Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Peki bu neden böyle? Necip Fazıl’ın suçu var mıydı? Elbette yoktu. Suç bizim eğitim sistemimizdedir. Resmî tarih anlayışımızdadır.

    Demek ki eğitim sistemimizin müfredatını oluşturan zihniyet, vatanın kurtuluşu için çabalayan son padişahın hakikatini ters yüz ederek ortaya bu padişaha düşman bir nesil çıkarmak istiyordu. Sayın Bakiler, suçun eğitim sisteminde olduğunu söylüyor, eğitim sistemi ve resmî tarih anlayışı gökten zembille inmediğine göre, o sistemi kim hazırladı, bizim büyük vatan dostu padişahımızı hangi gayeye hizmet için vatan haini olarak kafalara soktu ve buna aykırı ses çıkaranların ağzını tıkadı?

    Şu bir gerçek ki, iftira atılarak yeni yetişen neslin kin ve nefretle yad etmesi istenen tek padişah Vahdettin han'ımız değildi. Osmanlı tarihinin yekûnu için eğitim sistemimizde bir çarpıtma, bir karamala, bir iftira politikası kastılı olarak izlenmiştir. Mesela Muhteşem Yüzyıl dizisi de bu politikanın bir parçasıdır. Ülkemiz, ülkemize hakim zihniyet eğer ki hakikatin, Hakk'ın çerçeveside olsaydı, padişahlara karalama kampanyaları düzenlenemeyeceği gibi, hatalar ve iftiralarla dolu o dizinin hayata geçirilmesine de asla izin verilmezdi. Bir millet, kendi tarihinin muhasebesini elbette ki yapar, lakin malum zihniyetin gayesi hiç bir zaman için hakikate bağlı bir muhasebe olmamıştır, sadece ve sadece kökü İslam düşmanlığına bağlı olan bir iftiralar zinciri boynumuza dolandırılmıştır.

     

    Atatürk’ün hiç kimsenin korkaklığına ve hainliğine zerre miskal ihtiyacı yoktur. Çünkü o noksansız bir vatansever ve kahramandır.

     

    Atatürk, malum zihniyetin kutsal kitabı Nutuk'ta başta Osmanlı olmak üzere, Vahdettin Han'a da bir çok olumsuz laflarda bulunmuştur. Vatanını seven biri, bu vatan topraklarında yaşamamıza vesile olan ecdadına haksız yere olumsuz şeyler söyler mi? Aslında hadisenin şu cephesi de var ki, Atatürk, gayri islamî bir zihniyette olduğu için, Îlâ-yı Kelimetullah gayesiyle cihad eden Osmanlı'yı anlayamamıştır, cihadı kuru kavga zannederek tenkidlerini bu noktadan başlatmıştır. Kadir Mısıroğlu'nun dediği gibi: "Kalbi İslam'dan yana olmayan adamdan ecdada hürmet beklenemez" 

     

    Atatürk'ün Vahdettin Han hakkında söyledikleri, sadece Falih Rıfkı Atay’ın ÇANKAYA kitabında geçenlerden ibaret değildir. Nutuk'ta geçen Vahdettin Han'ın tarifi şöyle:

     

    "Padişah ve halife olan Vahdettin, soysuz, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça önlemler araştırmakta." (s.3)

     

    "Savaşişleri Bakanı, bu sözü söylediği dakikada, yalnız bir kişinin güvenine sahip bulunuyorlardı. O kişi de, devlet başkanlığını kirletmekte bulunan hain Vahdettin idi." (s.237)

    "Gerçekten, hangi nedenle ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar, aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır. Şükürler olsun ki, bu alçak, soydan geçen makamından, millet tarafından indirildikten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor." (s.675)

     

     

    Keşke bu lafları da işin içine katarak bir yazı kaleme alsaydı Bakiler. Atatürk'ün bir husus hakkındaki fikirlerini tahlil edebilmek için, onu baştan sona, yazdığı her şeyle ele almak lazım. Cumhuriyet kurulmadan önceki Atatürk'ün dini söylemlerini ele alırsak ortaya bal gibi "dindar, İslam'a saygılı" bir Atatürk profili çıktığı gibi, cumhuriyet kurulduktan sonraki sözlerine baktığımızda da bal gibi "İslam düşmanı" bir portre karşımıza çıkar, ki Atatürk'ün hakikati cumhuriyet sonrasında kendini izhar etmiştir. 

     

    Bakiler'in Atatürk'e yönelik kaleme alınan yazıları, Atatürk sevgisi ile yoğrulmuş olduğundan, kendisinden bu hususta sağlıklı tahliller beklenemez. 

    • Like 4

  2. Şiir üzerine âcizane bir yorum yapmaya çalışacağım.

     

    Üstad’ın kadın meselesini ele aldığı yazılarına bakarak bu şiirinde neye işaret etmek istediğini anlayabiliriz. Evvela Üstad’dan bazı iktibaslar yaparak yorumumuzun temelini kuralım: 

     

    "Kadın nedir? Her şeyden önce, gaye mi, vasıta mı?.. Şüphesiz ki, gaye sanıldığı ân vaadettiği hiçbir şeyi veremeyen, vasıtalığını da kaybeden esrarlı yaratık... Öyleyse vasıta... Nasıl bir vasıta?.. Neye vasıta?.."

     

    Bir kadın ki, erkek zekâsını kat kat aşan bir içgüdü sayesinde her ân yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana şah damarından daha yakın Allah'a yol verebilsin..."

     

    "Kadın, bir yaniyle batırıcı ve kaybettirici olduğu kadar öbür yaniyle yükseltici ve erdiricidir."

     

    "Tevekkeli değil, Havva'nın Âdem'in kaburga kemiklerindenyaratılmış olması... O kendisidir, kendinden kendisini isteyen bir şeydir; istediğinasıl verilebilir? Kadın ancak muazzam bir ruh rejimi içinde vasıta rolüoynayabilir; gaye olunca da gökleri erkeğin üzerine yıkar. Onu, gayeleringayesi yolunda bir işaretçi olmanın ve büyük visalden gizli bir tad getirmeninsınırında nasıl tutabilmeli?.."

    "Kadın, bir yüzünde İlâhî, öbür yüzünde hayvanî birer remzbulunan esrarlı madalyon... Sanki yazı-tura oyununun parası... İnsanoğlu hemenbütün kadrosuyle, o parayı atılınca yalnız hayvanî remz, tura tarafıyle düşenbir nesne zanneder ve bu yüzden zıt kutuplar arasında ahengi göremez. Böylecehayvanî remz yüzünü mefkûreleştirir ve o zaman hasretinin şiddetinden, kadınınve şehvaniyetinin dışına çıkmaya başlar, kadını ve şehvaniyeti kaybetmeye kadar gider."

     

    **

     

     

     

    Kadın meselesine dair iki farklı erkek görüşü karşımıza çıkıyor. İlki, kadını gaye olarak gören, hayatının rotasını kadına kavuşmak, kadını elde etmek olarak belirleyen ve buna bağlı olarak da hakiki manada kadının yükseltici ve erdirici vasfından mahrum kalma neticesine ulaşan süfli görüş; diğeri de Üstad’ın üzerinde durduğu gibi, Allah yolunda ermenin bir aracı olarak erkeğe sunulmuş latif bir yol işaretçisi olan kadının asıl ulaşılacak değil, asıl olana ulaştıracak vasıtalık mahiyetine uygun ulvi görüş. Kurduğu medeniyet gibi lisanı da ihtişam içinde olan atalarımızın kadına cins-i latif ifadesini uygun görmelerindeki hikmetlerden biri belki de bu olsa gerek. 

     

    Üstad’ın şiirinde ele aldığı görüş, ilk tarifteki süfli görüş. Kadından kendisinde olmayanı isteyen işte bu süfli görüştür. Kadın gaye değil de bir vasıta olduğundan, kadını ulaşılması gereken bir gaye konumuna oturtan erkek, aslında farkına varmadan gayelik vasfına sahip olmayan bir vasıtadan gayeye ulaşıldığında erilecek olan namütenahi iklimi istemektedir. Şöyle ki, insanın yaratılış ve dünyaya gönderiliş sebebi, Rabbini tanıması ve ona kulluk etmesidir, bu dünya basamağını O’nun istediği, emrettiği şekilde çıkarak hakiki sevgiliye, asıl gayeye, Rabbinin rızasına kavuşmasıdır. İnansın yahut inanmasın bütün bir beşeriyet için hakikat budur. İnsanın asli vatanı olan sonsuz bir hayatın yaşanacağı ahiret yurdu, dünya basamağını geçmeden kavuşulamayacak bir mahiyette. Dünya basamağında iken gayeye ulaştıracak olan vasıtalardan biri de kadın. Ama nasıl kadın? Elbette ki gayri İslami hezeyanların peşinde koşarak hakikate kavuşturma vasfını kaybettiği yetmiyormuş gibi felakete sürükleme makinesine dönüşmüş bir kadın değil. Üstad'ın:  "Kadın, bir yaniyle batırıcı ve kaybettirici olduğu kadar öbür yaniyle yükseltici ve erdiricidir." cümlesindeki ilk ifadede yer alan batırıcı ve kaybettirici kadın, bu kategoriye girmektedir.

     

    Peki nasıl bir kadın? Üstad’ın tabiriyle: “erkek zekâsını kat kat aşan bir içgüdü sayesinde her ân yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana şah damarından daha yakın Allah'a yolverebilen” bir kadın. Kadın bu vasfı sadece ve sadece İslam’ın kendisine çizdiği rotaya uyduğunda bulabilir.

     

    Erkek, kadının vasıtalık hakikatini bilmeyip de, asıl gayeyi ve kendisini asıl gayeye ulaştıracak olan vasıtayı arayan ruhunun sesinden bihaber olunca; kadını, Allah’ın erkek için bir vasıta olarak yarattığı o latif vasıtanın latif cazibesine kapılarak kadını olması gerekenden daha üst bir konuma çıkarmakta, onu kendine gaye olarak görmektedir. Halbuki kadın gaye değildir, ve gayeye ulaşma iştiyakında ve cehdinde olan erkek ruhu gayeye ulaşma lezzetini vasıta olan kadında bulamaz. Bulamadığı için de Üstad’ın son mısrada dediği gibi: “Hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz..” Hasret, hakiki gayeye ulaşmanın hasretidir. Bir vasıta olan kadın ise o hasreti gideremez, hasret yerinde kalır. Bu dünyada yaşarken, dünyanın, erkeğin, kadının, insanın hakikatini bilmeyen beşer, kadını vasıta olmaktan çıkarıp gaye olarak görmeye devam ettiği müddetçe, kadından kendisinde olmayanı istemeye devam edecektir ve bu dünyadan çekip giderken de o hasret yerinde kalmaya devam edecektir. Kadından kendisinde olmayanı istemeyen, kadını vasıtalık vazifesindeki hakikat içinde en ulvi noktada ele alacak olan erkek ve vasıtalık vazifesini de hem kendini hem erkeğini gayeye, saadete erdirecek şekilde ifa edebilecek olan kadın, sadece İslam’ın çizdiği ölçülere göre inanan ve yaşayan erkek ile kadında.. 

     

     

    • Like 3

  3. Bu eseri okuduğumda tereddüt yaşadım. Bir yanda CHP'yi deviren Demokrat Parti kurucusu Sayın Bayar.. Kalkıştığı hareket ile o zamanın İslamcı ruhunun münadisi konumunda. Fakat anlaşılıyor ki CHPci ve de Atatürkçü kafasını asla kesemiyor ve de CHP'ye muhalif yine aynı safta oynuyor. İktibas yaptığım kısımda Atatürk'ü ele alışıyla; "Yahu dedim ben mi acaba Atatürk(ümüz)e yanlış yapıyorum, haksızlık etmiş olmayalım şimdi bu adama?" dedim, gerçekten düşündüm yani. Böyle bir müdafaa Celal Bayar'ın safını belirlemekte kafidir.

     

    Öncelikle şunu söylemek lazımdır ki, Celal Bayar, hiçbir zaman için bir anlığına bile olsa “İslamcı ruhunun münadisi konumunda” olmamıştır. Demokrat Parti'nin kuruluş sürecine baktığımızda, chp’yi baştan sona tenkid ettiği için ondan kopan ve chp tarafından ezilen halkı korumak için kurulan bir konumda değildir DP. Yani şunu iyi anlamak lazım; DP, CHP’nin her yönden zıddı olan bir parti değildir, hele hele CHP’nin kemikleşmiş küfrünün tam karşısında durarak İslam’ı savunan bir parti hiç değildir. DP’yi kuran Bayar ve arkadaşları, CHP’ye karşı birtakım tenkidlerde bulunmuşlardır, lakin bu tenkidler CHP’nin alâmet-i fârikası olan İslam düşmanlığı üzerine değildir, Müslüman’ı ezen icraatler üzerine değildir. 

     

    Üstad’ın Benim Gözümde Menderes kitabında da geçtiği gibi “vatandaş hesabına daha geniş hak ve hürriyet İsteyen”  ve bu hak ve hürriyetin daha çok ekonomik sahadaki zuhuruna yönelik bir hürriyet. İnönü ile Bayar arasında ekonomik görüş ayrılığına dayalı bir çekişme vardı. İnönü, ekonomide devletçi bir politika isterken, Bayar ise karma bir ekonomi modeli istiyordu. Yani ortada Bayar’ın (ve DP'yi kuran diğer kişilerin) chp’ye yönelttiği dinî, mânevî, ruhî çapta kesin ve net çizgilerden oluşan bir tenkidi bulunmuyor. Azametlü milli şef, en küçük bir tenkide bile tahammül edemediğinden bu kişileri chp’den ihraç etmiştir, yani Dp’nin doğumu kendinden zuhur değil, bir nevi zorla, dışlandıkları için, ve Üstad’ın dediği gibi “fikir temeli olmadan” gerçekleşmiştir. Üstad’ın aşağıdaki izahı, Bayar’ın aslında chp’ye yönelttiği tenkidlerin ana unsurunu gösteriyor. 

     

    “Bayar, şimdi (aktif) bir âleme ayak basmış ve pasifliğiyle aktifliği arasında fark belirtmeyen pişkin edâsı içinde, dâvasını, "Atatürk'ün ilkelerine sadakat ve onun da gayesi olan millet hâkimiyetine dönme ve bu işin iklim şartı olan hürriyet ve demokrasiyi gerçekleştirme" şeklinde formülleştirmiş bulunuyordu. Halk Partisini de işte bu ilke ve ülküden inhiraf etmiş olmakla suçluyordu.” (Benim Gözümde Menderes'ten)

     

    Celal Bayar'ın İslam münadisi ifadesinin tam zıddı istikamette olduğuna işaret eden bir başka kaynaktan da iktibas yapalım:

     

    "Celal Bayar’a gelince, şovalye ruhuna, tecrübe ve metanetine rağmen, o da fikrî ve ruhî eksiklik ve aksaklıklarla malûldü. Memleket ihtiyaç ve gerçeklerine aşina bir idareci olmayışı yüzünden nerede bir milli hamle, nerede bir iman kıvılcımı görmüş olsa, -bir gecede, iki yüz Milliyetçiler Derneği’ni kapattırması gibi-  ya kendi ayağı ile ezer veya ezdirirdi." (Sâmiha Ayverdi – Ne idik ne olduk –s.111,112)

     

    *

    Peki asıl değinmek istediğim husus; Üstadımız'ın bu adama nasıl iltifatı olur?

     

    Üstad’ın ruh, fikir, aksiyon sahalarında bire bir Bayar’a iltifat ettiğini hatırlamıyorum. Üstad’ın kendini tam olarak bulamadığı devrelerde Bayar ile olan münasebetinde onda gördüğü dış kabuk mahiyetinde olan ince ve nazik tavra yönelik bir beğenisi vardır, lakin bu Bayar’ı her yönden beğendiği, tasdik ettiği, her noktada iltifata layık gördüğü manâsında değildir. DP’nin kuruluşuna kadar da Bayar’ın ruh portresini tam olarak teşhis edebileceği bir hadise ile karşılaşmamıştır, DP’nin hayat bulması ile birlikte Bayar da fikir ve icraatleriyle Üstad’ın tahlil laboratuarında kesin bir hükme bağlanacaktır. Bu meseleye yönelik Üstad’ın kaleminden çıkanları Benim Gözümde Menderes kitabından iktibas edelim:

     

     “CELAL BAYAR (Senyör) vâri bir tavır ve dış görünüş edebi içinde, yeni yeni anlamaya başladığımız, bize zıt dünyanın hedef ve kutuplarına sarsılmaz bir nisbetle bağlı. Halk Partisiyle olanca ihtilâfı (liberalis) fert hürriyetive (Demos Kratos-Demokrasi) halk idaresi fikrinden ibaret ve buna karşılık Türk'ün ruh kökü İslâm nizamına yabancı, hattâ aykırı bir fert...”

    ---

    “Celâl Bayar apayrı bir mevzu.. Onun ruhunu çepçevre tanıyacağım mevsim Demokrat Partiden sonra geleceği için o sıralarda kendisine ümit bağlamakta ve onun ruh toprağında maden arama teşebbüsünü yürütmekte mazurum.”

    ---

    “Kendisine şöyle demiştim:

    — Beyefendi; bu zamana kadar büyük lütuf ve iltifatlarınıza şahit olmuş, tavır ve hareketlerinizdeki asalete takdir hissi duymuş bir insanım. Fakat ikimizin de siyasi bir aksiyona atıldığımız ve iç çehrelerimizle birbirimize görünmek borcunu yüklendiğimiz saat bu saat... Bu saatin hükmü 15 senedir ruhunu tam heceleyemediğim Celâl Bayar'ı Demokrat Parti teşebbüsünden sonra seçebildiğim ve bu seçiş neticesinde dünya görüşlerimizi barışmaz şekilde birbirine zıt bulduğumdur. Bundan böyle, şahsınıza ve bazı şahsî vasıflarınıza hürmetim mahfuz kalarak size zıt bir istikâmet tutacak olursam beni mazur görünüz!

    Celâl Bayar, soylu bir müsamaha edâsıyle gülümsemiş ve:

    — Serbestsiniz! Cevabını vermişti".

    ---

     “Ve Celâl Bayarın himayesiyle çıktığı bilinen"Ağaç" mecmuasından başlayarak o günden beri Necip Fazıl, İnönü'nün gözünde, "Bayar'ın adamı" olarak mimlidir. Büyük Doğu'lardan, bilhassa onların ikinci devresinden sonraysa can düşmanı...”

     

    *

    Ya da Celal Bayar cumhurbaşkanlığı vazifesini ifa ettiği esnada, Üstadımız'ın Atatürk hakkında fikirlerini bildiği halde neden Menderes'in "örtülü ödenek" yardımına mani olmaz?

    "Necip Fazıl-Adnan Menderes İlişkisi" isminde mektup ve belgelerle beslediği bir kitap kaleme alan Alaattin Karaca'nın şöyle bir yorumu var:

     

    "Adnan Menderes Necip Fazıl'a neden yardım ediyor? Bana kalırsa, Müslüman bir kitleyi, siyasal açıdan arkasında görmek, desteğini almak için. Menderes'in kurmaylarının bu politikayı o dönemde özellikle izlediklerini düşünüyorum. O hâlde sorunun yanıtı açık; örtülü ödenek, dolaylı olarak Müslümanların desteğini sağlamada kullanılıyor. Karşılıklı bir destek bu. Unutmamak gerek, DP'nin CHP karşısında durabilmesi için, dindar kitleyi arkasına alması gerekti o yıllarda." (*Kaynak)

     

    Örtülü ödenekten para yardımı yapılan tek yazar Üstad değildi, dönemin ön planda bulunan bir çok yazar ve gazetecisine de (Peyami Safa, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Burhan Belge, Mithat Perin) örtülü ödenekten para verilmişti.  Alaattin Karaca'nın dediği gibi kitlelerin desteğini almak gayesiyle bir politka takip edildiyse (ki bütün siyasi partilerin politikalarından biridir halkın desteğini almak), Celal Bayar'ın da bu sebepten ötürü Üstad'a da örtülü ödenekten para yardımı yapılmasına ses çıkarmadığı yorumunda bulunabiliriz. 

    *

    Ve Üstadımız engin muharrirlik çalışma sergilediği zamanın masonlarını bir listede tüm Türk Halkı'na duyurduğu halde neden Bayar'ın oğlunu şifreli bir şekilde lanse eder? Bizzat ifşa etmesine ne mani olmuştur?

     

    Cevabı Üstad veriyor:

     

    “Bu sırada bir de büyük hâdise. Bir adamımız vasıtasiyle Beyoğlunda bir mason kulübüne sızdık ve bir gece, kulübün âza fişleriyle bazı(sirküler) ve kararlarına ait mahrem evrakı elde ettik. Bu, bir devletin harp plânlarını, askeri çember ve çelik kasalar içinden çekip almak kadar zor birşeydi. Aralarında nice tanınmış siyasî, ilmî, ticarî şahsiyetlerle beraber askerler de bulunan kulüp kadrosunu, resimleri, kayıt numaraları, rütbeleri, cemiyette ve kulüpteki rolleriyle neşre koyulduk.

     

    Tepki büyük oldu. Mason kulübü kadrosunda Celâl Bayar'ın oğlu da vardı. Cumhurbaşkanının oğlunu teşhir ederek Adnan Beyi müşkül vaziyette bırakmamak ve bizi himayesinden pişman etmemek için Bayar soyadında "a" harfini "e" harfiyle değiştirerek ismi hafifçe peçelemeye kalktık ama, bizzat ismin sahibi kendisini açığa vurmakta tereddüt göstermedi. Celâl Bayar'ın oğlu Turgut Bayar, isminin hatalı harfini düzeltip kastedilenin kendisi olduğunu ve böyle peçelemelere lüzum olmadığını bize sert bir mektupla bildirip, gerçekten mason olduğunu ve böyle olmaktan şeref ve iftihar duyduğunu belirtti.” (Benim Gözümde Menderes'ten) 

    • Like 1

  4. Üstad’ın nefs muhasebesi, hâl muhasebesi yaptığı şiirlerinden biri. Aynanın, karşısındaki her şeyi herhangi bir değişikliğe uğratmadan olduğu gibi gösteren, yani kendini, menfi şeylerle karşılaşma ihtimali olsa da bundan kaçmadan, korkmadan tepeden tırnağa incelemek, müşahede etmek isteyenler için en münasip obje olması sebebiyle, ruhunu, davranışlarını muhasebeye tutmak, hayatının her saniyesini görerek iç muhasebe yapmak için seçilen bir teşbih olduğunu düşünmek mümkün. 

     

    Karşısına geçildiği zaman her şeyi olduğu gibi gösteren, bir benzetme yapacak olursak, lafı dolandırmadan hakikati en samimi şekilde söyleyiveren bir insan gibi olan ayna, Üstad’ın bu şiirindeki mahiyeti itibariyle vicdanı simgelemektedir diye düşünüyorum. Dost acı söyler misali, kişinin yaptığı hatalı davranışı kendi kendine muhasebeye çekememesi karşısında, onun iyiliğini düşünen ve hatalı tercihleriyle bir nevi uçuruma koşan arkadaşının karşısına geçerek ona göremediği hakikatleri olduğu gibi göstermeye çalışan ve bu sayede hatalarından dönmesi için onu muhasebeye davet eden bir dostun mahiyetini taşıyan ayna, insanın kendi içinde bir otokontrol mekanizması oluşturan vicdanın sembolü. 

     

     

    Üstad’ın aynanın karşısında yakalanma teşbihi, kendi vicdanına yakalanmasıdır. Vicdan, kişinin kendi kendisini yargılamasının yolunu açtığından,  suçlarından dolayı vicdanına yakalanan insan, cürümlerin den dolayı kelepçelenen bir suçlu gibi de kelepçelenmiştir. Müşahhasta değil,mücerrette gerçekleşen bir yargılanma ve kelepçelenmedir bu. 

     

    Gaflet içinde cürmünü işlemeye devam eden insanın birdenbire vicdanı ile karşılaşması, umulmaz bir anda karşısına bir ayna çıkartılarak kendi kendisiyle yüzleşmesine sebep olmakta ve yüzleşme neticesinde hatalarını anlayan insan, vicdan tokmağını harekete geçirerek kendi kafasına indirmektedir. Gaflet esnasında hareket etmeyen, gafletten kurtulduktan sonra kafaya vurarak şuuru uyandırma vazifesini yapmaya başlayan vicdan tokmağı, insanın hareketlerinin çıkış noktası olan baş üzerinde bulunmaktadır ve baştaki bu tokmağın başa inmesi için gaflet düğümünden kurtulması gerekmektedir.

     

    Aynaya bakan, yani her hareketini vicdan mahkemesinde yargılamaya başlayan Üstad, hiçbir suçun kaybolmadığını, her suçun, atan kişinin kimliğini ele veren bir imza gibi yüzünde yazılı olduğunu, o yüze baktıkça suçlarını hatırladığını söylemektedir. Vicdan mahkemesine çıkan ve suçları ortaya dökülen insana bir ceza vermek gerekmektedir, bu durumda en büyük ceza insanın kendisi olmaktadır. Kendi hatalarıyla yüzleşen insanın duyduğu acı ve pişmanlık hâli öyle bir ızdıraba sürüklemektedir ki, hiçbir maddi cezanın veremeyeceği kadar büyük bir manevi ceza olmaktadır insan için. 

     

    “Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme” mısraı ile Üstad, insanın kendi kendini hesaba çektiği ulvi mahkeme olan vicdanına işaret etmektedir. 

     

    İnsanoğlu, hataya dalmışken, aynı zamanda en kıymetli emanet olan vaktini de boşa harcamaktadır, insan icraatleriyle vaktini ya hayra yahut da şerre harcamaktadır. Kutsi emaneti yiyip bitirmek; dönüşü mümkün olmayan, ne verilirse verilsin bir daha ele geçirilemeyecek olan zamanın boşa harcanması manâsındadır. Bir İslam hikmeti olarak “Dün ölmüştür, yarının doğacağı ise  kesin değildir,”

     

     “Doğmaz güneşlere bağlandı vade;” mısraı, mâziyi hakkıyla değerlendiremediği için, hayırlı işleri, doğacağı kesin olmayan yarınlara bağlamanın pişmanlığını anlatmaktadır. Hem yarının geleceği kesin değildir, hem de irade, köpek nefsin dişleri arasında kıvranmaktadır. O köpek nefs ki, insanı bir saniye olsun dişleri arasından bırakmamakta, insanın iradesini ele geçirip insanı gaflete sürükleterek dışı şeker içi zehir şerrin ortasına atmak istemektedir. Ve insan bu haldeyken, iradesini köpek nefsin dişlerinden kurtarmaya çalışırken, iç âlemindeki bu düşman ile mücadeledeyken, doğmaz güneşlerin doğumunu da beklemektedir.

     

    Vicdan mahkemesinde kendini muhakemeye çeken insan, yaptıklarını tek tek muhasebe etmiş ve büyük bir pişmanlığa gark olmuştur. Tohumu günah olanın hasatı ne olacaktır? Bu düşüncelerin verdiği pişmanlık ile, O’na isyan etmenin pişmanlığı ile biricik sığınağı olan Rabbine dönen insan, O’ndan af dilemekte, O’nun nâmütehani merhametine sığınmakta bulmuştur çareyi. Rabbinden büyük bir pişmanlık ile af dileyen insan, dünyadan elini eteğini çekmeyi düşünmekte, nedametinin ruhundaki patlaması olarak pişmanlık gözyaşlarını Nuh(Aleyhisselam) tufanına denk düşecek raddede akıtmak istemektedir. Üstad’ın bu mısraında müthiş bir teşbih var. Bütün dünyayı yerle bir edecek devasalıkta olan Nuh (aleyhisselam) tufanına eş gözyaşı dökme teşbihi, ne kadar büyük bir pişmanlık yaşandığının da göstergesidir. Herhalde kâinat kurulduğundan beri dünya üzerinde görülen en büyük su taşkını bu tufandır ve bu tufana eş olacak kadar gözyaşı dökmek isteyen bir insanın kendini ne büyük bir muhasebeden geçirdiğini görmek mümkündür.

     

    Şiirin son kıtası, artık aynalar yani vicdan mahkemesi karşısında muhasebesini yapmış bir insanın bir daha o hatalara geri dönmeme iradesini yansıtıyor. Kendini muhasebeye çekerek suçlarını bir bir ortaya çıkarak insan, işlenen bu suçlar üzerine ve bir daha o hataları yapmamak üzere vicdanının zindanına hapsetmiştir kendini. Ne zaman ki dünyanın nefse hoş gelen süsü püsü yeniden insana bir heves verip de kendine çekmeye kalkacak olursa, aynalar(vicdan), sonu pişmanlık olan o işlerin yolunu kesecektir. Baştan sona, geçmişe yönelik yapılan bir muhasebe ve gelecekte aynı hataların işlenmemesi için iradeye giydirilen çelik bir vicdan gömleği... 

     

     Bu şiir, Üstad'ın kendi nefs muhasebesi olmakla birlikte, kendini muhasebeye çekmek isteyen, vicdan aynası karşısında kendini, ruhunu, kalbini, hayatını inceleyen insanlar için de bir pusula mahiyeti taşıyor.

     

    Üstad’ın kendi nefsini muhasebeye çekme hassasına yönelikbir hikayesi için tıklayınız: Mektup

    • Like 4

  5. Evet, kayıtları; Facebooktaki "Uğur Işılak & Serdar Tuncer" adlı sayfadan aldım, o sayfayı yöneten kişi değilim.

     

    Değindiğiniz gibi, Serdar Tuncer'in her programında Üstad'a olan sevgisi muhakkak ki zuhur ediyor, ya ondan bir şiir okuyarak, ya sohbetin muhtevasına uygun düşen bir hususta Üstad'ın fikir kitaplarından bir iktibas yaparak (hafıza bahçesi Üstad'ın çiçek misali kitaplarıyla dolu) yahut da Üstad'ımızın ruhuna bir fatiha gönderelim diyerek Üstad'a olan muhabbetini gösteriyor. Bu vesileyle kendisini izleyenlere Üstad'ı tanımaları anlamında da bir katkıda bulunmuş oluyor. Kaliteli bir sese ve diksiyona sahip olan Serdar Tuncer'den Üstad'ın şiirlerini dinlemekten memnuniyet duyuyoruz. Mümkün olsa da kendisiyle Üstad üzerine bir röportaj yapılsa.

     

     


  6. Servet Turgut'un Gazi Üniversitesi'nde Üstad'ı anma programında yapmış olduğu konferans konuşmasında anlattığı Afganistanlı Müslümanlar'ın Üstad'dan yardım istemeleri meselesi.

     

    Servet Turgut anlatıyor:

     

    Afganistan'dan Müslümanlar geliyorlar, Üstad'dan yardım istiyorlar. Üstad diyor ki:

     

    -"Benim size yapabileceğim bir şey yok, sadece şunu yapabilirim. Sizin dilinizi de bilen, bizim dilimizi de bilenler varsa, İdeologya Örgüsü'nü çevirtip memleketin her tarafında dağıtın" diyor. 

     

    Eğer Müslümanlar, Afganistanlı Müslümanlar bunu yapabilmiş olsalardı, Ruslar'ı yendikten sonra birbirlerine düşmezlerdi

     

    Meseleyi Servet Turgut'tan dinlemek için:

     

    http://www.dailymotion.com/video/xgowon_afganistanly-muslumanlar-yn-ustad-dan-ystedikleri-yardym_news

    • Like 1

  7. Yeni Dünya Dergisi'nin Mayıs 2009'da çıkardığı Üstad özel sayısını aşağıdaki linkten indirip okuyabilirsiniz. Derginin Üstad ile ilgili olmayan sayfaları taranmamıştır.

    TV5'te Ali Haydar Haksal'ın sunduğu Edebiyat Okumaları programında bu dergi ile ilgili sohbeti de aşağıdan dinleyebilirsiniz. Maalesef sohbetin tamamı eklenmemiş.

     

    Dergiyi indirmek için tıklayınız: http://cid-800452227c4c0ec8.office.live.com/self.aspx/Ortak/YeniDunyaDergisi^_UstadSayisi.rar

     

     

     

    yddc.jpg

     

     

     

     

    TV5'te Ali Haydar Haksal'ın sunduğu Edebiyat Okumaları programında Yeni Dünya Dergisi'nin Üstad Özel Sayısı:

     

    http://www.dailymotion.com/video/x95r7s_yeni-dunya-dergisi_creation

    • Like 2

  8.  2010 yılının Ramazan ayında, Serdar Tuncer'in sunduğu TRT1'de yayınlanan "Onbir Ayın Sultanı" isimli programda Dursun Gürlek'in Üstad'ı anlattığı bölümün 7 dakikalık kısmını aşağıdan seyredebilirsiniz. Programın maalesef 7 dakikalık kısmı eklenmiş, programın ileriki kısımlarında Hayati İnanç da Üstad'dan bahsediyordu, hatta Cengiz Numanoğlu'na ait olan bir şiiri de Üstad'a ait diyerek okuyordu.

     

     

     

     

    http://www.dailymotion.com/video/xgodrf_dursun-gurlek-necip-fazyl-y-anlatyyor_news

    • Like 1

  9. Üstad'ın Senaryo Romanlarım isimli bir kitabı var. Bu kitapta 9 adet senaryo bulunuyor ve senaryolar arasında ismini yazdıklarınız da var. Eskiden bu senaryolar tek bir kitapta toplanmış haldeydi, Büyük Doğu Yayınları sonradan her bir senaryoyu tek tek (bazılarını ikişerli)  yayımlamaya başladı. Yani Sen Bana Ölümü Yedirdin,  Deprem, Son Tövbe gibi kitap isimlerini bilmemenizin sebebi, bütün senaryo romanların daha önceden "Senaryo Romanlarım" ismi altında kitaplaşmış olması. Bu senaryolar hep vardı, hâlâ da var, hatta bazı senaryolar zamanında filme de çekilmiştir. 

     

    Senaryo Romanlarım kitabında yer alan senaryolar şunlardır:

     

    Sen Bana Ölümü Yendirdin

    Deprem (Çile)

    Katibim

    Villa Semer

    Vatan Şairi Namık Kemal

    Canım İstanbul

    Ufuk Çizgisi

    Son Tövbe

    En Kötü Patron

     

     

    Büyük Doğu Yayınları'nın kitap satışı yaptığı aşağıdaki linkten yukarıda adı geçen senaryoların kitaplarını görebilirsiniz. “Kâtibim” kitabı içinde “ Sen Bana Ölümü Yendirdin” senaryosu da vardır.  “Ufuk Çizgisi" kitabında "Son Tövbe” senaryosu da yer almaktadır, diğerleri tek kitap olarak basılmıştır.

     

    http://www.buyukdogu...lar.aspx?Page=6

×
×
  • Create New...