Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mehmet

Admin
  • Content Count

    356
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by mehmet


  1. Öncelikle sayın Fan kardeşime tam anlamı ile katıldığımı dile getirmek istiyorum. Olayın detaylarının bilinmediğini bir daha tekrarlamakta fayda görüyorum.

    Düşünsenize size biri dediki armutu armut kelimesini kullanmadan bir topluluğa anlatın.Başladınız anlatmaya. En ince ayrıntısına kadar anlattınız.Şeklini çizdiniz, temasta bulundurdunuz, koklattınız, hatta yedirdiniz... Armut işte... Herkes anladı armutun armut olduğunu.Sonra topluluğun arasından biri çıkıpta o neydi domatesmiydi dese şahsen ben kızarım adama her ne kadar iyi niyetli olsada.Sanki bana sen armutu armut gibi değilde domates gibi anlattın der gibi...

     

    Ben şahsen üstada o soruyu sormuş olsam ve üstad bana öyle bir tepki verse tüm hatanın kendimde olduğunu, herkesin anladıgı bariz bir şeyi benim nasıl anlayamadıgımı düşünür ve kendime kızardım. Ayrıca cevabın nasıl verildiğinide gözardı etmemek gereklidir. Belkide adam bile kendine gülmüştür.Siz şimdi çıkıpta üstad adamı topluluk önünde küçük düşürmüştür gibi bişey söylerseniz yanlış olur. Böyle bir yorum yapabilmeniz için olayla ilgili tüm detayları bilmeniz gereklidir.

     

    Tüm bunları bi kenara bırakalım farzedelim ki üstad adamı incitti. sonuçta böyle bişey de mümkündür (bu olayda böyle bişey yok!)Hayatta hepimizin yapıpta daha sonra pişman olduğu şeyler yok mu ? Üstadın da bir insan olduğu unutulmamalı diye düşünüyorum... Saygılarımla


  2. üstad yine mükemmel söylemiş... Hiç farkı yok hakikaten de günümüz makinalarının (hatta makine adı altında daha birçok şeyin) yüzyıllar öncesinin putlarıyla. Düşünmemeyi, konuşmamayı, öğrenmemeyi, hatırlamamayı -ve daha başka yapmamız gerekipte yapmadıgımız şeyleri- anlamlandıramadığımız taktirde, günümüz putlarının, hiç de bizlere farkettirmeden beynimizden kazıması mümkündür. Ne mutlu bugünde yaşayıpta putların kafalarını uçurabilene, ne mutlu bugünün fırtınalarında dolaşıpta ASR-I SAADET ın şemsiyesi ile korunabilene...


  3. 1564’te Stratford-Upon-Avon’da doğan Shakespeare’in yaşamı hakkında bildiklerimiz kilise, mahkeme ve tapu kayıtları gibi resmi belgelerle çağdaşlarının onun kişiliği ve eserleri hakkında yazdıklarına dayanır. Hali vakti yerinde bir esnaf olan, aynı zamanda yerel yönetimde sulh hakimliği ve belediye başkanlığı gibi önemli görevler üstlenen John Shakespeare’in üçüncü çocuğu ve en büyük oğludur. Babasının maddi durumu daha sonraki yıllarda bozulsa da Shakespeare’in diğer eşraf çocukları gibi ilkokuldan sonra eğitim dili Latince olan King’s New School adlı ortaöğretim okuluna devam ettiğine ve burada Roma edebiyatının klasikleriyle tanıştığına kesin gözle bakabiliriz. Üniversiteye gitmeyen Shakespeare’in Latincesinin düzeyini tam olarak bilemediğimizden kaynak olarak kullandığı bazı eserleri asıllarından mı, yoksa çevirilerinden mi okuduğu hakkında bir şey söyleyemiyoruz.

    1582’de on sekiz yaşındayken kendisinden sekiz yaş büyük Anne Hattaway ile evlenen Shakespeare’in bu evlilikten beş çocuğu olmuş ancak oğlu Hammlet’i 1596’da kaybetmiştir. 1585 yılı ile 1590’ların başı arasındaki yaşamı hakkında elimizde güvenilir bilgi yok. Ancak Shakespeare’in bu yıllar içinde Londra’ya gelip aktör ve oyun yazarı olarak tiyatroculuk mesleğine başladığını ve kısa zamanda ün kazandığını biliyoruz. Londra’da yaşadığı yıllarda Stratford ve ailesiyle ilişkisini düzenli olarak sürdüren Shakespeare’in profesyonel yaşamı çok yoğun geçmiş. Soneleri (“Sonnets”), konularını klasik mitolojiden alan iki uzun öyküsel şiiri (“Venus and Adonis” ve “The Rape of Lucrece”) ve oyunlarıyla tanınan Shakespeare yazarlık ve aktörlüğün yanı sıra çalıştığı tiyatro kumpanyasının altı ortağından biriydi. Eline geçen paranın önemli bir kısmıyla emlak satın almış ve bu yatırımlar sayesinde 1610’da Stratford’a oldukça varlıklı bir kişi olarak dönmüştür.

    İşleriyle ilgili olarak ara sıra Londra’ya gitse de yaşamının son dönemini Stratford’da geçiren Shakespeare 23 Nisan 1616’da ölür.

     

    66'INCI SONEDEN

     

    Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

    Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

    Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

    Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

     

    Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

    O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

    Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,

    Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

     

    Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

    Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

    Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

    Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e.....


  4. Nef'î (Ömer), (1572-1635) ünlü 17. yüzyıl Dîvân şairi. XVII. yüzyıl ve bütün Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olarak tanınan Nef'i, bu yüzyılın başında yaşamış, kasidede gerçek bir varlık göstermiş ve gerek kendi zamanında, gerekse sonraki yüzyıllarda kaside yazan bütün şairlere etki etmiş bir şairdir.

    1572 yılında Hasankale'de doğdu. Bundan dolayı devrin kaynakları Nef'i'den Erzenü'r-Rumî diye söze ederler. Babası ülkesinin eşrafından Sipahi Mehmed Bey diye anılan bir kişidir.

    Gerçek ismi Ömer olan Nef'î, kaynaklarda Nef'i Ömer Bey adıyla anıldığı gibi mührüne kazdırdığı beyitte de Ömer adı görülmektedir.

    Daha küçük yaşlardan itibaren güçlü bir eğitim gördü. Öğrenimini Hasankale'de yapmış, sonra Erzurum'a gelerek devam ettirmiştir. Burada Fars edebiyatının ünlü eserlerini okudu, Arapça ve Farsça öğrendi. Nef'i Erzurum'da öğrenimini sürdürürken genç yaşında şiir yazmaya da başlamıştır. İlk mahlası Zarrî "zararlı"dır. 1585 Erzurum defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali, şiirlerini görmüş, beğenmiş ve bu genç şaire Nef'i "nafi, yararlı" mahlasını vermiştir.

    Padişah 1.Ahmed zamanında İstanbul'a geldi. Devlet hizmetine girdi ve bir süre farklı memurluklarda çalıştı. Daha sonraları 2.Osman ve 4.Murad dönemlerinde yıldızı parladı ve sarayla yakın bir ilişki kurdu. Hicviyeleri ile ünlü olan Nef'î yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekti. Yine de uzunca bir süre 4.Murad tarafından korundu, daha sonraları 4.Murad kendisinden hiciv yazmamasını rica etti. Her ne kadar Nef'î padişah 4.Murad'a bu konuda söz verse de, kalemini durduramayıp Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye kaleme aldı. Bu hicviyesinden ötürü, 1635 yılında, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürüldü. Sonra cesedi İstanbul boğazı'nda denize atılmıştır.

    ESERLERİ

    Nef'î hiç kuşkusuz, hiciv dendiğinde Türk edebiyatında öne çıkan isimdir. Onu ölüme sürükleyen hiciv edebiyatında çok başarılı olduğu aşikâr. Hicvin yanı sıra övgü edebiyatıyla da göz doldurmuştur, bugün dîvân edebiyatının en beğenilen kasidelerinden bir çoğu onun eseridir. Yazdığı kasideler güçlü tekniği ve değişik ahenki ile fark yaratır. Zaman zaman kasidelerinde gördüğümüz aşırı süs ve abartılar bile, güzel ahenki ile sunîlikten uzak doğal bir havadadır.

     

    Türkçe Dîvân, Farsça Dîvân ve Siham-ı Kaza adlı eserleri vardır.

     

    SEÇMELER

     

    ŞEYHÜLİSLAM YAHYA'YA

     

    Bize kafir demiş müfti efendi

    Tutalım ben diyem ana müselman

    Varıldıkda yarın ruz-i cezaya

    İkimiz de çıkarız anda yalan

     

    TAHİR EFENDİ'YE

    Bana tahir efendi kelp demiş

    İltifatı bu sözde zahirdir

    Maliki mezhebim zira

    İtikaadımca kelp tahirdir.

     

    tahir:temiz , kelp:köpek


  5. Düşünce Dönemi, İlham Dönemi , sonra İdeal Dönem.Yükselmenin üç basamağı .

    Her yüce harekette bu trioloji akışı görülür .

    Her düşüşten sonra , ayağa kalkış, bu üçlü gelişme çizgisini izler.

    Düşünce dünyasında yeterince bir atılım ,İlham Dönemini çağırır;İlham dünyasının yere ayak basışı da, bir nın kapısını aralar.

    İdeal , düşünce ve ilhamdan kopmadan , davranış dünyasında ileri doğru bir değişimi içerir . Bir görünüm değişimi değil sadece; arka plan kaynaklarının tümüyle bir görünüm değişimi .

    İdeal , bir idealistler topluluğunun varlığını gerektirir. Olağanın bütün kayıt ve sınırlarını küçümsemeden olağanüstü’ye yönelmiş değişim kahramanlarının fedakarlık destanından bir yazgı levhasıdır ideal.

    Ruhun hakiki yaşam özüdür ideal. İdealini yitirmiş ruh ,yetersiz beslenen bir vücut gibi, giderek pörsür , solar ve ölür.

    Düşünce ve ilham tabanına oturmamış bir ideal , askıntıda ve havadadır .Sun’iddir , köksüz ve cılızdır .İlk esintide sönen uydurma bir mumdur o. Ama , hakikat uygarlığının kurumaz memesinden beslenen ideal özü , düşünce ve ilhamların bereketli toprağında kök salan bir çınar , bir servi ve bir zeytin ağacı gibi , yüz yılların , bin yılların bir çerağı olacak demektir…

    Önce , belki ihmal edilmiş bir köşede başlar ideal türküsü. Sonra , dağlardan dağlara yankı yapa yapa genişler ve tüm dünyaya yayılır .

    Ufak bir topluluktan tüten ideal buhurdamı , sonra bir toplumu, en sonunda da bütün insanlığı , kokusuyla dolu bir havada solumaya çeker.

    *

    İslam Dünyası, düşünce, ilham ve ideal dönemi sancıları içinde, ölümden dirilişe gitmenin sancılarını yaşıyor. Bir gün, ölümün gecesine adeta kurtulmamacasına gömülmüş gibi oluyor. Bir başka gün, diriliş sabahının çiğleri, gümüş taneleri gibi alnında parlıyor.

    Diriliş çocukları , bu ak ve kara gelgitin duyarlığı içinde çalkanıyor. Böyle böyle büyüyüp gelişiyorlar, serpilip büyüyorlar. Kimi zaman aralarından bir çoğu, gulyabanilerin seslerine kapılıp çöllerde yitiyorlar, kimi zaman, kendilerine geliyorlar, uyanıp yeniden diriliyorlar.

    Her şeye rağmen, Doğuyu, Batıyı, geçmişi, geleceği bilen diriliş çocukları geliyorlar.

    *

    Realizm adına boğulmaya yüz tutmuş İnsanlık , yeni bir ideal dönemi açmak zorunda. Bunu yapmadığı taktirde, kıyametten sahneleri sık sık yaşamak durumunda. Düşünce ve İlham dünyasını yeni bir idealin yüksek fırınında ateşlemezsek, insanlığı sarmış bunalımların soğuk demiri, eriyip saflaşmayacaktır.

    Diriliş çocuklarına yolu açmazsak , İnsanlık, akla hayale gelmeyecek acı ve karanlık günler görecektir.

    Diriliş erenlerini yetiştirmezsek, Cennete dönmeyi bekleyen dünya, Cehennneme dönecektir.

    Ve zaten şimdiden Arafta da değiliz.

    Sezai KARAKOÇ

    Diriliş Mecmuası, Eylül 1980

    sf:9,10


  6. Size hizmet edenleri hep hatirlayin..

     

    Bir pastanin uc otuz paraya satildigi gunlerde 10 yasinda bir cocuk

    pastaneye girdi. Garson kiz hemen kostu.. Cocuk sordu:

     

    "Cukulatali pasta kac para?.."

     

    "50 cent!.."

     

    Cocuk cebinden cikardigi bozuklari saydi. Bir daha sordu:

     

    "Peki dondurma ne kadar.."

     

    "35 cent" dedi garson kiz sabirsizlikla.. Dukkanda yiginla musteri vardi

    ve kiz hepsine tek basina kosusturuyordu.

     

    Bu cocukla daha ne kadar vakit gecirebilirdi ki..

     

    Cocuk parasini bir daha saydi ve "Bir dondurma alabilir miyim lutfen"

    dedi.

     

    Kiz dondurmayi getirdi. Fisi tabagin kenarina koydu ve oteki masaya

    kostu. Cocuk dondurmasini bitirdi. Fisi kasaya odedi.

     

    Garson kiz masayi temizlemek uzere geldiginde, gozleri doldu birden.

    Masayi sanki akan yaslar temizleyecekti. Bos dondurma tabaginin yaninda

    cocugun biraktigi 15 cent duruyordu..

     

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *


  7. UÇAKTA İKİ LAZ...

    Temel, İdrisle birlikte uçakla Istanbul'a gidiyormuş. Bir sarsıntı olmuş. Herkeste bir telaş... Pilot konuşmuş:

    - Bir motorda arıza var. Ama meraklanmayın, üç motorla da inebiliriz...

    15 dakika sonra bir anons daha :

    - Bir motor daha stop etti ama telaşlanmayin, iki motorla da ineriz...

    10 dakika sonra pilot uçüncü motorun da bozulduğunu ama tek motorla da gidebileceklerini söylemiş.

    Temel dayanamayıp:

    - Ula İdris, ister misun şimdi törtüncü motor da pozulsun da hepten havata kalalum...

     

    --------------------------------------

     

    LENSLER

    İş adamı Temel uzun süredir numaralı lens takmaktadır. İngilizce bilmediginden uzerinde "L" ve "R"harflerinin bulundugu lens kutusundan şikayetçi olup,maddi olanakları da elverdiğinden bir "Lens Kutusu Fabrikası" açar. Böylece lens kutularında artık Türkçe kullanabilecektir.

    Ve yıllardır sorun yaratan sağ-sol kavramına nihayet bir çözüm getirmiştir: "S"ve "S".

     

    --------------------------------------

     

    GEYİK...

    Dursun'la Temel ava gitmişler, bir geyik vurmuşlar. Ama vasıta neyin yok,

    köye nasıl götüreceklerini bilememişler. Sonunda köye kadar kuyruğundan

    çeke çeke gitmeye karar vermişler. Bir müddet gittikten sonra karşılarına

    bir adam çıkmış, "birader," demiş, "bu hayvanı boynuzundan tutup çekseniz

    daha kolay olmaz mı?". Bizimkilerin aklına yatmış, boynuzundan çekmeye

    başlamışlar. İki saat sonra Temel Dursun'a dönmüş: " Ula Dursun, biz

    köyden uzaklaşıyoruz galiba


  8. -- DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ--

     

    Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:

    -Ne yapıyorsun?

    Hizmetçi:

    -Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.

    -Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?

    -Hastalığını söyle.

    -Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..

    -Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..

    Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:

    -Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.

    Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:

    -Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.

    Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:

    -Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.

    Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:

    -Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.


  9. Başı önünde, bir gün, inerken dağ yolundan.

    O'nu bir ses durdurdu, çekmiş gibi kolundan.

    Önü boş, arkası boş; bakındı, ne can, ne iz...

    Sükût bir taş ocağı, açılmış dehliz dehliz.

     

    Duyduğu ses topraktan gelmiş olmasa gerek,

    Humma dolu gözlerle göklere döndü, ürkek...

    Aman!... İşte orada, derinde mi derinde,

    Vahyin şanlı Meleği, bir kürsü üzerinde...

     

    Bir çakıntı, bir parıltı, göze mil çeken ışık;

    Koşarak indi dağdan, etekleri dolaşık...

    Birden ne görse iyi; her yerde aynı şekil,

    Sayısız aynalarda tek tecelli: Cebrail...

     

    Eve koştu, dişleri birbirine vurmakta..

    O'nu, akıl yakıcı bir rüzgâr savurmakta...

    Dedi: «Soğuk su dökün üstüme kırbalarla,

    Ve sarın vücudumu, sımsıkı abalarla...»

    Zangır zangır bir yatak, örtü üstünde örtü...

    Ve birden, oracıkta bir fışkırış, püskürtü.

    Bu bir nur infilâkı, bu bir ilâhî şimşek;

    Arş'tan hedef almışlar; nur huzmesinde döşek.

    Resul, resul ki, artık resuller ona uyruk;

    Geldi Melek, dilinde Haktan Resule buyruk:

    «Ey örtüler altında titreyen Peygamber, kalk!

    Allah emrini bildir, senin, yerde gökte halk...»

     

    -------------------------------------

     

     

    "Tuzağa saçtığın taneler ...Cömertlik sayılmazki...


  10. Sultan Abdülhamit ve Samuraylar

    'İçeriye girdiğimde Padişah, salonun ortasındaki büyük masanın başında en büyük ölçekli, Kipert Paftası denilen haritanın başındaydı. Harita üzerine Japon ve Rus bayrakları iğnelerle yerleştirilmişti.

     

     

    Böylece Rus-Japon savaşında kimin hangi toprakları elinde tuttuğu takip ediliyor, gelen haberlere göre bayraklar yer değiştiriyordu. Abdülhamid, bizi bu masanın sağ ve solundaki yaldızlı koltuklara oturttu ve Paşa’ya bayrakların doğru yerlere yerleştirilip yerleştirilmediğini sordu.’

     

    Özetleyerek aktardığımız bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı Rauf Orbay’a ait. O zamanlar henüz 20’li yaşlarında genç bir bahriyeli subay olan Rauf Bey kadar, yaverlik ve tercümanlığını yaptığı Amerikalı amiral Bagnam Paşa da şaşkındır Sultan’ın Rus-Japon savaşına duyduğu bu derin alaka karşısında. Yıldız Sarayı’na kapanmış bir despot olarak gördüğü Sultan’ın, dünya ahvalini, özellikle de Japonların Mançurya’daki ilerleyişlerini böylesine yakından takip edişi karşısında hayret duygularını gizleyemeyen Bagnam, Abdülhamid’in çözülmesi çok zor bir bilmece olduğunu söyleyecekti genç bahriyeliye.

     

     

     

    Lakin yukarıdaki manzarayı görenlerin pek bir anlam veremedikleri derin ilginin, Abdülhamid’in şehzadelik demlerine uzanan renkli bir mazisi vardır. Abdülhamid’in tahta çıkmasına henüz 4 yıl vardır (1872). Bir gün biraderi (sonradan “V. Murad” adıyla tahta çıkacak olan) Murad Efendi’yle görüşürken eline “Hadika” gazetesi tutuşturulan Sultan Hamid’in dikkati, Paris’te düzenlenen bir sergiye Japonya diye bir ülkenin katılacağı haberine mıhlanır. Japonlar Avrupa’ya ilk ciddi çıkarmayı bu sergide yapacaklardır. Doğulu bir halkın ilerleme yolunda aldığı bu hızlı mesafeden etkilenen Abdülhamid, Zincirlikuyu’daki köşküne döner dönmez doktoru ve danışmanı Mavroyeni Bey’den Japonlar hakkında ayrıntılı bir rapor ister. Bundan sonra onun dünyasında Japonya, bir Doğulu halkın kendi inanç ve geleneklerini terk etmeden modernleşmeyi başarmasının modeli olacaktır.

     

     

     

    İlgi yelpazesini bilgilerle destekleyen Abdülhamid, Japonya’nın özellikle Rusya karşısında başarılı olacağını öngörmüş, çıkacak bir savaşta Rusları yenilgiye uğratabileceğini tahmin etmişti. O, Japonya’nın özellikle Rusya karşısında sadık ve dost bir müttefik olacağına inanıyordu. Bir ara Japonların Avrupa’ya görgü ve bilgilerini artırmaları için gönderdikleri 5 Samuray, dönüşte İstanbul’a uğrar. Ancak asıl fırsat, 1880’de ayağına gelir Sultan’ın. Gelen, İmparator Mikado’nun akrabası Prens Hebi’dir. Böylesine kıymetli bir misafir İstanbul’a gelir de, Sultan fırsatı kaçırır mı? Kendilerini izzet ü ikramla karşılatır, Beyoğlu’nda lüks bir otele yerleştirir ve heyete Yıldız Sarayı’nda parlak bir ziyafet verir. Tercümanlar vasıtasıyla Mikado ve Japonya hakkında bilgiler alır. İlgiden fevkalade memnun kalan Japonlar, iki ülke arasında ticarî ve siyasî münasebetler kurulmasını teklif ederler ve böylece Osmanlı Devleti ile Japonya arasında ilk bağlar kurulur.

     

    İlk teklifin Japonlardan gelmesine özen gösteren Abdülhamid’in isteği olmuş, şartları koyan taraf olma şansı doğmuştur. Başlangıçta Rusları ürkütmemek için siyasî değil, ticarî ilişkilere ağırlık vermeyi teklif eder ve İmparator ile şahsî bir dostluk kurmayı önemser. Böylece hem ilişki kurulmuş olacak, hem de Rusya’nın yıldırımlarını üzerine çekmemiş olacaktır.

     

    1887’de altın bir fırsat çıkar karşısına. İmparatorun yeğeni Prens Akihito İstanbul’a gelecektir. Parlak bir karşılama töreni düzenlenen heyete Dolmabahçe Sarayı’nın bir dairesi tahsis edilir. Japon imparatoru, Abdülhamid’e özel bir mektup ile devletin en büyük nişanını göndermiştir. O zamana kadar Batılı ülkelerden hiçbirinin nişanını kabul etmemiş olan Sultan, Mikado’nun bu hediyesinden çok memnun kalır ve ressam Şeker Ahmed Paşa ve diğer dil bilen yaverlerini Prens’in mihmandarlığına tayin eder. Japon heyeti, o zamanlar hanedan üyeleri dışındakilerin girmesi yasak olan Hazine-i Hümayun’u dahi gezme imkânını bulur. Abdülhamid bu geziye nasıl mukabele edeceğini düşünür ve sonunda bulur: Japonya’ya bir gemi gönderecektir!

     

    İşte Osmanlı’nın mesajını Güneydoğu Asya ve Japonya’ya götürecek olan “misyoner” gemimiz Ertuğrul’un hazin macerası böyle başlar. Uzakdoğu Müslümanlarının moral kaynağı olan Ertuğrul, Süveyş Kanalı’ndan geçerek Yokohama limanına demirler ve Tuğamiral Osman Bey İmparator’u ziyaretle Sultan’ın hediyelerini takdim eder. Japonya ayaktadır. Halk limanda toplanır, halk sokaklarda tezahürat yapar, halk evlerinde ağırlar misafirlerini. Hele bir Cuma günü gemi mürettebatının bir meydanlıkta namaz kılmaları halkı iyice meraklandırır. Ne var ki, yaşlı Ertuğrul gemisinin dönüş yolunda uğradığı feci kaza, İstanbul’da olduğundan daha büyük bir yara açar Japon halkının kalbinde. Günlerce yas ilan edilir, yardım kampanyaları açılır, imparatorun eşi dahi kendi elleriyle yaralı olarak kurtulan askerlerimize üst baş dikmek için seferber olur.

     

    Tam 581 seçme denizcimizi kaybettiğimiz Ertuğrul faciası, Türk-Japon dostluğunun, halklar arasında bir sempati dalgasının kabarmasına vesile olmuş ve bu dostluk bugüne kadar kesintisiz olarak yaşamıştır. Belki Ertuğrul şehitleri bugün eskisi kadar hatırlanmıyor ama ülkemizde Japonlara, Japonya’da da ülkemize duyulan sempati Koizumi’nin sıcak ziyaretinde de anlaşılacağı üzere, eksilmeden devam ediyor. (Son gelen haberlere göre Başbakan Juniçiro Koizumi Japonya’daki Türk Okulları’nın yöneticilerini Çırağan Sarayı’nda kabul etmiştir.) Bu nadir görülen sivil sempati dalgasının arkasındaki mimarların Sultan Abdülhamid ve İmparator Mikado olduğunu da biz hatırlatalım istedik.

     

    http://www.pasiad.org/haber.php?id=1937

     

     

     

    Selamün Aleyküm kardeşlerim, öncelikle böyle güzide bir siteyi hazırlayanlara ve emeği geçen tüm dostlara teşekkürü bir borç bilirim. Uzun zamandır üyeligim olmasına rağmen, faal üyeliğe yeni terfi ettiğimi söyleyebilirim.Birlikteliğimizin samimiyetle devam etmesi temennisi ile...


  11. Kırılır da bir gün bütün dişliler,

    Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.

    Gökten bir el yaşlı gözleri siler,

    Şenlenir evimiz, barkımız bizim.

     

    Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze,

    Kavuşuruz sonu gelmez gündüze,

    Sapan taşlarının yanında füze,

    Başka âlemlerle farkımız bizim.

     

    Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman;

    Görürler, nasılmış, neymiş kahraman!

    Yer ve gök su vermem dediği zaman,

    Her tarlayı sular arkımız bizim.

     

    Gideriz, nur yolu izde gideriz,

    Taş bağırda, sular dizde, gideriz,

    Bir gün akşam olur, biz de gideriz,

    Kalır dudaklarda şarkımız bizim...

×
×
  • Create New...