Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. bir şiir paylaşayım uzun aradan sonra :)

     

    şimdi 'Mihriban' çalıyor

    şair gönlümü yakıyor

    bir sızı ki gönlü vuran

    aşığa gurbet kalıyor

     

    maşuğun gönlünden gurbet

    maşuğun gönlüne hasret

    hani diyebilse şair:

    bir başka bahara vuslat

     

    yandı nice sırça köşkler

    kale oldu yardan izler

    vurgun gönlün bacasından

    acı acı tüter dertler

     

    ey kalplere aşkı veren

    aşkla gönülleri yakan

    aşıkların Rabbi, Mevlam

    ah dilerim Sen'den aman


  2. Ayrıca...

     

    Bir şeyler iddia ettin. Ben teker teker gidelim deyip sana tek tek sorular sordum. Ama cevap gelmediği gibi her defasında da meseleyi farklı konular açarak boğmaya kalktın. Bunun farkındayım. Mavi Marmara olayı dedin, sonra da yine kendin haberini paylaştın. Neyse...

     

    Meclisi feshetme onda dedin... Buyur yaz o maddeyi. Bakalım madde ne diyor. Yazamayacağını çok iyi biliyorum zaten. Çünkü ya sosyal medya siyaseti yapıyorsun yada yalancısın. Bence bir şey bilmiyorsun. Yaz o maddeyi, çatır çutur tartışalım. Hodri meydan.

     

    Bütçe denetleme onda diyorsun... Yaz maddeyi... Bakalım madde ne diyor. Hodri meydan... Tartışalım o maddeyi... Yazamazsın.

     

    Daha çok şeyler yazdın, ben hepsini yazıp boşuna zaman kaybetmeyeyim. Sen şu 18 maddeyi yaz. hepsini teker teker tartışalım. Sonra darbeyi araştırma komisyonlarını ve HDP'nin teklifini de tartışalım. Ama teker teker. Her defasında meseleyi boğma. ''Bizim evin önündeki kavşakta trafik kazası oldu, nerdesin devlet'' modundan da çık bi zahmet.

     

    Cumhurbaşkanı tarafından edilir atanır filan. Bu ne laaaanmışşşş. Ah kuzum ya. Hadi onu da yaz. Tartışalım. Hele şu var ki; Başımıza deli biri gelirse filan... Canım benim ya... Diyelim ki geldi. Ben öyle düşünmüyorum da geldi diyelim, tamam mı dostum? Peki senin zihniyetine göre hangi sistem buna engel olur acaba? Önerilen her sistem için bu temelsiz iddia dile getirilebilir pekala.

     

    Senin zorunu biliyorum da, bunu yazmak için acele etmeyeceğim.

     

    Neyse ya... Nasılsa cevap yazmayacaksın. Çünkü sen sözünün erisin.


  3. Üslubum hem de ziyadesiyle sevimsizmiş... Zaten senin üslubun da çok hoş, nazik. Böyle hiç hakaret yok yani... Bayıldım Üslubuna!!! Sen yazdığın kelimelere dikkat et. Kendin saçma sapan üslup kullanıyorsun, sonra da benim üslubuma laf söylüyorsun. Tam bir Yahudi taktiği; Vur ondan sonra adam dövüyorlar diye haykır. Bir de bu yetmezmiş gibi bana cevap da yazmayacakmış. Zaten ben de çok meraklıyım. Bakalım cevap yazmama sözünde durabilecek misin... Sizin tipler genelde cevap yazmam daha diyor, sonra da hep cevap yazıyor... Neyse...

     

    Darbeyi araştırma komisyonu için görevini yapmadığına dair ima dolu cümleni okudum. Buna bir şey demiyorum. Haklı da olabilirsin. Darbe komisyonundan çıkan rapor seni tatmin etmemiş olabilir. Gerçekten sana hak verebilirim. Feto ile mücadelede bazı aksamalar vardır, bu sır değil... Bu aksamalardan ben de şikayetçiyim. Buraya kadar eyvallah. Ama kardeşim sen burada kalmıyorsun ki. Fetocularla tam bir mücadele yapılamıyor diyorsun, sonra da fetö ile ittifak yapmış bir partinin vekilinin teklifinin peşine takılıp, şu saydığın bitmek bilmez eleştirilerini o vekilin temsil ettiği kafaya yöneltmiyorsun. Hakikaten tam bir Yahudi taktiği bu... Velev ki HDP'li vekilden çıksın o teklif, sonuna kadar arkasındayım diyorsun. Yani o vekile çok güveniyorsun. Afferin sana. Bu tarafa vuracağım diye, kalkıp da böyle bir vekilin teklifine atlaman, bana Üstat Necip Fazıl'ın şu sözünü hatırlattı: ''Bugün bizdeki muhalefet, iktidarı düşürmek şartıyla vatanı düşürmeye bile razıdır.''

     

    Bu taraftan tutunacak bir dal bile bulamıyorsun, öyle ki çok kötü bir tablo çiziyorsun ama HDP'li vekilin verdiği bir teklifinin arkasında bir hinoğluhin aramıyorsun, Velev ki HDP'li bile olsa deyip sonuna kadar da arkasında olduğunu söylüyorsun... Peki o teklifin arkasından bir tuzağın gelebileceğini hiç mi düşünmüyorsun? O darbenin kurgu olduğunu söyleyip, suçu Ak Partinin üzerine yıkmaya çalıştıklarını anlamıyor musun? Eleştir, bir şey demiyorum. Ama eleştireceğim diye Fetönün ittifakı ile hareket eden kesimlerin lafları ile yapma bunu. O teklife CHP destek veriyor ki, şu ana kadar duruşları fetö ile yanyana... HDP malum. Bütün sol gazeteler de senin gibi bu haberlerle algı yaptılar. Bunlardan biri de Birgün ve Evrensel gibi sol gazeteler... PKK yanlısı gazeteler...

     

    Cevap yazmayacağım dedin. Şimdi sıkıyorsa ise yazma... Hadi bakalım... Cevap yazarsan, sözünde duramayan bir adam olacaksın. Senin samimiyetine inanmıyorum. Çünkü sen HDP'nin arkasından laf atıyorsun. Yazık...


  4. Laflara bak laflara... Bari daha fazla yazma da zır cahil (Böyle yazıyorum, çünkü senin tarzın bu) olduğun çıkmasın ortaya...

     

    Zaten darbe komisyonu var. Bütün partilerden üyeler de var. Buna rağmen darbenin siyasi ayağı ile ilgili komisyon kurulması teklifini kim verdi, hangi parti vekili verdi? Bunu da yaz... Yazmazsın çünkü bilmiyorsun!!! Sloganvari sosyal medya lafları ile zihnindekileri kusuyorsun. Üstelik o teklifi veren vekil (ki kim olduğunu yazmayacağım, sen bul) bu teklifi verirken, medyaya neler dedi? bunu yazmanı istiyorum.

     

    Dur bi... Bak ne yazacağım:

     

    Darbeci komutan mahkemede kendisini nasıl savunmuş:''Darbede generallere yönelik girişimlerde bulunuldu. Ama bakanlara yönelik hiçbir girişim olmadı. Böyle darbe mi olur.''

     

    Peh peh peh...

     

    O değil de şu teklifi kim vermiş? Hadi yaz da üzerinde konuşalım.

     

    Ayrıca bu darbede siyasi ayağın olduğu gizli kalmış bir şey değil. Yani bunu biz bilmiyoruz da sen bize o keskin zekanla açıklıyorsun havasındasın. Bak canım benim, verilen o teklifin asıl niyetinin ne olduğunu, teklifi verirken basına konuştuğu lafları da oku da anla. Tamam mı kuzum. Akparti içinde fetöcü varsa da inan ki CHP ve HDP büyük çoğunluğuyla onların yörüngesinde. Adamlar darbeyi bir kurgu bir senaryo söylemine getirmeye çalışıyor. Tabi bunları görebilmek için siyasi akıl lazım da işte, neyseeee!!!


  5. Güzel kardeşim, bak çok hakaret ediyorsun. Alaylı yazıyorsun. üslubun iyi değil. Neyse, bu yanınla idare ederiz artık.

     

    Şu meclisi feshetme maddesini yazar mısın? Sırayla gidiyorum. Bütün yazdıklarına tek tek cevap vereceğim. Ama sıra atlama yok. O maddeyi yazmanı bekliyorum.


  6. İdrak, evet oyu kullandım diyorsun ama öyle bir yazıyorsun ki, bal gibi hayır oyu kullandım diye bağırıyor ruh halin. Aklın karışık. Dağıtmışsın. Sen maddeleri hiç okumadın. okusaydın konuşurduk.

     

    Meclisi feshetme onda filan... Allah aşkına oku şu maddeleri. Bütçe denetleme filan, o ne ya... Yahu sen ne yapıyorsun, gerçekten garip. Savaşa girme... Bak sen!!! Seçim kararı da var. Demek öyle. Ya ne olursun oku şu maddeleri!!!

     

    Ampul filan... Ampule çarpacak eller filan... Oh suyundan koy, hakaret de o biçim.

     

    Ezbere konuşma. Mesela meclisi feshetme maddesini yazar mısın? Buyur, bekliyorum.


  7. Belli ki hayır verdiniz. Bunun için sizi yargılamak istemiyorum. O sizin tercihiniz. Bütün terör örgütleri ve batı ülkeleri hayır için bütün mesailerini ortaya koydukları halde, siz de kendinize göre bazı gerekçeler ile hareket etmiş olabilirsiniz. Gerekçelerinizi okuduğumda, bazılarında da sizi samimi olarak görebilirim. Muhalefetin kimlerle iş tuttukları da gözler önüne serildi, bu da ayrı mesele tabi

     

    Oyladığımız şey konuşulmalı dediniz. Buyrun o zaman...


  8. Her seçim böyle muhabbetler her zaman oluyor. Tecrübe ile sabit. Seçimler oldu. Yüzde 51 evet çıktı. Netice bu.

     

    Duygusallık ve mesnet... Buna katılmam mümkün değil. Evet, olaya böyle yaklaşan mutlaka vardır. Ama bunu bütün evet seçmenine yüklemen hiç doğru bir düşünce değil.

     

    Sen hayır verdin galiba. Olabilir. Seni tenzih ederim ama hayırcıların durumu da ortada. Hayır verenler tabiki terörist değil. Ama teröristler hayır dedi. Bunu anlamayacak ne var ki. Ben sana böyle deyince seni terörist mi yapmış oluyorum şimdi. Bütün Avrupa birleşti hayır için. Bu bir gerçek değil mi?

     

    Ayrıca 18 maddeyi okudun mu? Bunu da merak ediyorum doğrusu...


  9. '' Bir albüm karıştırıyorum. Bir aile albümü... Baş sahifesinde, bütün sahifeyi doldurucu, aile reisinin portresi... Burunu, fotoğraf kartını delip dışarıya sarkmış denecek kadar iri ve sivri... Adeta çehrenin öbür uzuvları bu şahane buruna vezirlik vazifesinde... Çehrede, bazı açıkgözlülük izlerinden başka hiçbir düşünce çizgisi yok... Bu resime ilk bakışta insanın 'bu da kim; Mahmutpaşa çarşısı çığırtkanlarından biri mi?' diyeceği geliyor.''

     

    Hadi bakalım :)


  10. MEVLİD KANDİLİ BİDATMİDİR- İhsan ŞENOCAK

    Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
    Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
    Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1] Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
    Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
    İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.
    MEVLİD
    İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2] buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur.
    Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
    Allah Resulü’nün Viladeti
    Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur.
    Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5].
    Mevlidin İçeriği
    Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder.
    Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
    Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.
    Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
    Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
    Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
    İbn Teymiyye
    Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
    Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir.
    İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
    Mevlid Bidat İlişkisi
    Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.
    Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7] , “Her bidat delalettir.”[8]
    Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
    İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
    Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” [9] Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10].
    Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.
    Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
    Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11].
    İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
    Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
    Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmektedirler[12].
    Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
    Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.
    Tarihi Arkaplan
    Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilmesinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidlerde çeşitli etkinlikler düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi.
    Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidlerde yanında büyük alim ve sufileri de bulunduran Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13].
    Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerden oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi. Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14].
    Deliller
    Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiselerle yaşadığı zamanı irtibatlandırır, hadiselerin muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudilerin oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15].
    Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetlerle olur.[16] Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetlerle Allah’a şükrederek ihya etmektedirler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün viladetinin tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedir. Fakat şükrün ifasını gerektiren ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
    Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.
    Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalleri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmektedir.
    Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedir: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyle; yalnız bunlarla sevinsinler.[18]’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmelerini emretmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesini Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19] Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
    Mevlid İslam coğrafyasında uygulanan alimlerin güzel gördüğü, halkın benimsediği bir gelenektir. “Müslümanların güzel telakki ettiği Allah katında güzel, çirkin addettikleri ise çirkindir.[20]”
    Her pazartesi Ebu Leheb’in azabı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum müjdesi kendinse verildiğinde cariyesi Süveybe’yi azad etmesinden dolayı hafifler. Muhammed b. Nasıruddin ed-Dimeşki şöyle demektedir:
    [21]Kur’an’ın elleri kurusun diye zemmettiği ebedi cehennemlik o kafir;
    Ahmed’in doğumuna sevindi diye pazartesi günleri daha az azab görür.
    Ömür boyu Ahmed’le sevinen ve muvahhit olarak ölenin hali ise bir düşün nasıl olur.
    Hadis’i şerife göre Süveybe’yi azad ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in azabı hafifleyecekse viladetle sevinen Müslümanların sevap kazanmaları evleviyetle mümkündür.
    Suyutî, “mevlid ihtifallerinin esasını teşkil eden, toplanıp Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesi ve doğumu ile yeryüzünde meydana gelen harikuladeliklerle ilgili rivayetleri nakletmek ve sonrasında hazırlanan sofralarda ikram edilen yemekleri yiyip dağılmak, program sahibinin sevap kazanmasını sağlayan hayırlı ameliyeler cümlesindendir.” demektedir. Çünkü mevlidin gayesi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ta’zimde bulunmak ve doğumu sebebiyle oluşan mutluluğu açığa vurmaktır.[22]
    Mevlidin Muayyen Zamanı
    Mevlid her zaman ihya edilebilir. Her ne kadar muayyen bir zamanı olsa da Allah Resulü’nü anlamak için bir araya gelenler ya da ferdi olarak mevlidi ihya edenler mecur olacaktır. Çünkü mevlit bir ibadet olmadığından vakit dışında da akdedilebilir. Kişinin mecur olmasında esas, niyyettir. Bu durum düğün yemeğine davet edilen, fakat gününden önce tören yerine giden misafire benzer. Nasıl ki tören alanına erken giden konuk ev sahabi tarafından hüsnü kabul görüyorsa, ihtifal sahipleri de mevlidin sahibi tarafından makbul olur.
    Sonuç
    İslam eşyayı doğru okumayı emreder. Kabe’yi tavaf etmek, Safa-Merve’de sa’y etmek, şeytanı taşlamak belli mekanlarda akdedilen ve uzun bir tarihi geçmişi olan ibadetlerdir. Her biri bir anda defaatle yapılır. Tekrar, ibadetlerin gayelerini idrak etmeye katkıda bulunur. Kabe etrafında döndükçe ya da Safa Merve arasında sa’y ettikçe “hakikat” daha yakından tanınır ve mesaj daha net kavranır. Çünkü insan bir şeyi tanıyabildiği ölçüde tasavvur eder. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) de mevlid ile daha yakından tanınacaktır. Fakat bu günde yapılanları Kur’an-ı Kerim, naat, şemail, şiir okumak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi hayrî hizmetlerle sınırlı tutmak gerekir.
    Mevlid çerçevesinde yapılan gayri İslamî etkinlikleri gerekçe gösterip mevlidi inkar etmek ise, yılın diğer günlerinde işlenen haram ya da mekruhlardan dolayı yıl boyu yapılan amel-i salihlere sınırlama getirmek gibidir. Bu yüzden mücerred olarak mevlidin meşru olup olmadığını tartışmak akla ziyan bir ameliyedir.
    Dipnotlar:
    [1] Komisyon, Resâil fî Hükmi’l-İhtifâl bi’l-Mevlid, (İki cild halinde tab’ edilen eserde 7 risale vardır.) Riyad, 1997.
    [2] Hud(11): 120.
    [3] Muhammed Zahid Kevserî, Makâlâtu’l-Kevserî, Kahire, ty., s. 365.
    [4] Kevserî, a.g.e., s. 363-69.
    [5] Kevserî, a.g.e., s. 364.
    [6] Ahmed İbn Teymiyye, İktidau’s-Sıratı’l-Mustakîm, Riyad, 2003, s. 404-407.
    [7] Müslim, Akdiye, 8.
    [8] Müslim, Cumua, 13.
    [9] Ebû İshak İbrahim eş-Şâtıbî, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, I, 24.
    [10] Benzeri değerlendirmeler için bkz. Said Ramazan el-Butî, “Leyse Küllü cedidin Bida”, s. 150.
    [11] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
    [12] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
    [13] el-Mutîî, a.g.e., s. 47-48.
    [14] el-Mutîî, a.g.e., s. 49-52.
    [15] Buharî, Savm, 69; Müslim, Sıyam, 19.
    [16] el-Mutîî, a.g.e., s. 48.
    [17] Müslim, Sıyam, 1162.
    [18] Yunus(10): 58.
    [19] Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, III, 308.
    [20] İbn Mesud’a ait mevkuf hadis için bkz. Hakîm, Müstedrek, III, 78, h. NO: 4465.
    [21] Muhammed b. Alevî, Menhecü’s-Selef fî Fehmi’n-Nusus beyne’n-Nadar-i ve’t-Tatbîk, y.y., 1419, s. 390.
    [22] Muhammed Bahît el-Mutîî, Ahsanu’l-Kelam, Kahire, 1939, 48.


  11. Ebubekir Sifil




    Okuyucu soruyor:


    "? Evvela Hocam, içine bid'at karıştırmadan meşru ölçüler içinde Mevlid Kandili nasıl kutlanacaktır? Buna günümüzden örnekler verebilir misiniz? Ayrıca bu günün bu şekilde de olsa kutlandığına dair Peygamber (sav)'den nakledilen bir hadis, ya da sahabeden ve tabiundan bize bildirilen herhangi bir haber var mıdır?


    "Bir de hocam, kullanılan bid'at kavramının kelimenin sözlük anlamında kullanılmasından dolayı bu olaya meşruiyyet sağlar mı? Bid'at kavramının, sözlük anlamında kullanıldığı yerler, o yapılan işin aslının Kur'an ve Sünnet'te bulunmasından dolayı değil midir? Mesela, Kur'an'ın toplanması işi. Teravih namazı gibi. Kur'an'ın peygamber (sav) ölmeden önce bitmiş olsaydı o da öyle yapmayacak mıydı? Aynı örnek toplanması için de geçerli."


    Aynı sıra içinde cevaplayalım:


    1. İçine bid'at karıştırmadan, meşru ölçüler içinde bir Mevlid Kandili kutlaması bolca Kur'an okuyarak, Efendimiz (s.a.v)'e salavat getirerek, O'nu alemlere rahmet olarak gönderdiği için Allah Teala'ya hamd-ü sena ederek, O'nun gelişiyle insanlığın neler kazandığını ve O'nun diriltici soluğundan mahrum kalmakla neler kaybettiğini hatırlayarak ve hatırlatarak, insanları hayra teşvik ederek, sadaka ve infakta bulunmak suretiyle ihtiyaç sahiplerini sevindirerek? yapılabilir. Bu konuda Anadolu Gençlik Derneği yıllardır güzel bir örneklik sergilemektedir.


    2. Mevlid Kandili'nin Efendimiz (s.a.v) ve Selef zamanında kutlandığına dair herhangi bir nakil mevcut değildir. "Bid'at" nitelemesi de bu babda bu sebeple kullanılmaktadır.


    3. Burada "bid'at" kelimesinin sözlük anlamıyla kullanılmış olması bu olaya elbette tek başına bir meşruiyet sağlamaz. Herhangi bir bid'atin "bid'at-ı hasene" olarak tavsifi için olmazsa olmaz bir şart vardır: Şer'î nasslarla çatışma teşkil etmeyecek ve Şer'î kavaide uygunluk arz edecek. (Bu noktada konumuzla ilgili olarak bir de "kıyasa uygunluk" boyutu söz konusudur ki, biraz sonra değineceğim.) Şu halde bu iki unsuru bünyesinde barındıran her bid'at "bid'at-ı hasene"dir gibi bir tesbit yaparsak inşaallah yanlış olmaz.


    Mevlid Kandili kutlamaları Efendimiz (s.a.v) ve Selef döneminde rastlanmadığı halde neye dayanılarak "bid'at-ı hasene" diye nitelendirilmektedir? Bu soruya es-Süyûtî, biri İbn Hacer'e, diğeri kendisine ait olan iki tesbit ile cevap verir ki, Mevlid Kandili kutlamalarının istinad ettiği kıyasın aslını bu iki rivayet oluşturmaktadır:


    A. Efendimiz (s.a.v) Medine'ye hicret ettiğinde Yahudiler'in Muharrem ayının 10. (Aşure) gününde oruç tuttuğunu görmüştü. Bunu niye yaptıkları sorusuna Yahudiler'in verdiği cevap, Hz. Musa (a.s) liderliğinde Mısır'dan çıkarken Firavun ve ordusunun sulara gömülüşünün ve kendilerinin kurtuluşunun bu güne rastlaması sebebiyle bir şükran nişanesi olarak oruç tuttukları tarzındadır. Bilindiği gibi Efendimiz (s.a.v), "Biz Musa'ya sizden daha yakın ve evlayız" buyurmuş ve Ramazan orucu farz kılınana kadar bu orucu (bir-iki gün ilavesiyle) benimsemiş, daha doğrusu "sahiplenmiş"tir!1 Bu, belli bir olay sebebiyle belli bir günün Allah Teala'ya arz-ı hamd ve şükür için vesile ittihaz edilmesinin meşruiyetine delalet eder.


    B. Efendimiz (s.a.v), doğduğu zaman dedesi Abdülmuttalib tarafından kendisi için akika kurbanı kesildiği halde, bi'setten sonra kendisi için bir akika kurbanı daha kesmiştir.2 Bu da Efendimiz (s.a.v)'in, alemlere rahmet olarak gönderilişi sebebiyle bir şükür izharı anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla bizim de O'nun doğumu sebebiyle şükür ve sürur izharında bulunmamızda Şer'an bir sakınca olmamalıdır. Vallahu a'lem.


    1 el-Buhârî, "Savm, 68, "Fedâilu's-Sahâbe", 80?; Müslim, "Sıyâm", 127-8; Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 64?


    2 el-Bezzâr ve et-Taberânî rivayet etmiştir. et-Taberânî'nin senedi kavidir. Bkz. el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâid, IV, 94; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IX, 95. el-Mübârekfûrî'nin Tuhfetu'l-Ahvezî'de (V, 97) İbn Hacer'in bu rivayetin sadece zayıf isnadları hakkındaki değerlendirmesinin nakledildiğine dikkat edilmelidir!


  12. "HER BİD'AT DALALET MİDİR?"
    Ebubekir Sifil Hoca

    Soru;
    "(…) "Küllu bid'atin dalaleh ve küllu dalaletin finnar" hadisi şerifi var malum. Peki burada "küllü" (hepsi) kelimesi var iken bidatın hasenesi veya seyyiesi olur mu?"

    Cevap;
    Soruda Arapça okunuşu verilen "Her bid'at dalalettir ve her dalalet (sahibi) ateştedir" rivayetinin sahih bir hadisin bir bölümü olduğunu belirterek başlayalım. Muhtelif Hadis kaynaklarında Efendimiz (s.a.v)'in, bu sözü farklı bağlamlarda söylediği nakledilmektedir. Hepsinin ortak noktası, İslam'da sonradan ortaya konan (muhdes) söz, iş ve uygulamaların bid'at ve her bid'atın dalalet olduğudur. Buradan, Efendimiz (s.a.v)'in bu cümleyi farkl ortamlarda ve farklı siyak-sibak içinde ifade buyurduğu sonucunu çıkarabiliriz. (Rivayetin farklı varyantları için bkz. Müslim, "Cumu'a", 43; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 6; en-Nesâî "Iydeyn", 21; İbn Mâce, "İmân", 6-7; Ahmed b. Hanbel, III, 310, IV, 126; ed-Dârimî "Mukaddime", 16…)

    Konuyla ilgili rivayetlerin tamamını bir arada değerlendirmeye almazsak, ulemanın "bid'at ı hasene–bid'atı seyyie" ayrımının bu hadise açıkça aykırı olduğunu söylemek kaçınılmaz olur. O halde ulemanın bu ayrımını neye dayanarak yaptığını ortaya koyma durumundayız.

    Konuyla ilgili rivayetlerden birinde Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir "Bizim şu işimizde (din konusunda) ondan olmayan bir şey ihdas eden kimsenin bu amel merduttur." (el-Buhârî, "Sulh", 5; Müslim, "Akdıye", 17; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5-6; Ahmed b. Hanbel, VI, 240, 70…)

    Bu rivayeti hesaba katarak düşündüğümüzde, "dalalet" olarak tavsif edilen bid'atın, dinde bir asla dayanmayan, Şer'î kavaid ile çatışma halinde olan iş, söz, davranış ve uygulamalar anlattığı sonucuna ulaşırız. Zira rivayette, merdut olma özelliği, dinde bir asla dayanmama şartına bağlanmıştır.

    Öte yandan yine Efendimiz(s.a.v.)'in şöyle buyurduğu sabittir: "Kim iyi bir sünnet ihdas ederse (güzel bir çığır açarsa) onun sevabı ve onunla amel edenlerin sevabının misli – kendilerininkinden bir şey eksilmeksizin– ona verilir. Kim de kötü bir sünnet ihdas ederse (kötü bir çığır açarsa) onun günahı ve onunla amel edenlerin günahının misli – onlarınkinde bir azalma olmaksızın– kendisine yüklenir."(Müslim, "Zekât", 69, "İlm", 15; et Tirmizî, "İlm", 16; İbn Mâce, "İmân", 14; Ahmed b. Hanbel, II, 504, IV, 360-1…)

    Bu rivayet de, dinde sonradan ortaya konan her uygulama ve işin, sahibini ateşe götürücü bid'at olmadığını, bu özellikte olanların Kur'an, Sünnet ve Şer'î kavaid ile çelişen "kötü" çığırlar olduğunu ortaya koyan temel referanslardan birisidir.

    Kitap ve Sünnet'e uygun olarak ortaya konan bid'atların "bid'at-ı hasene", bunlara aykırı olanların ise "bid'at-ı seyyie" olduğunu söyleyenlerin başında İmam eş-Şâfi'î gelmektedir. (Bkz. Ebû Nu'aym, Hilyetu'l-Evliyâ, IX, 113) Ondan sonra da bu ayrım benimsenip paylaşılagelmiştir.

    Bu ayrımı reddetmenin pratik bir anlamı olmadığı gibi, böyle bir tavır, yukarıda naklettiğim türden rivayetlerle de muaraza teşkil eder. Selef döneminden itibaren güzel, faydalı, Din'de bir asla dayanan ve Kur'an ve Sünnet ile çelişki/çatışma arz etmeyen uygulamaların benimsenegeldiği, diğerlerinin de reddedildiği bir vakıadır.


  13. Üstat Necip Fazıl ''Vecdimin Penceresinden'' sesleniyor:

    ''Ey Müslüman, sana düşen nimetse sadece çile... Uyumamak ve düşünmeye memur olmak... Bu çile kapısından erişilecek dünyayı bilseydin, yatağını ve yorganını satardın!''

    Ya gönüllerin sultanı, Sultanlar Sultanı Peygamber Efendimizin (S.A.V) varisi Davud-i Tai Hazretleri... Bakın O veli ne demiş:

    ''Ekmeği çiğnemekle, tiriti içmek arasında elli ayet okuyacak zaman vardır. Öyle çiğnemesi uzun süren yiyeceği tercih etmem.''

    Bir başka veli Abdülkerim Kuşeyri Hazretleri bakın ne diyor:

    ''Vakit, insana galip ve hakim olan haldir.''

    Şimdi de büyük veli Ebu Ali Dekak Hazretlerini dinleyelim:

    ''Vakit, senin içinde olduğun haldir. Eğer sen, gönlünle dünyaya bağlı isen, senin vaktin dünyadır. Eğer ahirete bağlı isen, senin vaktin ahirettir. Eğer sevinç içinde isen, vaktin sevinç; üzüntü içinde isen, vaktin üzüntüdür.''

    Onlar, biricik sultanımız Peygamber Efendimizin (S.A.V) havuzundan beslenince, aynı hikmetleri farklı harflerle dile getiriyorlar. Gönüller bir dostlar, gönüller bir!

    Allah, Allah, Allah...

    • Like 1

  14. Mustafa İslamoğlu Kabir azabı ile ilgili bir soruya şöyle cevap veriyor: ''Kabir azabı meselesi biliyorsunuz halledilememiş bir mesele… Önce asıl: 1. Ahiret ğaybi bir meseledir. Dolayısıyla imana taalluk eder. Bir meselenin imana konu olması için delaleti ve sübutu kati nass olması şart. Kur'an'daki nasslar tev’il yoluyla konuyla irtibatlandırılmaktadır. Hadisler ise "kati nass" değildirler. Dolayısıyla bu mesele ne dinin özünü, ne de akaidi ilgilendirmektedir.''

     

     

     

     

    Mustafa İslamoğlu'na cevabı Ebubekir Sifil hoca vermiş:

     

    Kabir Azabı, Hadisler Ve İtikad

    Aziz dostum Mehmet Emin Akın hocanın eş-Şevkânî müdafaası meyanında el-Kevserî'ye yönelttiği tenkitleri tartışmaya inşaallah devam edeceğim.

    Yılın belli bir döneminde açıp devam ettirdiğimiz "Okuyucu Soruları" faslının uzaması, neredeyse bütün yazıları soruların cevabına hasretmemizi gerekli kılıyor. Özellikle geçen yıl bunun sıkıntısını birlikte yaşadık. Bu sakıncayı ortadan kaldırmak maksadıyla bu yıl, Pazar günlerini okuyucu sorularına tahsis etmeye çalışıyorum. Bugüne kadar ?birkaç istisna dışında? böyle götürdük. İnşaallah bu şekilde devam edecek.

    İstanbul'dan telefonla arayan bir kardeşim, bir internet sitesinde1 "kabir azabı" meselesi bağlamında hadislerin itikadda delil olmadığının söylendiğini belirterek hadis-itikad ilişkisini sordu. Kendisine telefonda kısa bir açıklama yapmaya çalıştım. Meselenin detayı aşağıdaki gibidir:

    Kabir azabı, mezkûr sitede söylendiği gibi "İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuş" değildir. İmam el-Eş'arî, kabir azabının Mu'tezile ve Havaric tarafından inkâr, İslam fırkalarının çoğunluğu tarafından ise kabul edildiğini söylemiştir.2

    Ancak bunun "alelıtlak" alınması doğru değildir. Zira mesela Mu'tezile arasında kabir azabının hak olduğunu kabul edenler bulunduğu, gerek kendi kaynaklarından, gerekse konuyla ilgili diğer eserlerden elde ettiğimiz kesin bir bilgidir.

    Kadı Abdülcebbâr, Ebu'l-Hüseyin el-Allâf ve Bişr b. el-Mu'temir'in, iman dairesinden çıkan kimselerin, iki nefha arasında azap göreceğini söylediğini kaydeder.3

    Mu'tezile'den Dırâr b. Amr, Bişr el-Merîsî, Yahya b. Kâmil ve benzeri kimseler kabir azabını inkâr etmişlerdir. el-Ka'bî, Ebû Ali el-Cübbâî ve oğlu Ebû Hâşim el-Cübbâî ve sair Mu'tezilîler kabir azabının hak olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile'den bir kısmı da keza kabir azabının hak olduğunu, ancak ölünün bunu kabirde değil, haşirde hissedeceğini söylemişlerdir. Onlara göre nasıl ki sarhoş veya baygın kimse, kendisine vurulduğunda acısını o anda değil de, o halinden uyandığında hissederse, ölü de böyledir. Bazı Mu'tezilîler de ruhun değil, cesedin kabirde azap göreceğini söylemiştir. 4

    Bu meyanda ez-Zemahşerî'nin konu hakkındaki net beyanları için 9/et-Tevbe, 101; 17/el-İsrâ, 75 ayetlerinin tefsiri esnasında söylediklerine bakılabilir. Yine o, 40/el-Mü'min, 46 ve 71/Nûh, 25 ayetlerini tefsir ederken kabir azabına delalet edebileceklerini belirtmiş ve fakat herhangi bir itiraz serd etmemiştir. Şu halde Mu'tezile'nin tamamının kabir azabını inkâr ettiğini söylemek doğru değildir.

    Haricîler'e gelince, özellikle "Hakem olayı"na katılanları, hakemleri, onların hükmüne razı olanları ve onları tekfir etmeyenleri tekfir ettikleri için, onlar kanalıyla gelmiş rivayetleri de reddetmişlerdir. Yani onların kabir azabını reddetmeleri, "kâfirler"(!) kanalıyla gelen rivayetleri kabul etmemeleri sebebiyledir. Kabir azabını inkâr eden başka bir İslam fırkasının varlığını bilmiyoruz. Şu halde

    1- Kabir azabının İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olduğunun söylenmesi isabetli değildir.

    2- İlgili ayetlerin doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediğinin söylenmesi isabetli değildir.

    3- Bundan çok daha önemlisi ise, sitede, hadislerin akaide konu olmayacağının söylenmesidir ki, bunu bu şekilde mutlak bir ifadeyle söyleyen bir İslam fırkası bilmiyoruz! Bu, ancak modern zamanlara mahsus "din telakkisi"nin sonucu olsa gerek!

    Ey Ümmet-i Muhammed! Nereye gidiyorsunuz?


  15. Akılları başa getirecek muhteşem bir yazı. Bu yazıyı okurken kendi nefsimizi düşünelim...

    İmam Rabbani Konuşsun, biz susalım:

    ''O kimse ki, en aşağılarda ve suça batmış, kötü huylu ve hâline mağrur, hiç alâkası yokken kemâl ve vuslata (ermeğe) tutkun, işi hep Allah’a isyan, ameli de daima üstün olanı bırakmak ve aşağıyı tutmaktır; ne yazık ona!..

    O kimse ki, halkın nazar ettiği yer olmak ister ve halkın nazar edeceği yeri harap eder; ne yazık ona!.. Himmeti dış perdeye bağlanmış, mâsivânın (Allahın gayri olan mahlûklar âleminin) yoldaşı olmuştur, sözü işine uymaz, hâli de hayal üzerine dayanır; ne yazık ona!..

    Bu vehim ve hayallerden ona ne fayda gelebilir ve böyle söz ve tavırlardan ona hangi kemâl yolu açılabilir? Daima vebal ve suç üzerinde olmak onun vaktinin verimi; anlayışsızlık ve sapıklık da sermayesidir.

    Bu seciye, fesat ve şirretliğin başlangıcı, zulüm ve isyanın kaynağıdır; ve bütün ayıpların yuvası ve bütün günahların toplandığı yer... Böylelerinin hayırları lanete layık ve iyilikleri red ve tard olunmaya müstahaktır.

    “-Nice Kur’an okuyucusu vardır ki, Kur’an onlara lânet okur!”

    Ve:

    “Nice oruçlular vardır ki, onlara oruçtan, yalnız susuzluk ve açlık zahmeti erişir.”

    Meâlindeki hadîsler, bu hâllerin adil şahitleridir.

    Sonunda hasret, pişmanlık ve dövünme, böyleleri içindir. Bunları istiğfarları, günahları gibi, belki onlardan daha şiddetli bir günah; tevbeleri de, isyanları gibi, belki onlardan daha şiddetli bir isyandır.

    Bunlar:

    “-Çirkinin yaptığı her şey çirkindir!”

    Ölçüsünün şaşmaz misalleridir.

    Mısra:

    “Buğdayı buğdaydan bekle; arpadan buğday olmaz.”

    Böyle olanın hastalığı kendi zatındandır. İlaç kabul etmez, dert aslîdir ve devası imkânsızdır. Zattan olan şey zattan ayrılmaz. Zenci, Habeşîden nasıl uzaklaşabilir ki, ikisi de aynı renktedirler.

    Allah ki, kudreti her şeye yeter, onlara zulmetmemiştir; belki kendilerine zulmeden yine kendileridir.

    Hayrın ta kendisi karşısında şerrin ta kendisi bulunmalıdır ki, iyiliğin hakikati belirsin... İnsanı terbiye eden Peygamberler Peygamberinin terbiyesinden geçenler olmalıdır ki, bu incelikler meydana çıksın...

    Her şeyin doğrusunu bilen, dönmek ve yönelmeye lâyık yolu gösteren, kendisine bağlı istikâmeti açan, Allah’tır. ''

    • Like 1

  16. ''Kur'an'da şefaat yoktur. Şefaat konusu modern dönem İslam araştırmalarında en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturmaktadır. "Kur'an İslamı" söyleminin ne kadar "Kur'anî" bir söylem olduğunu test etme imkânı sağlayacağı, aynı zamanda itikadî bir boyuta da sahip bulunduğu için bu meseleyi Kur'an merkezinde biraz detaylı olarak ele almakta fayda var.


    Evet, Kur'an'da şefaatin kabul edilmeyeceğini, (2/el-Bakara, 48, 123), fayda vermeyeceğini (74/el-Müddessir, 48), Allah Teala'dan başka dost ve şefaatçinin bulunmayacağını (6/el-En'âm, 51, 70; 32/es-Secde, 4; 39/ez-Zümer, 43) ifade eden ayetler mevcut olduğu gibi, esasen "şefaat" diye bir şeyin hiç söz konusu olmayacağını ifade eden ayetler de vardır (2/el-Bakara, 254).


    Ancak mesele bu kadarla sınırlı değildir. Burada işaret edilen ayetler mutlak ifadelidir ve başka ayetler tarafından takyid ve tefsir edilmiştir. Söz gelimi, şefaatin hiç söz konusu olmayacağını bildiren ayet, bu cümleden sonra okuyacağınız cümleler içinde işaret ve zikredilecek olan ayetler tarafından takyid ve tefsir edilmiştir. Bu demektir ki ahirette şefaat vardır ve fakat bir kısmı geçersizdir. ("Geçerli olan şefaat var mıdır?" sorusunun cevabını ise biraz daha aşağıda göreceğiz.)


    Yine bu çerçevede şefaatin fayda vermeyeceğini haber veren ayet, 36/Yâ-sîn, 23 ve 43/ez-Zuhruf, 86. ayetler tarafından tefsir edilmiştir. Buna göre şefaati fayda vermeyecek olanlar, Allah Teala dışında ilah edinilen varlıklardır. Dolayısıyla şefaate malik olmayanlar da bunlardır. Aynı şekilde şefaatin fayda vermemesi de mutlak değildir. Şefaat, belli bir kesim için fayda vermeyecektir. Kendileri için şefaatin fayda vermeyeceği kimselerin "inkârcılar ve zalimler" olduğunu, 7/el-A'râf, 51 vd.; 40/el-Mü'min, 18 gibi ayetlerden öğreniyoruz.


    Keza, Allah Teala'dan başka şefaatçinin bulunmadığını ifade eden ayetler de, bir kısım varlıklara diğerlerine şefaat etme konumu vermenin münhasıran Allah Teala'ya mahsus bir hüküm ve iş olduğu anlamındadır. Bunu, 39/ez-Zümer, 44. ayetin ifadesinden anlıyoruz.


    Bütün bunlar gösteriyor ki, ahirette "şefaat" diye bir şey söz konusu olacak ve fakat bir kısım şefaat talepleri ve beklentileri karşılıksız kalacaktır.


    Bu durum, şefaatin bir kısmının Allah Teala nezdinde geçerli/muteber olacağının tersinden anlatımıdır aynı zamanda. Bu gerçeği sadece bu durum değil, şefaatin fayda vereceğini doğrudan ifade eden ayetler de açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Peki bu nasıl olacaktır? Bu noktayla ilgili ayetleri üç grupta toplayabiliriz:


    1. Şefaatin Allah Teala izin verdikten sonra gerçekleşeceğini ifade eden ayetler: 2/el-Bakara, 255; 10/Yûnus, 3; 34/Sebe', 23 bunlardandır.


    Bu ayetler hakkında şöyle denebilir: "Bu ayetlerde sadece "şefaatin Allah Teala'nın iznine bağlı olduğu" haber verilmektedir. Söz konusu iznin verilip verilmeyeceği belli değildir. Dolayısıyla bu ayetlerden hareketle Kur'an'da şefaatin yer aldığı söylenemez."


    Ancak aşağıda işaret edilen ayetler böyle bir itirazın yerinde olmadığını göstermektedir:


    2. Şefaatin, sadece Allah Teala'nın şefaat etme izni vereceği varlıklarca yerine getirileceğini bildiren ayetler: 19/Meryem, 87; 20/Tâ/hâ, 109; 43/ez-Zuhruf, 86; 34/Sebe', 23. Bu son ayet, Allah Teala'nın şefaat yetkisi tanıdığı varlıkların şefaatinin fayda vereceğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Keza Meryem suresindeki ayet, şefaat edecek olanların, bunun için Allah Teala'dan söz aldıklarını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.


    3. Yalnızca Allah Teala'nın şefaat edilmesine rıza gösterdiği kimselere şefaat edilecektir. 21/el-Enbiyâ, 28 ve 53/en-Necm, 26. ayetleri bu durumu ifade etmektedir.


    Durum buyken, "Kur'an'da şefaat yoktur" demenin, önyargıdan ve kasıttan kaynaklanmıyorsa, cehaletten kaynaklanan bir çarpıtma olduğunu söylemek zorundayız?''


    (Ebubekir Sifil)


    • Like 2

  17. ''sahih hadis de olsa ahad haber hükmündedir yani mütevatir değildir.''

     

     

    Mümin böyle bir cümle kurmuş. Yani oldukça kapalı bir cümle... O yüzden bir kaç sorum olacak.

     

    Sahih hadis, Ahad haber ve mütevatir kavramları ne anlama geliyor. Mesela bir de manevi mütevatir var, bu ne anlama geliyor. Bunların birbirleri ile ilişkisi nedir? Zayıf hadis var bir de...

     

    Mesela ismi pek bilinmeyen bir sahabeden sadece bir/iki hadis rivayet edilirse, bu hadislerin durumu ne olur? 2. nesil bu 1 bilemedin 2 hadisi kitaplarına almışsa mesela...

     

    Bir misal üzerinden gidersek... Mustafa İslamoğlu Kabir azabı ile ilgili bir soruya şöyle cevap veriyor: ''Kabir azabı meselesi biliyorsunuz halledilememiş bir mesele… Önce asıl: 1. Ahiret ğaybi bir meseledir. Dolayısıyla imana taalluk eder. Bir meselenin imana konu olması için delaleti ve sübutu kati nass olması şart. Kur'an'daki nasslar tev’il yoluyla konuyla irtibatlandırılmaktadır. Hadisler ise "kati nass" değildirler. Dolayısıyla bu mesele ne dinin özünü, ne de akaidi ilgilendirmektedir.''

     

    Bu misal üzerinden gidersek, hadis ilmi ne der acaba? Yani böyle bir cevap, hadisi dinin içinde nasıl bir yere koyuyor. Sahih, mütevatir, ahad gibi kavramlar bu misal üzerinden hareket edersek neyi ifade ediyor?

     

    Bir de kabir azabı meselesi gerçekten halledilememiş bir mesele mi? İmam Gazali, İmam Rabbani, Abdulkadir Geylani gibi zirve şahsiyetler kabir azabının hakikat olduğunu yazdılar eserlerinde.

     

    Mustafa İslamoğlu ehlibeyt mezhebi diye bir kavram kullanıyor. Böyle bir mezhep var mı? Eğer ehlibeyt mezhebi varsa, ehli sünnet mezhepleri ne oluyor? Aralarında nasıl bir ihtilaf var? İslamoğlu elhibeyt mezhebi derken, şiayı mı ima ediyor acaba? Eğer öyleyse bu bir istismar değil mi?

     

    Adam yanımda ruh yoktur diyor. Bir başkası Allah ileriyi bilmez diyor. Kader anlayışları bir garip... Yahu islamoğlu'nun sırf kader ile alakalı neşrettiği bir tercüme var? Hele bir o kitaba bakın da görün kader anlayışını?

     

    İslamoğlu kabir azabı ile ilgili verdiği şu cevap da garip değil mi? İşte o cevap:"Eğer o kul sonsuz bir hayat yaşasaydı yine de küfründen dönmeyecekti. Bunu Allah bildiği için azabı sonsuz yaptı. Biliyorsunuz cehennemin sonluluğunu başta büyük sahabiler, İbn Teymiyye, İbn Arabi ve bir çok isim savunmuş, İbn Kayyım bu konuda Hadi'l-Ervah diye de bir kitap yazmıştır. Buna Kur'an'dan bazı âyetler de delil gösterilmiştir. Ne olur sanal ortamda halledilmesi mümkün olmayan böyle soruları e-posta ile sormayınız. Buna zamanım asla elvermez ve yine yarım kalır cevap.''

     

    Cehennemin sonluluğunu büyük sahabiler savunmuş diyor İslamoğlu. Bu cümleden ne anlamamız gerekiyor? Gerçekten cehennemin sonluluğu ne demek? Yani cehennem sonsuz olmayacak demek mi? Kimisi cennet ve cehennem sonsuz değildir der, kimisi de sadece cehennem sonsuz değildir der... Ehli sünnet de her ikisi için sonsuz der. Şimdi ne yapacağız?

     

    Bir de verilen cevaplarda İslamoğlu ne demek istiyor, anlayan var mı?

     

    Bir de kabir azabı ile ilgili gösterilen ayetlere tevil yolu ile elde edilmiş bilgiler diyen bu adamlar, Kuranı tefsir eden kitaplarında, meallerinde tevilsiz mi hareket ediyorlar? Fil olayını anlatırken, bir veba hastalığından söz edenler tevil yapmamış mı oluyorlar? Ya da onların böylesine bir tevili kabul ediliyorsa, bu iş nasıl oluyor?

     

    Ben derim ki, insanlarımız bu tip hocalardan uzak dursunlar. Doğrularla birlikte girecek olan yanlışları fark edemezler ve kendilerine yazık ederler. Sonra da mesela şefaati yok sayarlar. İşte şefaati yok saymak imani bir konu değil derseniz, öyle bile olsa şefaatten mahrum olmak başlı başına büyük bir ceza değil mi?

     

    Bize ehli sünnet alimleri yeter.


  18. Bişr Hafi...

    Tövbe etti ve erdi. Bir gece sarhoştu... Yolda üzerinde ''Bismillahirrahmanirrahman'' yazılı bir kağıt buldu, temizledi, güzel kokular sürdü ve evinin en güzel yerine astı. O gece rüyasında bir ses işitti: "Ya Bişr! Sen benim adımı güzel kokularla ağırladın.Benim ululuğum ve izzetim hakkı için ben de senin adını iki cihanda hoş kılacağım"

    Bakın Bişr Hafi ne diyor: "Ölümden korkanın gönlünde şek vardır. Mü'min olan ölümden korkmaz. Çünkü ölüm Hak Teala'ya ulaştırıcı olup mü'minin ondan kaçmaması lazımdır."

    Ya Necip Fazıl ne diyor? Bakın ne diyor:
    ''Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var
    Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var.''

    Yine diyor ki:
    ''Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber;
    Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber?''

    Yine diyor ki:
    ''O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner,
    Azrail'e "hoşgeldin" diyebilmekte hüner!''

    Yine diyor ki:
    ''Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun
    Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun''

    Farklı zamanlarda yaşadılar ama gönülleri bir... Allah'ım, ey Allah'ım, gönlümüzü Müslüman gönlü yap. Bize Nasuh Tövbesi nasip eyle. Allah'ım, Allah...

    • Like 1

  19. Abi ben sizi umreye götürecektim. Dalmışsınız dünya telaşesine. Aklınız fikriniz para iş güç olmuş. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışıp mal mülk peşinde yapmadık kötülük komuyosunuz. Dedim şunları mukaddes beldenin ikliminde arındırayım biraz da az bi insan olsunlar, bu ne yahu dedim. Ondan düğün müğün ayağına sizi kandırdım. Nasılsa pasaportlar, vizeler hazır. Bu saatten sonra 'düğün yoksa gelmem' demezsiniz herhalde?

    (Ahahaha Arap şeyhine damat mı yolluyosun abi beni napıyosun ya?)

     

    Aha da rüya ters çıktı. Ben demedim size, size demedim mi ben???

×
×
  • Create New...