Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. Mesele kendini kaybetmek...

    Ama bu alelade bir kaybetmek değil...

    Öyle bir kaybediş ki; gerçeği buluş ise noktalanacak bir kaybediş...

    Ademoğlu kendini kaybettiği ân, kendini bulacaktır...

    Ortada kendi namına bir zerrecik bir şey görmese de...

    Ve sonra da Dost'ların ulaştığı makam...

    Gören; O... Tutan; O... Yürüyen; O... Ve de konuşan; O azze ve celle...

    Benim gibiler için en büyük saadet; bir Dost'un kapısına bağlı kalmaktır...

    Bulduk...

    Mevlâ kaybedilenlerden eylemesin...

     

    Ruhunuza afiyet...

    Alakalı veya değil...

    Düşündürdü...

    Muhabbetle...

     

    "anlamak yok çoçuğum, anlar gibi olmak var;

    akıl için son tavır, saçlarını yolmak var"

     

    Üstad ne güzel açıklamış meseleyi...


  2. Her şey; O'ndan...

    Ve her şey de; O...

    O'ndan olmayan ne var.?..

    O'nun dışında bir şey mi var?...

     

    Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına ise bir meyil duydum. Bir gün huzurlarındaydım. 'Şehirde ne haber var?' diye sordular. 'İki türlü haber var' dedim ve izah ettim: 'Şeyh Zeynuddin ve yakınları der ki (Heme ez ost-Her şey ondandır)... Seyyid Kaasım ve bağlıları ise derler ki (Heme ost-Her şey odur); ya siz ne dersiniz?' Başını eğdi ve 'şeyh Zeynuddinliler doğru söylüyor!' dedi. Ve hak verdiği tarafı kuvvetlendirmek için delil göstermeye başladı. Gördüm ki, delilleri Seyyid Kaasım ve bağlılarının iddiasını kuvvetlendirmekte... Dedim ki: 'Sizin Zeynuddinlileri haklı çıkarmak için ortaya koyduğunuz deliller asıl karşı tarafı haklı çıkarıyor!' Yine kuvvetli delillerle karşı çıktılar. Fakat yine öbür tarafı gerçekleştirmiş oldular. Anladım ki, maksatları, batında Seyyid Kaasım ve taraftarları gibi düşünüp, zahirde Zeynuddin ve etrafı gibi görünmekmiş...

     

     

    Yukarıdaki bölüm Necip Fazıl'ın Başbuğ Velilerden 33 eserinden... Şehirden haber veren zatta Hace Ubeydullah Ahrar Taşkendi hazretleri.


  3. "Ötesi olmayan köy"den kasıt; ölümdür...(Dünya hayatını ruhsuz olarak yaşamış ve bu hayata bütünü ile maddî pencereden bakmış ve hayatını böylece noktalamış olan bedbahtlar için kabir de ayrıldıkları dünya itibari 'ötesi olmayan köy'dür... Dünyaperestler için dünyadaki son durak...)

     

    Ve "Geri dönüşsüz firkat" da yine ölümdür... (Ruhsuz(!) zevatın ölümü ile başlayacakları hakîki hayattan bir bölüm olan (kabir hayatı) artık maddî hayata bir daha asla (O dilemedikçe) açılamaz bir kilit vurmaktadır. Bu cihetle ölüm; nasibsizler için bir daha dünya hayatına dönemeyecekleri kesin bir ayrılık ve kat'i bir vedâdır...)

     

    Ötenin ötesi cehennem. Tabi ki inanmayanlar penceresinden bakınca, onlara dünyanın ötesi yok. Ne var ki, bu dünyadan ayrıldıklarında da, onlara hakikat gösterilir. Bir daha dünyaya dönmek isterler ama, nafile...

    İnamayanları yine onların penceresinden bakarak rezil etmenin güzel bir örneğini sunmuşunuz. Teşekkürler...


  4. Zikir meclislerinde Allah’ı hakkıyla zikredenler

     

     

    Cüneyd Bağdadỉ’ye sordular:

     

    – Tasavvuf nedir?

     

    Allah’ın, seni sende öldürmesi ve kendisiyle ihya etmesi…

     

    Bendeniz işsiz ve bu vaziyetin ıstırabını çeken bir öğretmen adayıyım. Beynimi pörsümüş gibi hissettiğim böylesi zamanlarda büyük bir karamsarlığa düşerim. Hayat benim için tam bir çıkmaz sokak olur, iş için başvurduğum mercilerden elim boş döndüğünde. Yine böyle bir günün üstüme yüklediği ağırlığın ıstırabıyla evin yolunu tuttum. Bir dolmuşa bindim ve cam kenarına oturdum. Gözümün önünde tersinden resmigeçit yapan bir şehir curcunası; Araba hareket halinde… Beynimde, daima istikbalime dair endişe odak noktası… Derken, bir zaman sonra, yol kenarında topraktan çıkmak istermişçesine dalgalanan otların o ısrarlı hareketleri beni kendime getirdi… Sanki derin bir uykudan uyandım; resmigeçit yapan o şehir curcunasını ve hatta o an sabit mekânımı oluşturan dolmuşun içini ve yolcuları bir hortum içine çekti de, etrafımda eşyadan ve canlıdan hiçbir iz kalmadı. Öyle bir hal ki, kendimi bile unuttum o an ve sadece odaklandığım endişelerimle ve ıstırabımla var oldum. Endişelerime ve ıstırabıma büründüm… Bir hal, bir hal, tarifi imkânsız bir hal… Dolmuştan indim ve bu esrarlı vaziyetin hayretiyle deniz kenarında bir oturağa oturdum. Tefekkür halindeyim… Demek böyle oluyormuş yokluk… Demek böyle oluyormuş uğrunda yokluğa karıştığın mevcutla varlık… Yok oldum; ne anne ve baba, ne kardeş, ne eş dost, ne dünya ve ne ben, ıstırabımla var oldum. Zikir ve esrar… Şimdi daha iyi anlıyorum hakkıyla Allah’ın ismini zikredenlerin mürşidinde yok olup, Allah ile var olmalarını. Kendi heveslerinden geçip O’nun boyasıyla boyanmak, dünyayı O’nun gözüyle seyretmek, demek böyle bir şey… Dünyalık olsa da, bir an için odaklandığım endişe ve ıstırabımdan uyandığımda, sırf bu esrarlı hali bir daha yaşayabilmek uğruna nelerimi vermezdim ki... Evet, bu Esralı halin bana düşündürdükleri bunlarken, bir şeyi daha fark ettim:

     

    Bu bir haldir ve gaye bu değildir. Gaye O…

     

    Zikir meclislerinde Allah’ı hakkıyla zikredenler, sizi daha iyi anlıyorum. Mutlak varlığı dilinizden kalbinize indiriyorsunuz ve varlık içinde yokluğa karışıyorsunuz; varlığı Mutlak Var’da buluyorsunuz. Böyle bir makamda insanın şuurunu yitirmemesi ancak, Allah dostlarına mahsus olsa gerek. İşte ilim bu!


  5.  

    Üstat Fazıl

     

     

     

     

     

     

     

    Aman üstat! Bu ne dünya, ne dünya?

     

    Hayat dediği zanla insan güya,

     

    Gülüp oynar, sanki mesut bir rüya;

     

    Ruhlar dipsiz kuyuya, beşer aya…

     

     

     

    Kandillere katrandır gece çile;

     

    Beyin zarında çatlak, büyük hile…

     

    Ense köküne balyoz darbesiyle,

     

    Beyninin yırtıkları ve nafile…

     

     

     

    Zamanın pençesinde üstat asi,

     

    Çivi çaktı, bakışıyla Arvasi;

     

    Öksüz kalmış davaya eşsiz vasi,

     

    Çatlasın Babıâli ve hamasi!

     

     

    Mukaddes yüke hamal üstat Fazıl;

     

    Kahpe düşman: Artık çizil ve yazıl!

     

    Yekûnu tırmaladı onda akıl;

     

    Kaba softa çekemez asla tek kıl!

     

     

     

    Aman efendim aman, sana bendim;

     

    Sana bağlı, sana mıhlı kemendim!

     

    Ejderha gecelerde, mühürlendim;

     

    Fikriyat cümbüşünde nur yüklendim!

     

     

    Bu şiir, Forumun gerçekleştirdiği yarışmada üçüncü oldu. Dereceye girebilen tek şiir... 'Üstad'a ' şiirinin de dereceye gireceğine eminim lakin, o yarışma böyle bir şiirden mahrum kaldı. İç dünyanızdan esen bu satırlar için teşekkürler.


  6. Evet; başını mukaddes bir davaya adamış insan öyle bir siyasi tedbir dehasına sahip olacaktır ki, bir kapının önünden geçerken içerden ihtiyar bir kadının çıkıp 'oğlum, fenalaşıyorum, elimden tut!' diyerek onu içeriye çekebileceğini ve o evin de bir kerhane olabileceğini hesap etmeye kadar varacaktır. Yahut bir bankadan 100liralık havalesini çekerken bir müşterinin '1000 liramı çaldılar!' diye haykırması üzerine hemen oracıkta işe el koyan polisin 1000 lirayı onun cebinden çıkaracağına kadar hayalini işletecektir

     

    Necip Fazıl Kısakürek

     

    Yorumsuz...


  7. Bir Gençlik, Bir Gençlik, Bir Gençlik

     

     

    Olan olmuş!.. Ne olduysa olmuş; çilesiz, meseleleri muhasebe ve murakabeden yoksun bir nesil peydahlanmış. Öyle korkunç dertleri var ki, hiçbir devrede görülmemiş çile: Tam bir çilesizlik…

     

    ‘Ne olmuş, hangi sebepten olmuş, nasıl olmuş, ne oluyor?..’ Önümüze serilen seküler yaşam tarzının perdelediği bu soruların her biri, teker teker cevaplarını bekliyor.

     

    Öyle bir gençlik istiyorum ki;

     

    Çelik kazan içerisinde güneş ışığından mahrum kalmış ve artık kurtlanmış suyu, kazan cidarlarının çatlayacağı son haddine kadar buharlaştırır gibi; beynimi içtimai, iktisadi, ahlaki; topyekûn dünya ve ahiret muhasebe ve murakabe ocağına atıp, kafatasımı çatlatıncaya kadar buharlaştıran bir gençlik…

     

    Öyle bir gençlik istiyorum ki;

     

    Topraktan fışkırmış, çağlar geçtikçe toprağa kök salmış, köklerinden yaprağının en uç noktasına değin toprak kokan bir çam ağacının yapraklarına asılmış Noel süslerini andıran günümüz gençliğine musallat köksüz, çilesiz kavramları, talihsiz ve mahzun çam ağcından en ince ayarlı cımbızla söküp, kökleri vasıtasıyla topraktan aldığı ruhu yapraklarına ileten ve bu ruhla yeşillenen ve bu ruhla dünyaya ve kendine nizam veren bir gençlik…

     

    Öyle bir gençlik istiyorum ki;

     

    Güneşin, ayın, yıldızların, bulutların, yağmurun, nebat ve hayvanların, topyekun âlemin belli başlı bir yörüngeye bağlı nizam ahengi ile, ötelerden gelme emir ve yasaklar dairesi içinde devletini kurmuş ve bu devlet içerisinde maddeyi ve manayı yerli yerine oturtmuş ve böylece adalet mekanizmasını kurmuş, bir gülü dahi güneşin yakıcı ışığından korur gibi, gayeye erdirici nizamını küfrün oklarından koruyucu kılıcını Hak emrine vermiş bir gençlik…

     

    Öyle bir gençlik istiyorum ki;

     

    Bütün dünyaya ‘İhtilal nasıl yapılır?’ sualinin cevabını veren bir gençlik…


  8. Atatürk, Kin ve Ötesi...

    Tarihin derinliklerinde kalmış böylesi bir mevzuu hakkında hüküm sahibi olabilmek için yakın tarihi çok iyi bilmek lazım, belgeleriyle... Esasında etrafımızdaki olup bitenleri ve olmakta devam edenleri hislerimizi kullanarak şöyle bir süzdüğümüzde her şey ayan beyan; o kadar ayan ki, işte o yüzden fikir ağlarına çarpmıyor. Anlayamıyoruz hakikatleri... Bir oyundur gidiyor, tarih sayfalarında hadiseler...

    Vahdeddin, 19 Mayıs, Erzurum Kongresi... Sahi Sivas'ta yapılacak olan kongre Erzurum'da niye yapılmak istendi Veyahut Karabekir'in yapmak istediği neydi? Mesela aklıma şöyle bir sual geldi: 1. Dünya Savaşını İttifaklar kazansaydı, Dünya ülkelerindeki rejim ne olurdu; daha önemlisi sömürge ülkelerin rejimleri?.. Japonya atom bombasını yediği andan itibaren, dünya üzerinde esen demokrasi hamlesi, Cumhuriyet olan ülkemizde sonradan mı uygulanmaya başladı, göstermelik de olsa?.. Hatırlayın; çok partili sisteme nasıl geçtik, bir çok denemeden sonra... Lozan hakında bildiklerimiz gerçeklerden mi, bilmediğimiz maddeleri de var mı Lozan'ın?.. Atatürk İnönü ilişkileri hakkında ne kadar bilgimiz var? 1.meclis ve 2.meclis üyeleri arasında dağlar kadar fark var; peki bu vaziyet niye böyle?.. Bu topraklar Ezana 18 yıl hasret yaşadı; Şimdi başörtüsü zulmü günümüz versiyonu deği mi bu hüzünlü hasretin. Sahi hiç adalet mekanizmasının nasıl işlediğini, bir anayasa kitapçığında okudunuz mu? Arşivlerin tozlu raflarında öylece bekliyordur bu belgeler. Yabancı ülkelerin arşivlerinde de tabi... Benim fikrim hislerim; hislerimi destekleyecek belgeler muhtemelen tozlu raflarda olduğundan, bu sualler bende bir vehim...

    İş Atatürk'ü yermek ve övmek değildir, hakkı yerine koymaktır ve adalet budur.


  9. elbette haklısınız...yalnız benim demek istediğim de şu:

    bizlere hazıra alışmışız..her öğün yemek önümüze gelsin istiyoruz..gelen yemeği de eleştirmeden yiyoruz...tuzu eksik ya da fazla diyen yok..hal böyle olunca ne aşçılar değişiyor ne de garsonlar...vs..

    kime sorsanız her konu hakkında herkesin bir fikri vardır...fakat akabinde şöyle sorsanız yüzde doksanlık bir kesimin cevabı aynı olur....soru şu: peki bu fikre nasıl sahip oldunuz? cevap:benim dayığoğlu böyle anlatmıştı bikeresinde bana,onun başına gelmiş,bilmem hangi siyasetçi zaten böyle dedi,bizim arkadaşlar var onlar çok iyi bilirler bu kon ularaı onlardan şey ettim....falan filan.....

    çok basit bir örnek vereceğim...geçen gün biri bana nihat genç'in bir kitabını önerdi..nihat genç'i çok iyi tanımıyorum..sadece bir iki yazısını net oratmında okudum ve bir iki videosunu seyrettim...ve benim seyrettiğim videolar ve okuduklarım o an için öfkelenmeme çok kızmama sebep olmuştu...arkadaş tavsiye edince tamam dedim okuyacağım...ve kitabı ogün almak için teşebbüste bulundum...çünkü biliyorum ki,benim seyrettiklerim ya da okuduğum iki satır nihat genç'i bana anlatamaz..bütünün bir parçası...henüz kitaplarını okumadım..okuyayım,biraz daha araştırayım,ondan sonra öfkemi kusabilirm,ya da iyiki zamanında öfkemi yutmuşum diyebilirim...anlık dolduruşlara geliyoruz...bu çok tehlikeli...

     

    velhasıl kelam,mevzuya dönersek,bediüzzaman said nursi'nin alimliği tartışılmamalı bile...ha risalei okursunuz ya da okumazsınız,buna kimse bir şey söyleyemez...fakat okumadan da bilgi sahibi olamazsınız,yorum da yapamazsınız...hepiniz zülfü livaneli'yi bilirsiniz..aşağıda onun bir yazısı var...ben yazıyı okuduktan sonra şöyle düşünmüştüm,davası çok daha farklı olan bir insan,bizim denilen(ki aslında herkesin) kitapları okurken,bizler kendi içimizde savaşıyoruz...ve ne zman ki kendi içimizdeki bu savaş biter,ondan sonra bir şey yoluna girmeye başlar...

    Zülfü Livaneli'nin yazısı:

     

    Bir yaz tatilinde Ilgın'a (Konya'nın bir ilçesi, kendisi de aslen oralı) gitmiştik.

    Her Anadolu kasabası gibi Ilgın'ın ortasında da büyük bir park vardı.

    Bir öğleden sonra o parkta otururken yanıma iki genç yaklaştı. Ilgınlı üniversite öğrencileriydi bunlar. Uzaktan tanıyordum. Müzikten söz açtılar, benim müzikle uğraştığımı ve kitaplara çok meraklı olduğumu duymuşlardı. Acaba bana bir-iki tane kitap verseler okur muydum?

    Ne kitabı olduğunu sordum. Benim sanat yoluyla insanlığa yardım etme ve mutlu bir insan yaratma ideallerime çok yakın kitaplar olduğunu söylediler. Yazan kişinin adı Said Nursi'ydi. Bediüzzaman diye de anılıyordu. Said Nursi, büyük bir bunalıma girmiş insanlığa yardım için bu kitapları yazmıştı.

    O gün bana birkaç Risale-i Nur verdiler, bir de "Asa-yı Musa" adlı bir kitap vardı. Hemen eve döndüm ve Tarkovski'nin gölgeli ormanlarını andıran kavaklıkta yere uzanıp bu kitapları okumaya koyuldum. Çok ilginç ve ateşli bir üslupla yazılmıştı ve yazarın bambaşka bir Türkçe anlayışı vardı.

    Doğrusu kitaplarda bir edebiyat tadı bulmuştum. Öylesine hırslı ve kuvvetli bir üsluptu ki ister istemez etkileniyordunuz. İlkokul yıllarımda dedemin sıkı dini eğitiminden geçmiş olduğum için terminolojisi bana yabancı değildi.

    İlk okuduğum bölüm kader kavramıyla ilgiliydi. Eğer insanoğlunun kaderi alnına yazılmışsa, uğraşmasına ne gerek vardı? O zaman insanoğlunun işlediği günahın da, sevabın da sorumluluğu Allah'a ait değil miydi? Bbu beni müthiş ilgilendirmişti. Çünkü hem "varoluşçuluk felsefesi"nin temel sorusuydu, hem de Balzac aynı soruyu öğretmenine sormuştu.

    Said Nursi adlı yazarın yorumu ve cevabı ilginçti: Ay tutulmasını örnek gösteriyordu. İnsanlar, ayın hangi tarih ve saatte tutulacağını bilirdi, ama bu bilgi insanların ay tutulmasına neden olduğu anlamına gelmezdi. Ay, kendi kurallarına tabi olduğu disiplin gereğince tutulurdu ama biz bunu önceden bilirdik.

    Kader de aynı biçimdeydi. İnsanlığın kaderi kendi davranışlarına bağlıydı. Ne var ki bu, Allah katında önceden bilinirdi. Alın yazısı denilen şey buydu.

    Bu bölümü okuduktan sonra kayalıktaki ince esintide gözlerimi kapatım düşündüm. Bu kitapları yazan, ne kadar zeki bir kişiydi. Balzac'la Kierkegeard'la, Camus ile polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyordu ve doğrusu çok mantıklı bir cevap veriyordu.

    O gece bana verilen bütün Said Nursi kitaplarını okudum. İrade-i külliye ve irade-i cüziye bölümünü de, benim cevap aradığım birçok soruyu aydınlatıyordu.

    Ertesi gün öğrencilerle yine buluştuk. Kitapları çok beğendiğimi söyledim. Sevindiler ve bana yeni kitaplar verdiler. Onları da okudum.

    O yaz, Said Nursi'nin kitapları ve düşünceleri epeyce ilgilendirdi beni...

     

    Aktüel

     

    Eyvallah...


  10. kafası karışanlar belli....hayatında ne risale okumuş ne fethullah gülenin kitaplarını okumuş,ordan burdan iki tane densizin lafına kanmış,kraldan çok kralcılar...işte kafası karışanlar....bu dediğim sadece bu mevzu için geçerli değil....her konuda bu böyle...bir yazarı,bir düşünürü,adı her ne ise onu okursunuz,beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz...ama siz okuduğunuz zaman bir fikriniz oluşur...oysa birçoğunun yaptığı şu:

    vay efendim gözünün üstünde senin kaşın varmış,öyle diyorlar..sen bunu nasıl izah edeceksin,utanmaz !!!

    şeklinde ortalığı hepten bulandırmak...yahu kardeşim,namaz kılmayın deniyor da ne zaman deniyr?içkiliyklen yaklaşmayacaksın di mi??haaa işteeee aynen böyle....buna montaj denir tabiri caizse....kırpıp biçme olayları....ordan iki kelime burdan bi cümle,al sana etiket..yapıştır yapıştırabildiğin yere...ama dikkat edeceksin,yoksa ALLAH muhafaza ayağı bir kayıverirse insanın fena...fillahı olmayan fena.....

     

    Kardeşim, bazı insanlar gerçekten bu tür şeylere inanmış olabilirler ama, bize düşen, onlara durumu bıkmadan anlatmak... Kraldan çok kralcı gibi tabirlerle yüklendiğimiz insanlar da, bu kadar fesatçının olduğu bir ortamda yanılabilirler. Doğrusu bu yüce dinin değişmez usullerini yerine getiren dindarlarımız da var içlerinde... Bu yüzden kendi içimizdeki tartışmalarda bu tür ifadelerle birbirimizi kırmamamız lazım, yoksa fikirlerinin özüne katılıyorum, zaten... İnan bu fikirde insanlar etrafımda pek çok var, dini görevlerini de yerine getirmeye çelışan insanlar... Ama bu türden fikirlerle müslümanlar enerjilerini içte bitiriyorlar... Tamamen temiz duygularla Said Nursi de, Abdulhamit'e karşıydı; M.Akif'de... Edebiyat mahkemeleri'nde de bu mvzuu geçer... Bu insanlara diyebilir miyiz ki, o tabirleri, asla... Niyetleri belli... Ha Said Nursi'ye isnat edilenler art niyetli ama, art niyetlilere aldananlar da bizden... Demek istediğim bu...


  11. 1-Forumda F.G. hakkında konuşmak yasak, eğer F.G. hakkındaki içimdekileri yazarsam büyük tartışma çıkar 3- F.G. konusunu kapatın....

     

    Burada da mı yasak, burada da mı yasak... Dinsizleri bile konuşurken F.G ni niye konuşmayalım? Hayret ki ne hayret!!! Yahu sen, o cemaattenmisin yoksa...

     

    Site yöneticilerine sesleniyorum, Bu adam kim böyle, emir verircesine konuşuyor? Hangi konuyu tartışacağımıza bu mu karar verecek?


  12. Necip Fazıl ve Said Nursi... Mevzuu bu... Üstad Necip Fazıl'ın bu mevzuu hakkındaki fikri kabulümdür. Ancak ulusalcılarla başka cemaata mensup kişiler dinler arası dialog bahsiyle Said Nursi'yi ve Gülen'i acımasızca eleştiriyorlar. Kastamonu Lehikasında birtakım parçalar göstererek kendilerine kanıt sağlıyorlar, güya... Bektaşi fıkraları gibi yani... Ama yine de kafa karıştırıcılğı görevini yerine getiremiyorlar, diyemem. Etrafımda bunlara inananlarla birlikte inamayanlar da var. Üstad Fazıl, yazılarında, böylesi iddialara değinmedi veyahut nur cemaatine isnat edilen şeyler koca bir yalan... Fikriniz...


  13. Güneşin doğmasına 1 saat kala, yorganımızı teperek kalktık. Gecenin bu en geç saatinde sükut bir horultu sesi vermektedir. Gafletten silkelendik ve temizliğimizi başından sonuna kadar tamamladık. Giyinsek daha iyi olur; ama temiz pijamayla da işimizi görebiliriz. Mezhebimizde, Şafiinin aksine, çoraplısı çıplak ayaktan daha faziletlidir. Odamız tertemiz... Seccadeyi temizin üstüne en temiz olarak yere serdik ve böylece ibadet sahamızı en titiz temizlik çerçevesiyle sınır içine almış olduk. Seccademizin şekilsiz, nakışsız, ziynetsiz, kirleri ifşa edecek renkte olması daha makbul... İpek olmamalı...Üzerinde cami ve kabe resimleri ve haça benzer nakışlar buluan ve ister istemez gözü cezbeden seccadelerden de kaçınmalı... secde yeri işaretli seccadenin ayak ucandayız. Tavrımız dimdik, askari bir ihtiram ifadesi...Başımız eğik, belimiz bükük ve ayaklarımız çarpık değil... Ayak parmakları Kıbleye doğru ve ayaklar birbirinden 4 parmak açık... Gözümüz secde yerinde ve kollarımız iki yana sarkık vaziyette... 5 defadan az olmamak şartiyle istiğfar (estağfirullah)... Ve açık, tabii sesle, yanımızdaki bir adamın işitebileceği tonda, kamet... Ezan okumuyoruz, çünkü camiinde ezan okunan bir semtte, mescit dışı münferit, hatta toplu namaz kılınırken ezana lüzum olmadığını biliyoruz. Sadece kamet... Ve niyetle içiçe tekbir... Eller kulaklara doğru kalkarken niyet ve tekbir (Allahü Ekber)... Niyet içten, tekbir açık ses... Baş parmaklar kulak yumuşaklarını değmiş ve namaz başlamıştır. Tekbirde avuçların kıbleyi kaybetmemesi gerek... Ellerimizi indirdik ve göbek altında bağladık. Sağ el solun üstünde ve baş ve serçe parmaklarıyla sol bileği kavramış biçimde (Kıyam)... Üç parmak üstte... Çok yavaş sesle 'Sübhaneke'... Peşinden 'Euzü Besmele' ve hemen arkasından 'Fatiha' Süresi... Sonunda İçten 'Amin'... Ve peşinden, Besmelesiz ek bir süre veya çık kısa olmayan bir, yahut sırasıyla bir kaç ayet... Okuduk... Ellerimizi iki yana salıverirken 'Allahü Ekber' diyerek eğilme vaziyetine geçtik (Rüku)... Ellerimizi diz kapaklarımıza yapıştırdık... Sırtımız yere muvazi; ve ne kabarık, ne de yere doğru kapanık... 'Semi Allahü limen hamide' diye doğruluş... Durak... Ayakta ve içten 'Rabbenalekelhamd'... 'Allahü Ekber' ve dizlere dayanarak secdeye varış (Sücud)... İki diz veya evvela sağ ve hemen sol diz konur yere... Ellerin önceden yeri bulmasıyla, baş, iki el arasında mevkiini bulur. Böyle yaptık ve ellerimizi iki yana ne fazla açarak ne de başa yapıştırarak bir iki parmak mesafeyle dışarıda bıraktık...Vücut tabii uzunluğunda ve karın ne yere çok yakın, ne de çok yukarıda... Alın ve burun yere değik... Ve içten üç kere 'Sübhane Rabbiyel-ala'... 'Allahü Ekber'... Doğruluş ve oturuş... Sağ ayak, kıbleye çevrili parmakları üstünde bükük, sol ayak üst kısmıyla yatık... Eller dizlerde ve parmaklar hafif açık... En mühim durak yeri... Aynı sesle 'Allhü Ekber' ve ikinci defa secde... Birincinin tekrarı 'Allhü Ekber' ve dizlere dayanarak ayağa kalkış... birinci rekat tamam... İlk rekatın aynen tekrarı... 'Fatiha'nın başında 'eüzu' yok; sade besmele... Süre eki değişik... Aynen ilk rekattaki gibi rüku ve sücut ve ikinci secdeden 'Allahü Ekber' diye kalkarken bu defa oturma (kaade)... 'Ettahiyat okunur, Şehadet getirilir, Şehadette 'la ilahe' sağ elin şehadet parmağı kaldırılıp 'illalah'da şiddetle indirilip, peşinden salavat, tek ayetlik dua (Rabbena atina)... İki rekatlı namaz son bulmuştur. Bitişi mühürlemek lazımdır. Selam... 'Essalamü aleyküm ve Rahmetullah' denilerek, baş evvela sağa ve oradan aynı lafızla ve hafif şekilde sola çevrilir. Namazımız nihayet bulmuştur. Avuçlarla yüz sığanır ve namaz sonrası sünnet dualarını geçilir.

     

    N.Fazıl KISAKÜREK


  14. //edit: İlgili mesaj kaldırılmıştır./reyhan//

     

    İstediğim kitaplar elime geçti. Teşekkür ediyorum. Allah razı olsun. İnşallah, hayırlara vesile olurlar...

     

    Eh be kardeşim... Daha yazının sonunu bekleyemeden diyecekdim ki:

    Hayret ki ne hayret!.. Kitaplar hemde muhteşem bir paket halinde ve Reyhan kardeşimin vasıtasıyla bana ulaştı. Söylediklerinize inanmak imkansız, diye...

    Neyse ki, şakaymış yahu...


  15. Kavramlar, Kavramlar, Kavramlar…

     

     

    Kavramlar, kavramlar, kavramlar… Son iki yüz yıldır başımıza musallat olan kavramlar… Ruhi muhtevasına vasıl olamadığımız ancak, satıh üstü satıh bir bilgi seviyesinde anladığımız kavramlar… Tanzimat’tan beri başımıza musallat olan hangi kavramın içini doldurabildik? Ah üstün çile ve tefekkür…

     

    İşte bu kavramlardan biri de, Milliyet… Sadece bir kelime…

     

    Üstat necip Fazıl’ın tabiri aynen şöyle:

     

    Milliyet, ruh birliği keyfiyetine ait İslami bir mefhumdur.

     

    Milliyet ırki mi, ruhi mi?

     

    Açalım;

     

    Kavram olarak Milliyet, ırk temeline mi, ruh birliğine mi dayalı?

     

    Suratlara hakikat diye çarpmak gerekir ki, milliyet, ruh birliğine dayalı bir mefhumdur ve ‘Osmanlı’daki karşılığı ‘Ümmet’ bilincidir.

     

    Elbette ki biz, toprağı, milleti, kültürü olan bir devletiz. Ancak bütün bu değerler, bir üst kimliğin kendi aralarındaki farklılıklarıdır. Kaldı ki Müslümanlar bu üst kimliğe, hiçbir zerresini feda etmeyecek şekilde bağlıdır.

     

    Farklı farklı kavimlerdeniz ancak, bir milletiz. Türk, Arap, Kürt, Laz… Bu kavimleri Tevhit potası altında erittiğinizde bir millet doğar. İslam Milleti…

     

    Bizdeki çeyrek aydınların kullandığı bu kavram, böylesi ham yobazların dünyasına ‘Fransız İhtilali’nden sonra girdi ve aslıyla bize ait olan millet kavramını ırki sığlığına kadar düşürdüler. Üstelik batılıların öz bünyelerine has çilesini anlamadan…

     

    Hâsılı;

     

    Batıyı ve onu bugünlere getiren dönemlerini, Amerika’yı ve başıboşluğunu, Rusya’yı, Orta Asya’ı, Arap yarım adasını, uzak doğuyu, topyekûn dünyayı anlayıp, kendimize ait çözümü yine kendimizde aramalıyız. Öz cevherimizi koruyarak çürümüş sorunlarımıza çare arayacak iktisadi, içtimai, ferdi, ahlaki değerlerimizi öz köküne bağlıyan muhasebe ve murakabeye girişmeliyiz.

     

    Topyekûn zaman ve mekânı kapsayan, maddeyi nakış nakış işlememizi ve ona hâkim olmamızı isteyen, maddeye mana elbisesini giydirip, ötelerden haber veren, ırkımıza, rengimize, zenginliğimize, fakirliğimize göre değil, kalplerimize göre hüküm veren bir dinin bağlılarıyız. Mademki böylesine bir mefkûrenin bağlılarıyız; o zaman hayatımıza giren bütün kavram ve eylemlere İslam elbisesini giydirmeliyiz.

     

    Son söz Üstat Necip Fazıl’dan:

     

    Tanzimat hamlesi, batının madde dünyası üzerindeki nakışlarını, bu nakışları vücuda getiren ruhtan ve onun oluş seyrinden habersiz, sığların sığı bir hareketti; ve dünyalar arası hiçbir muhasebe ve murakabeye girişmediği için, ideal getirici olmak şöyle dursun, ideal götürücü, mevcut ve pörsük ideali büsbütün kaybettirici oldu.’


  16. Cemil Meriç'in bu eserini ben de okudum 2 yıl kadar önce , ama bana biraz ağır gelmişti. Okuduğum dönem itibariyle mi yoksa bendeki bilgi yetersizliği nedeniyle mi , tam olarak bilemiyorum eseri yeteri kadar anladığımı söyleyemem...

     

    Eserin anlaşılması biraz zor... Şöyle ki, mevzuuyu toplu halde değil de, oldukça geniş alanı kapsayacak şekilde ele almış. Medeniyet ve Umran kelimelerini ve aralarındaki o ince farkı çok iyi yakalamış yazar. Kültür, medeniyet ilişkisine değinmiş... Medeniyet kavramının tarihsel gelişimini ve bizde bu kavrama neden uygarlık dendiğini açıklamaya çalışmış.

    Bu arada şunu da laf arasında belirtmek isterim; Cemil Meriç bu eserde (Muhammed) Abduh'u eleştirir gibi yazdı. Elmalılı M.Hamdi Yazır da bir esrinde (Muhammed) Abduh'a bazı noktalarda katılmamaktadır. Necip Fazıl'ın bu mevzuu hakkındaki görüşü de malumunuz... Mehmet Akif ise Abduh'u kendisine rehber edinmekte neredeyse. Mustafa İslamoğlu da Abduh'u savunur. Afgani ve Abduh mevzuunda, alimlerimiz arasında bir ihtilaf vardır. Galiba işin püf noktası tasavvuf...


  17. üstad buram buram milligörüş kokuyor o şuur ile beslendiği belli mekanı cennet olsun

     

    Kardeşim, bu mevzuuda sana katılmıyorum. Milli Görüşten kastın Erbakan'sa eğer, derimki bir yanlışın var. Necip Fazıl'ın önerdiği kişilerin sayısını 50 diye hatırlıyorum.

    Necip Fazıl'ın Milli görüşcüleri eleştirdiği nokta, o zamanlar bu mukaddes davanın ince noktalarını düşünemeleri. Bunu Üstad'ın Erbakan'a mektubundan anlıyoruz.

    Büyük doğu ideali, başlı başına bir idealdir... Neyse mevzuunun yeri burası değil...


  18. Radyodan ve televizyondan Ecevit'i dinleyenler sorardı:

    'Bu adam Ne konuşuyor?'

    Değme babayiğiy tercümesini yapamazdı... Akşam yatar, sabah kalktığında bir sürü kelime, 'sözcük' üretirdi...

    Olanak-olasılık-yaşam-yanıt-sorun-zorun-edimsel-içerik-ödün ve daha bir yığın ibe saba gelmez yenilikler...

     

    Abdürrahim Karakoç/Vakit 22 OCAK 2008

     

    Not: Tam yerine rast geldi, manzara koydum...

×
×
  • Create New...