Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. insan ahmak olmaya görsün, işte sonuç...

     

    Hazreti Muaviye'nin (r.a.) safı da bizim safımız, Hazreti Hüseyin'in (r.a.) safı da bizim safımız. Bir şunu anlayamadılar gerçi Hayrettin Karaman gibi sözde otoriteler "ben Muaviyeyi sevmem" dediği müddetçe daha çok insanı Hazreti Muaviye'ye (r.a.) düşman ederler.

     

    Ayrıca adamdaki düşünce özrüne bak "hür bin yezid" diyor. yani yine yezidin oğlusun, Muaviye (r.a.) ın kardeşisin. bu kadarını bile düşünmekten acizler fikir namına konuşuyorlar ya, sosyal medyanın en kötü tarafı bu olsa gerek.


  2. Serdar Demirel güzel tespitlerde bulunmuş. İran kazansın Ümmet kaybetse de olur

    İran, “Büyük Şeytan Amerika” ile nükleer anlaşma yaptı. Şaşırdık mı? Hayır. Hizbullah İngiltere üzerinden ABD ile görüşüyormuş. Şaşırmalı mıyız? Hayır.
    Niye şaşırmamamız gerektiğini izah sadedinde biraz yakın tarihte neler yaşandığını hatırlatalım.

    1979 yılında “İran İslâm Cumhuriyeti” kurulduğunda Şiî dünya kadar Sünni dünya da heyacanlanmış, büyük umutlar beslemişti. Osmanlı sonrası dünya Müslümanlarını koruyup kollayacak bir devlet ortaya çıkıyor umuduydu bu. İran’ın Şiî kimliği, anayasasını Şiîlik esaslarına göre yapması da fazla önemsenmedi. Bunu önemseyenler ise dışlandı.

    İlk büyük hayâl kırıklığı Suriye’de yaşanacaktı. Devrimden 3 yıl sonra, önemli ölçüde de İran Devrimi’nin mesajının etkisiyle Suriye İhvanı ayaklandı. Baba Esed Hama’da bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı.

    Baas rejimi 30 bin Sünniyi katlettiğinde İran bunu destekledi. Yenilir yutulur bir destek değildi bu. Ama Devrim’in yaşaması için geniş Sünni kitleler bunu sineye çekmek zorunda kalacaklardı.

    Afganistan’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan Ermenistan savaşında İran’ın yanlış yerde durması hep tevil edildi. Afganistan’da Taliban hükümetini ve Irak’ta Saddam rejimini yıkan ABD nasıl oluyorsa İran’ın muhaliflerini bertaraf ederek neredeyse onu bölgenin hâkimi kılıyordu. Afganistan’dan başlayan ve Lübnan’a kadar uzanan Şiî hilali ABD olmadan kurulamazdı.

    Mânidar olan Ümmet’in kaybettiği yerlerde İran’ın hep kazanmasıydı.

    İran’ın hiç mi sevapları yoktu? Vardı elbette. Başta da Filistin davası. Ancak Filistin meselesi de yukarıda değindiğim kabullenilemez gelişmelerin üstünü örtmeye, Müslüman sokakların kalbini kazanmaya sebep oluyordu. İsrail’e karşı diklenmenin bedeli İran’ın bölgedeki nüfuzunu kabullenmek oluyordu.

    Arap Baharı başladığında Suriye halkı siyasi sistemde reform yapılması talebiyle sokaklara çıktı. Baas rejimi yine katliamlar yapmaya başladı. İran, emperyalizmin bir oyunu bahanesiyle mukavemete karşı çıktı. Tarih bir daha tekerrür etti. Sonra Esed rejimi yıkılmaya doğru hızla ilerleyince bilfiil müdahale etti ve rejimi kurtardı.

    Önce oradaki varlığını inkâr etti. Hizbullah da inkâr ediyordu. Muhaliflerin yakalayıp teşhir ettiği İranlı ve Hizbullahçı askerler, masum sivil “Hacılar!” diye geçiştirildi. Başarılı bir algı çalışmasından sonra orada olduklarını deklare ettiler. Mukavemet hattı iddiası her şeyi mübahlaştıran bir manivelaydı.
    İran ve Hizbullah “Tekfirci El Kaide”’ye karşı savaştıklarını iddia ediyor, Batı’ya düşmanımız ortak diyorlardı. Hâlbuki Esed katliam yapana kadar orada El Kaide falan yoktu.

    Şimdi “Büyük Şeytan”la anlaştı. Biz şaşırmadık. Ne diyelim, hayırlı olsun! Suriye halkı buna feda olsun! Peki biz neden şaşırmadık?

    Tarihte kurulmuş Şiî devletlerin İslâmî fetihlerde yeri nedir? Bu devletlerin İslâm toprakları Moğol ve Haçlı işgalleriyle yüz yüze kaldığında tavrı ne olmuştur? İşgalcilere karşı direnişte Şiî uleması nasıl tavır takınmıştır? Bu soruların cevabının peşine düştüğünüzde belki siz de fazla şaşırmayacaksınız.

    İran’ın “Büyük Şeytan” ile kavgası başından beri ideolojik kılıf giydirilmiş bir çıkar kavgasıydı. Eğer ABD İran Devrimi’nin emperyal taleplerini kendi talepleriyle örtüştürebilseydi karşı karşıya gelmezdi.

    İran’ın ulus devlet çıkarları uğruna emperyalist Rusya ve Çin’le Müslümanların aleyhine işbirliği yapmasını sınırsız toleransla karşılayanlar elbette ki “En Büyük Şeytan”la yaptığı anlaşmayı da büyük bir başarı olarak vereceklerdir. Ne de olsa isminin arkasında “İslâm Cumhuriyeti” yazıyor...

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/62486/iran-kazansin-ummet-kaybetse-de-olur.html

     


  3. sayın mümin;

     

    yukarıdaki takvim alıntısı olan yazıların kaynağı Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) ' nun "Dualar ve Zikirler" kitabıdır (Erkam Yayınevi). Bu "Dualar ve Zikirler" adlı eser bende mevcut açtım baktım ancak Safer Ayı ile ilgili kısımda herhangi bir hadisi şerife atıf görmedim.

     

    elimdeki diğer Hadisi Şerif kitaplarına (Rudani(Büyük Hadis Külliyatı), İmam Nevevi(Riyazus Salihin), Sahihi Buhari (1 cilt)) ve konu ile alakalı olabilecek siyer ve fıkıh kitaplarına göz gezdirdim bu kaynaklarda da bulamadım.

     

    öncelikli olarak şu hususa vurgu yapmakta fayda var. Hadis hocanıza sormanızı istirham ederim, şu anda toplam kaç tane hadisi şerif metni var elimizde? Benim bildiğim 30bin-60bin arası. Hanbeli Mezhebinin öncüsü İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri hakkında "senetleriyle beraber 300bin den fazla hadisi hıfzetmişti.yine rivayetlerde 1 milyon hadis ezberlediği rivayet edilir"(Mezhepler Tarihi/M.Necati Bursalı) ibaresi bu tip kitaplarda geçmektedir. İmamı Azam Hazretleri de hadis hafızıydı yani 100binden fazla hadisi rivayet zincirleri ile birlikte ezbere bilirdi.

     

    yani demek istediğim şudur, birkaç hadis kitabı karıştırıp "ben böyle bir hususa rastlamadım" demek günümüzde ilim adamlığı değildir.

     

    ayrıca Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri gibi son devrin yetiştidiği müstesna bir zatın eserinde geçmesi bence safer ayı bahsi noktasında son derece yeterli bir durumdur.

     

    bir de şu husus var tabi...

     

    Allah dostu zatlar eserlerini ne şekilde kaleme alırlardı...

     

    bunun en mükemmel örneğini Konyamızın Hadim ilçesinde metfun bulunan, ve fakirin de kabrini bir kaç defa ziyaret etme bahtiyarlığına erdiği Muhammed Hadimi Hazretleri'nin hayatında görebiliriz.

     

     

    Hâdimî hazretleri talebelere ders vermenin yanısıra, insanların hidâyete gelmesine, İslâm ahlâkını ve hukûkunu öğrenmesine vesîle olmak için çok çalıştı. Pekçok kitap yazdı. Bu eserlerden, İmâm-ı Birgivî hazretlerinin Tarîkat-ı Muhammediye isimli kitâbına yaptığı şerhi çok kıymetlidir. Bu şerhe Berîka ismini vermiştir. Muhtelif târihlerde sık sık basılmıştır.

    Muhammed Hâdimî hazretleri, eserlerine aldığı hadîs-i şerîflerin, sahih olup olmadığını iyice araştırırdı. Eğer şüphelenirse, bizzat Peygamber efendimizden sorup öğrenirdi. Medîne-i münevverede, Ravda-i mutahhera harem ağalığı vazîfesini yapan Beşir Ağa, bu mevzûu şöyle anlattı: “İstanbul’a gelmiştim. Pâdişâh Birinci Mahmûd Han, Harem-i şerîften mâlûmât almak için beni huzûruna çağırmıştı. Hâl hatır sorduktan sonra; “Haremeyn-i şerîfeynde nelere muttalî oldun?” diye suâl ettiler. Ben de gördüklerimi şöyle anlattım: “Hayretle gördüğüm hâdiselerden biri şudur: Ravda-i mutahherada (Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerinde) gece temizlik yapmak için çalışıyordum. Gece yarısına doğru Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah efendimizle görüşmek için geldiği Cibrîl kapısı birden açıldı. Bu saatte gelen kimdir? diye kapıya koştum. Sakallı, nûr yüzlü biri ile karşılaştım. Bana selâm verdi. Selamı aldım ve; “Hoşgeldiniz efendim.” dedim. Bana, gâyet sessiz bir şekilde cevap verdikten sonra, Peygamber efendimizin mübârek kabrinin ayak ucuna doğru gitti. Arkasından bakakalmıştım. Orada bir müddet bekledi. Kabr-i şerîfe karşı bâzı şeyler söyledi. Çok dikkat etmeme rağmen anlayamadım. İşi bitince arka arka giderek huzurdan ayrıldı. Çok merâk etmiştim. Yanıma geldiğinde büyük bir edeple; “Siz kimsiniz ve nerelisiniz?” diye sordum. O da; “İsmim Muhammed, Diyâr-ı Rûm’danım. Hâdim’de ikâmet ediyorum.” dedi. Bu gece yarısı ziyâretinizin hikmeti nedir?” diye suâl edince de; “İmâm-ı Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediye isimli kitabını şerh ediyorum. Bir hadîs-i şerîfin sahih olup olmadığında şüpheye düştüm. Hemen gelip gördüğünüz gibi, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerinde, bunu suâl eyledim. Sahih olduğu buyruldu.” dedi.

    Ondan sonraki günlerde yine aynı saatlerde zaman zaman geldi. Geldiğinde odama götürür kısa bir süre de olsa sohbet ederdik. Artık onunla dost olmuştuk.”

    Beşir Ağanın konuşmasını hayretle dinleyen Pâdişâh Birinci Mahmûd, Hâdim’e bir haberci göndererek, Muhammed Hâdimî’yi İstanbul’a dâvet etti. Dâvetnâmeyi bizzât Konya Vâlisi Ali Paşa, Hâdim’e giderek takdim etti. O geldiği gün, Pâdişâh ona simâ olarak çok benzeyen birkaç kimseyi daha saraya getirtti. Maksadı Beşir Ağayı imtihân etmekti. Beşir Ağayı da huzûruna çağırdı. Müsâfirlerin huzûra gelmesi bildirildi. Biraz sonra Muhammed Hâdimî ve ona çok benzeyenler odaya girdiler. Beşir Ağa, girenlerin arasından Muhammed Hâdimî’yi göstererek; “Bahsettiğim zât işte budur.” dedi. Birinci Mahmûd Han, Hâdimî hazretlerine çok iltifât edip ihsânlarda bulundu.

     

    daha detaylı bilgi için;

     

    http://evliyaikiram.wordpress.com/h/hadimi-muhammed-bin-mustafa/

     

    Not:Allah dostlarının eserleri üzerinde de utanmadan kalem oynatanlar olduğu da malumdur. Buna da dikkat etmek lazımdır!

    • Like 1

  4. İhsan Şenocak Hoca'ya Seyyid Kutub ile ilgili görüşlerinden dolayı katılmıyorum. Gereken açıklamayı Ebubekir Sifil Hoca çok güzel bir biçimde yapmış, Allah razı olsun kendisinden.

     

    Özet:İlla ki tefsir okuyacaksak kıymetli ehli sünnet alimlerinin asırları aydınlatan eserleri varken, bu Müslümanlar Seyyid kutub'un tefsirine mi kaldı? Çok merak ediyorum, Beyzavi Tefsirinde(Kadı Beyzavi), Tefsiri Kebirde(Fahreddini Razi), Ruhul Beyanda(İsmail Hakkı Bursevi), Ebusuud Tefsirinde( Şeyhülislam Ebusuud Efendi),vs,... olmayıp da Seyyid Kutub'un Fizilalil Kuranında olan ne???

     

    Yıllarca Müslümanları Seyyid Kutub'un Fizilalil Kuranı ile, Mevdudi'nin Tefhumuli Kuranına yönlendirdiler, Herkesin evine ikisinden birisini, öyle ya da böyle soktular. Neyse...

     

    Tekrardan Ebubekir Sifil Hocaya teşekkür ederim...

     

    ayrıca bu videolardan haberdar olmamızı sağlayan mütereddid kardeşime de teşekkür ederim.

    • Like 1

  5. "Vatan Haini Değil Vatan Dostu Vahdettin" adlı Üstadın eseri, gençliğin hakkı en fazla yenmiş olan atalarımızdan Sultan Vahdettin'i daha iyi tanımaları ve anlamalarına hiç şüphesiz büyük katkı sağlayacaktır.

     

    -Sultan Vahdettin Han, kendisini korumakla görevli olan yaklaşık 800 kişiden oluşan maiyeti hassa birliklerini, Ayasofya Camii'nin müdafası için görevlendirmiştir.

     

    -Sultan Vahdetin Han, 1300 küsür süredir Müslümanların dini lideri konumunda olan halifelik müessesesinin korunması adına öz yurdundan gurbet ellere gitmek zorunda kalmıştır.

     

    -Sultan Vahdettin Han, İtalya'nın San Remo şehrine yerleşmişken, İtalya Kralı elçiler göndererek, İtalyada istediği sarayda maiyetiyle birlikte bütün masrafları karşılanmak kaydıyla kalabileceği teklif edilmiş ancak Müslümanların halifesi sıfatına sahip sultan Vahdettin, Müslümanların halifesinin gayrımüslimlerden yardım almasının uygun olmayacağını belirterek teklifi reddetmiştir. Yanındakilerin "Sultanım, herhalde mutfağınızda bir baş kuru soğan bile kalmadığınızdan haberiniz vardır" şeklindeki sitemkar sözlerine, "yanımda kalma mecburiyetiniz bulunmamaktadır" şeklinde mukabelede bulunmuştur.

     

    -İstanbuldan ayrılmadan önce, okumak için ödünç aldığı kitabı saray kütüphanesine makbuz karşılığında iade etmiştir.

     

    -Elinin altında bütün Osmanlı hazineleri olduğu halde hiçbirine tenezzül etmemiştir.

     

    -Vefat ettiği zaman yastığının altından alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıkmıştır.

     

    -Tarihte tabutuna haciz konulan tek hükümdardır. (Koskoca Osmanlı bunu hakedecek ne yaptı?)

     

    .......................................

     

    netice-i kelam tam bir vatanperverdi. Mekanı cennet olsun, Allahu Teala rahmetiyle muamele eylesin inşallah.

     

    Türbesi Şamdadır, Aşağıdaki linkten mezarını görebilirsiniz, ruhuna el-Fatiha...

     

    http://www.youtube.com/watch?v=0_WipbsIRO4


  6. necip fazılın ve osman yükselin aralarında geçen diyaloglar çok enteresan. genelde ikilinin bize yansıyan diyaloglarında mizahi yön ağır basıyor. İkisinden de Allah razı olsun, kalemleriyle, fikirleriyle yıllarca savaştılar, yeri geldi zindanlara düştüler, sıkıntı çektiler, bütün bunların yanında birbirlerine takılmadan da yapamadılar.

     

    Rahmetle anıyoruz...

    • Like 1

  7. Hazreti Ebubekiri (ra) Peygamber Efendimiz (sav) hayattayken işaret etmişti. Malumunuzdur ki Peygamber Efendimiz (sav), hastalığı ağırlaştığında mescide gidememiş ve yerine imam olarak Hazreti Ebubekir (ra) ı tayin etmiştir. Bu çok önemli bir işaret.

     

    Şu anda dünyada İslam ülkesi yok ki şurayı tanıyan çıksın! Şimdi dünyada Müslüman ülkeler dahi uygulamıyor diye de şurayı rafa kaldıracak da değiliz. Dünyada şeriatın tatbik edildiği son ülke Osmanlıydı onu da içerden ve dışardan elbirliği ile yıktılar. Osmanlıdan günümüze iri ufaklı 60 küsür Müslüman devlet kuruldu ve günümüzde de devam ediyorlar ancak tam anlamıyla şeriatın hakim olduğu bir devlet yok. Suudi Arabistanta durum kısmen tatbikattan öteye geçmemektedir.

     

    Şeriatle yönetim demokrasiden daha efdal olurdu ama daha âlâ olur muydu onu da bilemeyiz.

     

    bu sözünüze cevaben derim ki; hem efdal olurdu hem de âlâ olurdu. aksi nasıl düşünülür. İşte Osmanlımızın yönetimi ortadayken, düşmanları bile hayran hayran Osmanlıyı anlamaya çalışırken böyle bir sualin sorulabilmesini bile kabul etmek tarafımdan zor. İşte şanlı tarih, Osmanlı derim daha da bir şey diyemem.

     

    Çünkü artık göründü ki tüm islam ülkelerinde amirlerin başka tebaanın başka islamı var.

     

    Müslüman ülkelerin çoğunun başlarında dediğiniz gibi belli amaçlara hizmet eden adamlar var, ancak bu hep böyle mi gidecek? Mevcut durum böyle diye biz değerlerimizden vaz mı geçeceğiz? Katılmıyorum. Belki bugün değil ama günü geldiğinde bahsini ettiğimizi yaşıyor olacağız inşallah.

    • Like 1

  8. Sayın mümin;

     

    elfaza önem veririz çünkü elfazla alakalı islam alimlerimiz "Elfazı Küfr" diye müstakil kitaplar bile kaleme almışlardır.Bir Müslüman ağzından çıkan söze ehemmiyet vermelidir, bir kelimeyle "kelime-i şehadet" İslama girilir Allah muhafaza bir kelimeyle daire-i İslamın dışına çıkılır. Her söz, her terim, her ifade Müslüman için tahlile değerdir, Müslümanın ezbere, düşünmeden, tefekkür etmeden, her kelimeyi alabildiğine kullanabilme lüksü de yoktur.

     

    asıl konumuza gelirsek;

     

    Hz. Osman'ın (ra) halife seçilmesinde görev alan şura kimlerden oluşuyordu. Hazreti Ömer (ra) vefat ederken kendisine oğlunu halife yapalım teklifinde bulunduklarında "Hayır" diyor, "O ancak halifeyi tayin edecek şurada bulunabilir". Aşere-i mübeşşere dediğimiz cennetle müjdelenen 10 sahabeden hayatta olanlar ve Hazreti Ömer (ra) ın oğlu bu şurayı oluşturmaktaydı. Bahsi geçen şura alelade, sıradan insanlardan oluşmuyordu. Bir kere neden buna demokrasi örneği diyoruz. Demokrasiyi tanımlayanlar seçim noktasında bu durum İslamda olan şura seçimine benzemektir diye bir ifade kullanır mı hiç? Bu durum demokraside olduğu için İslamda yok, islamın kendisinde olduğu için İslamda var. Şura seçimi dünyada "demokrasi" diye bir tanımlama yapılmamış olsaydı, olmayacak mıydı? Elbette olacaktı çünkü şura sistemi, öz be öz İslamın uyguladığı bir metottur, İslamın metodudur.

     

    Bir anda şura ile topyekün halkı aynı kefeye koydunuz. Üstadın kitaplarında demokrasinin değerlendirilmesi yapılırken, Koskoca İmamı Gazali Hazretlerinin reyiyle, sıradan bir vatandaşın reyinin aynı olduğunu ve bunun hakikati bulmada yanıltıcı olacağını belirttiğini defaatle okumuşumdur.

     

    "Yani bir kaç kişinin müşterek karar alması. Yönetilenler de yöneticilerini seçmek istiyorlar."

     

    demişsiniz ancak mantıksal olarak kusurlu geldi bana. Hem birkaç kişinin müşterek kararı derken şuraya hem de yönetilenler derken topyekün halk kavramına atıfta bulunmuşsunuz. ikisi bir arada nasıl olacak bilemiyorum?

     

    Kelime olarak Batı'dan neşet etmiş olabilir yalnız demokrasi yani işlev itibariyle olması gerekendir

     

    Batıdan neşet eden demokrasidir ve nazarımızda eksiktir,kusurludur ancak mevzu bahis şura ise O İslamın malıdır ve her zaman bizim metodumuz olduğu için kabuldür, başımızın da tacıdır.

     

    Bizde hem de mükemmel olanı neden Batıdan defolu haliyle ithal edelim ki?


  9. Demokrasi öyle de işin garibi Müslümanlar olarak pek bir demokrasiperest olduk bu aralar. Demokrasi kelimesinin kökeni Eski Yunana dayanır. Demos (halk) ve kratos (idare) kelimelerinin birleşiminden oluşur , halk idaresi demektir. Netice itibariyle insan icadıdır. İnsan icadında ise kusur vardır.



    Günümüzde ise bu kusurlu icat çağımızın en mükemmel yönetim sistemiymiş gibi hem de Müslüman dimağlara empoze edilmektedir. Yahu Müslüman için tek bir sistem vardır o da Allahu Teala'nın sistemidir, İslamdır. Müslümanın hedefinde İslami yönetimin olduğu bir diyarda yaşamak olmalıdır. Ancak samimi olarak bunu isteyen yüzde kaçtır?



    Bazı kavramlar yoluyla da bu demokrasi fikriyatı içimize bir mikrop gibi yerleşme fırsatı bulmaktadır. Mesela Merhum Başbakanımız Adnan Menderes için kullanılan "demokrasi şehidi" tabirinden ne seviyede bir rahatsızlık duyduğumu anlatmada kelimeler kifayetsiz kalır. "Demokrasi şehidi" diyerekten Merhum Menderes'in şehadetini küçültürken, demokrasi mefhumunu göklere çıkardığımızın farkında mıyız? Kimsede çıkıp "demokrasi şehidi" de ne demek diye sorgulamıyor. Biz "demokrasi şehidi" tabirini kullanırsak İslam düşmanlarının terimsizlikten kullandıkları "devrim şehidi" tabirine itiraz hakkımız kalmayacaktır. İnsan demokrasi için şehit mi olur? İslamda kimlerin şehit olduğu kitaplarımızda yazılıdır. Allah yolunda çarpışan hakiki manasıyla şehadet mertebesinin sahibidir.



    Tarih kitaplarımızda da bunun farklı bir versiyonu mevcut. Popüler tarih yazarlarımız nedense her fırsatta "Osmanlı demokrasisi" tabirini kullanma noktasında pek bir heveskarlar. Bunu anlamış değilim. Olabilir, Osmanlı bünyesinde demokrasinin uygulamalarına benzer tatbikatlar yaşanmıştır ancak kalkıp da bunu "Osmanlı demokrasisi" tabiriyle izah ederken Osmanlını temelde ve özünde bir İslam devleti olduğu ve islami kurallar ile yönetildiği gerçeği gözardı edilir. Üstadın tabiriyle malumunuzdur ki İslam hiçbir kelimenin, tanımlamanın kapsamına girmez. İslam başına sonuna ne ek alır, ne kelime alır. İslam İslamdır.



    Mevzu uzun lakin demokrasi ile ilgili bu başlığı görünce aklımdakileri yazmadan geçemedim. Yazar iyi noktalara değinmiş. Bu kadar da demokrasinin düşüncelerimizi esir almasına müsaade etmeyelim.





  10. Standart tarih kitaplarına bakarsanız İstiklal Mahkemeleri’nin rejim düşmanlarına, bu arada “irtica” taraftarlarına hak ettikleri cezayı vermek üzere kurulduğunu yazar. İşte onlardan birinde, üstelik ilk resmî Cumhuriyet Tarihi ders kitabında İzmir suikastı vesilesiyle temizlenenlerden şu parti propagandasını andıran üslupla bahsedilmesi dikkate değer:


    “Bu sefillerin ve cürüm (suç) ortaklarının kanında Türklük cevherinden eser bulunmadığına şüphe yoktur. Bunlar hiçbir milletin varlığında barındırmağa razı olamayacağı kadar soysuzlardır.”


    Yanlış okumadınız, bunlar bir ders kitabında yazılı. Aynı haşin ve hesaplaşmacı üslubun günümüze dek gelmiş olmasına şaşırmıyoruz. Neden mi? Bu üslubu fena halde ‘içselleştirdik’ de ondan.


    Bakın aynı kitapta lise öğrencilerine nasıl anlatılmış İstiklal Mahkemeleri:


    “İstiklâl Mahkemeleri (…) adalet müesseseleridir. Bu mahkemelerin Cumhuriyet devrinde irtica ve ihanet hareketlerinin önüne geçmekte hayırlı faaliyetleri görülmüştür.”


    “Tarih IV” başlıklı ders kitabı İstiklal Mahkemeleri’nin 1927 yılında kaldırılmasını da hükümetin “tarihte az görülmüş demokratik faziletlerinden” biri saymaktadır ki, pes artık dedirtiyor insana! Oysa külliyen yalan. Gerçi mahkemeler 1927’de faaliyetini durdurdu ama gücünü aldığı Takrir-i Sükûn Kanunu tekrar ihtiyaç duyulabilir diye yürürlükte bırakıldı. Dahası, İstiklal Mahkemeleri Kanunu çok partili hayata geçilmesine rağmen yürürlükten kalkmamıştı. Kalkması 1949’u bulacaktır.


    İstiklal Mahkemeleri’yle ilgili gerçeklerin anlatılamayışının altında beyin yıkamaya dönük bir gayretkeşlikle yazılan ders kitaplarındaki sakat mantık yatmaktadır. (Burada “İstiklal Mahkemeleri” derken Cumhuriyet’ten sonra kurulanları, özellikle 1925-27 döneminde faaliyet gösteren Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri’ni kastettiğimizi belirtmekte fayda var.)


    “Birbirimizi yiyeceğiz”


    İstiklal Mahkemeleri’nin adalet dağıtmak gibi bir hedefleri yoktu. Yeni rejimin oturtulmasının önündeki engelleri bertaraf etmek, bunun için de bir sindirme fırtınası estirmek gerekiyordu. Kuruluşunda, 1793-94’te Fransa’daki Terör Dönemi’nin sık sık hatırlatılması anlamlıdır. 1917 sonlarında Bolşevik Rusya’da kurulan Çeka yapılanmasıyla da paralellik kurulabilir. Asıl maksat, yeni rejime itaati temin edecek ve kimsenin sesini çıkaramayacağı tek sesli bir Türkiye oluşturmaktı.


    Nitekim Halide Edip Adıvar’ın Mustafa Kemal Paşa’ya Afyon’da zaferden sonra ne yapacağını sorduğunda “Birbirimizi yiyeceğiz.” cevabını almıştı. Halide Edib’in “Niçin?” sorusu ise “Ya bana karşı çıkmış adamlar?” şeklinde karşılık bulmuştur. Karşı çıkmış adamlarla bir hesaplaşma kaçınılmazdı. Nitekim Gazi Paşa’nın İsmail Habib Sevük’e söylediği “Kız gibi bir Meclis istiyorum.” sözü de hedefin ne olduğunu açıkça gösteriyor.


    Kaldı ki, Cumhuriyet’ten önceki İstiklal Mahkemeleri’ni denetleyecek bir Meclis vardı ve sıkı bir şekilde bu görevini yerine getiriyordu, oysa yeni dönemde Meclis’in de denetimi dışında, emirleri doğrudan doğruya Gazi Paşa’dan alan bir mahkeme ve üyeleri söz konusuydu. Kimsenin hesap soramadığı, yetkileri neredeyse sonsuz, temyizi olmayan bir terör mahkemesiydi bu.


    Sürece veya kararlara müdahale eden başbakan bile olsa mahkeme tutuklayabiliyordu. Nitekim Başvekil İsmet Paşa, tutuklu arkadaşı Kâzım Karabekir’i polise baskı yaparak serbest bıraktırınca mahkemenin kendisini de tutuklamaya kalktığını ve ancak Reisicumhur’un araya girmesiyle bağışlandığını hatırlamak gerek. Keza Adana Valisi Hilmi Uran da iki sanığı ödeneği olmadığı gerekçesiyle Ankara’ya gönderemediği için tutuklanmak istemişti.


    Tek bir otoriteden emir alarak hareket eden mahkemede korkunç adli hataların yaşanması kaçınılmazdı. Bunlardan birisini bize, “Atatürk’ün silah arkadaşı” diye bilinen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa “Siyasi Hâtıralar”ının 2. cildinin 217. sayfasından itibaren dehşet içinde anlatır.


    İtiraza idam cezası


    Cebesoy, Atatürk’e suikast davasında idamla yargılananlardan biriydi. İdamlıklar ayrıldıktan sonra İzmir’de bir ambara tıkılmıştır İstiklal Savaşı’nın anlı şanlı generalleri. “Herkeste bir şaşkınlık hali vardı.” diyor ve devam ediyor Cebesoy:


    Hepimiz perişan olmuş bir ruh hali içinde idik. Omuzlarımız âdeta çökmüştü. Ağzımızı bıçak açmıyordu. Büyük bir felaketten kurtulabildiğimize inanamıyorduk. Bir aydan beri paşa rütbesine yükselmiş şerefli birer asker oluşumuz, teşrii masuniyetimiz (dokunulmazlığımız), mazideki hizmetlerimiz, şahsiyetimiz, hepsi hepsi unutulmuştu. Şerefsiz, adi, hakir bir mevkie düşürülmek isteniyorduk.”


    Mahkemede adaletin a’sının dahi olmadığını belgeleyen çarpıcı bir olaya da tanık olmuştur Cebesoy. Milli Mücadele’nin kahramanlarından İsmail Canbulat ile Halis Turgut, kendilerine verilen 10’ar yıl sürgün cezasına itiraz etmeye kalkmışlar. Cebesoy fazla kurcalamamalarını söylemiş. “Hakkımızı arayacağız!” demişler. “Töhmet altında yaşayamayız.” Biraz sonra mübaşir çağırır kendilerini savunmaları için. “Hışım gibi kapıya doğru atıldılar.” der Cebesoy. Ertesi sabah merakla iki kader arkadaşını aramaktadır gözleri. Kendisi o iç yakıcı sahneyi şöyle anlatır:


    Buz gibi bir şey başımdan aşağı dökülmüştü. 10 sene sürgün cezasının ağırlığına tahammül edemeyen ve bunun için tekrar mahkemenin huzuruna çıkan bu iki arkadaşa verilen yeni ceza korkunçtu: İdam.”


    60 yıl kadar önce yayımlanan kitabında M. Philips Price, “Türkiye’nin hizaya getirilmesi için bir süre bir diktatöre ihtiyacı olduğu iddia edilebilirdi. Fakat Türkiye tarihinin bir dönemini kirleten bu gibi şahsî intikam fiillerine ihtiyacı yoktu.” diye yazıyor ki, İstiklal Mahkemeleri’nin bir intikam aracı olarak kullanıldığına berrak bir ışık tutmuş oluyor.


    Artık ders kitaplarındaki küfleri temizlemenin zamanı gelmedi mi?


    ZAMAN




  11. Yavuz Sultan Selim, Amasya'daki eğitimi sırasında öğrendiği Arapça ve Farsçayı bu dillerde şiir yazabilecek kadar iyi bilmektedir. Ayrıca bu iki dilden başka Çağatayca şiirler de yazmıştır.

     

    Ahmed Ata, Yavuz'un şiirlerinden bahsederken onu İran'ın büyük şairleriyle birlikte anar.

     

     

     

    Konunun başındaki bu dörtlük Yavuz'un zekasının işaretidir.

     

    Sanma şahım /herkesi sen /sadıkane /yar olur

    Herkesi sen /dost mu sandın / belki ol /ağyar olur

    Sadıkane / belki ol /cihanda / serdar olur

    Yar olur, / ağyar olur /, serdar olur /dildar olur.

     

     

     

     


  12. İngilizler protestan olduklarından dolayı Osmanlı zamanında bile İslama yakın görülmüşlerdir. Protestanlık kiliseye tepki neticesinde ortaya çıktığından dolayı kilisenin bazı saçmalıklarını kabul etmemesinden dolayı İngiliz kavmi bu şekilde tariflendirilmiş olabilir.

     

    Kelime-i şehadet getirmedikleri müddetçe malumunuzdur ki "küfür tek millettir". İngilizlerin de İslam düşmanlığı, Osmanlı düşmanlığı ortadadır.

     

    Halbuki protestan İngiltere, Katolik İspanya'nın işgalinden Osmanlının yardımı ile kurtulmuştur...

     

     

     

     

    alıntı yapalım;

     

    "Osmanlı Padişahı 3. Murad devrinde Avrupa'nın en uzak ülkelerinden İngiltere ile ilişkiler kurulmuştu. İngiltere, Habsburglar'ın İspanya kanadı tarafından işgal edilmek üzereydi. İngilizler, Fransa örneğinden hareket ederek Habsburglar'a karşı tek şanslarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan yardım almak olduğunu anlamışlardı. 3. Murad devrinde Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiye geçerek, İspanyol donanmasının İngiltere'yi işgalini engellemek için yardım istediler. Bunda da başarılı oldular. İngiltere Türk donanmasının yardımıyla İspanyol işgalinden kurtuldu.

     

    Birkaç yıl önce İngiltere'nin önemli gazetelerinden "The Guardian" 1. sayfadan "İspanyol donanmasının mağlup edilmesi için Sir Francis Drake'e değil Türklere teşekkür etmeliyiz" başlığıyla verdiği haber, 416 yıl önce yapılan bir yardımın İngilizlere neler kazandırdığının yeni anlaşıldığını gösteriyordu. Kraliçe Elizabeth'in askeri danışmanı Sir Fracis Walsingham, temmuz 1588 deki İspanyol işgal teşebbüsünden önce İstanbuldaki İngiltere elçisine mektup yazarak , İspanyol donanmasının dağıtılması için Türk donanmasının harekete geçirilmesini istemişti. İngiliz elçisi Harborne'un faaliyetleri ve Osmanlı siyaseti uyarınca harekete geçen Türk donanmasının Akdenizdeki manevraları İspanyol donanmasını dağıttı...

     

    ................................"

     

    (Fransa'ya Osmanlı Tokadı/E.Afyoncu,A.Önal,U.Demir/sayfa 155/Yeditepe yayınları)


  13. Evet sayın leyl, Müslümanları uyarmak lazım. Ancak günümüzün Müslümanları da bir garip doğrusu. Nerede aykırı bir görüş var hemen peşi sıra koşar adım gitme hevesindeler. Yahu 1400 yıllık İslam tarihinde abidevi çapta kıymetli İslam alimlerimiz ve eserleri varken, hepsini bir kenara bırakıp Abdülaziz Bayındır böyle dedi diye inanıp, tatbik etmek, akla zulümdür!

     

     

     

    6-7 sene önce yaklaşık 10 sayı kadar çıkan "İnkişaf" adlı bir dergi vardı. Bu dergiyi İhsan Şenocak ve Ebubekir Sifil bildiğim kadarıyla ortaklaşa çıkarıyorlardı. Bu dergide ehli sünneti savunuyorlar ve ehli sünnete muhalif görüşleri de çürütüyorlardı. Derginin son sayfalarını da Üstada ve Büyük Doğu fikriyatına ayırıyorlardı.

     

    Allah razı olsun yıllar geçti, çizgilerini bozmadılar, ehli sünnet istikametinde başarılı işler yapmaya devam ediyorlar. İlahiyat camiasında böyle değerli kimselerin olması çok sevindirici.

     

    Geçtiğimiz günlerde bu sefer Ebubekir Sifil Hoca karşısına aldı Abdülaziz Bayındırı. Ehli sünnet çizgisini yansıtan bir Ebubekir Sifil vardı ve karşısında bildiğimiz Abdülaziz Bayındır.

     

    Birisine Allah razı olsun derken, öbürü için de Allah hidayet etsin diyorum.

     

    Tartışmayı izlemek için;

     

    http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=liste&tur=24

     


  14. İhsan Şenocak Hoca'dan Allah razı olsun. Genç yaşına rağmen İslami ilimlerdeki birikimi ortada, maşallahı var. Gerçek İslam aliminin nasıl olması gerektiğini görmek isteyenler İhsan Hocaya, nasıl alim olunmaz görmek isteyenler Bayındırda baksınlar.

     

    gören gözler için ibretlik, ayan beyan, muhteşem bir program.

     

    şu videoyu izleyip de hala A.Bayındır'ın görüşlerine itibar edenlere şaşmak lazım!

     

    http://www.youtube.com/watch?v=NNL9hBCm9-8

     

    • Like 3

  15. tuncelinin adı malumunuzdur ki "dersim" idi. ve bu isim cumhuriyet türkiyesinde değiştirilmiştir. Dersim şehri ilk kadın pilotumuz olma ünvanına sahip sabiha gökçen ve arkadaşları tarafından bombalanırken iktidarda chp vardı. ya bu insanlar düşünme melekesinden yoksun mu?

     

    dersimi bombalatan chp, tunceliler süzme chp'li. bu ne muamma?

     

    ayrıca bize okutulan resmi tarihi bir kenara bırakın da hakiki Türk tarihini bir inceleyin. Yavuz durduk yere mi Çaldıran seferine çıktı? Başta İdrisi Bitlisi gibi Müslüman kürt alimler olmak üzere güneydoğudan ve doğu anadoludan önde gelen alimler, kızılbaşların zulümlerinden dolayı Yavuzdan yardım talebinde bulundular. Bunları kışkırtan Şah İsmail idi. ve bu adamlar Anadoluda insanları katlettiler şehirleri yaktılar, devlete isyan ettiler. Yavuz ne yapsaydı Müslüman tebaası kırılırker ve hem de imdat talebinde bulunmuşlarken olaylara seyirci mi kalsaydı ki zaten şehzadeyken bu olayların farkında idi. Elbette devlete isyan eden kızılbaşların kellesini alacaktı. Bu adamların sayısı 40000 civarındaydı ancak içlerinde öldürülenler 1000 civarındadır.

     

    dünya tarihinin yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından ve komutanlardan biri olan şanlı ceddimiz Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri'ne iftira atmaya insan utanır ama bunlar da o da yok! Adamların fikrinde İslam düşmanlığı olduğu için, İslama bayraktarlık yapmış Osmanlıya ve Osmanlı sultanlarına düşmanlıktan kendilerini alamıyorlar. Siz o Osmanlıya kurban olun. Bütün dünya Osmanlının kıymetini takdir etti, önünde ceketini ilikledi ancak bizim sonradan türeme nesillerimiz bu hakikati kabullenemediler!


  16. Üstadın kesin olarak bildiğim sözleri ve şiirleri;

     

    -Ne İran'ı örnek bil, ne Libya'yı, ne Fas'ı ! Gereken petrol değil, gerçek İslâm kafası (Öfke ve Hiciv)

     

    -Sordular: Adresi ne? Çeşmeye karşı, dedim;

    "Çanakkale içinde aynalı çarşı" dedim. (Çile)

    -Harcadınız İslam'ı, yerde sürüklediniz!

    Yıkıldınız ve suçu kadere yüklediniz! (Öfke ve Hiciv)

    -İçimizde bu kadar perişan hâle getirilmeseydik;

    Dışımızda bu kadar hürmetsizliğe uğramayacaktık...

    -Sabır çekilen şeyi duymamak değil, ona dayanmayı bilmektir.

    -Gel beriye, kurtuluş ordusunun tuğu ol!

    Hürriyet mi dileğin, Allahın tuttuğu ol!

     

    bu iş çok kapsamlı bir araştırma ister, burada Üstadın olduğunu bildiğim ancak emin olamadıklarım da var. herkes kesin bildiklerini yazarsa liste bayağı bir ayıklanır.

     

     

    • Like 1

  17. Ayasofya Türkiye'nin bağımsızlığının sembolüdür. Ayasofya'yı açmadan kimse bağımsızlıktan falan bahsetmesin. Ayasofya'nın ehemmiyeti Müslümanlar nazarında malum. Üstad'ın Ayasofya Hitabesi, Ayasofya'nın ne manaya geldiğini muazzam bir dille izah ediyor. Ayasofya hepimizin meselesi ve vebali. Şayet şu durumda Ayasofya'yı açmak namına bir girişimimiz yoksa demek ki iktidar olmak herşeye yetmiyor.

     

    Zaten Üstadı anma programlarını da samimi bulmuyorum. Hangi Üstad bahsedilen? Biz mi Üstadı bilmiyoruz ya da başka bir Üstad mı gençliğe lanse ediliyor? Üstaddan bihaber Üstadı anlatma... Samimiyetsizlik bizim karakterimiz olmuş!

    • Like 1

  18. bu yara çok derin, nasıl kapanır?

     

    en büyük meselelerimizden birisi "okumama" mızdır. İşte üstünde kafa yorulacak bir mevzu. İnsanlar nasıl kitapla buluşturulur?

     

    Toplumun büyük çoğunluğunun "okumaya tahammülü yok". "Ömrümde hiç kitap okumam" diyen bir adamla bütün ilişiğimi kesmek istediğim zamanlar olmuştur.

     

    son derece acı bir örnek veriyorum size, bir vesileyle ilimizde ziyaret ettiğim bir müzenin kütüphane bölümü var. Çok büyük olmasa da kendi çapında iş görecek seviyede bir kütüphane. Oranın görevlisi olan arkadaşlardan birisi müzeyi ilk olarak benimle gezdi ve aşağı yukarı 2 yıldır kütüphanede olmasına rağmen hiç kitap okumadığını söyledi.

     

    Gel de çıldırma!

     

    Nerde işi ehline verme hassasiyeti?

     

    Kütüphaneleri bir nevi sürgün yeri olarak görme algımız değişmediği müddetçe hangi halka kitap okutabileceksin?

     

    Lafla hiçbir gemi yürümez! İcraat lazım ve bunun en yukardan tabana yayılması lazım!

     

    Biz olayların kabuğunda yitip gidiyoruz. Özüne vakıf olma gibi bir hassasiyetimiz kalmamış. Gayemiz de yok!

     

    Bunun en belirgin örneğine ne yazık ki Üstadı anma etkinliklerine katılan bir arkadaşın ağzından duydum. Sempozyumda katkıları olanlara Üstadın "mini heykelini" veriyorlar.

     

    Bu nasıl akıllara ziyan bir olaydır. Hem Üstad Necip Fazıl Kısakürek diyorsun hem de yapılan harekete bak. İşte Üstadı vefatı üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen anlayamadığımızın ibretlik numunesi.

     

    Üstadın heykel hassasiyetini burada bilmeyen yoktur kanımca. Böyle bir garabet karşısında günlerdir Üstadı anlatan kişilerden hiç mi itiraz gelmedi?

     

    Dedim ya, herşeyimiz kışırda yani kabukta kalıyor.


  19. bu ne güzel bir adettir böyle, kim çıkardıysa Allah razı olsun. Sadece Konyamızın merkezinde olan bir uygulama diğer ilçelerde de yok diye biliyorum. Çocuklar sabah poşetlerle kapı kapı, dükkan dükkan dolaşıyorlar. Hiçkimse niye geldiniz demeden çocuklara artık hazırlığı neyse poşetlerine atmak suretiyle ikramda bulunuyor. Çocuklar için mübarek 3 ayların gelişi ve Regaip kandilinin ayrı bir manası oluyor. Çocuklara sevdirmenin ne güzel bir yolu. İnşallah hiç bitmez bu geleneğimiz. Şehrimi seviyorum. Merhum Tahir Büyükkörükçü Hocamızın beyanıyla "Konya, bir başka Konya"...

     

    aynen öyle, her ne kadar kültürel ve manevi dejenereden Konya'da nasibini almış olsa da hiç değilse özünde bazı hassasiyetleri taşıması sevindirici...

     

     

     

     

    Konya güne 'şivlilik' sesleriyle uyandıKonya dün gece geleneksel fener alayı coşkusunu yaşadı. Gece yakılan ateşlerin aydınlattığı kent, gündüz ise çocukların şivlilik sesiyle şenlendi.

    6480fdc194106bf0e219cb9949b55ff0.jpg

    Konya’da her yıl üç ayların başlaması dolayısıyla düzenlenen fener alayı yine o bildik görüntülere sahne oldu.

    Yapılan uyarılara rağmen kent genelinde araç lastikleri yakıldı. Alev alev yanan lastikler kentin havasını bir anda değiştirirken, Konya semalarını siyah bir duman kapladı. 110 İtfaiye ve 155 polis imdat telefonlarına ihbar yağarken, ekipler sokak sokak dolaşarak yakılan lastikleri söndürdü. Gece fener alayı ateşiyle ısınan Konya sokakları sabah ise çocukların şivlilik sesiyle şenlendi. Yıllardır süren bir geleneği devam ettirmenin sevinciyle kapı kapı dolaşan çocuklar, ellerindeki poşetleri doldurmak için Konya sokaklarında adımladı.

     

    http://www.konhaber.com/yeni/haber-97915-GUNCEL-Konya-gune-sivlilik-sesleriyle-uyandi.html

     

     

×
×
  • Create New...