriftar olduğundan haberli değiliz. Biz onu DP İktidar kadrosu içinde mason olmayan nadir İnsanlardan biri biliyorduk ve yine öyle bilmekteyiz. İddianızı vesikalandırabilirseniz büyük bir vatan hizmeti görmüş olur ve kütleleri, bağlandıkları veya bağlanacakları İnsanlara karşı uyandırmış olursunuz. Biz de bu iddiaya, ancak riyazi vesikasını gördükten sonra kıymet verebiliriz. Bu gibi rivayetler muhtelif düşman mihraklarından çıkarılabileceği gibi bizzat masonlar tarafından da uydurulabilir. Sizi uyanık ve dikkatli olmaya davet eder ve bildirdiğiniz hadisenin ispatına çağırırız. Saygılar. (27 Aralık 1967) -- B.ŞENEL SAFÇI Hazret-i Muaviye aleyhinde neşredilmiş olduğundan bahsettiğiniz kitaptan haberimiz yoktur. Fakat bazı kafaların o büyük sahabi hakkında ne düşündüğünden ve ne haltlar karıştırmaya müsait olduğundan haberliyiz, İslâmı bölmek ve parçalamak İçin Hazret-i Osman devrinde başlayan bu yahudi oyununa karşı muhafazalı olmak Müslümanlığın başlıca şartlarındandır. Ayrıca tafsilata lüzum yoktur. Bu mevzuda herşey yüksek âlimler tarafından bildirilmiştir. Size düşen tek ölçü, Muaviye'ye söven birini gördüğünüz zaman onun ne büyük hüsran ve dalalette olduğunu yüzüne çarpıp fazla çekişmeye düşmeksizin yanından uzaklaşmaktır. Sevgiler. (27 Aralık 1967)
  3. Üstad'ın bazı vecizelerinin görsel şekilde videoya aktarılmış hâlini izlemek için tıklayınız: http://www.dailymotion.com/video/xdc022_ustad-dan-vecizeler-www-n-f-k-com_creation facebook linki: http://www.facebook.com/video/video.php?v=...9374&ref=mf
  4. Üstad'ın O ve Ben kitabından: Üstad, efendi hazretlerine soruyor: - Efendim; son günlerde bir modadır tutturuldu. En adî işlerde "yarattık, yarattığımız, yarattığınız" diye konuşuyorlar. Olur mu bu? - Eğer (yarandırmak, yararlı kılmak) mânasına kullanılıyorsa, olur; halketmek mânasınaysa asla!..» - Türkçede (yaratmak) halketmek manasınadır. Ancak Allah yaratır. - Olmaz, olmaz! İnsanî fiillere bu tâbir yakıştırılamaz. (O ve Ben - Büyük Doğu Yayınları - 14. basım - s. 173)
  5. Necip Fazıl'ı değişik illerden konferansa davet ediyorlardı. Hilmi Oflaz, her konferansına yetişiyor, çeşitli kereler dinlediği sözleri, kesinlikle kimse onun kadar can kulağıyla dinlemiyordu. Birgün Hilmi Oflaz, yayınevine geldi. Niyazi'ye: - Bir teklifim var, dedi. Maddî ve manevî kazanç getiren bir teklif. Ben nasıl olsa Üstad'ın konferanslarına gidiyorum. Kitaplarınızdan iki yüzer tane verin, konferans salonunun kapısında sergi yapayım. Siz kâr edersiniz; ben de kitapçıya bıraktığınız bölümü ben alır, masrafımı çıkarırım. Üstad'ın kitabı yayılmış olur; yeni basacaklarınız için de satış potansiyeli doğar. Niyazi, Hilmi Oflaz'ı iyi tanıyordu. Kesinlikle kötü niyetli değildi; fakat idrakinde para kavramı teşekkül etmemişti. Akıl almaz derecede cömertti; elindeki, avucundakiler için "Çabuk yiyin, bitsin." derdi. Niyazi paranın gelmiyeceğini biliyor, ama onu kırmak da istemiyordu. - Necip Fazıl Üstadı dinlemek başka şey, okumak başka şeydir. Dinleyen herkes kapasitesi ölçüsünde bir şeyler alır; fakat okuduğunu anlamayan, kapasitem kadar anlıyorum, demez; kitapları bu şekilde satılmaz; götürüp getireceksin; sana bir yığın eziyet olacak. - Biz çile adamıyız; hiçbir şey bize eziyet olmaz. Niyazi, aralarına soğukluk girmesinden endişe ediyordu. - Otobüs ve yemek paranı ödeyeyim; maddî derdin olmasın. Onar tane de kitap vereyim, bir dene. - İşin maddî tarafını dert edinme, başkasının yıkıldığı yerde, biz dimdik durmasını biliriz. Onar tane çerez bile olmaz. Anadolu'dan iman orduları fışkırıyor. Kitaplarınızdan iki yüzer adet vereceksin; dönüşümde kuruşu kuruşuna hesabını alacaksın. Çetin tartışmalardan sonra Necip Fazıl'ın "Reis Bey" ve Vecdi Bürün'ün "Nasıl Öldüler" adlı kitaplarından yüzer âdede iki taraf da razı oldu. Hilmi Oflaz, içlerinde onar tane kitap bulunan paketleri büyük kolilere doldurdu; kalın iple bağladı. Bir kamyonete koyup, götürdü. Salı günü Hilmi Oflaz yayınevine geldiğinde elleri bomboştu. Niyazi sordu: - Hilmi Ağabey kitaplar satıldı mı? Ayak ayak üstüne atan Hilmi Oflaz, baş parmağı ile işaret parmağını birleştirip, sağ elini salladı. - Bir tane dahi kalmadı. Niyazi gülümseyerek: - O zaman hesabı görelim, dedi. Tavrında hiçbir değişiklik olmadan, hakim bir edâ ile cevap verdi: - Şu anda ödemek bakımından müsait değilim. Fakat bu demek değildir ki, ödenmeyecektir. Kesinlikle son santimine kadar ödenecektir. Önümüzdeki pazar Üstad'ın Adana'da konferansı var. Ben cuma gününden kitapları alıp, gitmek istiyorum. Hilmi Oflaz, Niyazi'nin kendisini sevdiğini bilirdi. Bunu istismar etmek istemediğinin Niyazi de farkındaydı. Ancak pek çok insan gibi Hilmi Oflaz da kendini tanımıyordu; ama Niyazi onu iyi tanıyordu. - Dostluk bir tarafa, biz ticaret yapıyoruz. Aldıklarının parasını ödeyeceksin; sonra yeni kitap alacaksın. - Dünyada hiçbir şeyimiz kalmasa, sadece don gömlek kalsak bile biz sözümüzün eriyiz. Aldıklarımızın da, alacak olduklarımızın da parasını kirpik kadar eksiksiz ödeyeceğiz; fakat şimdi değil, Adana'dan döndükten sonra. - Para kasaya girecek, kitaplar dışarıya çıkacak. Parasız yeni kitap nasıl basarız? - Kitapları basıp, hizmet edeceksiniz. Son insan kalıncaya kadar hizmet devam etmelidir; sorumluluğunun şuurunda olan buna köstek değil, destek olur. Bana da kitapları hizmetten mahrum kalmayayım diye vereceksiniz. - Hilmi ağabey, sen hizmetten mahrum kalmazsın, taşlara, kuşlara nutuk çekmekle de hizmet yapabilirsin, fakat biz parasız hizmet yapamayız. - Mor kayalar üzerinde dört nala uçarken, rüzgârdan gebe kalan bir kısrak kadar hassas olan benim hizmet aşkıma bigâne kalmak, yeşermekte bulunan diriltici medeniyeti kırağı çalmasına göz yummak gibidir. Nihayet Niyazi şöyle bir imzalı yazı alıp, kitapları vermek mecburiyetinde kaldı. "Ben Hilmi Oflaz, ikinci kere Ötüken Yayınevi'nden "Reis Bey" ve "Nasıl Öldüler" kitaplarından yüzer adet alıyorum. Birinci ve ikinci partilerin parasını ödemezsem, bir daha satmak üzere kitap istemeyeceğimi taahhüt ediyorum. Tabii, yayınevinin bastığı her kitaptan hediye hakkım saklı kalacak." Konferans saatinden önce Hilmi Oflaz salonun önünde sergi açtı. Necip Fazıl'ı dinlemeye gelenler kitaplara bakıp salona girerlerken Hilmi Oflaz ellerine birer tane tutuşturuyordu. Mersin'de bulunan Özer, Necip Fazıl'ı dinlemek bir saatlik yolculuğa fazlasıyla değer deyip Adana'ya geldi. Salonun kapısında Hilmi Oflaz'ın para almadan, girenlere birer tane kitap verdiğini görünce, şaşkınlığını ifade eden bir tavırla sordu: - Hilmi ağabey ne yapıyorsun? Hilmi Oflaz gayet soğukkanlı cevap verdi: - Dağıt Özer Revanoğlu, sen de dağıt; yayılsın. (Mehmet Niyazi Özdemir - Dahiler ve Deliler) - Tıklayınız: Üstâdın manevi oğlu Hilmi Oflaz
  6. Muvazene

    Allahsız

    Üstadın Dedektif X Bir mahlasıyla Büyük Doğu Dergisinde kaleme aldığı bir yazı: 1 Güya münevver geçinen, fakat ayağını nereye bastığı ve yüzünü ne tarafa çevirdiği belli olmıyan, kokmaz, bulaşmaz bir zümre vardır ki, Birinci Cumhur Reisi hakkında şöyle düşünür: «Onun İslâmiyete hiçbir zararı olmamıştır! Belki de, kaba taassubu yok etmek bakımından dine faydası dokunmuştur! Ne imana, ne ibadete, ne de herhangi bir dini esasa el sürmüş değildir!» Böyleleri, benzerleri ve benzerlerinin benzerleri arasında, Birinci Cumhur Reisini rahmetle ananlar, ona Mevlit okutturanlar bile vardır. 2 Halbuki Birinci Cumhur Reisi, herhangi bir temenniye «İnşaallah...» duasını katan insan için «Bak, Allahtan bekliyor, Allaha inanıyor!» diye mukabele edecek ve Kâinatın Mefhari hakkında «Donsuz Bedevi!» hakaretini savuracak kadar Allah ve Resulünün düşmanıydı. 3 Bize her şeyden evvel düşen borç, kıymet hükmümüzü izhara lüzum bile görmeden, ukdelerin ukdesi ve bütün tarihi görüş inkılâbının düğüm noktası olan Birinci Cumhur Reisi mevzuunda, sadece ilmî ve (Akademik) hüccetlerle onun din, İslâmiyet ve Peygambere karşı vaziyetini tesbit etmek ve hiç olmazsa «Dine ne yaptı?» sözüne sarf imkânı bırakmamaktır. Renkler, siyahla beyaz halinde belli olsun da, mücadele ona göre dürüst ve namuskârane cereyan etsin; fakat, mevzuları bir türlü çerçeveliyememekte en feci idrak belâsı olan renkleri birbirine karıştırma zaafının önüne geçilmiş olsun... 4 Bütün icraatı, baştan başa en keskin din ve şeriat düşmanlığını billûrlaştıran Birinci Cumhur Reisinin bu mevzuda izhar edilmiş (net) ve (ideolojik) sözleri ve görüşleri büyük bir yekûn teşkil etmediği ve bilinmediği için, icraatı sözden daha büyük bir fikir tecellisi diye alacak herhangi bir irfan zümresinin de eksikliği yüzünden, Birinci Cumhur Reisi hakkında «Canım, İslamiyete ne yaptı? Allaha ve Peygambere inanmadığı nereden malûm?» gibi bir demagocyaya muhatap bulunabilmektedir. 5 Şimdi bizim yapacağımız, din ve imanı yok etmek için 15 yıllık icraatı dağ gibi yükselen ve bütün bir «lisan-ı hal» ile her şeyi söyliyen Birinci Cumhur Reisinin bu icraata esas teşkil edici kanaat ve sözlerini, üzerinde münakaşa edilmez şekilde vesikalara bağlamak ve onun bu cephesini artık inhiraf kabul etmez bir vuzuhla tesbit etmektir. Böylece, dine en küçük bir temayül ve sevgi içinde, Birinci Cumhur Reisini müdafaaya imkân kalmamalıdır. Müdafaacıları, cephelerini apaçık göstermeğe mahkûm şekilde, Birinci Cumhur Reisi dostluğiyle Allah ve Peygamber düşmanlığını bir arada temsile mecbur tutulmalıdır. 6 Bu hususta tek, kafi ve riyazi hüccet, Birinci Cumhur Reisinin bizzat yazdığı, devlet işlerini bırakarak mevsimlerce meşgul olduğu ve 1931 yılında Maarif Vekâleti armasiyle devlete mal ve tabettirdiği meşhur tarihtir. Bu tarih onun bütün ruh (portre) sini ve dünya görüşünü hulâsa eder. İşte bu tarihin daha ilk sahifelerinde, Birinci Cumhur Reisinin zekâdan başka (idealist) hiçbir kıymete inanmadığı ve bütün ruh ve mavera âlemini insanlarca uydurulmuş birer masal saydığı hemen belli olur: «Bundan, tabiatı anlamakta zekâmı en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşılıyor ki, tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmadığı meydana çıkar.» Cilt 1, sahife 2, satır 35 ilâ 39. 7 Birinci Cumhur Reisi, sadece umumi mânada bir «Allahsız» değil, ruhunda en küçük (idealist) havaya pay bırakmıyan koyu ve sert bir (materyalist) tir. Bu bakımdan, belki de (Karl Marks) ve (Lenin) i aşacak bir istidatta, kaba maddeden başka bir hedef tanımaz: «Her halde hayatın, herhangi bir tabiat harici âmilin müdahalesi olmaksızın, dünya üzerinde tabii, zaruri bir kimya ve fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lazımdır.» Cilt 1. sahife 5. satır 10 ilâ 17. 8 Umumi mânadaki bu ruh seciyesinden sonra Birinci Cumhur Reisi, pek, ama pek hususî mânada tam bir İslâmiyet düşmanıdır: «Mekkeliler Arapları kendi mabetlerine çekebilmek için Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde mabut tanılan 360 putu Kabede yerleştirmişlerdi. Kabenin kutsiyetini Yahudi ananelerine de raptetmişlerdi. Bu uydurmalara göre İbrahim, karısı Hacer ile oğlu İsmail'i buraya getirmişti. Bunların hepsi, bittabi, sonradan uydurulmuş masallardır.» Cilt 2, sahife 85, satır 19 ilâ 27. 9 Birinci Cumhur Reisinin bütün hayat, fikir ve hamlelerine hâkim olan en büyük nefret kutbu, bizzat Allahın Sevgilisidir. Bu tarih kitabında, en küçük bir hürmet edası gösterilmeksizin sadece hâs ve mukaddes ismiyle, polis zabıtlarındaki sanıklara ait üslûpla anılan Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber (Salât ve Selâm O'na olsun) hattâ kasden methediliyormuş gibi durulduğu noktalarda bile sistemle düşürülmek istenmiştir. Mukaddes ismi nokta nokta göstererek metinleri takdim ediyoruz: «........ 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendisinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davet etmeğe başladı.» Cilt 2, sahife 89, satır 15 ilâ 18. 10 Birinci Cumhur Reisince her şey Allah Resulü tarafından (hâşâ) uydurulmuştur. Bu uydurmaların (namütenahi defa hâşâ) mecmuası da Kur'andır; yoksa o. sanıldığı gibi, Allahın kelâmı değildir: «........'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur'an denir.» Cilt 2. sahife 90. satır 25 ila 26. Bakınız, uydurma diye iddia ettiği mukaddes oluşların izahını nasıl yapıyor ve Peygambere nasıl bir hile isnat ediyor: «O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunların ıslahı için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.» Cilt 2, sahife 40, satır 33 ilâ 36. Aynı hile isnadının devamı: «........ uzun bir devredeki tefekkürlerin mahsulü olan âyetleri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takdir ediyordu.» Cilt 2, sahife 41, satır 26 ilâ 27. 11 O kadar İslâmiyet düşmanıdır ki, bu dinde samimî olanları bile yabancılar kabul eder ve onun kaynak teşkil etliği ırk ve kavmi, İslâmiyetle beraber düşürmek ister: «Arap olmıyan, kavimler İslamiyeti hırsla benimsediler, halbuki asıl Araplardan olan sınıflar İslamiyeti, tahakküm etmek için bir siyaset vasıtası olarak kullandılar. Nihayet nüfuz ve iktidar Arap olmıyan Müslüman kavimlerin ellerine geçti. Araplar adeta çöllerine döndüler.» Cilt 2. sahife 93, satır 25 ila 29. 12 Ve nihayet mahut tarihte ki gayet sinsi (taktik), Âlemlerin Efendisini bir kumandan ve devlet reisi olarak medheder gibi görünüp O'nun aslî, ulvi ve münezzeh mâna ve hakikatine ağız dolusu sövmek, böylece güya yeni bir rütbe ve paye adına nihaî ve mefkûrevî rütbeyi, en haşin bir küfür asabiyetiyle ayaklar altında çiğnemektir: «Aksi takdirde........'i her şeyi bir melekten alan ve aynen muhitine tebliğ eden ümmi, cahil, hissiz, hareketsiz bir put derekesine indirmek hatasından kurtulmak mümkün olmaz.» Cilt 2, sahife 93, satır 32 ilâ 35. Büyük Doğu Dergisi - 22 Aralık 1950 - Sayı: 40, sayfa 3
  7. Sağlığında kendisi ile bu gibi şeyleri konuşma imkânım olmadı. Ötüken Yayınevi dolayısıyla başlayan, yayımcı-yazar ilişkileri giderek Üstâd'ın kendine has üslûbu içinde epeyce gelişti. Zaman zaman üniversite gençliğinin bir temsilcisi görüntülerim, aksiyona çok meraklı olan Üstad'ın ilgisini çekiyordu. Bana eski hayatından anekdotlar anlattığı olurdu. Bir keresinde eşi Neslihan Hanım'ı ilk fark ettiği günü anlatmıştı: "Elinde tuttuğu kitabı imzalatmak için sıraya girmiş, bir gün karım olacağından habersiz..." Bir başka gün, Marmara Kıraathanesi'nin önünden aşağı dönerken karşılaştık. Koluma girdi. O zamanlar, Fen Fakültesinin yanından Vezneciler'e çıkan cadde üzerinde, yarı bodrum bir yerde olan Ötüken'e uğradık. Kasada hiç para yoktu. " Gel seni tiyatroya götüreyim" dedi. Yürüyerek, Saraçhanebaşı'ndaki Reşat Nuri Güntekin Tiyatrosu'na gittik. Oyun başlamıştı. Hangi oyunun sahnelendiğini de bilmiyordum. Üstad pervasız adımlarla içeri girerken, görevlilerin tatsız bir üstüne yürüyüşüne ramak kalmıştı ki farkına vardılar. Salon doluydu. Ön tarafa iki sandalye getirilip yerleştirildi, oturduk. Niye bilmiyorum, sonra oyunun ortasında kalktık. "Gel boza içelim" dedi. Vefa Bozacısı'na gittik. Evine ziyarete gittiğimiz zamanlarda da bizimle sanat - edebiyat üzerine konuşmazdı; siyasetten ve öğrenci hareketlerinden konuştururdu. Bir keresinde "ne var, ne yok" diye sordu. Ben de "Efendimiz, sessiz bir gürültü var." dedim. O sıralarda Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu'nun bu isimde bir şiir kitabı çıkmıştı. Sert bir şekilde "Kes kes! Dedi, Üniversitede neler oluyor anlat." Yıllar sonra Milliyetçi Hareket Partisi'nin Meclis Grubu odasına gelmişti. Onaltı milletvekili, büyük grup masasının etrafında oturmuştuk. Genel Başkanımız, milletvekillerini kendisine tanıtıyordu. Benim adımı söylediğinde, rahmetli Üstad, hafif bir yüz seğirmesi ile Ellerimle yoğurup, size teslim ettiğim adamdır" Dedi. Saygıyla başımı eğdim. Üstad'ın hiç kimseyle öyle yakından ilgilenip yoğuracak vakti olmazdı: ayrıca bu onun üslûbu değildi. Onun merakı kalabalıklara idi. Bir kişiyi dizinin dibine oturtup, onunla uğraşacak mizacı yoktu. O, "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak..." diye kollarını açtığında karşısında bütün milleti, hatta ümmeti Muhammed'i düşünürdü: muhatabı tek kişi olmazdı. O kalabalıklar bazen çok canını sıkardı. Necip Fazıl, her büyük sanatkâr gibi, inceliklerin adamı idi. Müthiş tasvirleri, çarpıcı benzetme ve kesik cümleleri, bu fikir ve ruh inceliklerinin en ufak ayrıntılarını bile kaybetmemek içindi. Ama kalabalıklar her zaman orada olamıyorlardı. Bazen yükseklerde uçan bu kartalı, sadece ağzı açık, teslim olmuş bir hayranlıkla izleyebiliyorlardı. Son yıllan yakın idi; Ankara'da Arı Sineması'nda bir konferansına gittim. Salon tıklım tıklım doluydu. Salonun arka giriş kapısının ağzına kadar ancak gelebilmiştim. Boyumun da uzunluğu sayesinde, boynumu biraz uzatarak Üstâd'ı sahnede görebiliyordum. Daha konuşma başlamadan içerinin havası boğucu bir hâle gelmişti. O gün beni bir tanıyan çıksa da birkaç adım ileriye gidebilsem diye ne aklımdan geçirdim... Fakat ne tanıyan vardı, ne de kimsenin kimseye medet edeceği. Bırakıp çıkamıyordum da Necip Fazıl'ı uzun süredir dinlememiştim. Üstad konuşmaya başladı; her zamanki güzellik ve mehabetinde idi. Fakat ara sıra aksamalar oluyordu. Şöyle ki; kalabalık konuşmanın inceliklerini, hatta yer yer kalınlıklarını da algılamakta güçlük çekiyordu. Olmadık yerde alkışlıyor, "yaşşa Üstad" diye nara atıyorlardı. Necip Fazıl'ın tam, son kelimeye vurgu yapıp, elini havada hafif bir burgu hareketiyle durduğu yerde ise, millet lafın sonunu bekliyordu. Üstad; alkış, kalabalık ise lafın sonunu bekliyordu. Ya da kalabalık paldır küldür alkışa kalkıyor, haykırıyordu. Bunların denk geldiği de oluyordu ama, genellikle koca çamlar devirerek, ortalığı ezip geçiyorlardı. Sözün inceliklerini arayacak zaman değildi. Üstâd'ın iyice sıkıldığını hissediyordum. Doğrusu ben de bulunduğum yerde tere batmış, iyice bunalmıştım, ama gidemiyordum. Nihayet Üstad, yine böyle bir çam devrildiğinde, birkaç saniye sustu ve sonra mikrofona yaklaşarak "Bir sigara içebilir miyim?" dedi. Derken de sigarasını yaktı. Üstad kalabalıklardan izin alacak adam mı?. Öfkesini bastırmak ve kalabalığı ikaz etmek için böyle söylüyor. Sesinin tonunda da bu var. Ama kalabalık yine anlayamamıştı. "İç Üstad, iç" "Sana helâl olsun" gibi sesler yükseldi. Üstâd'a izin veriyorlardı. Ben telin koptuğunu hissettim. Necip Fazıl mikrofona yaklaştı; salonu şöyle bir süzdü ve şunlan söyledi: "Kırk yıldır koca bir buz dağını hohlaya hohlaya erittim, karşıma bir çamur deryası çıktı!". Eliyle kalabalığı gösteriyordu ve salondan yine şiddetli alkışlar yükseliyordu. Unutmam mümkün olmayan o sahneden sonra, benim artık bir şey dinlemeye mecalim kalmamıştı. Zor belâ çıktım. Esasen; Üstâd'ın seçtiği konu hakkında söyleyecekleri çok da önemli değildi. Çünkü o, saçından tırnağına kadar bir üsluptu. Deha ışıldayan bir sanatkâr üslûp... Kavrayıp, kadrini bilmediğim bir afetinden de söz edeyim. Ötüken Yayınevi'ni kurmuştuk. İlk kitap olarak, çok sevdiğim, Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanının yeni bir baskısını yapmayı arkadaşlarım kabul etmişti. Hatta ben, Yayınevinin adının Simeranya olmasını istiyordum: kabul ettiremedim. Yalnızız'ı da rahmetli Peyami Safa, sıkışık bir zamanında diğer altı veya yedi romanıyla birlikte Inkilap Yayınevi sahibi Garbis Fikri Efendi'ye satmış olduğu için yayımladık. Yayınevinin kuruculan olarak kitap meraklısı idiysek de yayımcılık anlamında kitaptan anlayanımız yoktu. Duyduk ki Necip Fazıl yeni bir piyes yazmış, satar mı, satmaz mı bilmeden peşine düştük. Sonunda Reis Bey'i Babıâli'de yankılanan, güzel ve özgün biçimli bir kapak içinde yayımladık. Kitabın reklâmı olmak üzere de bir broşür hazırladık. Çeşitli yerlerden elde ettiğimiz adreslere gönderecektik. Broşür, üçe katlanmış bir dosya kâğıdışeklinde idi. Birinci sayfasında Necip Fazıl'ın imzası dişi klişe hâlinde kullanılmıştı. İçeride "Reis Bey ve Necip Fazıl" diye bir tanıtma yazısı vardı. Üstad, "broşür basılmadan önce görmeliyim" demişti. Öğrenci idim ve Site Talebe Yurdu'nun 236 numaralı odasında kaçak kalıyordum. Gece yatağın üzerinde çalışarak bu yazıyı yazmıştım. Ertesi gün provayı Necip Fazıl'a götürdüm. Okumaya başladı. Her cümleyi yavaşça ve vurgularıyla okuyordu. Nefesimi tutmuş, kıpırtısız duruyordum. Arada bir, cümleyi bir kere daha okuyor, şöyle bir duruyor, yahut "hımm" diyordu. Bir keresinde alt dudağını hafifçe kaldırıp "eh, olabilir..." anlamında başını yavaşça iki yana salladı. "Devrik cümle kullanmışsın." dedi. Ben öylece durmuş bekliyordum. Yazıyı bitirdi ve bana dönerek "Aferin" dedi, "güzel yazmışsın". Bu benim o güne, belki de bugüne kadar aldığım en büyük aferindi. Ama nasıl oldu bilmem, o "aferin" bende hiçbir iz bırakmadı. Bir hataya uğramamış olmanın rahatlığını hatırlıyorum ama, kaleme kâğıda davranmak için bir şevk, bir heyecan... böyle bir etkisi olmadı. Unuttum gitti. Yıllar sonra, Üstâd'la ilgili sıradan sohbetler sırasında bu olayı hatırladım. Bir yazar için, hele kitaba kâğıda meraklı bir öğrenci için bu "Aferin"in ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Bugün, Üstâd'ın bir aferini ile epey yol yürünür gibi geliyor bana. Ama o gün, sanki o söz hiç söylenmemiş gibi oldu. Niye öyle oldu bilmiyorum. (Nevzat Köseoğlu - Doğumunun 100. Yılında Necip Fazıl - Kültür Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayınları)
  8. Necip Fazıl'ın Konferans ve Hitabe Dizini Beklenen Sanatkâr (Hitabe): D Grubu'nun Taksim Belediye Salonundaki Resim Sergisi'nde. 1934 Abdülhâk Hâmid ve Dolayisiyle (Hitabe): Çeşitli tarihlerde Zonguldak, İzmir, Balıkesir ve Manisa Halk Evlerinde. 1938 Materyalizma ve Komünizma (Konferans): İst. Marmara Üniversiteliler Lokali'nde. 15 Nisan 1949 Ruhçuluk ve Maddecilik (Konferans): Samsun'da. Ağustos 1949 Ruhçuluk ve Maddecilik (Konferans): Kayseri'de. Ağustos 1949 Kayseri Hitabesi (Hitabe): Kayseri B.D. Cemiyeti Lokali'nde. 8 Şubat 1950 Tavşanlı Hitabesi (Hitabe): Tavşanlı B.D.Cemiyeti Lokali'nde. 13 Eylül 1950 Kütahya Hitabesi (Hitabe): Kütahya B.D.Cemiyeti Lokali'nde. 10 Kasım 1950 Komünizma Geliyor (Hitabe): İst. Özel Bir Lokal'de. 1962 Yunus Emre Hassasiyeti (Hitabe): İst. Milliyetçiler Derneği'nde. 1962 Tarih Boyunca Ahlâki Gelişimiz (Sohbet-Konferans): Salihli'de. Haziran 1963 Tarih Boyunca Ahlâki Gelişimiz (Konferans): İzmir'de. 1963 İman ve Aksiyon (Konferans): Erzurum'da. 4 Ağustos 1963 İman ve Aksiyon (Konferans): Van'da. 1963 İman ve Aksiyon (Konferans): İzmit'te. 1963 İman ve Aksiyon (Konferans): Bursa'da. Nisan 1964 Edebiyat ve Cemiyet (Konferans): Konya'da. Mayıs 1964 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Konya'da. Mayıs 1964 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Adana'da. 1964 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Maraş'da. 1964 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Tarsus'da. 1964 Tarih Boyunca Ahlâki Gelişimiz (Konferans): Malatya'da. 11 Ekim 1964 Mehmed Akif (Hitabe): İst. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nda. 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Adıyaman'da. Mart 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Maraş'da. Mart 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Burdur'da. 13 Mart 196 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Gaziantep'de. 3 Nisan 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Kilis'de. 4 Nisan 1965 Dünya Görüşümüz (Konferans): Kayseri'de. 17 Nisan 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Akhisar'da. 24 Nisan 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Ankara'da. Nisan 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Kırıkkale'de.Nisan 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Eskişehir'de. Mayıs 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): İstanbul'da, 5 ayrı yerde. 24-28 Mayıs 1965 Esir Türkler (Konferans): İstanbul'da. 7 Ağustos 1965 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Kırklareli'nde. 29 Ağustos 1965 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): İstanbul, Eyüp'de.9 Ekim 1965 Sosyalizm (Konferans): İstanbul MTTB'de. 18 Aralık 1965 Türkiye ve Komünizma (Konferans): Adapazarı'nda. 19 Aralık 1965 Ayasofya (Hitabe): İst. MTTB'de. 1 Ocak 1966 Türkiye ve Komünizma (Konferans) Turgutlu'da. 2 Ocak 1966 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans) Ankara'da. 6 Mart 1966 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans) İzmir'de. 24 Nisan 1966 islâm ve Bütün Dünya (Konferans) Ankara'da. 10 Aralık 1966 Tarihimizde Sahte Kahramanlar (Konferans) Ankara'da. 12 Aralık 1966 Tarihimizde Sahte Kahramanlar (Konferans): Konya'da. Şubat 1967 Tarihimizde Sahte Kahramanlar (Konferans): Aydın'da. 1967 Tarihimizde Sahte Kahramanlar (Konferans): Maraş'da. 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Ankara, Polatlı'da. 12 Mart 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans Gölcük'de. 7 Mayıs 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Malatya'da. 18 Mayıs 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Trabzon'da. 20 Haziran 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Rize'de. 21 Haziran 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans ): Amasya'da. 12 Ağustos 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Ço rum'da. 26 Ağustos 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Sohbet-Konferans): Samsun'da. Eylül 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans):Terme'de... Eylül 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans):Edirne'de Ekim 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Adapazarı'nda. Ekim 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Düzce'de Ekim 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Karabük'te Ekim 1967 Dünya İdeolojileri ve İslâm (Konferans): Samsun'da... 28 Ekim 1967 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): İstanbul'da. 18 Kasım 1967 (Kadıköy Kaymakamlığı tarafinda iptal edilmiştir!) Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Kastamonu'da. Kasım 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): Çankırı'da Aralık 1967 Sahte Kahramanlar (Konferans): İst. MTTB'de 25 Aralık 1967 1967 yılı içinde, Tarih ve Konferans konuları tam tespit edilemeyen diğer yerler: (İzmir, Gönen, Balıkesir, Manisa, Demirci, Denizli, Tavşanlı, Simav, Uşak, Kütahya, Afyon, Antalya, Adapazarı, Bolvadin, Ordu, Elâzığ, Erzurum Diyarbakır, Nizip) Fatih ve Onun Yeni Nesline Selâm (Hitabe): MTTB'de. 1968 Şahlanış Mitingi (Hitabe): İst. Taksim Meydanında. 1968 Sahte Kahramanlar (Konferans): Kırıkkale'de... Mart 1968 Sahte Kahramanlar (Konferans): Konya'da. Mart 1968 Sahte Kahramanlar (Konferans): Zonguldak'da. 24 Mart 1968 Sahte Kahramanlar (Konferans): Diyarbakır'da. 31 Mart 1968 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Yoz-gat'da. 6 Mayıs 1968 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Van'da. 15 Haziran 1968 Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz (Konferans): Denizli'de. Eylül 1968 Özlediğimiz Nesil (Konferans): Aydm'da. Ekim 1968 Özlediğimiz Nesil (Konferans): Manisa'da. Ekim 1968 Özlediğimiz Nesil (Konferans): Amasya'da. 25 Ekim 1968 Özlediğimiz Neslin Vasıfları (Konferans): İst. Eskişehir'de. 18 Ocak 1969 Ali Fuad Başgil (Hitabe): İst. MTTB'de. 1969 Aksekili Ahmed Hamdi (Hitabe): İst. MTTB'de. 1969 Mustafa Bilgi (Hitabe): İst. MTTB'de. 1969 Özlediğimiz Neslin Vasıfları (Konferans): Erzincan'da. 1969 Özlediğimiz Neslin Vasıfları (Konferans): Antalya'da. 1969 Özlediğimiz Neslin Vasıfları (Konferans): Alanya'da. 1969 Özlediğimiz Neslin Vasıflan (Konferans): Rize'de. 25 Ağustos 1969 Milli Nizam Partisi Açılış Hitabesi (Hitabe): Ankara'da. 1970 İslâm ve Bütün Dünya (Konferans): Konya'da. 25 Şubat 1970 Hâlimizin Muhasebesi (Konferans): İst. MTTB'de. 8 Mart 1970 Hâlimizin Muhasebesi (Konferans): Afyon'da. 14 Mart 1970 Seçim Hitabesi (Hitabe): Konya'da. 1970 Milli Nizam Partisi 1. Büyük Kongresi (Hitabe): Ankara'da. 24 Ocak 1971 Mimar Sinan (Hitabe): İst. MTTB'de. 1971 Manzara (Konferans): Manisa'da. 13 Mart 1971 Manzara (Konferans): İzmir'de. 14 Mart 1971 Manzara (Konferans): Kayseri'de. 21 Mart 1971 Gurbet Kültürü (Konferans): Almanya'da. 1972 Gençliğe Hitabe (Hitabe): İst. Milli Gençlik Gecesi'nde. 1975 Beklenen Zuhur (Hitabe): İst. Talebe Teşekkülleri Toplantısı'nda. 1975 Manzara (Konferans): Elâzığ'da. Mayıs 1965 Mukaddesatçı Gençlik (Hitabe): İstanbul'da. 1975 Manzara (Konferans): Erzurum'da. Mayıs 1965 Jübile Töreni (Hitabe): İstanbul'da. 1975 Gençlik (Hitabe): İstanbul'da. 1976 Tarihte Yobaz ve Yobazlık (Konferans): İst. MTTB'de. 6 Nisan 1976 Tarihte Yobaz ve Yobazlık (Konferans): İstanbul'da... 22 Mayıs 1976 Dünya Bir inkılâp Bekliyor (Konferans): Ankara'da. Ocak 1977 Dünya Bir inkılâp Bekliyor (Konferans): Si-vas'da. 19 Mart 1977 Seçim Mitingi (Hitabe): Kayseri'de. 26 Mayıs 1977 Gençlik (Hitabe): İst. MTTB'de. 1977 Türk Münevveri (Konferans): İst. Aydınlar Ocağı'nda. Ocak 1978 Edebiyat ve Cemiyet (Hitabe): İst. Sultan-üş Şüera Gecesi'nde. 26 Mayıs 1980 Ahval-i Âlem (Sohbet): İst. Türk Edebiyatı Vakfı'nda. 24 Nisan 1981 Basında 50. Yıl (Hitabe): İst. (Mehmet Kısakürek tarafından okunmuştur.) 21 Mayıs 1983 (Yedi İklim Dergisi, Necip Fazıl Özel Sayısı-Mayıs 2005)
  9. Garip Bir Koleksiyoncu, Türk Edebiyatı Vakfı tarafından düzenlenen Necip Fazıl Kısakürek Senaryo Yarışması'nda Jüri Özel Ödülü alan bir film. Nurettin Özel'in senaryosunu kaleme aldığı film, 1994 yılında çekilmiş. Türk Edebiyatı Vakfı'nın ilk olarak ne zaman Üstad adına böyle bir senaryo yarışması tertiplediği, yarışmanın en son ne zaman yapıldığı ve hâlâ devam edip etmediği hakkında bir bilgim yok. Türk Edebiyatı Vakfı'nın sitesinde de bu konuyla ilgili bir bilgi bulamadım. Zamanında Üstad'ın adına böyle bir yarışma tertiplenmiş olması, Üstad'ın da senaryo roman yazdığı düşünülecek olursa yerinde ve güzel bir fikir olmuş. Ölüm mefhumu, insanın hayattaki gayesi, ölüm karşısında gafletten kurtulamayan insanın hâli gibi meselelere incelikle eğilen konusu ile, havailik üzerine kurulu sinema dünyamıza kalite getiren bir senaryosu var filmin. İyi seyirler. http://video.google.com/videoplay?docid=58...ir+koleksiyoncu
  10. 1965 ler olacak, bürosundayız, ben ve Pakdil. Üstad bir yerden para bekliyor. Parasını bir adam getirdi. Galiba üçbin lira civarında bir para.. Üstad bir ara o günler parasız olduğunu da söylemişti. Parayı aldı, hep birlikte dışarı çıktık. Sonra vedalaşıp ayrıldık. Pakdil tutturdu : — Üstad'tan para isteyelim! Verirdi, vermezdi, ayıp olurdu, olmazdı gibilerinden konuşu yoruz. — Haydi koş iste! Diye hep beni ileriye sürüyor Pakdil. — Canım istenmesine istenir de, ama gel vaz geçelim. Falan diyorum, aldırmıyor. 'Sen iste, yok sen iste, haydi ikimiz birlikte isteyeyelim gibi tartışmalardan sonra, hizmet dayıya düştü, çarnâçar koşup yetiştim Üstad'a. Pakdil, yüz metre kadar geride keyifle ve merakla bizi seyrediyor. — Üstad'ım, dedim, biraz paraya ihtiyacımız var. — Yani sen ve o. İkiniz de şimdi parasızsınız. Ve İstanbul'dasınız. Tabii, elbette başka kimden istiyeceksiniz. Bendekiler yeter mi? Sonradan gönderme falan olmayacak. Bayılırım parasız kalmalara, bilirim. Alın. Cebindeki paranın önemli bir bölümünü avucuma sıkıştırdı. Utana sıkıla aldım. * Yeniden çıkacak olan Büyük Doğu'ların ebadını konuşuyoruz. Üstad düşündüğü ebadı bize açıklamak için, Mehmet Soyak'a : — Git bir Akbaba dergisi al gel. Diye talimat verdi. Mehmet kalktı, kapıya doğru gitti ve sonra geri dönüp : — Param yok Üstad'ım. Üstad, birden bire neşelendi. Çıkarıp bir beş lira verdi. Mehmet gidip dergiyle dönünce, paranın üstünü de Üstad'ın önünü-ne bırakmıştı. Üstad, bir Mehmet'in yüzüne, bir paralara baktı, sonra paraları toplayıp kendi cebine attı. Bizler, artan paralan normal olarak Mehmet'e bırakır diye beklemekteydik oysa. Üstad ekledi : — Çook güzel, beş parasızsın, hoşuma gitti. Bana parasızlık günlerimi hatırlattın, bayıldım. Hep birlikte gülüştük. (Akif İnan - Mavera Dergisi Üstad Özel Sayısı)
  11. RESİMLİ KUR'ÂN Din işlerinde güya yenilik sevdâlısı yeni bir İranlı sapık... Humeyni rejimi tarafından ne nispette himaye gördüğünü bilmediğimiz bu sapık dalâletini bir takım broşürlerle yaymak ve propagandasını yapmak faaliyetindedir. Aynı broşür bana da gelmiş, beni nefretlere boğmuş ve aslî harfleriyle üzerinde taşıdığı âyetleri korumak için tarafımdan yakılıp atılmıştı. Memleket içi ve dışı bunca dalâlet ve rezaletle uğraştığım bir sırada, menfur hadiseyi ele alamamıştım. Şu: îranlı sapık «Kur'ân-ı Musavver» yani resimli Kur'ân ismi altında Allah'ın Kelâmını bir (fotoroman) şekline getirmektedir. İran dediniz mi tüylerim ürperir. İran başından beri İslâm dâvasında ya en hâlis ve müspet, yahut en sahte ve menfi kafaların yatağı olmuştur. Büyük sahabîlerden Selman (Farisî) ve İmam-ı Âzam Hazretlerinden Şiîlik yanlısı ve hattâ ilâhlık iddialısı nice tiplere kadar... İslâmı mahfuz tutmak vazifesinde, birkaç asır öncesine dek Türk'ün tavrı bir nöbetçi asker sadakatiyle mükemmeldir. İslâmı bulandırmak ve bozmak davranışında da en büyük rolü Bizans ve Fars oynamıştır. Netice itibariyle, tasavvuf büyüklerinin «Peygamberler dili» diye isimlendirdiği Arapça ve onun yanında «velîler dili» olarak gösterilen Farsça, lisanımıza temel mefhumları aktarır ve kültürümüzü pırıldatırken bilhassa Fars alemi, bazı îslâmî ölçü ve disiplin kaçaklarının içimize sızmasına kadar gitmiştir. Kur'ânı resimlemek, onun namütenahi mücerret ruhunu en âdi şekilde müşahhaslaştırmak, hattâ zahirî mealiyle başka dillere yapılan nakillere Kur'ân ismini vermek küfürdür. Bu mevzuda Diyanet İşlerinin nasılsa zuhur edebildiğini gördüğümüz tepkisi fevkalâde hoşumuza gitmiştir. (Kürtaj) bahsindeki tepkisiyle de milimetre milimetre hakka yaklaştığını gördüğümüz Altıkulaç Efendi'yi tebrik eder ve bundan böyle adımlarını kilometre boyunca atarak hakka varmasını dileriz. (Rapor 8'den)
  12. MEKTUP Genç kız, birkaç aydan beri esrarlı mektuplar alıyor. Daktiloyla yazılmış, imzasız mektuplar... Bu mektuplarda onun günlük hayatı en mahrem ve tamamıyla şahsî çizgilerine kadar anlatılıyor ve sonuna birkaç kelimelik bir öğüt cümlesi eklenerek imza yerine bir (V) harfi konduruluyor. İlk mektup şöyle başladı: «Küçük hanım; Çalıştığınız dairenin müdürü sizden ümidini kesince iş bahanesiyle sizi paylamak adiliğine düştü ve daktilograf olarak bir işe yaramadığınızı yüzünüze söylemeye kadar vardı. Siz de ona şu cevabı verdiniz: (Tarafınızdan beğenilmemi sağlayacak şartlardan daima uzak kalacağım!..) Dikkât ediniz; bu adam tehlikelidir ve asîl tavırlardan anlayacak biri değildir.» Ve bu satırların altında bir (V) harfi... Bu mektubu yazan kim olabilirdi?.. Her halde müdürün kendisi... Bir iş vesilesiyle müdürün odasına girince, orada gözleri yere doğru, şöyle dedi: - Mektubunuzu aldım! - Ne mektubu? - (V) imzasıyla yazdığınız mektubu... - Çıldırdınız mı siz?.. -Buyrun!.. Ve çantasından mektubu çıkarıp uzattı. Müdür mektubu bir hamlede içip başını kaldırdı: - Bunu ben yazmadım! Müdürün doğru söylediği çok geçmeden meydana çıktı. Mektuplar üstüste geliyor ve genç kızın en hurda işlerine kadar nelerden haber vermiyordu: «Küçük hanım; Size, tek başınıza sinema sinema sürtmemenizi ihtar eden annenizin kalbini kırdınız ve kadıncağızı saatlerce ağlatıp yine sokağa vurdunuz! Unutmayın ki, cennet, annelerin ayaklan altındadır!...» Yine (V)... Bu iş artık genç kızı dehşetten dehşete çekmeye başlamıştı. Annesi okur-yazar değildi; genç kızın yatak odasındaki daktilo makinesinin tozunu almaktan başka bir şey bilmezdi. Mektubu yazmış olamazdı. Öyleyse?.. Bu basit vak'ayı annesiyle kendisinden başka bilen olmadığına göre?... Yoksa semavî bir ihtar karşısında mıydı? Mektuplar sıklaşmaya ve her güne binmeye başladı. «Allah versin!» diye terslediği dilenciden, krediyle alıp borcunu ödemediği kürke; bütün bir gün kaynattığı dedikodulardan, yakışıklı bir delikanlının daveti üzerine gidip son dakikada vaz geçtiği ve geriye döndüğü randevuya kadar, neler neler! Artık çıldıracak hale geldi. Bu sırrı çözmek için hoca hoca gezmeye koyuldu. Ona, ermişliği söylenen münzevî bir din adamını salık verdiler. Ermişliği söylenen ihtiyar, gık demeden genç kızı dinledi ve gösterdiği mektupları ona okuttu. - Kızım; gaibi Allahtan başkası bilemez ve bu sırrı kimse çözemez. Ama, bana öyle geliyor ki, sen, müthiş bir günah korkusu çekiyorsun!.. İşte bu halin o mektupları yazdırıyor! - Kime yazdırıyor? - Orasını bilemem! Adetâ vicdanın senin içinden çıkıp mektupları yazan kalemin içine giriyor! Korkunç!.. Ermişliği söylenen din adamının yanından adetâ koşarak kaçtı ve son mektubu aldı: «Küçük hanım; Ermişliği söylenen din adamı sana gerçeği bildirdi. Mektupları yazdıran vicdanındır. Zaten altındaki (V) harfi de bunun ispatı değil mi?... Vicdanını ara! İmza (V)...» Sır çözüldü... Genç kızın apartman kapısı çalındı. Kapıda, sırıtkan, posta müvezzii: - Yine her günkü mektuplarınızdan biri... - Onları hep sizin postahanenize mi veriyorlar? - Hattâ apartmanınızın kapısındaki posta kutusuna atıyorlar. Oradan mektupları alırken dikkât ettim. Bu zamana kadar bu işi başka arkadaş yapıyordu. - Demek ki, mektuplar, bu sokakta oturan birisi tarafından geliyor. - Belki de bu apartmanda oturan birisi tarafından... Annesi, aynı günün gecesi, romatizma ağrıları tutup uyuyamayınca, duyduğu bir tıkırtı üzerine usulca koridora çıktı. Kızı, sırtında beyaz bir (robdöşambr), heykel gibi dimdik, giriş kapısına doğru ilerlemekte... Onu arkasından görüyor... Sol eli göğsünde, sağ eli sarkıtılmış... Ve sağ elinde bir zarf... Kızını ürkütmemek için, olduğu yere mıhlandı. Onun bir uyur-gezer olduğunu biliyordu. (1971) Hikâyelerim'den
  13. ZELZELE Esmâ Kadın Erzincanlı... Oralı bir rençberle evlenip, her Anadolu kadını gibi her sene bir çocuk doğuruyor. Aradan 6 yıl geçmiştir. Esma Kadının, karnında bir, sağ elinde bir, sol elinde bir, evinde de iki çocuğu.. Hepsi 5 çocuk... Kocası isyanda: - Bu kadar çok doğurma, hanım; biliyorsun, benim elim dar, besleyemiyorum onları!.. Esma Kadın daha büyük isyanda: - Onu sen düşün! Hem ne diye rızk korkusu çekiyorsun? Rızk korkusu çekmenin günah olduğunu bilmiyor musun? Allah yarattıklarının rızkını verir. - Öyle ama Allah bize akıl vermiş, yol düşünmeyi de emretmiştir. Ben yetişemiyorum bu kadarına... Esma Kadının güçlü kuvvetli kocası 5 çocuğunu yanına alıp İstanbul yolunu tuttu. Duyduğuna göre İstanbul'da açıkgöz hamallara büyük iş vardır. «Babıâli» dedikleri basın muhitinde hamallık edenler, biraz para biriktirip işi okkalık iade toplamaya ve ondan sonra beyaz kâğıt ticaretine döktüler mi, zengin oldular, gitti. Esma Kadının kocası bütün bunları yaptı ve hele kâğıt karaborsacılığından dünyayı kazandı. Tez zamanda altında hususî bir otomobil ve boynunda, çaylakların ciğer sanabileceği kıpkırmızı bir kravat... Kravatını «üçken» dedikleri şekil de bağlıyor ve ayna karşısında kendisini pek beğeniyor: - Artık beyefendi olduk! Artık okuyup yazmasını da ilerletmiş, hele padişah tuğrası şeklinde imza atmayı çok iyi öğrenmiştir. Esma Kadın hep o... Aksaray taraflarında oturduğu basit evde, en büyüğü 9, en küçüğü 1 yaşındaki 9 çocuğuyla bir arada... Artık geçim sıkıntısı yok, fakat onun yerine, yoksulluktan beter bir felâket... Beş vakit namazında ve her ân Allahı fıkretmekte olan Esma Kadın, kocasının gidişinden memnun değil ve boğazlarından geçen lokmaların haram olduğu şüphesinde... Nihayet, kocasının çantasında gördüğü vadeli çekler ve deste deste senetlerden vaziyeti sezdi: - Sen elâleme borç para mı dağıtıyorsun? - Tabiî; ne olmuş ki?.. - Çıkarın ne bu işde?.. - Faiz alıyorum! Ayda yüzde 10 faiz... Tutturabildiğim de cabası... - Faizin haram olduğunu bilmiyor musun? - Ne yapalım, hanım; geçim dünyası bu... Artık doğur, doğurabildiğin kadar!.. - Yenilerini doğurmak şöyle dursun; Allah 9 çocuğumu haram lokma yemekten korusun!.. - Nasıl korusun?.. Canlarını mı alsın onların?.. - Nasıl bilirse öyle yapsın!.. «Babıâli» hamallığından milyonerliğe yükselen kocası, Esma Kadına, her haliyle öyle giran gelmeye başladı ki, bugün ona dayattı: - İzin ver de 9 çocuğumu alıp Erzincan'a gideyim. Orada küçük bir ev tutup oturur, büyük çocuklarımızı da ilkokulda okuturum. Babamdan kalan tarlayı işletebilirsem, belki sana muhtaç olmaktan da kurtulurum. Esma Kadını, 9 çocuğuyla Haydarpaşa'dan uğurlayan eski hamal, boynunda hiç ayrılamadığı kırmızı kravatı, kendisine Beyoğlunda (karsonyer) diye ezberlettirdikleri küçük apartman dairesine doğru gide dursun... Erzincanda, iki odalı evinde 9 çocuğuyla oturan Esma Kadın, bir gece, teheccüd namazı için abdest almak üzere bahçedeki kuyunun başına geldiği zaman, ayak bastığı toprağın, bir masa örtüsü gibi ayağının altında çekildiğini hissetti ve yere yığıldı. Yer altından gelen korkunç dev homurtuları arasında fıkırdayan, sarsılan, çöken bir dünya... Esma Kadın: -İşte Kıyamet! Diye düşündü ve başını kaldırıp evine baktığı zaman, onun birbiri üstüne devrilmiş iskambil kâğıtlarına dönmüş olduğunu gördü. İki gün sonra yetişen koca, Esma Kadını, şehir dışında, ölüleri gömdükleri yerde buldu. Kadın, tırnaklarını yanaklarına geçirmiş, hıçkırmakla kahkaha salıvermek arası sesler çıkaran bir deli... Kocasının onu kaldırmak isteyen ellerine yığıldı ve haykırdı: - Bütün bunlara sebep sensin! Allah, çocuklarımın haram lokma yemelerine razı olmadı, onları buraya gönderdi. (1971) (Hikâyelerim'den)
  14. RÜYA Adını taşıdığı Hazret-i Fatımâ'ya âşık... Bu ismin «ateşle alâkası kesilmiş» mânasına geldiğini öğrenmiştir. «Betûl» lâkabının ise «kendisini Allah veren» demek olduğunu biliyor. Hele Hazret-i Ali ile belirttiği eşlik ahengine öylesine hayran ki, bu duygusunu hiçbir kelimeye emanet edemez. Bir Ramazan günü kapılarından geçen ve Allah için bir şey isteyen bir dilenciye nasıl bütün iftarlıklarını verdiklerini ve suyla iftar ettiklerini hiç unutamaz. Bütün merakı, kadın evliyaların menkıbelerini okumak... Bunlar arasında da, Hazret-i Fatımâ'nın soyundan gelen ve Mısır'da ölen «Seyyide-tün - Nefise» Hazretlerine tutkun... O'nun, sokağa çıkmak zorunda kalan bir hıristiyan aile tarafından, doğuştan kötürüm çocuklarını bekletmek üzere çağrıldığı, büyük kadının bu nur yüzlü, yatalak çocuğa bakıp ağladığı ve «Rabbim, onu ayağa kaldır!» diye dua ettiği, hıristiyan ailenin de sokaktan dönünce çocuklarını ayakta gördükleri ve dehşetler içinde kalıp hemen müslüman oldukları, gözlerinin önünde ebedî levha... Öğretmen okulunu bitirdikten sonra onu bir köye tayin ettiler... Mektepteyken, boyuna dinî menkıbeler anlattığı için ona «Fatma Hoca» lâkabını takmışlardı arkadaşları... Saçını başını örttüğü için de onu kınayanlar çoktu. Bu yüzden, arada bir başını açıyor, derken yine örtünüyor, yine kapanıyor ve bu arada iffet akan yüzü, başının her açılışında acı çizgilerle doluyordu. Nihayet köye geldi ve kurtuldu. Sımsıkı örtündü ve kendisini masum çocuklara ve Allaha verdi. Bir gün okula gelen bir ilk öğretim müfettişinin kendisini istediğini haber verdiler. Müfettiş, genç, top enseli ve favorili biri: - Namazdaymışsınız, öyle mi? - Evet... - Sizin gibi, genç, güzel, aydın bir öğretmen namaz kılar mı? - Niçin kılmasın?.. - Geri kafalı olmadığı için... - Ben kafamdan memnunum! Müfettişin, keskin gözleriyle onu soymak, elbiselerini parçalamak istercesine bakışını görmemezlikten geldi; ve büyük şehirlere tayin edilmeyi isteyip istemediğine dair suâlini aynı tarzda cevaplandırdı: - Köyümden de memnunum! Bir gece, rüyasında «Seyyide-tün - Nefise»yi gördü: Ulvî kadın, kalabalık bir yerde, yüksekçe bir noktada duruyor... Topuklarına kadar inen beyaz bir harmânî içinde başı yine bembeyaz bir tülbentle sarılı, bir vakar ve heybet âbidesi... Yüzü, insanı bir anda yıldırımla vuracak kadar güzel.. Bir uçtan öbür uca, türlü açık-saçık kadınlar arasında, sağ elini uzatmış, onu gösteriyor: - Sen bu topluluk içinde kendini koruyamazsın!.. Yanıma gelmeye bak!.. Fatma'nın ciğerine kurşun gibi işleyen bu sözlerden sonra dört kelime: - Ali, Ali, Ali!... Unutma!... Fatma ilk sözlerin, onu, daha yirmi yaşına basmadan öbür dünyaya davet olduğunu anladı; fakat son kelimeleri bir türlü izah edemedi: - Ali, Ali, Ali!.. Unutma!.. Hazret-i Ali mi, yoksa, günün adamlarından biri mi kasdediliyordu. Birkaç gün geçmemişti ki, köye gelen, namazında, niyazında bir üniversite talebesi, ona annesini gönderdi: - Seni oğluma almak istiyoruz. Varır mısın? Fatma'nın sorduğu tek suâl şu oldu: - İsmi?... -ALİ... Ve Fatma, hemen cevabını verdi: - Evet... Evlendiler... Evliliklerinin ikinci ayında, mes'ut çift beraberce İstanbul'a gelirken otobüslerinin devrildiği ve yalnız onların öldüğü haberi köye geldi. Cesetler yoldayken Fatma'nın sandığını karıştıranlar, orada, kıza ait gelinliğin yanında, onun öz eliyle hazırladığı kefenini buldular... (1971) Hikâyelerim'den
  15. Bir gün Anadolu davasının savaşçısı olan arkadaşını son yolculuğuna uğurlamak amacıyla gitmiş olduğu ziyarette, arkadaşının hastalığı epeyce ilerlemiştir. Artık son demlerini yaşayan arkadaşı titremekli hâliyle şairimize “hoş geldin” der. Bu hâl karşısında ise arkadaşına verdiği cevap mânidardır: “Ne titriyorsun. Sen ve ben herkesin Allah lafzını ağzına almaktan korktuğu bir devirde bu işin bayraktarlığını yaptık. Durma, vur kapıyı, gir içeri” ( Mustafa Karaosmanoğlu – Kendi Kurduğu Hayalin İçini Dolduran Adam )
  16. Yine, konferanslarının ilki olan, 1960 darbesi sonrasında, Erzurum'da "İman ve Aksiyon" konuşmasında, birisi netâmeli bir konuda soru yöneltir. Üstad soruyu tekrarlatır, herkes nefesini tutmuş beklerken: "Bu soruya cevabım şudur: Ben bu soruya cevap vermiyorum!" der. ( Mehmet Soyak - Dâhi Sanatçı Dünyasından Noktalar )
  17. ŞÂİRLER SULTÂNI NECİP FAZIL Abdullah Öztemiz Hacıtâhiroğlu Ancak Üstün sezgiden parlar dehâ Bir dehâ dünyaya gelmez bir daha Hâmid, Akif, Hâşim onlardan üçü Kimsenin aşmak için yetmez gücü Tırmanılmaz bir doruk Yahya Kemâl Şi'rin öztahtında gerçek bir kral İşte bunlardan Necip Fâzıl biri Şi'ri solmaz gür çiçeklerden diri Altun iplikler eğirmiştir iği Var mı Nef'î'den, Nedim'den eksiği? Naili, Bakî, Fuzûlî benzeri Kimseden kalmaz Necip Fâzıl geri Mesnevî'den dinleyip çok kez neyi Söylemiş söylenmedik pek çok şeyi O'nda her söz beylik anlamdan kaçış Gergefinden çıktı en solmaz nakış Özlü her şi'rinde kök Yûnus'dadır Tartışılmaz, söz götürmez ustadır Söz biçip gür tarlasından sözlüğün Baktı ardından özel bir gözlüğün Yakut, elmas çağlatır bir çeşmeden Söyler en güç şi'ri güçlük çekmeden O'nda giz vermez duvarlar camlaşır Buzlu camlar durmadan saydamlaşır Duyduk O'ndan en seçilmiş sözleri O'ndan üstün söyleyen gelsin beri Şi'ri şairlik özünden giz taşır Bizde binbir şair O'ndan iz taşır Kof kabuktan sıyrılıp öz söyledi kül değil, marsık değil, köz söyledi Şi'ri şi'rin, nesri nesrin özgesi Yerde dinlerken gelir gökden sesi Sözden öz süzdükçe altun imbiği Tartışılmaz şi'rinin eşsizliği Oldu kaynak çook yazar, çook şâire Böyledir yekpare öz, vermez fire Buldu gerçek şi'ri üstün yetkisi Sürdü yıllardır silinmez etkisi Şi'ri hem Ahmed Muhîb'in yaylağı Hem de Cahit Sıtkı'nın baş kaynağı Bizde en şâir olan bir O'ydu O, Duygudan, düşten anıtlar oydu O Şi'ri som altun, yitirmez hiç değer Rilke, Baudelaire, Rimbaud, Verlaine baş eğer Kuşkusuz, tartışmasız gerçek budur Çağdaş en son, en büyük şâir O'dur Bizde gerçek son dehâ, söz sahibi Nerde bir şâir Necip Fâzıl gibi?!
  18. Muvazene

    Bilmece

    BİLMECE Gülen ayva, ağlayan da nar ağacı: Sonbaharda yemiş verdi darağacı! (1965)
  19. 25-26-27 Mayıs 2004’te gazetemizde yayınlanan Tarihçi-Yazarımız Mustafa Müftüoğlu ile yaptığımız röportajda, Müftüoğlu, kendisini, Müessese Müdürlüğü yaptığı Büyük Doğu’yu, Üstad Necip Fazıl’ı ve dönemini anlatıyordu. Üstad’ın kendisine “Yakıni” dediğini hatırlatan, Müftüoğlu, Büyük Doğu’da Müessese Müdürü iken 25 lira haftalık, yedibuçuk lira da yazıları için haftalık aldığını bildiriyordu. Selami ÇALIŞKAN Üstad Necip Fazıl ile Yunus Emre’nin kabir resimleri dolayısıyla tanıştığını ve Büyük Doğu’da 3 yıl aralıklarla Müessese Müdürlüğü yaptığını belirten Müftüoğlu, Üstad’ın kendisine beresini verdiğini söylüyordu. Merhum Yazarımız Mustafa Müftüoğlu ağabeyimizi rahmetle anarken, arkadaşımız Selami Çalışkan’ın kendisiyle yaptığı röportajın Mustafa ağabeyimizle ilgili bölümünü yeniden yayınlıyoruz. Efendim, Üstad Necip Fazıl ile nerede, ne zaman ve nasıl tanıştınız? 1942 yılında Bab-ı Ali’ye geldim. Tasvir-i Efkar Gazetesinde çalışmaya başladım. O sırada Yunus Emre’nin Sarıköy’deki mezarını ziyarete gittim. Mezar çok haraptı. Birkaç fotoğraf çektim. Bu fotoğrafları Cağaloğlu yokuşunda Ülkü Matbaası’nda Üstad’a gösterdim. Yunus Emre’ye olan hayranlığını biliyordum. Bir yayın yapılmasını ve türbenin virane halinden kurtarılmasını istiyordum. Yunanlılar Eskişehir’i işgal ettiklerinde Yunus Emre’nin türbesini de yağmalamışlar, içindekileri alıp götürmüşler, türbeyi de yakıp-yıkmışlar. Resimleri verdim Üstad’a. “Olur. Bunları değerlendirelim” dedi. O vesileyle tanıştık. Aralıklarla 3 sene Büyük Doğu’da Müessese Müdürlüğü yaptım. Neden aralıklarla? Büyük Doğu, muntazam olarak çıkamazdı. Sık sık kapatılırdı, Üstad’ı da hapse atarlardı. Allah demenin bile yasak olduğu günlerde Üstad kalemiyle küfre karşı tek kişilik orduydu. En ufak eleştiriye tahammül yok. En son 1950’de, Üstad hapisten çıkınca Büyük Doğu yeniden yayınlanmaya başladı. Rıza Tevfik’in meşhur “Abdülhamit’in Ruhaniyetinden istimdat” şiiri vardı. Onu yayınladı Üstad. “Türklüğe hakaret” bahanesiyle tekrar “Büyük Doğu” kapatıldı. Sonra tekrar neşredilmeye başladığında ben o zaman tekrar Büyük Doğu’da Üstad’la birlikte çalışmaya başladım. Adım Müessese Müdürü olarak çıkıyordu. Yazı da yazıyor muydunuz? Tabi yazıyordum. 25 lira haftalık alıyordum. Yedi buçuk lira da yazılarım için telif ücreti alıyordum. Böylece Üstad’ın yakını olmuştum. Üstad bize “Yakıni” derdi. Üstad, hapishaneye girip çıktığından kalender bir insandı. Mesela Saka Matbaası’nda Büyük Doğu’yu hazırlıyoruz. Üstad, kapağa yeşil bir renk verilmesini istiyor. Oradaki makine ustası Maşuk Bey, kendi kafasına göre kapağa bir renk vermiş. Ancak Üstad’ın istediği renk değil. Üstad kapağı görür görmez, “Bu ne?” dedi. Usta başladı kıvırmaya. “Makinada siyah boya kalmış da, sarıyla karışınca da böyle olmuş da, aslında istenilen rengin tutturulması zormuş da” aklınca mazeret beyan ediyor. Üstad, Maşuk ustaya, “Bana racon kesme ve kapağı yeniden bastır” dedi. İstenilen renk elde edildi. Bunu bilen matbaacılar, Üstad’ın nazını çekerlerdi. Üstad giyimine düşkün müydü? Evet, Üstad değil İstanbul’un belki de dünyanın en şık giyinen adamıydı. Başında genelde beresi olurdu. Hatta bir keresinde Avrupa’dan gelen beresini bana verdi. Nasıl oldu? Bir gün Üstad ile Beyoğlu’nda geziyoruz. Lapa lapa da kar yağıyor. Haftalığıma mahsuben 5 lira istedim. O zaman iyi para. Üstad önce parayı verdi, sonra da “Ne yapacaksın bu parayı?” diye sordu. “Görüyorsunuz kar yağıyor efendim. Başıma bere alacağım” dedim. Üstad, hemen başındaki bereyi çıkardı, benim başıma örttü. Üstad’ın savcıyı şok eden savunmasını hatırlıyor musunuz? Hiç unutulur mu? Rıza Tevfik’in “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdad” şiirini yayınladığımız için, Büyük Doğu kapatılmış, Üstad tevkif edilmiş, fakat mahkeme sürüyordu. Hicabi Dinç isminde basın davalarına giren bir savcı vardı. Parmağıyla Üstad’ı gösterdi ve hakimlere dönerek “Huzurunuzdaki bu şaşkın sanık” dedi. Üstad, bunun altında kalır mı? “Ana rahminden mezara kadar üzerinde taşımaya mahkum olduğu şaşkınlık vasfını bir fiske ile sahib-i aslisine iade ederim” dedi. Savcı, ayağa kalktı ve heyecanla “Şikayetçiyim, bu bir hakarettir” dediyse de Ağır Ceza Reisi meşhur Refii Demirlioğlu savcıya: “Oturun yerinize, siz söylediniz o da misliyle cevap verdi” dedi. Sizce Üstad’ı değiştiren en önemli olay neydi? 1934 yılında Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanıyıncaya kadar Bohem (gece) hayatı yaşıyordu. Bunun detaylarına inmek istemiyorum. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri ile tanıştıktan sonra Üstad’ın hayatı değişti. Huşu içinde namaz kılar, bazen secde yerini ıslatacak kadar gözyaşı dökerek ağlar, dakikalarca öyle kalırdı. Bize; “Namazda en çok sevdiğim; kıyam ve secde hali” derdi. Üstad’a borcumuzu nasıl ödeyebiliriz? O’nun muhteşem bir vasiyeti var. İşte o vasiyeti yerine getirerek. Üstad; mukaddes emanete kendisini adamış, misyonunu tamamlamıştır. Allah gani gani rahmet eylesin. (Amin) Üstad Necip Fazıl’ı Erzurum’da nasıl ihya ettiniz? Erzurum’da konferans veriyorum. Üstad’ın kitapları da salonun girişinde satılıyor. “Bab-ı Ali” yeni çıkmış. Kitabın içinde “Büyük Doğu’dan feyz alanlar” diye bir bölüm var. Orada benim ismim de geçiyor. Konferansın sonunda yazılı soruları cevaplarken birisi ismimin geçtiğini, gerçekten feyz alıp almadığımı soruyor. Bunun bir tuzak olduğunu anladım. “Almadım” desem Üstad’ı yalancı çıkaracak. “Aldım” dersem o zaman Üstad’ın Ülkücüler ve MHP ile yakınlaşması olmuştu. Beni de MHP’li ve ülkücü olmakla itham edecek. Soruyu sesli okudum ve dedim ki: “Bu salonda Büyük Doğu’dan ve Necip Fazıl’dan feyiz almayan var mı?” Salon alkıştan adeta yıkılıyordu. Benden sonra Erzurum’a Üstad gitmiş. Orada bu olayı anlatmışlar Üstad’a. Üstad bundan çok memnun olmuş. İstanbul’a dönmüş, bir gün ben Bab-ı Ali’de yokuşu çıkarırken o da iniyordu. “Müftüoğlu beni mesud ve ihya ettin” dedi. Üstad’ın mahkemeleri ve müdafaaları da ilgi çeker miydi? Hem de nasıl. Çarşamba günleri basın davaları görülürdü. Üstad’ın konuşmasına hayran olanlar, mahkeme kapılarında duruşma listelerini okur, Üstad’ın ismi geçiyorsa o salonun önünde toplanırlardı. Mahkeme salonunda yer bulunmadığı gibi kalabalık dışarı taşardı. Mesela Bediüzzaman hazretlerinin avukatlığını da yapan Abdurrahman Şeref Laç, Üstad’ın da avukatıydı. Fakat Üstad, savunma anında Abdurrahman Şeref’e fırsat vermezdi. Kendi müdafaasını kendisi yapardı. İsmet İnönü’nün yönettiği, ekmek ve kefen bezinin karne ile alınabildiği bir dönem. Kefen bezini de Sümerbank’tan 7-8 memurun imzası olmadan alamıyordunuz. İşte o zaman Üstad, Sümerbank’la ilgili bir yazısında “Milletin başına bela” yazdığı için Sümerbank yönetimi Üstad’ı mahkemeye verdi. “Hakaret davası” açtılar. Ben o davada Müessese Müdürü olarak ifade verdim. Savunma sırası Üstad’a gelince, Üstad, dedi ki: “Bela, hakaret değildir” Divan Edebiyatı’nda içinde bela geçen ne kadar şiir varsa başladı okumaya. “Fuzuli şöyle demiş, Ruhi böyle demiş...” ten sonra “Görüldüğü gibi insan en çok sevdiği birine bile ‘Sen benim başımın belasısın’ diyebiliyor. Dolayısiyle burada hakaret yoktur” dedi ve tekrar şiir okumaya başladığını anlayan reis, “Bu kadarı kafi” dedi ve beraat kararı verdi. Çünkü tam 6 saat sürmüş duruşma, Üstad konuşuyor, herkes nefes almadan dinliyordu. Üstad’ın dedektif gibi yazılarından bahseder misiniz? Üstad’ın, Büyük Doğu’da “Dedektif X-1” imzasıyla yazdığı yazılar. İşte onlardan birisinin hikayesi. Müessese Müdürü iken Büyük Doğu’ya sabah en erkenden gider, besmeleyle kapısını açardım. Sık sık uğrayan bir sivil polis, bir sabah üzerinde “Gizli” ibaresi olan resmi bir zarf getirdi. Bana da: “Rica ediyorum, bu zarfı getirdiğimden Üstad’ın bile haberi olmasın” dedi ve gitti. Üstad gelir gelmez zarfı ona verdim. Bu zarf, üzerindeki “Gizli” ibaresi ve özel kurye ile İçişleri Bakanlığı’ndan İstanbul Valiliği’ne gönderilmiş. Valilik, içeriğini okuyunca İstanbul Emniyet Müdürlüğüne havale etmiş. Emniyet de Basın Savcılığı’na gönderiyor. İçişleri Bakanı imzalı “Gizli” ibareli yazıda deniyor ki: “Büyük Doğu adlı mevkute, dini yazılar yayınlıyor. Üstelik Atatürk’ü eleştiren yazılar da çıkıyor. Bu mevkute hakkında bugüne kadar tahkikat yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır?” Yani “Büyük Doğu’nun üzerine gidin. Tahkikat ve dava açın” denilmek isteniyor. Şimdi birincisi Büyük Doğu’da tenkid edilen İsmet İnönü ve yönetimi. İkincisi henüz Atatürk’ü koruma kanunu çıkmamış. Üçüncüsü de İnönü’nün İçişleri Bakanı kendi tayin ettiği adamlara güvenmiyor. “Bu tür yayınlar yapan bir mevkute var. Siz orada uyuyorsunuz” demek istiyor. Bu yazı Üstad’ın eline geçince, Üstad mal bulmuş Mağribi gibi sevindi. O yazıyı vesika göstererek “Dedektif X-1” imzasıyla “Skandal” başlıklı bir yazı yazdı. “İşte böyle, baskıcı iktidarın, devletin posta teşkilatına güvenmediği için özel kurye ile yetkililere gönderdiği gizli yazı bizim elimize geçiyor” havasını bastı. *Kaynak
  20. Ferd ve aileden başlayarak yekûnu kuşatan zihniyete ve onun yetiştirdiklerine dair çok mânalı bir tenkid:
  21. [Fakir bir pansiyon odası... Genç şair, saçları dağınık, iki büklüm, masasına eğilmiş, çalışmakta... Elinde kalem, önünde birbirine geçmiş kâğıtlar, karışık bir kitap yığını... Masada yeni yakılmış bir mum... Alçak bir somya üzerinde, içinden çıkıldığı gibi kalmış, allak bullak bir yatak... Yatağa bitişik küçük masada bir bardak tortulu su ve bir çalar saat... Eski bir konsol... Konsolun bir çekmecesi, yana kaçmış tarzda açık... Açık çekmeceden yorgun bir gömlek sarkıyor... Konsolun üstünde küflü bir ayna... Aynanın kenarında eski zaman kartpostalları... Orta yerde bir gaz sobası... Gaz sobasının isli penceresinde hafif bir alev dili... Duvarlarda, pansiyon sahibi Rum kokanasının gençliğine ait resimler... Odanın tavan arasında olduğu, iki küçük ve iğri pencereden belli...] (Tık tık sesleri... Kapı, üstüste beş kere vurulur.) Kim o? Şair, aç kapıyı! Ben geldim! ŞAİR - Sen kimsin? SES - Beklediğin adam! ŞAİR - Ben kimseyi beklemiyordum! SES - Al mumu da gel! Kapıyı aç ve yüzüme bak! (Kapıya doğru ayak sesleri... Kilit üstünde dönen anahtar.) ŞAİR - Kimsin sen? SES - Telâşa lüzum yok. Kaldır mumu yüzüme doğru! İyice baksana! ŞAİR - Simsiyah pelerininden başka bir şey görmüyorum. Ne o, başında kukulete mi var? Yüzün hiç belli değil. Nerede yüzün? SES - (Kah kah kah kah) Senin ruhun neredeyse benim de yüzüm orada. ŞAİR - Söyle, sen kimsin, ne istiyorsun? Belli et çabucak! SES - İzin verirsen odaya gireyim de öyle. Sana her şeyimi belli edeceğim. ŞAİR - Seni anlamadan içeriye bırakmam. SES - Elin titriyor, Şair! Mumu şamdandan düşüreceksin. Zift yürekli karanlığı düşün! ŞAİR - Kimsin diyorum sana! SES - Kim olduğumu ne yapacaksın? Sen kim olduğunu biliyorsun ya! Şair, yani meçhulün âşıkı! Yol ver de geçeyim! ŞAİR - Hiçbir şey anlamıyorum. SES - Fakir odana beni kabul ettiğin için teşekkür ederim. (Küt diye kapanan kapı.) ŞAİR - Yere basmıyor gibi yürüyorsun. Çenenden topuklarına kadar inen bu simsiyah pelerin de ne? Başındaki kukuletenin içi boş sanki. Sesin, gülüşün de tuhaf senin. Cehennemden gelen bir ıslığa benziyor. Sakın cin olmayasın sen? SİYAH PELERİNLİ ADAM - Ben cin değilim; cinler benim uşaklarım... Pelerinimi onlar ütüler. ŞAİR - Beni korkutuyorsun! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Korku mu dedin? Ne ayıp, ne ayıp! Korkuyu genç taylarla yavru serçelere bırak! İnsan korkar mı hiç? Dur şu kırık iskemleye bir oturayım. Oh, ne rahatmış iskemlen! Beş kat merdiven, doğrusu yordu dizlerimi... Sen benim dizlerimin ne çektiğini bilir misin? Dünya yaratıldı yaratılalı, ne çektiyse dizlerim çekti. (Bir lâhza sükût, peşinden kah kah kah kah) Cadı, çok para vermiyorsun diye seni tavan arasına atmış. O ne cadı, o! Demin mutfaktaki boş ekmek teknesini devirip onu uyandırdım. Cadı, elektrik düğmesini çevirir çevirmez, karanlığın üstüne bir karanlık cilâsı daha vurulduğunu gördü. Çünkü sigorta telini kesmiştim. Derken sen ona seslendin, mum istedin. Seni, odanda, mum yanarken ziyaret edeyim dedim. Zira elektrik ışığı, mesafelerin pergel ve cetvelle ölçüleceğini zanneden ahmak bir gurur sahibidir. ŞAİR - Rüyada mıyım yoksa? SİYAH PELERİNLİ ADAM - Rüyada değilsin. Çünkü istersen rüyada olup olmadığını muayene edebilirsin. Beş duygunu, bütün bilgini, hafızanı, hâtıranı, nisbet ölçülerini elekten geçirebilirsin. Hiç rüyada bunları yapabilir misin? (Kah kah kah) Sen o rüyadasın ki, ismi hayattır; ve orada insanın, rüya görüp görmediğini muayene etmek hakkı... (Kah kah kah...) ŞAİR - Bana adını ve kim olduğunu söyle! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Eğer muaşeret kaidelerine bu kadar kıymet veriyorsan, eğer bin ihtirasının içinde, salon adamı olmak gibi bir hevesin de varsa, takdim edeyim sana kendimi! ŞAİR - Takdim et bana kendini! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Ben senin bir baba dostunum. ŞAİR - Ben babamı tanıyamadım bile. SİYAH PELERİNLİ ADAM - O da beni görse tanıyamazdı. ŞAİR - Nasıl baba dostluğu bu böyle? SİYAH PELERİNLİ ADAM - Bu çok eski bir baba dostluğu. Babana, büyük babana, onun da babasına, gitgide sonuncu babana kadar varan bir dostluk. Daha doğrusu, onunla başlayan bir dostluk... ŞAİR - Eeeee? SİYAH PELERİNLİ ADAM - İşte ben, senin en büyük babana güya secde emri verildiği zaman, güya bu emri dinlemeyen, biricik melekmişim güya. Sana böyle öğretmediler mi? ŞAİR- Şeytan!!! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Şeytan!!! Şerrinden Allah'a sığındıkları taşlanmış Şeytan!!! ŞAİR - İnandım senin Şeytan olduğuna. Zaten sen, dünyamızda mevcut olmayan bir şeye benziyordun. SİYAH PELERİNLİ ADAM - (Kah kah kah kah) Hem mevcut olmamak, hem de benzemek. (Kah kah kah) Sizin mevcutlar hakkındaki fikriniz işte bu! Hem bir şeye yok der, hem de onu başka bir şeye benzetirsiniz. (Kah kah kah kah) Halbuki Allah'ı hiçbir şeye benzetemediğiniz halde ona var diyorsunuz. ŞAİR - Mel'un Siyah Pelerinli Adam! Ruhumun düzenini bozmaya geldin, anlıyorum. Şunu bil ki, içimdeki kâinat mimarîsinde tek taşın yerini bile değiştiremeyeceksin. SİYAH PELERİNLİ ADAM - Ellerime bak! İşte uzatıyorum yüzüne doğru! Ellerimi görüyor musun? ŞAİR - Görüyorum! Ne istiyorsun? SİYAH PELERİNLİ ADAM - Neye benziyor ellerim? ŞAİR- Ömrümde eşini görmediğim bir çift kadın eline. SİYAH PELERİNLİ ADAM - Güzel mi onlar söyle! ŞAİR - Güzel mi, bilmiyorum amma, korkunç! Korkunç denecek kadar güzel! Yürüme üzerime doğru! Olduğun yerden konuş! SİYAH PELERİNLİ ADAM - İşte senin içindeki kâinat mimarîsini kuran eller! Şimdi onu geriye istersem vermeyecek misin? Aldanman için kalbine soktuğum yalanı bana karşı müdafaamı edeceksin? (Kah kah kah) Hatırıma ne geldi, biliyor musun? Sahibinden aldığı et parçasını bile iade etmiyen köpek! ŞAİR - Ben senden hiçbir şey almadım. Her şeyimi sana karşı koruyorum. SİYAH PELERİNLİ ADAM - Ruhunuzda, iyi ve güzel diye bir tarafa ayırdığınız duyguların ad sahibi benim! ŞAİR - İnanmam sana! Sen insanı bir doğruluğa teşvik etsen de daha büyük iğriliklere sürmek içindir. Sen o dolandırıcısın ki, bin liralık bir vurgun kaldırmak için, bir liralık borcunu iade edersin. SİYAH PELERİNLİ ADAM - Akılsız Şair, seni softalar avlamış. Mum ışığına karşı elindeki elmayı çevirip dünyanın döndüğünü ispat eden köy mektebi muallimleri çocukları nasıl avlarsa, öyle avlamış. Fikirsiz Şair, seni boğazına kadar altına boğmaya gelmiş birini, cebindeki mevhum kuruşa âşık farzediyorsun! ŞAİR - Beni boğazıma kadar mı boğmaya geldin? SİYAH PELERİNLİ ADAM - Tabiatta, bir benzeri olmayan sefaletine merhem olmaya geldim! ŞAİR - İnanmam sana, kazanında yalan fıkırdayan sihirbaz! SİYAH PELERİNLİ ADAM — Her şeyi, her şeyi isteye isteye, her şeyden mahrum nasibini düzeltmeğe geldim! ŞAİR- Bırak yakamı, karanlığın büyücüsü! Hiçbir şey istemiyorum; hiçbir dileğim yok! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Senin mi hiçbir dileğin yok? Sen mi hiçbir şey istemiyorsun? Madenini, ihtiras, merkezine kadar boğmuş... Sakın onları sileyim deme; kül gibi dökülür, gidersin. Sen, yalnız istiyorsun, istiyorsun... İsteye isteye bu hale geldin; ya isteye isteye kurtulacak, yahut duvarda bir böcek lekesi gibi silinip gideceksin. İstiyorsun, hudutsuz istiyorsun; istemek için doğdun. Bulamamak yüzünden de öleceksin. Bir bulduğun zaman, bin istiyorsun. Zaten bulduğun şeyin sence ne kıymeti var? Sen bulunmayacak şeyi istiyorsun. Dünyaların görmediği kadını, lisanların bilmediği cümleyi, kasaların almadığı serveti, başbuğların tatmadığı nüfuzu istiyorsun. Bunlar yine hiçbir şey değil... Sen bilmek istiyorsun, felâket orada ki, bilmek istiyorsun. En uzak maddenin silik atomundan, en çelimsiz insanın en belirsiz hareketine kadar, eşya ve hâdiseleri saran kanunu bilmek istiyorsun. Başı Önünde, tevekkül ve teselli içinde akan insan zincirinin ilk ve son halkasını ele geçirmek, birbirine bitiştirmek istiyorsun. Halbuki sıfır!.. Elinden hiçbir şey gelmiyor. Zira hudutluya sığmıyor, hudutsuzu da dolduramıyorsun. Böylece dolduramadığın hudutsuza karşılık, sığamadığın hudutlu, seni hükmü altına alıyor. Uçmak dilerken, yürümeni şaşırıyorsun. Krallara iradeni telkin etmek yerine, çöpçülerin nüfuzu altına giriyorsun. Kasaların almadığı servet işte, şu konsolun gözündeki, üç günlük kuru francala kenarı... Lisanların bilmediği cümle adına terkip ettiğin şeylerden, üç yaşındaki çocuklard bile mahcup... Kirli yatak çarşafındaki sarımtırak lekeler şahit ki, yeryüzünün görmediği kadını bir ân zaptedemeyen bir hayâl, aşağı kattaki pörsük kokona vücudu önünde müflistir. ŞAİR - Sus, yerin dibine giresi Şeytan! Sus, Allah'ın lânetlisi, sus! SİYAH PELERİNLİ ADAM — Kadınsız, esersiz, parasız, şerefsiz sanatkâr!.. Düşün ki, herkes bunlara mâlik... Ve sen malın olsa hor göreceğin şeylere, malın olmadıkça imreneceksin. İstekleriyle kazançları arasında muvazene kurmuş insanlara cüce diyorsun. Sen o ruhu ve karnı aç devsin ki, cücelerin erzakını kıskanmaya mahkûmsun. Dehâ diye maden gibi istismar ettiğin bozuk muvazenenden başka neyin var. Kadınsız, esersiz, parasız, şerefsiz sanatkâr!.. ŞAİR - Taşlanmış İblis! Bu kadar muvazeneli insan arasından ne diye beni seçtin öyleyse? SİYAH PELERİNLİ ADAM - (Yaklaşır, iki eliyle bir şeyler yoğuruyormuş gibi yaparak) Çünkü bozuk muvazenen benim elime geçince, ondan en üstün nizam doğacak. Bu sırrı ancak ben bilirim. Cemiyet kalıpları sizi benimseyemez. Lâflarınızı bir damla bal halinde, mekteplerdeki gibi okuma kitaplarına alırlar da, şahsınızı, iğneli bir arı gibi havluyla pencereden dışarıya atmak isterler. Sakat ruhlarınızın, benim tezgâhımda tamir gördükten sonra nasıl bir temel kuracağını ancak ben bilirim. İşte seni, bu kadar muvazeneli insan arasından bunun için seçtim. Bana teslim ol ve her şeye hükmet diye seçtim. Hükmetmek; bu kelimeyi anlıyor musun, hükmetmek... Kendine, bütün insanlara, her türlü marifete, elle tutulur ve tutulmaz her şeye hükmetmek... Eğer yüzüğün taşı gibi, cemiyetin orta yerinde oturmak ve pırıl pırıl ışıldamak istiyorsan, bana teslim ol! Ben, günübirlik varlıklar çerçevesinde mahrum olmaktan büyük malikiyet tanımıyorum. Onlara malik olmak kudretim arttıkça, mahrumluğum derinleşiyor. Mahrumluğum derinleştikçe, hiçi ve hepi buluyorum. Hepi, yani Allahı... Fakat arada sen varsın! Hedefime varabilmek için seni tüketmek lâzım. Sen, tükenmeğe yaklaştıkça çoğalıyorsun; yahut ben azalıyorum. Öyle ki, en zayıf hale geldikten sonra çelmelerine dayanmak, kav gibi kupkuru kesildikten sonra kıvılcımlarına göğüs germek icabediyor? Bunun bir adım ilerisi, kurtuluş... Bir adım sonra, bir daha düşmemek ve yanmamak var... Biliyorum, bunu biliyorum ama, o adımı atamıyorum. Atamıyorum da ne oluyor? Bak, söyleyeyim sana ne oluyor: İğneli fıçı içinde yaşıyorum! Ruhumun, atom atom, barsakları deşiliyor. Çektiğim ıstırabı Allah bilir. Onun için, vâdettiğin şeylerin hepsine, herkesten, her zamankinden daha muhtacım ama, istemiyorum; hiçbir şey istemiyorum. Yokluğun tamamı olacağıma, varlığın yarısı olmaya razıyım. Kararım tamam; ne kadar ıstırab varsa çekeceğim! Ve onu, onun bana elini uzatacağı ânı bekleyeceğim. SİYAH PELERİNLİ ADAM - Miskin Şair, seni ondan ayıracağım! Sen onu çok zor, çok çetin, fakat çok açıkgözce buldun. Handiyse kafan, bir kestane fişeği gibi patlayıverecekti. Keşke patlasaydı kafan; keşke patlataydım kafanı... Mısra örgüsü gibi bir düzen zevki içinde, birdenbire yakalayıverdin onu... Kafiyelerin aptalı! Sana uydurduğum yalanı, şimdi bir türlü beyninden sökemiyorsun. Fakat gör bak, seni ondan nasıl ayıracağım! ŞAİR- İblis! O kim. O kim o, ismini söyle! SİYAH PELERİNLİ ADAM - Dur, mumu söndüreyim de söylerim! (Keskin bir üfleyiş... Zifiri karanlık) ŞAİRİN SESİ - Allah'ım! Sen koru beni! SİYAH PELERİNLİ ADAMIN SESİ - Bağır, bağır! Duvarlar sesini iade etmeğe hazır... Gidiyorum ben artık! Yak mumu istersen! Yalnız şaşırma! (Küt diye yere düşen iskemle, patır patır yere devrilen kitapların sesi.) SİYAH PELERİNLİ ADAMIN SESİ - Bîçare Şair, kibrit cebinde! Eşyayı devirme! Haydi hoşçakal ve beni hatırla!
  22. Üstadın bestelenen Efendim şiiri için video. İzlemek için tıklayınız. İndirmek için tıklayınız.
  23. Çağımızın en ehemmiyetli iletişim cihazı olmasının yanında, aynı zamanda tiryakilik yapıcı tesiri ile de tıp litaratürüne yeni hastalıkların girmesine sebep olan bilgisayar...
  24. “Düşürüldü kitabım işlemeli rafından, Ceylandan doğma çakal nesiller tarafından…”[*] Ahşap konak, bir devrin rengini, çizgisini ve ruhunu taşımaktadır. Her bir katı başka âlem olan konağın içinde ise 3 farklı neslin rengiyle, çizgisiyle, ruhuyla, haliyle, tavrıyla birlikte numuneleri yaşamaktadır. Aslında yaşamaktan çok çatışmaktadır. Müşahhas ve mücerret olarak en üst katta oturanlar din, iman, ahlak çizgisinde yaşayanlar ve ruhlarının remzi olan bir levha; orta kat güvercinden karganın çıktığı, kumar ile morfin müptelası, mukallit, köprü nesil ve adi, zevksiz modern eşyaları; müşahhas ile mücerrette en altta olanlar ise kargadan çıyanların çıktığı, şuursuz, çapsız, dinsiz, şahsiyetsiz, hodbin neslin mümessilleridir. ( Üstad 1983’de kendisi ile yapılan bir röportajda, devrin iyice soysuzlaşan nesli için, bu üç kata onları temsilen bodrum katını da eklemenin lazım geldiğini söylemiştir. ) İçi dışı mamur insandan, her cephesi viraneye dönüşmüş nesillere uzanan tarih çizgisi, Türkün ruh köküne düşman binlerce elin o ruha musallat olmasıyla, mütecaviz muamelelerin talan ettiği memlekette vara vara bir kerteye varmış ve o kertenin ruhu o konakta tecessüm etmiştir. Devrimbaz kodamanların sarhoş olunca farkına bile varmadan içki şişelerini devirmeleri gibi, mukallitçilik sarhoşluğu içindeki bu güruh her türlü manevî, ahlakî, ruhî temeli devirmiş ve iman nesline düşman olan öz evlatların, torunların yetişmesine zemin hazırlamışlardır. İşte bu birbirine zıt 2 kutbun birlikte yaşamaya mecbur oldukları ev ve daha geniş boyutuyla koca bir cemiyet. “Bir çözülüş, bir kopuş, cinnet üstü bir buhran, Eseri devrimlerin, şeytan bu hale hayran”[*] Et ve tırnak gibi muttasıl olması gereken ruh ve iman birbirinden çözülünce, nesiller arası çözülüş ve kopuş da vuku bulmuş, cinnetin, buhranın hüküm sürdüğü bir aile ve cemiyet hayatı başlamıştır. Yeni nesli dehşetler içinde takip eden 75’lik Recai, sorunun kökenini bilmekte, her çarpıklığın tahlilini yapmakta, çilesiz, fikirsiz kafalar tarafından anlaşılamayacağını bilse de tenkitlerini savurmaktadır. Bu bataklığın içinde en büyük mesnedi, yaveri, yoldaşı, gönüldaşı ve umudu, cinsinin çürüğünü görebilecek sağlam öz’e malik olan torunu Yüksel’dir. Yüksel, bu sefil, rezil, şeni, münkir bahçede boy attığı halde varlığının, hayatının muhasebesini yapabilecek, yeni iman gençliğinin ilk basamağı olabilecek tıynettedir. Kitaptaki olay örgüsü, Yüksel’in, tahsilini sürdürmekte olduğu akademinin mimarî şubesinde kendisine imtihan vazifesi olarak verilen bir ahşap konak maketi üzerinde nesilleri tahlil eden fikir akışı ile başlar. Gayri insani bir yaşamın içindeki ilk katın karakterlerinden olan şair ve futbolcu, cemiyete yayılan sığ ve basit sanat anlayışı ile sadece iptidai bir spor heyecanı duymak için patates yığınları gibi stadyumlara yığılan ruhsuz, fikirsiz, çilesiz insan kümelerinin; kardeşi olan Aysel ve arkadaşları da cinsi yönünü öne çıkarmanın ötesine geçemeyen, kadınlık özünü bilmeyen, anlamayan ve kalıpta, satıhta kalan kadının birer mümessilidirler. Yüksel bu köstebek hayatın tahlilini yapabilmiş ve böylece neslinin tereddisini, tefessüh eden yapısını tenkid edebilecek, onlardan tiksinecek ve kendini hakikate ulaştıracak olan yolu görebilecek seviyeye, mertebeye, basamağa gelebilmiş-çıkabilmiştir. “ Eczane, ama hangi rafta şişede İslam ki, tek ilaçtır, örümcekli köşede.” [*] Yüksel’in bir vesile ile tanıştığı, öğütleri sayesinde kendine gelerek ahlak, iman, terbiye, ideal peşine düştüğü ve İslam nuru taşıyan kızına tutulduğu Eyüp Sultan’daki aktar ona: “ Allah’ı tanı, gerçek Müslüman ol, kurtul.” demiştir. Yüksel, ölüden doğanlar ile ölü doğanlar arasında sıkışıp kalmayacak, kaybolup gitmeyecek, büyükbabasından aldığı ruh ipliğini kendi hayatının örgüsüne katıştıracaktır. Bütün bu çalkalanmaların, kaynamaların, fokurdamaların haznesi olan Ahşap Konak, yüklüce miktar para veren bir Amerikalıya satılmak istenmektedir. Orta nesilden Belkıs ve genç nesilden Aysel’in arasında gidip gelen, iki kadını da elinde oynatan ahlaksızlık, kokuşmuşluk, yalancılık, rezillik, imansızlık timsali Tekin de bu işin elebaşıdır. Recai tüm ruhuyla bağlı olduğu, her noktasına anılarının sindiği konağın satılmasına karşı çıkmaktadır. ( “Bak Yüksel! Elli yıldır bu konağın içindeyim. Elli yıldır açık havalarda, güneşin, bu vakitler duvara çizdiği şekilleri seyreder dururum. Her gün elifi elifine aynı çizgiler” Recai’nin dilinden dökülen bu sözler Üstadın hayatındaki hassas bir ruhî noktayı hatırlatır bize. Üstad da küçükken, odasının tavan köşesine doğru bir noktada can çekişen günün son ışıklarına bakıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlama isteğinden bahsetmiştir. [**] ) Tekin, seciyesine ve şenaatine uygun olarak tapunun üzerine kayıtlı olduğu 69’luk Hacer’in, kızı Belkıs tarafından öldürülmesini ister. Bomboş, sefil, sığ bir mahlûk olan ve her şeyiyle kendini Tekin’e teslim eden Belkıs, kısa süren bir direnmenin ardından anne katili olmayı kabul edecek ancak beklenmedik olayların yaşanmasının ardından plan vuku bulamayacaktır. “Meyveler cevherini gömer de kabuğuna; İnsan, kadını soyar başından topuğuna.” [*] İlerleyen sayfalarda Batı taklitçiliğinin ne boyutta olduğunu resmeden bir tablo karşımıza çıkar. Recai, torununun arkadaşlarından olan bir genç kıza sorar: Eğer kadını yalnız gözleriyle burnu ve ağzı meydanda, kundaktaki çocuk gibi dolaklara saran bir moda gelseydi Amerika’dan, kabullenir miydin? Aldığı cevap: Tabii kabul ederdim; moda olsun da… ( Üstadın zamanında Batı taklitçisi bir kadına aynı mealde sorduğu sorudan ve aldığı cevaptan oluşan hadise, kitabın olay örgüsüne yerleştirilmiştir.) Recai’nin ve Yüksel’in konağa gelen diğer gençleri tenkid etmesi esnasında cemiyetteki birçok yaraya da parmak basılmaktadır. Yeni neslin basit ve sığ şiir anlayışından (Yeni yazdığı bir mide gurultusu şiirini okuyan genç şaire Yüksel tenkidini yaptıktan sonra, Aysel söylenenleri beğenmeyerek- sen yeni şiirden ne anlarsın, koyuna ısırgan dururken karanfil koklatabilir misin- der. Yüksel de: -asıl senin gibi ineğe deve dikeni yerine orkideden bahsedebilir misin, der ve şair Pindaros’un :"Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!" sözüyle eleştirisini yaptığı zihniyete tenkid okları saplanır.), Batının hayvani yönünün hiç düşünmeden taklit edilmesine, betonlaşan, şahsiyetsizleşen, çirkinleşen şehirden gençliğin ‘gürültülü’ eğlence ihtiyacına, din ile alay etmeyi marifet sayan anlayıştan, bugün yaşananları yeni, geçmişte kalanları eski olarak nitelendiren, asıl yeninin, hiç eskimeyen yeninin muhasebesini yapmaktan yoksun çilesiz, fikirsiz kafalara kadar uzanan bir tenkid ve tahlil ağı kitaba yayılmıştır. “Ruhu, çürük diş gibi sökmesinden ötürü; Memeli hayvan soyu, şimdiki insan türü…”[*] Kitabın sonlarına doğru Recai’nin yaptığı iç muhasebe dikkate şayandır. “Onların bu kadar azması işte bizim bu halimiz yüzünden… Bizim hastalık çapında vericiliğimiz olmasaydı, onlar bu kadar azabilir miydi? “ Vuku bulan birçok rezaletten sonra artık Recai, Hacer ve Yüksel konaktan ayrılmak isterler-mecburiyetinde kalırlar. Giderken yanlarında götürmedikleri levhayı almak için konağa gelen Recai, kanını donduracak, gözünü döndürecek, bardağı taşıracak, aklını başından alacak bir faciayı öğrenir. Konağı, içindekiler ile birlikte yakmaya karar verir. Kendisi de içindeyken evi ateşe verir. Evdeki maketini almaya gelen Yüksel’e levhayı pencereden atar. Emanet emin ellerdedir. Gözü arkada kalmadan ölüme gidebilir. Yeni kurulacak ve içi iman dolu bir çatının ruhu olacaktır artık o levha. Üstadın bu eseri; Tanzimat’tan beri kabuk değiştirmeye çalışan, yenisini bir türlü tutturamadığı için yangınlar içinde tutuşan ve çözümü küfür içindeki Batı’nın hayat biçiminin mukallitliğinde bulan ve o günden bu güne bu mukallitlik sonucu yozlaşan imansız ruhların ne türlü rezaletlere düşüp her iki dünyalarını da tarumar ettiklerini, İslam’a sarılmadan hiçbir ferdi ve içtimai sorunun çözülemeyeceğini, bin bir türlü bozukluğun içinde dahi davaya sahip çıkan, İslam’a, ahlaka, imana göre yaşamayı en büyük saadet bilen nesillerin yetişeceğini ve ruh kökümüzden kopmakla ne kadar zavallı, mülevves, rezil rüsva duruma düşüşümüzün iyice idrakine vardırıcı; iyiye, güzele, imana, hakka, nura doğru yol arayan nesil için, soysuzlaşan cemiyetin ve bu ahvalin tarihçesinin muhasebesini yapma konusunda başlangıç noktası olabilecek ve bu neslin; milletinin, devletinin, milli ve mukaddes değerlerinin alçaltılıp zelil düşürülmesine seyirci kalmayıp, sorumluluk şuurunu harekete geçiren dinamizmin kaynağını teşkil edecek keyfiyettedir. * Öfke ve Hiciv ** O ve Ben ( Üstad sınıfının çalışma bünyesinde oluşturulan ferdi ürünlerin ilklerindendir. )
  25. Olay, Yirminci Asrın ikinci yarısı başlarında İstanbul’da geçer. Birinci Perde Birinci Tablo [ Nişantaşı’ndaki üç katlı ve beyaz boyalı ahşap konağın birinci katı… Bahçeye açılan büyük salon… Sofa… Dipte, iki koldan yukarıya çıkan ahşap merdivenler… Merdivenlerin ilk kademesinde, alt kısımları görülen, ışıksız iki pencere… Sağ ve sol merdivenlerin arası iki geçit… Geçidin önünde gerisini peçeleyecek kadar yüksek ve geniş paravana… Sağ ve sol duvarlarda, karşılıklı ikişer kapı… Her tarafta modern ve artistik eşya… Renk renk ve şekil şekil koltuklar ve divanlar… Yerde, küçük halı parçalarının üstünde puflar, kaplan postları, alçak tabureler… Birkaç taburede şamdanlar, abajurlar… Tavanda büyük avize… Kenar çıtaları yaldız ve oymalı duvarlarda modern resimler… Bir yanda pikaplı radyo… ] ( Sahne kapkaranlık… Yalnız önde ve ortada, alçak bir masa üzerine yerleştirilmiş, ahşap konağın maketi… Maketin küçücük pencerelerinden ışık fışkırıyor. Maketin etrafında yarı seçilen kadın ve erkek yüzleri… ) YÜKSEL’İN SESİ – ( Maketin başında, elindeki incecik değnekle işaret ediyor ) İşte bizim ahşap konak ! Eski zaman işi, üç katlı yapı… Bir devrin renklerini, çizgilerini, ruhunu taşıyor. GENÇ ŞAİRİN SESİ – Fevkalade güzel maket ! BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ – Şahane doğrusu ! YÜKSEL’İN SESİ – ( Değnekle göstererek ) Birinci kat ! Şu anda bulunduğumuz yer… Büyük bir salon – sofa… Etrafında dört kapı ve altı oda… İkinci ve üçüncü katlar da onun aynı… Hepsi on sekiz oda ve üç büyük dekorasyon sanatının şaheseri… Malzemesi de bugün bulunur, yaptırılır gibi değil… Merdiven tırabzanlarına kadar maun… Tabii bunlar konakta; makette görünmüyor. GENÇ RESSAMIN SESİ – Makette de belli… Kapılar, duvarlar, tavanlar üzerine empresyonist renkler kondurmuşsun… YÜKSEL’İN SESİ – ( Değnek işareti ) Üçüncü kattaki şu yatak odasının duvarına kondurduğum birkaç çizgi ve renge dikkat ediyor musun ? Nedir o ?.. GENÇ RESSAMIN SESİ – Levha gibi bir şey… YÜKSEL’İN SESİ – Konağın ruhu o… Büyük babamın sevgili levhası… Canından daha kıymetli… En büyük Türk hattat ve tezhipçisinin elinden çıkma… BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ – Ben maketi konaktan çok sevdim. YÜKSEL’İN SESİ – ( Değneği konağın çatısına vurarak ) Siz asıl konağın manasına bakın ! Üçüncü katta, elleri titreyen illetli büyük babam ve kalp hastası büyük annem… Bu kat namaz ve niyaz katı… İkinci katta, dul annem ve eksilmeyen misafirleri… Bu kat da, kumar, morfin vesaire katı… BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ – Oooo! Şoking ! Neler söylüyorsunuz ? AYSEL’İN SESİ – Ya bizim kat, ağabey ? YÜKSEL’İN SESİ – Yakın artık lambaları da açıkça söyleyeyim! Aysel, bas maketin yanındaki düğmeye ! ( Avize yanar. Meydana çıkan salon-sofa… Maketin etrafında, Yüksel, Aysel, Tekin, birinci, ikinci ve üçüncü genç kızlar, genç şair, genç ressam… Hususi tavırlar…) YÜKSEL – Bizim kat da ( Aysel’i gösterir) benimle kız kardeşimin çerçevesi… Dans, içki, başıboşluk, rezalet katı… Düşünün siz, zaman boyunca değişen nesiller, ahşap konakta nasıl yuvalanmış ? Birbiri peşinden gelen zaman ölçüleri ( değneği makete doğru ) şu ihtiyar mekanda nasıl belirmiş ? Hepsi yarım asra sığan üç nesil, yeni deyimle kuşak… Alt katta yirmibeşlikler, orta katta ellilikler, üst katta yetmişbeşlikler… Katlar alçaldıkça yükselen inişe bakın siz ? TEKİN – Sen kendi evine hakaret ediyorsun ! YÜKSEL – Ne hakareti be, akılsız sporcu ! Allah sana bir şutunla tahta perdeleri deldirecek ayakları verip kafanı ve dilini öyle cılızlaştırmış ki, sigara kâğıdı kadar ince bir fikir zarını delmeye imkân yok… ( Kıvrak kahkahalar, garip tavırlar… ) AYSEL – Şimdi de nişanlıma mı hücum ? YÜKSEL – Nişanlın tam sana denk… Ben kimseye hakaret etmiyorum. Bir fikir meselesi koyuyorum ortaya… TEKİN – ( Yüksel’e ) Sana, Akademinin mimari şubesinde bu imtihan vazifesini, nesillerin tahlili diye mi verdiler, konağın maketi diye mi? YÜKSEL – Evet, senin de anlayabileceğin bir madde planı diye verdiler ama, ben ondan bir ruh planı çıkarıyorum. ( Tekin, genç şairin yüzüne bakıp eliyle hususi bir işaret çakar ) GENÇ ŞAİR – ( Sağ elini orkestra şefi gibi kaldırarak ) Koro ! Ruhçu ! BİR AĞIZDAN HERKES – Ruhçu, ruhçu, ruhçu! YÜKSEL – ( Gençlere) Yine mi aynı maskaralık ? ( Tekin’e ) Sen de, yıldız futbolcu Bay Tekin, şu maskaralara ele başlılık ediyorsun, ha ? ( Tekin, genç şaire bir işaret daha çakar ) GENÇ ŞAİR – ( Aynı hareketle ) Koro ! Maskara ! BİR AĞIZDAN HERKES – Maskara, maskara, maskara ! BİRİNCİ GENÇ KIZ – ( Yüksel’e ) Tekin’i beğenmiyorsunuz ama, bütün kızlar, kadınlar ona bayılıyor. YÜKSEL- Beyinsize beyinliler mi bayılsın ? ( Tekin, genç şaire yeni bir işaret daha çakar ) GENÇ ŞAİR- ( Aynı hareketle ) Koro ! Beyin hastası ! BİR AĞIZDAN HERKES- Beyin hastası ! Beyin hastası ! Beyin hastası! GENÇ ŞAİR- Ne diyorsunuz ? Ne olmuş, kim olmuş bu değişikliğe sebep ? YÜKSEL – ( Genç şaire ) Ya sen, mide gurultusu şairi ? Şimdi kafanı meşin topla mı değiştirdin ? GENÇ ŞAİR – ( Züppe ve hususi jestlerle ) Beni bırakalım da bir köşeciğe, seni rafa oturtalım’ Asıl sen, ne vakitten beri değiştin ? Ne günden beri neslini beğenmez oldun ? AYSEL- Ay haberiniz yok mu? Benim ağabeyim artık mukaddesatçı, maneviyatçı, eskici, gerici !... GENÇ ŞAİR – Kim olmuş, ne olmuş bu değişikliğe sebep ? YÜKSEL – Sizin köstebek hayatınız ! AYSEL – ( Atılır ) Hayır, Ben söyleyeyim. Bu değişikliğe sebep, Eyüp Sultan’da bir aktarla, kızı ! ( Herkes apışır, bakışır, sokulur. Yüksel dimdik… ) YÜKSEL – ( Aysel’e ) Çeneni tut, Holivud karalaması boşboğaz ! AYSEL – ( İkinci genç kıza ) Haydi git de benim odamdan mankenini getir kızın ! Biliyorsun ya!... İKİNCİ GENÇ KIZ – ( Aysel’e ) Aman, ne kadar da pitoresk, Aysel ! Eyüp’lü aktarla, kızı mı dedin ? AYSEL – Kara, çember sakallı bir aktar… Dükkânında kakuleden karamelaya kadar her şeyi satıyor. Bir de, yeşil yeldirmeli, siyah başörtülü, kalın siyah çoraplı, rugan bebe iskarpinli bir genç kız… GENÇ RESSAM – Sahiden pitoresk… Tablolarını yapsam ! ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZ – ( Yüksel’e ) Ciddi mi, doğru mu söylüyor ? TEKİN – ( Ortaya ) Bizim kafalı küçük bey bundan bir iki ay evvel, eski mimari eserlerini incelemek için Eyüb’e gidiyor. Orada bir camide mahut aktara rast geliyor… Ahbap oluyorlar. Baba camideyken dükkânı bekleyen, kız… Kıza yakıyor mu fena halde abayı ?.. BİRİNCİ GENÇ KIZ – Çok orijinal ! ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZ – Masal gibi bir şey… İnanamıyorum ! YÜKSEL – İpliğimizin pazara çıkmasını istemezdik ama, inanın ! AYSEL – ( Arkadaşlarına ) O kadar seviyor ki, kenarın dilberini, neredeyse melankoli hastası olacak hale geliyor. TEKİN – Ama çember sakallı aktar, kafalı bir din adamı …( Parmaklarıyla işaret ) Sokuyor mu tırnaklarını bizimkinin beynine ?.. Birkaç aydır küçük bey, ahlak, iman, terbiye, ideal diye sayıklamakta… YÜKSEL – ( Aysel’e öfkeli ) Kimden öğrendiniz bunları ? AYSEL – Kimden olacak?... Annemden… YÜKSEL – Annem nereden öğrenmiş ? AYSEL – Annesinden… Büyük annemden… YÜKSEL – (Düşünceli) Öyle miiii ?... ( Tekin genç şaire mahut işareti verir. Genç şair elini kaldırır ) GENÇ ŞAİR – Koro ! Eyüb’ün ince kızı ! BİR AĞIZDAN – Eyüb’ün ince kızı ! Eyüb’ün ince kızı ! AYSEL – ( Sağdaki kapı açılırken bağırır ) Eyüb’ün ince kızı, işte! ( Kapıdan, tıpkı Aysel’in anlattığı tarzda, ikinci genç kız… Başını masum edasıyla eğmiş, ilerler. Alkış… Kızın etrafında halkalanma… Yüksel, kızgın, olduğu yerde… Yarım halka biçiminde ön plana gelirler. Tekin, genç şaire, ilerdeki radyoyu işaret eder. Genç şair oraya doğru yürür. Aysel maketin yanındaki değneği alıp ikinci genç kıza yaklaşır ) YÜKSEL – (Haykırarak ) Yeter artık kepazeliğin bu kadarı !.. Böylesine hazırlanmaya üşenmediniz mi ? AYSEL – ( Yüksel’i umursamayarak elindeki değnekle kıza yaklaşır ve gösterir ) Siyah başörtüsü, siyah çorap… Bakın, ne armoni!.. Yeşil yeldirmenin de siyahla ahengi ?.. Pudrasız, boyasız, makyajsız surata gelince, tıpkı Mariya Magdalena!... YÜKSEL – ( Çok hiddetli ) Aysel, yeter ! ( Yüksel’e aldıran olmaz. Tekin parmaklarını şıngırdatarak, radyo başındaki genç şaire işaret verir. Pikapta oynak bir caz havası… ) BİRİNCİ GENÇ KIZ – ( Narayı basarak ) Haydi, dans ! ( İkinci genç kız, yeldirmesini açtığı gibi eteklerini jartiyerleri görünecek kadar kaldırıp zıplamaya başlar. Öbür kızlar ve erkekler de katılırlar. Yüksel hareketsiz… ) BİRİNCİ GENÇ KIZ – Lambaları söndürün ! Maketin ışığı mükemmel !.. ( Makete en yakın olan, puvara basıp avizeyi söndürür. Müphem maket ışığında tepinme… Bir curcunadır gider. Arada bağrışmalar, naralar… ) BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ – ( Avaz avaz ) Ay burada bir yabancı var ! ( Dans durur. Yanan avize… Paravananın tam arkasında, arkası dönük, çıkmaya hazırlanan bereli bir adam… Adam bir anda paravananın arkasından kaybolur. ) YÜKSEL – ( Uzaktan paravanaya doğru haykırır) Bir dakika, bir dakika ! ( Yüksel, koşarak adamın arkasında gider. Öbürleri hayretle bakışıyorlar ) TEKİN – ( Birinci genç kıza ) Nasıl adamdı o ? BİRİNCİ GENÇ KIZ – Bilemem! Yalnız bir karaltı gördüm. Korkuluk gibi dikilmiş, bizi dikiz eden bir adam… Ödüm patladı. AYSEL – Boş verin! Dans yarıda kaldı. Söndürün lambaları ! ( Işıklar söner, aynı curcuna, tepişme, bağrışma, kaynaşma… Bağrışmalar içinde, hayal meyal seçilen eğilmeler, doğrulmalar… Sesler hafifler… Sesler çok hafif… ) RECAİ’NİN SESİ – ( Yüksek ve dolgun ) Utanmak yok mu sizde ? ( Yanan avize… Sağ ve yan merdivende, yukarı kattan inen, beyaz sakallı, robdöşambırlı, sağ eli bastonlu, elleri titreyen büyükbaba… Herkes merdivene dönmüş, donup kalmıştır. ) RECAİ – ( Merdivenin ortasından kalabalığa ) Ben yetmiş beş yaşındayım. Konak da o kadar… Yaşıtız… ( Recai, elleri titreye titreye, birkaç basamak daha inip durur ) RECAİ – Bizim gördüğümüzü gören var mı bu dünyada ? Soğutulmaz ateştik, eritilmez buz olduk! ( Titreyen sol elini kaldırıp tavanı gösterir ) Utancından, nasıl kav haline, toz haline, pudra haline gelip şu tavanlar üstünüze dökülmez, bilmem ! ( Recai merdivenden iner, bastonuna dayanarak hızlı hızlı yürür. Durur, titreyerek karşısındaki halkayı uzun uzun seyreder ) RECAİ – ( Tekin’e) Kim bunlar, bu taptaze gençler ?... TEKİN – Arkadaşlar efendim ( Gösterir ) Genç şairlerimizden… Genç ressam… ( Kızları gösterir ) Bunlar da torununuzun, Aysel’in arkadaşları… RECAİ – Nişanlınızın arkadaşları… ( Süzerek ) Modern kızlar… Amerikalılardan ders almışlar, onlara ders verecek hale gelmişler… ( Genç şaire ) Kuzum Şair Bey ?... GENÇ ŞAİR – Buyurun efendim ? RECAİ – Şair kelimesin yeni Türkçesi nedir ? GENÇ ŞAİR – Ozan… RECAİ – Kuzum, bay ozan ! Biz niçin bir dikiş iğnesi yapmayı beceremeyiz de, garplının bazı hallerini kopya etmekte ona taş çıkarırız ? GENÇ ŞAİR – Derin mesele efendim … RECAİ – Derin değil, çok sığ… Taklitçi, hayvanı taklit etmekle başlar. Köpeği, çakalı, öküzü… Havlar, ulur, böğürür. Biz garplının hayvan tarafında onu geçiyoruz da insan tarafına bir türlü giremiyoruz. AYSEL – Biz hayvan mıyız, büyükbabacığım ? RECAİ – Siz mi, küçük hanım, siz masum bir hayvancık olsaydınız daha ne isterdiniz. ( Paravananın arkasından hızla Yüksel gelir. Büyükbabasını görünce donup kalır) RECAİ – ( Yüksel’ e) Sen neredeydin ? YÜKSEL – Çocuklar dans ederken bir karaltı göründü de burada, arkasından gittim. RECAİ – Kimmiş o ? YÜKSEL – Mühim değil efendim… Eyüb’te tanıştığım, kendi halinde bir Müslüman, bir aktar… TEKİN – ( Recai’ye ) Eyüp’teki meşhur aktarla kızından haberiniz yok mu ? Bütün konak biliyor. RECAİ – ( Tekin’e) Siz benim bu konakta her şeyi en son öğrendiğimi bilmiyor musunuz; ( Yüksel’e) Neymiş aktarın hikayesi ? YÜKSEL – Sonra anlatırım efendim. ( Recai titremesi hafiflemiş, halkayı süzer. Gözleri, başörtülü ve yeldirmeli ikinci genç kızın üstünde durur ) RECAİ – ( İkinci genç kıza ) Bu sizin tabii kılığınız mı ? Asrilikte bu tuhaflık da mı var ? AYSEL – Küçük bir şaka, büyükbabacığım. Eyüp’lü aktarın kızına benzetti kendisini… RECAİ – Niçin ? AYSEL – Yüksel’in çılgınca sevdiği kızı canlandırmak için… RECAİ – ( Yüksel’e ) Sahi mi ? YÜKSEL – Bunlar hep maskaralık, büyükbaba… İşleri güçleri maskaralık… RECAİ – ( İkinci genç kıza ) Yaklaş bana kızım ! ( İkinci genç kız, mahcup bir tavırla ve masum bir görünüşle Recai’ye sokulur ) RECAİ – Sen Yüksel’in sevdiği kız mısın ? İKİNCİ GENÇ KIZ - Hayır efendim, onun benzeriyim. RECAİ – Eğer varsa, bu halinle babaannenin, anneannenin de biraz benzeri değil misin ? İKİNCİ GENÇ KIZ – Evet efendim! RECAİ – ( Sert ) At üstündeki şu yalancı şahitleri ! ( İkinci genç kız, başörtüsüyle, yeldirmesini çıkarıp atar. Çok kısa etekli ve fazla açık yaz elbisesi görünür. Recai, topuğundan saçına kadar kızı süzer. ) RECAİ – Şu anda çıkaramadığın çoraplarınla, boyayamadığın suratın bir tarafa, işte kendini buldun ! Bu halinle, bir parçacık, bir parçacık, elli yıl farkı içinde annelerine benziyor musun ? ( Ağr sükut… Durak… Herkes kaskatı…) GENÇ ŞAİR – ( Enerjik bir tavırla Recai’ye yönelir ) İyi ama, kendi çocukları ona benzeyecek… RECAİ – ( Titremeye başlar, bastonunu yere vurur ) Hayır, benzemeyecek ! Eğer dava, sizin elli yılda aldığınız hızı devam ettirmekse, yasım asır sonra torunlarınız, ya önlerine bir yaprak bile takmadan gezecekler; yahut yüreklerine bir utanç yıldırımı düşecek de ışık sızmaz çuvallar içine girecekler. GENÇ ŞAİR- Af buyurun, beyefendi hazretleri; yani büyükanneleri gibi kargalara mı benzesin yeni yetişenler ? RECAİ – Doğru ! Bizim karga yumurtalarımızdan çıyanlar ve kırkayaklar çıktı. Karga dediğin, yumurtasından kanarya çıksa onu gagasıyla öldürür. Bizi sizi, göre göre, gagamızla besledik. Bakalım sizin yumurtalarınızdan neler çıkacak ?Göreceksiniz ve tanıyamayacaksınız! ( Durak ) Ben dışta, kılıkta mılıkta değilim ha; ( Elini göğsüne götürür ) içteyim, içte… ( Recai susar, yukarıya kaldırdığı bastonu, öbür eliyle beraber titriyor. ) RECAİ – Biliyorum ‘ İhtiyarlara saygı diye bir adet olmasaydı garplılarda, şimdi benim sakalımı yolardınız ! O basmakalıp çarşı Pazar damgalarınızla her tarafımı mühürlerdiniz; Moruk, kokmuş adam, örümcek kafalı, softa, gerici… ( Bastonuyla tabanı gösterir ) Bırakın, tavan arasındaki küflü çamaşırlar gibi bizi attığınız son katta son nefeslerimizi sayalım da, sonunda her şey size kalsın… Yeter ki , biz ölmeden, tepinmeleriniz, naralarınızla çatıyı başımıza yıkmayın! Aramızda bir fark var : Bizim yaşımızdakiler gitmek üzere olduklarını bilir; sizin yaşınızdakilerse kalacağını sanır. Hiç olmazsa bizim, bize ait bilgimize katılın da biraz sabırlı olun! Ne dersiniz, çocuklar ? AYSEL – Allah sizi başımızdan ayırmasın, büyükbabacığım ! RECAİ – ( Aysel’e) Sus ! Annenden kaptığın çıkartma kağıdı klişeyi alnına yapıştırma ! Sen beni çekebilir misin ? O narin başının üstünde çeki taşını gezdirebilir misin sen ? Ben öleyim ki, ferahlayasınız… ( Yüksel’e döner ) Haydi Yüksel, seninle bizim kata çıkalım da şu Eyüp’lü aktarla kızını konuşalım ! ( Recai, titremeli, bastonuna dayanarak, indiği merdivenin öbür koluna doğru yürür. Yüksel büyükbabasının sol koluna girmiş, onu takip eder. Herkes, arkası dönük, Recai ile torununa bakıyor. Pat pat çıkarlar. ) RECAİ – ( Çıkarken başını gençlere çevirmiş bir an durur ) Kusura bakmayın çocuklar ! Böyle ukalalıkların hiç de zamanı değil ama, ihtiyarlık bu; insan giderayak boşboğaz oluyor ! Işıklar Söner
×
×
  • Create New...