Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
cihat

Cemaleddin Efgani Ve Muhammed Abduh Üzerine Bir Tetkik

Recommended Posts

Evet, diyorsun ki, Afgani’nin söylediği tefrika hak mezhepler arasında değildi ve bilakis Afgani Hanefi idi. ‘’Efendim, dört hak mezhep, esasında tektir. Ehlisünnet itikadında birleşiyorlar. Daha öncesinde, İmam Maturidi ve İmam Eşari ile iki kola ayrılıyor, bu hak kollardan, diğer hak mezhepler de hâsıl oluyor, ihtiyaca binaen…’’ Ancak burada açık bir hatan var gibi geliyor bana… Şöyle ki, İtikat imamları senin dediğin gibi, hak mezheplerden önce meydana çıkmıyor. Tam dersine ilk önce dört hak mezhep, daha sonraki asırda da itikat imamları çıkıyor.

 

 

Afgani’nin İstanbul’a gelmesinde kimlerin önayak olduklarını burada da yazmanı isterim kardeşim. O zaman Afgani’nin de ne olduğu meydana çıkar…

 

Afgani Hanefi imiş. Teymiyye de Hanbeli olduğunu söylermiş. Halbuki bunların pek çok sözleri ortada ve üstelik içtihat kapısının açık olduğunu söyleyip, ne sabık fikirler saçıyorlar, e bu da ortada… Bu arada içtihad kapısı elbette açık. Asma hangi şartlarda. Unutmayalım ki, hak mezhep hocaları bilgiyi kaynağından yani sahabe ve onları görenlerden aldılar. Afgani içtihad yaparsa vay halimize.

 

Afgani’nin mezarını kim yaptırdı mesela. Buda önemli…

 

Son olarak da, tasavvuf ile Afgani arasındaki ilişkiyi hala öğrenemedim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hangi birinizle uğraşayım. Benim derdim, rivayetin rivayetinin rivayeti olarak ifade edilenlerin kaynağı. Siz, tutup oryantalistlerin, gizli misyonerlerin fikirlerini temel alırsanız, ve bende o kaynağın sahibinin kendi ifadelerini yazarsam, kiminki daha dikkate şayan olur. Hiç düşündün mü, Nikkie Keddie nçin Efgani'ni hakkındda kitap yazsın?

 

Sorun, sanırım Abdulhakim Arvasi hz.'lerine dayandıracağın ispat mevzuuydu... Ben tamam dedim yukarda, getir okuyalım hele. Sorun bundan başka bir şey ise tekrarlamanı rica ediyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Evet, diyorsun ki, Afgani’nin söylediği tefrika hak mezhepler arasında değildi ve bilakis Afgani Hanefi idi. ‘’Efendim, dört hak mezhep, esasında tektir. Ehlisünnet itikadında birleşiyorlar. Daha öncesinde, İmam Maturidi ve İmam Eşari ile iki kola ayrılıyor, bu hak kollardan, diğer hak mezhepler de hâsıl oluyor, ihtiyaca binaen…’’ Ancak burada açık bir hatan var gibi geliyor bana… Şöyle ki, İtikat imamları senin dediğin gibi, hak mezheplerden önce meydana çıkmıyor. Tam dersine ilk önce dört hak mezhep, daha sonraki asırda da itikat imamları çıkıyor.

 

 

Afgani’nin İstanbul’a gelmesinde kimlerin önayak olduklarını burada da yazmanı isterim kardeşim. O zaman Afgani’nin de ne olduğu meydana çıkar…

 

Afgani Hanefi imiş. Teymiyye de Hanbeli olduğunu söylermiş. Halbuki bunların pek çok sözleri ortada ve üstelik içtihat kapısının açık olduğunu söyleyip, ne sabık fikirler saçıyorlar, e bu da ortada… Bu arada içtihad kapısı elbette açık. Asma hangi şartlarda. Unutmayalım ki, hak mezhep hocaları bilgiyi kaynağından yani sahabe ve onları görenlerden aldılar. Afgani içtihad yaparsa vay halimize.

 

Afgani’nin mezarını kim yaptırdı mesela. Buda önemli…

 

Son olarak da, tasavvuf ile Afgani arasındaki ilişkiyi hala öğrenemedim.

 

 

Ben, hak mezheplerin bağlı oldukları itikat mezheplerini ifade ettim. burada mana, ehlisünnet çizgisinde olan mezheplerin kendi içlerindeki bütünlüğü göstermekti. İmam Maturidi'nin İmam'ı Azam'dan sonra geldiğini ben de biliyorum.

 

 

Afgani'nin İstanbul'a gelişine ön ayak olanları şu yana bırak, onu İstanbul'a getirenin kendisi, Abdulhamid Han'dır. Daha sonra onu getirenlerin sicili, bize ne gerek. Mesele masonluksa, incelememin (masonluk) kısmında, masonluğun o dönemki halini tasvir ettim. üzerine bırakacak tek noktaya lüzum görmüyorum.

 

 

Ayrıca ben örnek istiyorum. Evet, Efgani ve Abduh'un sapıklığa uzanan fikirlerinden bir tanesini söyleyin. Bilirsiniz ki iddia mihrakı, iddiasını ispatla mükellef... Hep ben izah ediyorum.

ne sabık fikirler saçıyorlar, e bu da ortada

güzel kardeşim, bir tanesini söyler misin? İçtihat kapısının açık olduğunu söylemek, kimi sapık yapar? Aslına bakacak olursanız, kapalı olduğunu söylemek bir sapıklık belirtisidir. Efgani açık olduğunu söylemiş, bunu şartlara bağlamış. Bu şartları da ekliyeyim. Sen evvela, daha doğrusu siz, sapıklığa sebebiyet tekil edecek bir hüccet söyleyin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Onu İstanbul'a getirden Ali Paşadır ve bu adam da masondur. Abdulhamid onu sınır dışı eden bir şahsiyettir. Bunu niye yazmıyorsun?

 

İçtihat kapısının açık olduğunu söyleyenin sabık fikirli olduğunu söylemedim, buraya dikkat.

''Afgani Hanefi imiş. Teymiyye de Hanbeli olduğunu söylermiş. Halbuki bunların pek çok sözleri ortada ve üstelik içtihat kapısının açık olduğunu söyleyip, ne sabık fikirler saçıyorlar, e bu da ortada… Bu arada içtihad kapısı elbette açık. Asma hangi şartlarda. Unutmayalım ki, hak mezhep hocaları bilgiyi kaynağından yani sahabe ve onları görenlerden aldılar. Afgani içtihad yaparsa vay halimize.'' Söyler misin, burada nerede demişim içtihad kapısının kapalı olduğunu söylemek sabıklıktır diye... Ha ben ne dedim, Afgani alır eline Kuran kitabımızı ve sünetlerimizi başlar kafasına göre birşeyler çıkarmaya. E ben buna içtihad diyemeyeceğimi söyledim. Neyse...

 

Şu sabık fikirlerden bir tane istemişsin. Söyleyelim... 'Peygamberlik, sanatlardan bir sanattır!' diyor bir konferansında Afgani...

 

Ya tasavvuf ile Afgani arasındaki ilişkiye ne diyeceksin?

Share this post


Link to post
Share on other sites

" torunun oğlu Taha:

- İbn-i Teymiyye ve reformacılar hakkında da sözleri:

<<dini içinden bozan kafir>>

bu ifadeye <<ler>> ilave edebilirsiniz."

(o ve ben)

 

 

 

Hangi birinizle uğraşayım. Benim derdim, rivayetin rivayetinin rivayeti olarak ifade edilenlerin kaynağı. Siz, tutup oryantalistlerin, gizli misyonerlerin fikirlerini temel alırsanız, ve bende o kaynağın sahibinin kendi ifadelerini yazarsam, kiminki daha dikkate şayan olur. Hiç düşündün mü, Nikkie Keddie nçin Efgani'ni hakkındda kitap yazsın?

 

Sorun, sanırım Abdulhakim Arvasi hz.'lerine dayandıracağın ispat mevzuuydu... Ben tamam dedim yukarda, getir okuyalım hele. Sorun bundan başka bir şey ise tekrarlamanı rica ediyorum.

 

ifadenin kaynağından kastın efganiyse güncel bir örnekle dikkate şayan olmadığını açıklarım.

ecevit geberdiğinde onu bile kahraman olarak gösterdiler.hatta islama saygısını(!) gösteren sözlerini yayımlayanlar bile oldu.bu dikkate şayanmıdır değilmidir.

 

 

o dediğin adamın neden kitap yazdığını bilmem.zaten bilmem de gerekmez.ama şunu sorayım sana.abduhla efgani çok yakındı değil mi.peki avrupalı neden abduha hayrandır.bini aşkın eseriyle avrupanın ortaçağ karanlığından kurtulmasına vesile olan müslümanı inkar eden avrupa nasıl oluyorda abduhu kabulleniyor.ayrıca bahsedilen yabancı eserlerde efganiyi kötülemek gayesi ve uslubu yok.bunu da dikkate almak gerek.peki efganiyi biri tarihi efgan ve diğeri RED aleddehriyyin adlı küçük reddiyeden ibaret esere sahipken batı neden onu bu kadar önemsiyor.

 

 

son olarak cemil meriç o mektubun kaynağını tarihiyle beraber verirken sen nasıl ve neye dayanarak inkar ediyorsun.elinde 1883 tarihli le journal des debats isimli gazete mi var.madem bu yazı efganinin değildi efgani niye bu yazının kendi imzasıyla yayımlanmasına hiç itiraz etmedi.

 

peki mehmed emin bey kendisine türkçülüğü aşılayanın efgani olduğunu neden söylüyor.

 

 

bide ismet paşanın başvekilinin onun peygamber kadar şayanı hürmet olduğu iddiası var.acaba neden bu bütün bu islam düşmanları onları bu kadar benimsemiştir.

 

 

bide uyarı yazayım:bir daha tek başına kalmaktan şikayet etmeye kaç kişiler nasıl uğraşayım demeye kalkma.müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkan sensin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bahsi geçen şahısları tanımadığım ve Davudoğlu hocanın kitabını okumadığım için esaslı bir yorum yapamıyorum ama keşke Cihat'a cevap verilirken, onun onda biri kadar emek sarfedilseydi. Ama öyle tahmin ediyorum ki bu temenni de bir sapığın başka bir sapığa desteği olarak addedilecek, bu yüzden hiç bir itirazın bir değeri olmayacak tabi...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu konu hakkında yorum yapabilecek kadar bilgi sahibi olmadığımın farkında olduğumdan sadece yazılanları okumakla yetiniyorum. Fakat bir site sakini olarak iyi niyetle şunu söylemek isterim ki haklı olduğumuzu düşündüğümüz, doğruluğuna inandığımız hususlarda saygı ve terbiye sınırını aşmadan bildiklerimizi paylaşabiliriz. Son zamanlarda sıkça rastladığım tabir-i caizse bayağı yorumlar bu siteye yakışmıyor, yakışmamalı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zalim’e…

 

Ali Paşa’nın mason olup olmaması beni alakadar etmez. Zira incelemenin masonluğa ayrılan kısmında mason localarının tarihi evrelerini ifade ettim. Yani o tarihte mason olmakla Beşiktaş taraftar kulübüne üye olmak arasında bir fark yok. Gaye temeli ve düşünce amentüsü 1897’de atılmış, o tarihte Efgani hayatta değildi. Daha masonluğun manasını, tarihi evrelerini vesaire bilmeden, ondan öcü gibi korkmak pek akıl karı değil. Duvardaki gölgeye tekme atmak gibi…. Sultan V.Murad’da mason, Mehmet Talat Paşa’da mason, bütün ittihatçılar mason, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi mason, Şeyhülislam Hayri Efendi mason… Eğer masonluk, o vakitler şu anki çizgisinde olsaydı, fitne ve Siyonist temelli gayelere hizmet ediyor olsaydı, bir şeyhülislamın masonluğunu nasıl açıklayacağız? Üstelik bunu gizlememesini, hiç kimsenin de buna tepki göstermemesini nasıl anlayacağız? İttihatçıların mason localarına kayıtlı olduğunu biliyordu Abdulhamid, niçin mason localarını kapatmaya lüzum görmedi, sadece onu takibe aldı o dönem? Yapmayın, yormayın beni. Daha incelemeyi okumamışsınız bile. Allah rızası için, tepki göstereceğiniz meseleye vakıf olun, hiç olmazsa yabancı kalmayın. Ben incelemenin bir kısmını sırf şu (peygamberlik sanattır) meselesinin izahına ayırdım, şimdi ilk kez düşünmüş gibi soruyorsunuz.

 

 

Tasavvuf hakkında ifade ettiklerime değinmişsin. Ben incelemenin sonunda, Efgani’ye biçmemiz gereken esas kıymet hükmünü ifade ederken, onun tenkite müstahak yönlerini de mimlemiştim. Demiştim ki, kendisi, muhasebesi, izahı, ilmi, yüzlerce yıl sürmesi gereken meseleleri, kısa bir sürede ifade etmiş, gayeleştirmeye çalışmış. Burada mazurdur, çünkü İslam alemi fiili bir tehdit altında… Siz, cephede kurşunlara maruz kalmakta olan bir askerden, herhalde oturup yazı yazmasını bekleyemezsiniz, bir fikri sistemleştirmesini bekleyemezsiniz. Efgani’nin de meselesi böyle… Hizmet ettiği dava tam olarak bu, tasavvuf perdesi altına gizlenmiş bidat ve hurafeleri ayıklamak, böylece yeniden ona yol açmak. Bunu doğrudan doğruya ifade etmemiş, ama nasıl ki bir tarlayı yabani otlardan temizleyen biri, aynı zamanda tarlanın mahsul vermesine de hizmet eder, aynen öyle. Siz, Efgani’nin okuyacağınız makalelerinde bunu çok rahat tespit edebilirsiniz.

 

 

serdngeçtik'e...

 

 

Bir insan, hiç kendisine hayranlık duyan diğer insanların günahlarından mesul tutulabilir mi? Şu kadarını ifade edeyim, bilhassa İmam Rabbani, İmam Gazali’ye de hayrandır batı münevverleri. Bütün bunlar bir yana, Resullullah (s.a.v)in kendisine bile olan hayranlıklarını gizlemezler.

 

 

 

Abdulhamid’in onu kovmuş olduğu, cidden tam bir efsanedir. Rahatlıkla ifade edeyim ki, yalandır. Lütfen şuna cevap verir misiniz? Efgani, dediğiniz gibi, Darul Funun’daki konferansında peygamberliği sanat olarak ifade etti diyelim. Bu apaçık bir sapıklıktır. Bunun üzerine de Abdulhamid kendisini kovdu İstanbul’dan. Peki, tablo bu kadar açık ve vuzuh ise, Abdulhamid onu ikinci kez niçin İstanbul’a davet ediyor? Sapıklığı bu denli aşikar birini nasıl davet edebiliyor, nasıl fikirlerine danışıyor, onunla görüşüyor? Ve şunu da söyleyin, Mehmet Akif gibi bir adam, sapıklığı aşikar biriyle nasıl irtibatını koparmıyor, onun düştüğü iftiralardan mahzun oluyor? Ve şunu da söyleyin, dediğiniz gibi Abdulhamid tarafından kovulmuşsa, nasıl ve niçin davetine rahatlıkla icabet ediyor?

 

 

Artık hiçbirinize cevap vermeyeceğim. Böyle bir mükellefiyetim yok. İncelemem yukarda, ekleyecek tek virgülüm, silecek tek noktam yok. Ve hiçbirinizin hakkıyla okuduğunu da zannetmiyorum. Neyse, aranızdan sadece alinfk bir şeyler yazacağını söyledi, sadece onu bekliyorum.

 

Hamiş: Yazmayı unuttum. Cemil Meriç'in Umrandan uygarlığa adlı eserinde, beslendiği kaynağı tenkit etmiştim. Siz de diyorsunuz ki, o kaynak elinde yok, nasıl çatıyorsun? Nasıl çatmayayım, o kaynak elimde yok, bu doğru ama Efgani'nin o meseleler üzerindeki fikirlerini biliyorum. Bu mesele üzerine yazdığı makaleler ortada. Cemil Meriç, niçin Efgani'nin kendisine danışmıyor da, ikinci, üçüncü kaynaklardan besleniyor?

Share this post


Link to post
Share on other sites

tek bir noktada haklısın saçma sapan incelemeni tamamen okumadık.zaten gerek de yok.

 

yazacak birşeyin olduğundan değilde birşeyler yazmış olmak için yazıyorsun.cemil meriç meselesinde geri adım attın.daha doğrusu laffı kıvırarak konuyu değiştirerek unutturmaya kalktın.ve bu mesajıma cevap vererek yukarıda yazdığın "cevap vermeyeceğim " sözünüde çiğneyeceğini tahmin etmek pek zor olmasa gerek.önce meseleyi nasıl çarpıttığına bir göz atalım.

 

 

bizim yaptığımız başkasının günahından mesul tutmak değil.ilk sen sormuştun şu misyoner neden efgani için bu kitap yazar açıkla demiştin.bizde sana cevap olarak aynı soruyu yönelttik.başın sıkışınca o sözünden de geri adım atıp meseleyi kişi başkasının günahından mesul olmaza kadar getirdin.

 

ardından daldan dala atlayarak benim söylemediğim birşeye yazdığın cevabı bana cevap olarak yazarak yazacak hiçbirşeyin kalmadığını göstermiş oldun.zaten cevap vermeyeceğim sözünüde bu sebeple söylemiş olman kuvvetle muhtemeldir.cevap vermek yükümlülüğünde değilim.mehmet akif meselesini üstad açıklamıştır onu birde ben açıklamak zorunda değilim.merak eden okusun.ama siz bize niye mehmed akifi kalkan olarak kullanmaya kalktığınızı açıklamak zorundasınız.başı sıkışan lafı kalmayan mehmed akif diyor.hadisi inkar ederek, mezhep imamlarını hiçe sayarak ölünün ruhuna kuran okunup hediye edilmesinin yasak olduğunu iddia eden sapıklar da mehmed akifin arkasına sığınıyor.

 

 

darulfunundaki konferansı sonucunda darulfunun kapatılmamışmıydı.madem sapıkça birşeyler söylemedi niye kapatıldı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

eğer senin elinde aksini söylediği makaleleri mevcutsa bu onun ikiyüzlülüğünü gösterir.elinede kaynağın olmadığını kabul edip bide böyle saçmalıyorsun ya yuh diyorum.

efgani neden avrupa dergilerine farklı şeyler yazıyorda müslümanlara farklı şeyler yazıyor onu açıklaman gerekir.cemil meriçi iftirayla suçlaman değil.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Biz, Efgani'yle beraber yaşamadık. Onun bulunduğu ortamlarda bulunmadık. Konferanslarına katılmadık. Kendi yazdığı kaç tane eser var ve eserlerinde 'bütün fikrin gerekliliği'ne uyarak davasını sistemleştirdi mi?.. Basılan eserlerinde tartışma konusu olan meselelerdeki hükmünü aşikar ortaya koydu mu?.. Hayır! Ne tam manasıyla bir Neden var ne de tam manasıyla Nasıl!.. Bunları tamamlayıcı olarak ortaya çıkan Abduh ve Reşid...

 

Cihadın da yazısında iktibas ettiği bölümlerin yer aldığı eserin kapağını kapatalım ve sokaklarda dağıtalım!.. Her müslüman zamanın kurtuluşu istedi ve yollarını aradı ve her müslüman az çok yakın şeyler söyledi. Bu gün Efgani'nin tekerlemelerini yazan-çizen-söyliyen rejim gazetesi yazarları bile var. İş mi bu?.. Marifet burada değil... Ne yaptı?.. Bu uğurda karşı karşıya geldiği insanlar kimler?.. Ya hu neden hep İslami ve itikadi bakımdan şüphe duyduklarımız bu adamı övüyor?.. Cihad Efgani'nin yaptıklarını açıklarken aynı cinsten ve bozuk olan talebelerine baş vuruyor. Aynı çevreden nakiller yapıyor. Ben her cümlesinin kaynağını göstermesini istemiyorum doğrusu... Efgani, ben bunu bunu yaptım bile dese eserlerinde kendini aklamak babında yalan payı bırakıp onun zamanında yaşamış tüm fikir ve devlet önderlerine bakmak gerekir. Acep onlar efgani hakkında ne diyor?.. Muteber olan zamanının alimleridir. Burada rivayet girecek işin içine tabi olarak... Bizim için ehl-i sünnet alimlerinin bu konulardaki fikirleri muteberdir ve zındığın tekini aklayacağız diye onlara yalancı diyemeyiz. Yahut müfteri...

 

İbn Teymiye, Seyyid Kutub, Mevdudi, Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Muhammed Reşit Rıza, Fazlurrahman ve Ali Şeriati taraftarlarınca neden hep aynı kefede? Ve neden üstad bu kefee tükürmüştür?

 

Bir mümin, yalnız ''bu adam ve arkasından gidenler neden sürekli olarak ehli sünnet imamlarınca eleştiriliyor ve zındıklıkla suçlanıyor'' diye düşünse bu meseleyi aşmakta büyük bir adım atmış olur. Zira ehli sünnet uleması bir hüküm verirken İslamın 4 basamağına ve cumhurun şimdiye dek gelen duruşuna bakar. Çorap söküğünü uzatmamak adına en tepedeki ismi aklamak cihadın kurnazlığı... Zira Efganin bizce kesin sapıklığını 'değil'e çevirmek, Bediüzzaman'ı, Akif'i, Abduh'u, Reşid'i hasılı Merdudi'yi, Baidullah'ı bu konularda şüpheden kurtarır.

Cihadın birine daha yaranma amacını birkenara koyarsak asıl gaye ortaya çıkıyor.

 

Büyük Doğu'nun beslendiği Tasavvuf'a ve son Büyük Veli'sine taban tabana zıt olduğunu bağıran bu tipi aklamak... Cihadın aynı cinsten olduğu için yapacağı yegane iş...

 

Üstad, bu sapıklara karşı neden bu hükümleri veriyor? Yahu Üstada bu dini, tasavvufun inceliklerini gösteren kim? Teymiyye'ye kafir dedirten kim? Bu sorular gündeme gelince 'rivayet' deyip işin içinden kaçıyor. Hadislerin sağlamlığı rivayet edenin sağlamlığına bağlıdır. Bu rivayetlerin de sağlamlığı şahısların sağlamlığına bağlıdır. Abdülhamid Han'ın bir tarikat ehli olarak bu tiplere ve açtıkları büyük yaralara göğüs germesi manidar değil mi? Biz kime güveneceğiz? Neden kitaplarıyla sahihliği ve ehli sünnet olduğu sabitleşmiş tek bir zat dahi bu kafiri ve öğrencilerini övmüyor. Tasavvuf ehli neden bu tiplerden uzak duruyor ve uzak durulmasını istiyor? Bu kadar alim-veli manidar değil mi? Efgani'nin yararlanabileceğimiz tek kitabı var. Yani bir o basılıyor. Zaten kitapla ve fikir örgüsünü kitaplık hacme dökmekle uğraşmamış... Onun yetiştirdiği öğrenciler Ehli sünnet müslümanlara birşey ifade etmiyor mu? Dedim ya amaç çorap çöküğünü önlemek adına başını tutmak... Şu an elimde 10dan fazla reddiye ve 20den fazla makale var bu kafirle ilgili. Dün gece birdaha inceledim. Efganin kitaplarına reddiyelerle bebare zamanın ulemasına itibar edilmiş. Nasıl edilmesin?.. Bunu tartışma konusu yapmak dahi nekadar adice?

 

Cihad bize tasavvuf ehlinden bir destek getirebilir mi? Tasavvuf ehlinin kurtuluş yolunda bir önerisi olmamış mı? Neden asıl itibar edilen Efgani? Cihada hangi kaynak sunulduysa ya yalancı ya iftiracı yahut kaynak bakımından yalan... Bu tavır epey şüphe uyandırıcı!..

 

Bana yönelttiği ithama güldüm. Skolastik ne demektir?.. Bundan böyle cihad, bu tabiri teslimiyetinden ötürü her müride yapıştırma hakkına mı sahip oldu? Ne kadar adice bir yol...

 

Hele masonlarla ve locayla ilgili söyledikleri... Meseleye hiç girmeden söyliyeyim ki aşikar olan; kurtuluşu İslamın bünyesinde cumhurdan aramayan tam tersi dış mihraklara ne olur ne olmaz deyip bakan şüpheli tiplerin mason localarına kaydolduklarıdır. Ancak Efgani'yi daha da öne atan onun localardaki resiliğidir ki Üstadın kaynağı yukarıda. Aptallık edip kaynak göster demek gülünç... Çık yukarı bak!

 

Ben Cihaddan cevap beklemiyorum. Gerçekten beklemiyorum. Cihadın Üstad ve cumhura iftirasına ve takkiyesine sinirlenip yazdığım yorumları bir kenara koyup Üstadın muteber kitabından iktibas ettiğim bölümü dahi okumak vicdanlara ve akl-ı selime yetecektir.

 

Es-Selamun Aleyküm...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ve aleyküm selam

 

Cevap veriyorum;

 

Benim de sıkıntım, senin ifade ettiklerinin manasından kaynaklanıyor. Diyorum ki, bu adamların mücadele ettikleri, fikirlerini beyan ettikleri dönemde hiç (ehlisünnet) alimi yok muydu ki, bunları tenkit edecek? Mehmet Akif, Said Nursi ve dönemin diğer alimlerinin feraseti, basireti sizinki kadar derin değil miydi ki bu adamları fark edemediler? Bediüzzaman niçin Abduh için (mısırdaki alim) ifadesini kullanıyor, Akif niçin ömrünün sonuna kadar Abduh ve Efgani’ye bağlı yaşıyor, ömrünün sonuna doğru Mısır’a gidiyor? Niye, çünkü onlar Urveül Vuska’yı okumuş bulunuyorlar, bu adamların fikirlerini oryantalistlerden, gizli misyonerlerin kitaplarından öğrenmiyorlar, doğrudan doğruya kendilerinden alıyorlar. Bunun için Mehmet Akif, Afgani’ye isnat edilen (vehabilik) yakıştırmalarından duyduğu üzüntüyü ifade ediyor. Allah aşkına, kimmiş Efgani’ye (sapık) diyen ehlisünnet alimi? Siz, ehlisünneti nasıl bir çerçeveye hapseder, şu bu imamın görüşlerine ehlisünnet mührünü vurabilirsiniz? Bu salahiyeti nerden, kimden alıyorsunuz? Abdulhakim Arvasi hz.’lerinin Efgani ve Abduh için (sapık) dediğine kesinlikle inanmıyorum. İbn Teymiyye için yapılan bir ithamı alıyorsunuz, teymiyye ile efgani’yi bir şekilde ilişkilendiriyorsunuz, sonra aynı suçlamadan ona da pay çıkarıyorsunuz. Ne ucuz bir pazarlık...

 

Keyfiyetler üzerinden yürüyelim… Örneğin, (ehlisünnet) alimi diye ifade ettiğiniz bir imamın, Efgani ve Abduh’a (sapık) diyişini, onun (ehlisünnet)lik makamına bağlar, bu yüzden şüphelenmeyi aklınızın ucundan bile geçirmezsiniz. Ama aynı imamı, bu zehaba bağlayan nedir? Efgani ve Abduh hakkında bildikleri… Örneğin Cübbeli Ahmet hoca… Ne der Efgani ve Abduh için; vahhabi, teymiyyeci, reformist… Bunun ardından ne söyleyecekse, bu ithamlara müsavi olarak söyler. Eğer bu ithamlar doğru olmuş olsa sorun yok, o hocanın her dediği (ehlisünnet) dairesindedir. Çünkü, ilk önce tespit eder, bir kanaate varır, ehlisünnetin öngördüğü ölçüleri, ondan sonra yürürlüğe koyar. Eğer, Efgani ve Abduh’un bu ithamlara bir yakınlığı, komşuluğu olmuş olsa, yerden göğe kadar haklıdır hoca… Ama burada bir sorun var. Çünkü hocanın, bu isimler üzerindeki kanaati hatalıdır. Bu, hocanın ehlisünnet imamlığı yönüyle alakalı değildir. Tamamen kendi şahsiyeti, araştırması ve kanaat mekanizmasıyla ilgilidir.

 

Bir zanlıyı düşünelim… Bir iddiayla yakalanıyor. Örneğin, hırsızlıkla suçlanıyor… İslam fıkhını uygulayan kadı, ilk önce, hırsızlık hadisesini araştırır, zanlının gerçekten hırsızlık yapıp yapmadığını mütalaa eder. Bu, onun mesele üzerindeki kanaat merhalesidir. Kadının baz aldığı deliller, zanlının hırsızlık yaptığını teyit ediyor diyelim. Kadı, bunun üzerine İslam hukukunun bu mesele üzerindeki hükmünü irca eder. Burada düşünelim, hırsızlık isnadı gerçekten doğru olmuş olsa, kadının hükmünün isabetinden söz edilebilir. Çünkü kadının uyguladığı hüküm manzumesi tamdır, eksiksizdir (ehlisünnet) ölçülerindedir. Ama hırsızlık gerçekten işlenmediyse, Kadı, kendi mütalaasında yanılgıya düşmüş, delillerin azizliğine uğramış, zanlıyı haksız yere cezaya müstahak görmüş olursa, sorunu irca edilen cezai müeyyidede değil, kadının şahsi hatasında aramak lazım gelmez mi. Çünkü yanlış tespit etti, deliller onu yanılttı. Burada, kadının uyguladığı hükümlerin sıhhatini, doğruluğunu, muteberliğini delil olarak alıp, hatasını maruz görebilir miyiz? Elbette ki hayır…

 

 

 

Yukarda saydığım ithamlar üzerinden yürüyorum şimdi; ilk olarak Efgani’nin, dinin mahiyetini bozmaya, kim bilir hangi dava uğruna, başka bir şekle sokmaya gayret eden, bir reformist olduğu iddiasını ele alalım. Bu itham doğru olsa, hocamızın efgani ve Abduh’a sapık deyişi, mühre bile gerek kalmayacak bir vesika olur. Ama ya hocamız yanlışsa, (bakın, tespitten sonra uygulanan ehlisünnet ölçülerini kastetmiyorum, ehlisünnet hükümlerinin irca edilmeden evvelki tespiti kastediyorum), bu adam aslında, onun zannettiği şekilde reformist değilse, reformdan muradı, İslamiyet’in özünden uzaklaşmış Müslümanları, sünnete yeniden sarılmak suretiyle, topyekun bir ıslah ise? O zaman ne olacak? Hocanın verdiği hüküm, tespitin yanlış oluşundan, geçersiz olmayacak mı? Siz, Efgani’nin reformdan ne anladığını, nasıl ölçülere dayandırdığını, bundan muradının ne olduğunu biliyor musunuz?

 

İkinci mesele, Teymiyyecilik… Gene aynı şekilde, Efgani ve Abduh’u teymiyyeci olarak tespit ediliyor. Bunun üzerine, ehlisünnet hükümleri devreye sokuluyor… Ehlisünnet ölçülerinin bu mesele üzerindeki billurluğuna tek laf etmek için ya deli olmak lazım, ya kafir… Ama tespitin doğruluğunu, yanlışlığını pekâlâ tetkik edebiliriz. Siz bana Efgani’nin teymiyyeciliğini, çok küçük bir örnekte ispatlayın bakalım… Ondan sonra konuşalım…

 

Üçüncü mesele, Vehhabilik… Efgani ve Abduh’un teymiyyeciliğini (elde bir) olarak, tartışmasız kabul ettiğimizde, karşımıza bu mesele çok doğal olarak çıkar… Ama, Efganinin de Abduh’un da teymiyyeciliği bile sadece bir iddia, bir zan iken, vehhabiliğine hüküm vermek ne derece doğrudur? Akif’in bu mesele, (Efgani’nin vehhabiliği iddiasına) gösterdiği tepkiyi bir okuyun isterseniz.

 

 

Burada mesele şudur; ehlisünnet hükümlerinin sıhhatine, doğruluğuna ve muteberliğine sizden daha aşığım. Ama hâkimin tespiti ve kanaati yanlış olunca, uyguladığı hükümler, buna nispetle isabetsiz olur.

 

 

Hocamız, efgani’yi kendinden değil de, hakkında oryantalistlerin ve gizli misyonerlerin kitaplarından tanımışsa, yukardaki örnekteki gibi, delillerin azizliğine uğrar.

 

 

Ben, Necip Fazıl’ı veya başka bir ehlisünnet alimini yalancılıkla, iftiracılıkla itham ettim mi hiç? Böyle bir beyanım var mı? Şunu iyi belle ki, ehlisünnete senden daha aşığım. Ama, necip Fazıl olsun, başka bir ehlisünnet kalemi olsun, bu mesele üzerinde yanlış delilleri ölçüt alırsa, yanlış hüküm kendiliğinden çıkar. Üstad’ın, vehhabilik, teymiyyecilik, kuru mantıkçılık üzerine yaptığı tenkitleri gözüm kapalı kabul ederim. Altına imzamı, okumadan atarım. Ama ki, Efgani ve Abduh, bu iddialardan masumsa, onlara sıçrayan suçlamaları kabul edemem. Örneğin, Efgani’nin hiçbir yerde barınamadığını, her yerden kovulduğunu, bunun da onu (güvenilmez) kıldığını kabul edemem. Çünkü Efgani’nin mücadele döneminde, niçin hiçbir ülkede durmadığını gayet iyi bilirim. İran şahı Nasıruddin, acaba çok mu masumdu, çok mu doğruydu ki, efgani onun yanında durmadı diye kötülensin. Efgani’nin iran’daki faaliyetlerini biliyorum, niçin orada barınamadığını da… Aynı şey Mısır için de geçerli. Acaba, dönemin Mısır hıdivliği çok mu mülayim, çok mu ehlisünnet çizgisindeydi ki, efgani orada barınamadı diye tenkit edilsin. Gerçek şu ki durum bunun tam tersiydi. Efgani, gittiği her yerde, Müslümanları sünnete çağırdı, yazdığı ve İslam beldelerine gönderdiği dergide, sürekli Asrı saadet ve dört halife dönemindeki keyfiyeti baz aldı, ideal yönetim ve cemiyet ahvalini bunlarda gösterdi. Ben şimdi buna ilişkin makalelerini yazsam, site kaldırmaz. Ama size okuyun diyorum, arkadaşım, yazının başında demişsin ki, kaç tane eseri var, kaç tane eserinde fikirlerini ifade ediyor? Ben de diyorum ki, sen kolaycılığa kaçıyorsun. Bak, bas bas bağırıyorum, Urvetül vuska var, üstelik geçtiğimiz aylarda kitap halinde çıktı, hiç bakma zahmetinde bulundun mu?

 

Şunu iyi bellemeni isterim. Cihada, hiç kimseye yaranmak gibi bir gaye yoktur. Cihad, birilerine yaranmak için, (sapık) olarak yaftalanıp tescillenmeyi göze almaz. Böylesine büyük bir mesuliyeti, birine yaranmak gibi hurda bir muaşeret için yüklenmez. Cihad, gerçekten tetkik etmediği bir mesele üzerinde fikir beyan etmez. Bu ithamını senin suizannına veriyorum. Cihad, Filzilali Kuran gibi muhteşem bir tefsiri yazan adama kuru kuruya (sapık) demez, Cihad, davasına kellesini veren bir adama (zındık) demez, Cihat, islamdaki sosyal adaletin, esasında dünyadaki bütün iktisadi sistemlerden daha mükemmel olduğu tezine ömrünü adamış bir adama (kâfir), (Marksist) demez. Cihat, senin yaptığın gibi, fikir adamlarını, Pazar filesine sebze doldurur gibi doldurmaz, onların hepsini bir inceleme mevzuu olarak görür, haklarındaki iddiaları, ithamları okuduğu kadar, kendilerine de söz hakkı verir, eserlerine de bakar. Cihad, birine sapık demeden evvel, eğer yanılıyorsa, boynuna bineceği yükün farkındadır. Bir değil, belki yüz kere düşünür.

 

Ayrıca şunu ifade etmek istiyorum, şahsına yönelttiğim bütün hakartlerden ötürü senden özür diliyorum. Cidden dün geceden beri rahat edemedim. Ama ben her gün (sapıklıkla) itham edilmiyorum, o sıradaki ruh halime bağla bunları. Seni bilmiyorum ama, ben hakkımı helal ediyorum, vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Artık hiçbirinize cevap vermeyeceğim. Böyle bir mükellefiyetim yok. İncelemem yukarda, ekleyecek tek virgülüm, silecek tek noktam yok.

EMEKLİ YÖNETİCİ ADI ALTINDA BURAYA YAZDIĞIN MALÜM KONU AYIP OLARAK BİZLERE YETECEK CİHAT SEN ÜZÜLME!

ben bulunduğum yeri tam olarak bilmesem asıl sorumluları tanımasam site yönetiminde senden başka varmıydı diye düşünürüm. başka bişey dememe lüzüm yok artık.

KİM KİMİ SEVİYORSA , ARIN MAHŞERDE ALLAH AZZEVE CELLE ONU O KİŞİYLE BERABER HAŞR ETSİN!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Son yorumlarına hiç girmeyeceğim. Öyle zannediyorum ki ne denecekse dendi.

Hakkımı helal ediyorum...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yazıyı baştan sona okudum. Çok uzun yazıları tenkit etmeyi sevmiyorum. Prensip olarak tüm iddiaları tek tek incelemeyi tercih ederim, yalnız yazı bu kadar uzun olunca sadece birkaç nokta üzerinde durmak mecburiyetinde kalıyorum. İnceleme hakkında genel bir fikir beyan etmem gerekirse, bunun çok da ciddiyeti olan ve hakikatle örtüşen bir inceleme olmadığını kayıt zorundayım. İnceleme, modernist/pozitivist/rasyonalist İslamcıların kaçak dövüşen iddialarıyla örülü bir müdafaanameden farksız gibi duruyor. En basitinden Cemaleddin'in İran'lı olduğuna dair oldukça ciddi iddialar varken bunlara hiç değinilmemesi, şüphelere rağmen beyefendinin zart diye Seyyid ilan edilmesi ve nesnenin bazı yönlerinin setri, tetkik kelimesinin ağırlığına rağmen muhtevanın ciddiyetinden de, niyetinden de şüpheye düşürüyor. Bu yazının ilmi bir kıymeti olduğunu söylemek pek mümkün değil. Her neyse, umumi fikirden sonra ilerleyelim:

 

Birincisi ilk kısımda Cemaleddin'in neredeyse tamamen siyasi bir aktör olarak resmedildiğini görüyoruz. Kimse direkt olarak onun bu yönünden dolayı kendisini sapık ilan etmiyor zaten. 'Sağır' denilen bir adamın gözlerinin güzelliğini iddia eden şeyler yazmışsınız (o gözler de aslında kusurlu kabul edilebilir). Muhammed İkbal de (hatta gelin bir de Gandhi diyelim) aynı amaç uğrunda, aynı İngilizlere karşı, aynı topraklarda, çok daha muvaffak bir mücadeleye girişmiş olmasına rağmen, onlara karşı duyulan genel sevginin Cemaleddin'e karşı hissedilmemesini sadece oryantalistlerin yalanlarla topumuzu kandırıklamasına vermeyi akıllıca bulmuyorum. Daha da öte, bunları resmen müdafa sevdası ile ortaya atılmış paranoyakça fikirler olarak görüyorum. Cemaleddin'i sevmeyen Arvasi hz. gibi, olayları çevresindeki genel tavırlardan bağımsız olarak kavrayabilen geniş zihinli şahısların (Abdülhamid'e herkes söverken o herşeyin farkındaydı mesela), Cemaleddin'in yolunu 'tehlikeli' gören İkbal'in, bu akımın insanları dinden uzaklaştırdığını söyleyen Mustafa Sabri Efendi'nin veya Cemaleddincilerle dolu olan Ezher'de kabul edilen tezinde bu adamı harcayan Dr. Hasib es-Samarrai'nin oryantalistlerle hiçbir alakası olduğunu da sanmıyorum. Bu kimselerden çoğu esas oğlanımızın çağdaşı olduğu gibi, Afgani'nin tüm İslam aleminde sempati toplaması da esasen ölümünden sonraki yıllara tekabül eder. Hatta 'döneminde bunlar nerdeydi bakalım' çıkışına bir cevap da, onun Mısır'dan sürülmesinin ulemanın ayaklanışına binaenliğinin hatırlatılmasıyla ve dönemdaşı olan El-Ancûri'nin tercime-i hâlinden Cemaleddin'i eleştiren bir bölümün aşağıya alınmasıyla geliyor:

 

'Dinler tarihi konusunda o derece ilerledi ki, bir taşkınlık haliyle ilhada vardı. Nitekim o, âlemin kıdemini iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Ona göre fezada dağılmış bir takım canlı cisimler, tabiatçıların dediği gibi yıldızların tutuşması ve havanın cezbesi sonucu gördüğümüz âlem ve canlılar oluşmuştur. İlk ve hâkim bir muharrikin varlığı kanaati ise insanın tapınma ve bir ilâha saygı duygusunun tekâmülü sonu ortaya çıkmıştır. Yani insan henüz kişilik ve şuur yönünden tam gelişemediği eşyayı, gerçeği ile kavrıyamadığı dönemlerde, taşlara, ağaçlara tapınıyordu. Medeniyetin çeşitli dönemleri aşılıp terakki edildikçe, aklı geliştikçe meselâ: gözüyle algıladığı en üstün gördüğü ateş, yıldız, bulut vesaireye tapmaya başladı.'

 

Yazıda emperyalizme karşı savaştığı vurgusu bol bol yapılan, ama her ne hikmetse en rahat nefesini ömrü bahasına savaştığı emperyalizmin merkezlerinden Paris'in kucağında alan yüce mücahid Afgani'yi tefe yerleştiren; onun İslam'ı ruhani yönünden ayırıp yalnızca siyasi bir planda müdafa etmeye kalkması ve bu esnada da Selefî ağzıyla nasipsizce eleştirilere sarılmasıdır. Nitekim yazının tasavvufla ilgili kısmı da tamamen nâdan ağzıyla yazılmış malesef. Tasavvufun en ileri derecesi ıstılahta bizzat 'hakikat' olarak anılır. Tasavvufu İslam'ın kaymağı olarak görmek ve onu İslamiyetten koparılıp atılabilen bir sos olarak anlatmaya çalışmak; böyle olmasını istemezdim ama nâdanlıktan, müsteşrik ağızlılıktan gayri bir tabirle izah edilemez. Tasavvuf İslam binasının iki kolundan hâle hitap eden ruhani yanıdır. Altın silsilenin Harezm bölgesinde zuhur eden ve tabiri caizse radikal tasavvufçu olan kol başları, tüm maiyyetiyle beraber döneminde yapılan savaşlara aktif ve belirleyici rolde iştirak ederdi. Alperenlerimize değinmek bile gereksiz. Tekkeyse tekke, şehadetse şehadet. Hz. Ebubekir ile Rasul-i Ekrem'in mağaradaki zor durumlarında bu işin temeli atıldı. 19. yüzyılda denge değişmişse, bunun kabahati tasavvufta değil, tasavvufi telakkilerin halkta yozlaşmasında aranmalıdır ki çözüm onu reddetmek veya askıya almaya kalkışmak değildir, koca bir dini sözümona tüm yönleriyle ihya etmeye kalkarken onu da yerli yerine oturtmak, aslına uygun hale getirmek en azından lafta, iddiada pek namümkün olmasa gerektir. Ayrıca tasavvufun ilmileşmesi tam, tam, tam bir safsata... Aşkı ne kadar ilmileştirebilirseniz tasavvufu, yani Allah rasulünün batınî cephesini de aynı oranda ilmileştirebilirsiniz. Kaynak işin başını ilgilendirir sadece. Sonrası kelimenin tam manasıyla haldir, gayrı kıyl-u kâldir.

 

Tekke dışına taşmayan İslam ne kadar eksikse, siyasal İslam da en az o kadar güdüktür.

 

Ve bir notu daha sıkıştırayım, modernizmi İslamiyet'in ortasına bir kazık gibi sokan Efgani ve saz arkadaşlarının çalışmaları en çok da Arap'ların Osmanlı'ya karşı ayaklanmalarını tetiklemiştir ki bu iş en çok emperyalistlerin işine gelmiştir. Bir başka not, bu adamın masonluktan ayrıldığını Reşid Rıza'dan nakletmeden söyleyen başka biri var mı? Bir de siyonizmin 1897'de ceee diye piyasaya çıktığı söylenmiş galiba, bana mı öyle geldi? Masonluğun, öncesinde pek bilinmemekle beraber, son halindeki amacı kuruluşuna, hatta daha da evveline kadar uzanır. Girmesi zor olan bu gizli teşkilatın Mısır'da milli locasını kurup buna reislik edecek kadar ileri derecelere fırlayan bir adamın bunlardan bihaber olabileceğine inanılmasını kimse ummasın. 1897'den evvel, 1897 kongresinin neticelerini kabul etmeye nazır şartlar ve anlayış geçerli değil miydi sanki? Koskoca Masonluğun koca riyaset çevresi bir anda mı ikna oldu, büyülendi yahu?

 

İçtihat ve fetva meselesi de yazıda birbirine karıştırılmış gibi geldi bana. İlmî yetkinliği olan herkes yeni meseleler karşısında fetva verebilir, fakat içtihat daha farklı bir meseledir ve daha temeldedir. Zira müçtehid, İmam-ı Azam gibi, hüküm koyabilen kimsedir. Bu kapının kapalıya yakın oluşunun farklı sebepleri var, oraya girerek meseleyi daha da fazla dallandırıp budaklandırmak istemiyorum, yazım zaten daldan dala sekmekten yeterince dağınık oldu. Mesela Abduh'la Cemaleddin musavi kabul edilmiş ve başlıkta Abduh lafı geçtiği halde sadece sonlarda 'işte bu da bunun talebesi...' diye geçiştirilmiş. Kendisi ahlaksızın hası olan; melekleri tabiat kuvveti, cinleri mikrop ve bakteriler, şeytanı da yeryüzündeki tüm şerler olarak tespit ettiği mütakibi Reşit Rıza tarafından kaydedilen ve Kur'an'da bahsedilen sihri 'Canım olur mu öyle şey, koğuculuktur o koğuculuk' diye izaha çalışan, İslam pozitivistleri triosunun ikinci ayağı neo-mutezilî Abduh'un müçtehidliğe soyunmasından geçtim, bu meselede fikir beyan etmesi bile yakışık almaz, bu da ayrı bir husus... Bu lavukların eleştirilme sebebi bunlardır işte. İslam için çalışan mücahidlerin müsteşriklerce karalanmasıyla alaka yok yani.

 

Kuran ve sünnete dönüş vurgusunun sıklıkla yapılmışş olması da, 14 yüzyıl boyunca biriken bir İslami sermayenin reddine vardırılmıştır ki bu en büyük irticadır. Aslolan Kuran ve sünetin ışığında ortaya konmuş olan temiz ve büyük birikimi reddetmektense doğruyla yanlışı ayırt etme yolunda çaba harcamak ve insanları şevklerine kavuşturmaktır; çünkü 'Kuran ve sünnete dönelim' martavalının günlük siyasette sağlayacağı başıboş faydanın iman noktasında ortaya çıkaracağı pozitivistleşme, uzun vadede onarılmaz tahribatlara yol açar (Lozan'da yediğimiz tokatın şeklini hatırlayalım). Nitekim Reşid Rıza gibi has sapıkların da bu yolun yolcusu olduğunu dercetmek gerek (Tefsirülmenar'dan bir yığın rezalet gösterilebilir). Sapık fırkaların, Kuran ve sünnetin insanların kendi nefsaniyetlerince yorumlanmasından ortaya çıktığını unutmamak lazım. Aslolan binlerce parıltılı ve nurlu zekanın ilmî katkısıyla oluşan birikimi bırakıp 14 yüzyıl ötesine zoom yapmak veya remote access ile asr-ı saadete ulaşıp akıl kargasının kılavuzluğunda hüküm devşirmeye çalışmak değil, doğruyla yanlışı çerçevelemektir ki bu işin usülünü bize öğreten de, tasavvuf bilincini bizlere verirken mücadeleyi de muhteşem bir şekilde ortaya koyan, bir mutasavvıfın yetiştirdiği -Allah razı olsun - Üstad olmuştur. Demek istediğim, bid'atleri atarken veya siyasi bir dirilişi örgütlerken illa da sağlam bir kökten dosdoğru uzanan bir gövdeyi budamak durumunda değiliz. Üstad'ın yetiştiği şartlar da Cemaleddin'in şartlarından öyle çok farklı değildi. Bunun için mezardaki müçtehidlere seslenme şaklabanlıklarına hiç gerek yok.

 

Ha ha haa bi dakika, şu sanat meselesinde yazdıkların beni hayli güldürdü :) Efendim neymiş, 45 gün içerisinde bir dili öğrenmiş Efgani de, o yüzden demek istediğini diyemeyesiymiş, yanlış anlatıvermiş. Kargaları çağırsam onlar da bana eşlik ederdi kahkahalarımda herhalde. Böyle bir savunma dünya yüzeyinde yok Cihat, nerden çıkardın bunu? Evvela bu adam 45 günde öğrendiği bir dil ile konferans vermeye kalkıyorsa dikkate alınamayacak derecede gayriciddi bir geri zekalıdır. Dil işi oyuncak mı? Dalga mı geçiyorsunuz? Hem de yapısı itibarıyla diğer dillerden çok farklı olan bir lisanda, 45 günde öğrendiğiyle konferans verecek haa? Böyle bir şey olamaz. İkincisi sanat kelimesi Arapça'da da, Türkçe'de de aynı manaya sahip, yani kelimeler sebebiyle cereyan eden bu hadisede bu galatı Efganlının lisanî cehaletine vermek im-kan-sız. Üçüncüsü, modernist Müslümanımızın genel temayülü bu hatayı yapmaya müsait. Dördüncüsü de 'elimizde cümleler var' dedikten sonra o cümleleri vermeden kendi ağzınla olayı tasvir etmen ve lisanî cehalete verdiğin işi bir anda 'vay anam, aynı yerde peygamberlik ve sanat dedi lan adam, vay zındık' diye fırladığını söylediğin bir kişinin üzerine (sallanır da bu kadar mı sallanır be abi, yapma Hayrettin etme Hayrettin, ahahahaahahha) ihale etmeye çalışman şüpheleri arttırıyor. Bu hadiseyi arada kaybedip gündeme getirildiğinde de 'nerde demiş he hani kaynak kim demiş hangi sayfa?' filan diye entellektüel mastürbasyona başlasaydın emeğini rezil etmez, kendin ve 'tetkik'in için daha isabetli bir iş etmiş olurdun (tavsiye ettiğimden değil, bir kısım kimsenin adeti budur) :) Bu komik tevil, malesef niyetini zora sokuyor. Konusu sanatlar olan bir konferansta hacı bombayı tam da yerinde patlatmış. Konferansın verildiği mekanın bir ilmiye merkezi olması ve Afgani'nin kendisini savunmak için ağzını açıp tek kelime söylememesi de bu meselede aleyhinde. 'Adam hakikat yamyamlarından korkmuş yahu' denir mi? Madem cümleler zapta geçmiş, bu kadar açık bir tavra karşın ortaya çıkan bu gereksiz infiale pabuç bırakılmaz, sadrazam destekli Cemaleddin de derdini pek güzel anlatırdı. İnsanın bir temize çıkarma davası uğrunda neleri dahi savunabileceğini bir 'Devrim arabasının benzini yoktu' meselesinde, bir de burada gördüm; ne diyeyim.

 

Cemaleddin İstanbul'a ikinci kez neden geldi? Burada dikkat çekilmesi gereken iki nokta var. Birincisi Sultan'ın Afgani'nin fikirlerinden istifade etme niyeti taşıdığına dair ortaya sürdüğün iddia, onun Efgani'den nefret ettiği iddiasından daha az desteklenmiş bir iddia şu an için. İkincisi de, Abdülhamid'in maslahat dehası onu Herzl ile dahi görüştürmüştür, hatırlatmak isterim.

 

Cemil Meriç meselesinde ise serdengeçtik haklı. Cemil Meriç'in yorumlarıyla en çok eğlenen belki de benimdir bu sitede ama adam Efgani'ye ait bir kaynak gösteriyorsa 'aman efendim, oryantalistler şaapmıştır' diye geçiştirmek olmaz. Yenen bu gol böyle gevelemelerle bu kadar kolay çıkmaz. Burada da iflas bayrağını fena çekmişsin abiciğim. Malesef.

 

Akif'in inatla huccet gösterilmesi de çok gereksiz. Akif bu hususta asla bir mihenk taşı filan değildir. Üstad'dan gösterilen delilin eleştirilmesine karşın Akif'in inatla ileri sürülmesi, hiç de tutarlı değil. Akif'i bu fikirlerinden dolayı zaten tenkid ediyoruz. 'Akif bu hatayı nasıl yapar' demek de şu halde hiçbir kıymeti haiz değil. Aynı şekilde Eski Said'in, bir kısmı halis niyet fakat sığ bakıştan gelen fikirleri de bu noktada benim için ehemmiyetsiz.

 

Son olarak, usulle ilgili bir mesele daha var. Bir insanı illa basılan eserleriyle tanımak zorunda değilizdir, hele hele bu kişi tebliğini kaleminden ziyade çenesiyle yapıyorsa kendisi ile ilgili olan, döneminde de gündeme gelen ve reddedildiğine rastlanmayan yaygınlaşmış iddiaları peşinen red, bütünü parçalamakla neticelenir. Bir insanı tanımak için ille de onu kendinden (daha doğrusu mütercim kaleminden) okumanın mecburi olmadığını ifadeyi bile aslında lüzumsuz görüyorum da hadi neyse. Bu adamın zırt pırt burnumuza sokulması da artık kabak tadı vermeye başladı. Piyasada adam kalmadı, aylardır dönüp dolaşıp en hafif tabirle bir lüzumsuzlukla uğraşıyoruz. Midemiz ekşidi, ağzımızın tadı bozuldu. Kendi adıma fazlasıyla bıktım.

 

Yep, that's all for now.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ah üstadım, bir kördüğüm oluşturmuşsun. Şöyle ki, izahı mümkün ve mevcut bir meseleyi almışsın, izahsız ve ispatsız gibi göstermişsin. Sonra aynı metodu başka meselelerde de yapmışsın. Sonra bunları birbirine bağlamışsın, ahenkten tezat, safiyetten karmaşa çıkarmışsın. Çözülmesi kabil düğümler, birbirileri içinde kaosa girmiş, neticede bir kördüğüm hasıl olmuş. Meselenin bu boyuta gelmesi, diğer arkadaşların da beyanları göz önünde bulundurduğumda beni şaşırtmadı. Neyse, ben gücüm yettiğince çözmeye çalışacağım.

 

 

 

İlkin Efgani’nin soyuna dair şüphelere değinmiş, benim onu takdim edişimden rahatsız olmuşsun. Buyurun;

 

Efgani, bizzat şunları kaydediyor, doğduğu yere dair:

 

“Ben Hicri 1254 yılında doğdum. Yarım asırdan fazla yaşadım. Memleketim Afganistan’ı, kararsız olduğu ve heveslerle arzuların orayı dilediği gibi kullandığı bir zamanda, terk etmeye mecbur kaldım.” (1)

 

Ve Urvetül Vuska’da şunları not ediyor, aynı meseleye istinaden:

 

“ Dağınık düşünceleri topladım, tasavvurun her türlüsünü devşirim, Doğu’ya ve insanlarına baktım, ayağımın yere ilk bastığı yer olan Afganistan’da kaldım. Sonra Hindistan’a gittim. Orada eğitim gördüm. Ardından, komşu olması ve birçok bağın bulunması sebebiyle İran’a gittim. Daha sonra Arap Yarımadasında vahyin beşiği olan Hicaz’a…”(2)

 

Mr. Arnold adlı bir gazetecinin, “İran’la ilişkilerinizin ve bağlarınızın aslı nedir” sorusuna, şöyle cevap veriyor: “Ben Afganlıyım. İran, ari ırkının en saf üyelerinden sayılır. İslam ülkelerin birbirine bağlayan bağın İslam olması sebebiyle İran’ın bazı emir, müçtehit ve liderlerinin dikkatlerini üzerime çektim” (3)

 

“Vali, Efgani ile görüşmek için beni uygun gördü. Aracı oluğum sezdirmeyecek şekle aslını ve soyunu sormamı rica etti. Ne var ki Efgani zekâsıyla maksadımdın ne olduğunu kavradı ve aslen Afganistan’lı olduğunu, soyca ve vatandaş olarak İran’la bir ilişkisinin bulunmadığını, İran’a çekip kendisinden intikam almak ve kendisini ortadan kaldırmak için bu dedikoduları Şah’ın yaydığını söyledi. Nitekim Safvet Paşa’nın Milli Eğitim Bakanlığı zamanında, hicri 1287 yılında, Afganistan vatandaşı olduğu ve Afgan asıllı bulunduğu için Milli Eğitim Yüksek Şurasına üye tayin edildiğini söyleyerek şöyle dedi: “Saray erkânı arzu ederlerse bakanlığa sorabilirler.” (4)

 

Emir Şekip Arslan: “Cemaleddin’i tanıyan herkes, onun Kunar eşrafından ve meşhur Huseyni ailesinden bir Afganlı olduğunu bilir. Babası Safdar’dır. Kunar yakınlarındaki Esadabat’da hicri 1254 yılında doğmuştur. Aynı şekilde Afgani’nn yazdığı er-reddu ala’dehriyyin adlı kitabına önsöz yazan Mısır müftüsü ve en büyük öğrencisi üstad Muhammed Abduh da, onu bu şekilde tanıtmıştır. Birinci Dünya savaşından az önce Medine-i Münevvere’de Kunar’ın seçkinlerinden olan ve Afganistan’da vali bulunan es-Seyyid Hüseyin ile görüştüm ve Cemaleddin Efgani’nin onlardan olduğunu kendisinden öğrendim. Kaldı ki Afganistan’da Efgani ailesinin makamı, açıklamaya ve tanıtmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar ünlüdür.” (5)

 

 

 

 

Cemaleddin Efgani’nin doğduğu yer de, mensup olduğu soy da aşikardır. İran’da, şah’ın yönlendirmesi, Efgani’yi kötülemek amacıyla (incelememizde Efgani’nin dönemin İran şahıyla olan ilişkilerini kaydetmiştik. Bunlara istinaden Şah’ın Efgani’ye düşman oluşunu anlamak zor değildir) bir İran’lıya “vesikalar” adlı bir kitap yazdırıyor. Amacı şu; Afgani’yi İranlı bir şii olarak tanıtmak, itibarını zedelemek ve Abdulhamid’in onu İran’a teslim etmesini sağlamak. Meselenin tarihi cephesiyle ilgilenenler bilirler ki, Abdulhamid Şah’ın isteği doğrultusunda, kendisine muhalefet eden üç İran’lıyı teslim ediyor, ama efgani’yi Şah’ teslim etmiyor.

 

 

Efgani’nin mensup olduğu soy ve doğduğu yeri incelemeye dâhil edecektim. Çünkü hakkındaki (Şiilik) iddiasının beslendiği en büyük kaynak bu idi. Ama lüzum görmedim, bence yeterince açık ve vuzuhtu onun soyu, Afganistan’ın başkenti Kabil’in yakınlarındaki Kuner kasabasının Esadabad köyü… Böyle diyor, Muhammed Abduh’da, onun hakkındaki en derinlemesine incelemeleri yapan Muhammed Mahzuni Paşa da… Peki, İran’lı olduğunu iddia eden eserler, hangi delilleri gösteriyorlar bunun için? İlkin, onun Farsçaya olan vakıflığını ileri sürüyorlar. Efgani’nin, ilk eğitimini babasından aldıktan sonra, İran’a gittiğini, bir müddet orada kaldığını, oranın âlimleriyle görüşmeler içinde olduğunu biliyoruz. Farsça’ya hakkıyla vakıf olmak, İran’lı olmaya delil teşkil etmez. Bundan hareketle, Efgani’yi Şii olarak itham etmeye çalışmak ise, yahudivari bir iftiradır, başka bir şey değil. Bir diğer iddia ise, Efgani’nin İran pasaportuna sahip oluşuyla beslenmeye çalışılıyor. Ben bunu da izaha medar görmedim. Bir diğer iddia, İran’da akrabalarının oluşuna bağlanıyor. Afganistan ile İran arasındaki coğrafi yakınlık, bu iddiaya itibar etmemize mani oluyor. Bir diğer iddia, Afgani’nin İran’a olan aşırı ilgisine dayandırılıyor. Bu iddianın izahı, Afgani için yüz akıdır, bir övgüdür. Çünkü dünyanın neresinde bir Müslüman varsa, Efgani orayla alakalı olmuş, Hindistan, Mısır, Osmanlı… Onun soyunu Hindistan’a hatta Osmanlı’ya dayandıran iddiaları da gördüm. Ama bu vaziyet tutulup da, Efgani’nin soyunun meşkuk olduğunu, onun İran’lı olabileceğine dayandırmak, cidden utanç verici.

 

 

Ben Efgani hakkındaki düşüncelerinizin henüz olgunlaşmadığını, onu idrake bir türlü yanaşmadığınızı görüyorum. Mesela demişsiniz ki;

“Yazıda emperyalizme karşı savaştığı vurgusu bol bol yapılan, ama her ne hikmetse en rahat nefesini ömrü bahasına savaştığı emperyalizmin merkezlerinden Paris'in kucağında alan yüce mücahid Afgani'yi tefe yerleştiren; onun İslam'ı ruhani yönünden ayırıp yalnızca siyasi bir planda müdafa etmeye kalkması ve bu esnada da Selefî ağzıyla nasipsizce eleştirilere sarılmasıdır.”

 

Birincisi, Efgani’nin Urvet’ül Vuska’yı niçin Paris’te çıkardığını incelemede yazmıştım. Fransa da o dönemde bir sömürge gücüdür. Bu doğru, fakat Paris, dönemin fikir hürriyetinin tesis edildiği bir yerdir. Aynı zamanda, özellikle Mısır ve Afganistan’da, bilhassa İngilizler sömürge güçlerinin aktifliğini görüyoruz. Efgani’nin Paris’te faaliyet yürütmesinin bir diğer sebebi de, Fransa’nın İngiltere ile olan rekabetinden faydalanmak istemesi, bir nevi denge politikası… (En rahat nefesini) orada almış demek, meselenin mahiyetini, gerçekliğini bir kenara itip, pire boyutundaki bir iddiayı deve yapmanız değil midir? Nitekim Urvet’ül Vuska sadece 18 sayı çıkabiliyor, derginin kapanmasından sonra Efgani Paris’i derhal terk ediyor. Bu süre zarfı mıdır, ömrünün tümü sürgünde geçmiş bir adamın en rahat dönemi?

 

Sonraki iddianız daha vahim. İncelemenin bütününü okuduğunuzu söylemişsiniz. Okumadan sonra gelmesi iktiza eden idrak merhalesinden geçtiğinize şüphe duydum doğrusu. Çünkü bilhassa üzerinde durmuştum, mesele tasavvufun saf yapısı değildir, onun dönemin Müslümanlarınca yanlış telakki edilmiş, (örneğin tevekkülü tedbirsizlik; kanaati tembellik ve miskinlik olarak telakki etme) yapısında olduğunu ifade etmemiş miydim? Buna müsavi olarak, kaza-kader inancının Cebriye, Hurufilik gibi mezheplerce yanlış telakki edildiğini, bu yanlış telakkinin de tasavvufa mal edilerek gizlendiğini, Efgani’nin de bunları ayıklamaya çalıştığını ifade etmemiş miydim? Söyler misiniz, bu tasavvufu inkâr mıdır, İslam’ı ruhani yönden baltalamak mıdır? Tasavvufun aslında olmayan, ama tasavvuftanmış gibi gösterilen hurafelerin ayıklanması, nadanlıksa, evet, ben nadanlığımla iftihar ederim. Yoksa siz de mi, tasavvufu bir şuur afyonu, dünyanın hakkını vermeden dünyadan el etek çektirme müessesesi olarak görüyorsunuz? Sizce tasavvuf, kanaati tembellik olarak mı takdim eder? Sizce tasavvuf, tevekkülü tedbirsizlik ve hareketsizlik olarak mı telkin eder? Sizce tasavvuf, kaza ve kader inancını, insanın dünya üzerindeki mesuliyetini inkar etmek suretiyle, onu ilimden, irfandan, araştırmadan, keşif ve icatta bulunmadan men mi eder? Siz bunların tasavvufun saf yapısında olduğunu söylerseniz, onu aslında hiç tanımamış olursunuz, size dinlediğiniz ve yarısında esnediğiniz ney dinletileriyle baş başa bırakmaktan başka elimden ne gelir? Madem tasavvuf bunları istemez ve madem bunlar (miskinlik, tedbirsizlik, hareketsizlik vesaire) Müslümanlara musallat olarak onların ilim, hikmet, arayış cephelerini dondurmuş, madem dünyadaki bütün ilim şubelerinin temellerini atmış olan Müslümanlar, hareketsiz kalmış, ilmi unutmuş, matbaaya küfür icadı diyecek raddeye gelmiş ve madem bunların sorumlusu tasavvufun eteklerine gizlenmiş olan hurafelerdir, o zaman yapılması gereken şey, tasavvufu bunlardan arındırmak değil midir? Müslümanların şuurlarına musallat olmuş, onları ilimsiz ve fikirsiz bırakmış hurafelerle mücadele etmek, (modernist)lik ise, ben İslam alemi için bundan güzel bir reçete bilmiyorum. Kavramların mahiyetlerini sorgulayalım biraz. O zaman anlarız gerçeği, sahteyi. Sizce, bir zamanlar dünyanın en güzel en gelişmiş şehirlerini kuran, ilimde batının hocalığını yapan, dünyanın en kuvvetli ordularına sahip olan, en dayanıklı kaleleri inşa eden Müslümanlar, yanlış bir iş mi yaptılar? Akla verdikleri ihtimam, tasavvuftan uzaklaştırdı mı onları? Elbette ki hayır, peki Efgani bunları istedi diye, sapık modernist mi oluyor?

 

 

 

Masonluğun o dönem tasvir ettiğim yapısına inanmadıysanız, sorduğum sorulara cevap verin. İki şeyhülislam nasıl ve niçin mason oluyor, kimse niçin bunlara bir şey demiyor, niçin masonluklarını gizleme gereği duymuyorlar? Ayrıca bütün ittihatçıların mason olduğunu bilen Abdulhamit, o dönem niçin masonların faaliyetlerine mani olmuyor, mason localarını tasfiye etmiyor? Bunların cevabını almadan, masonluk hakkında tek kelime daha etmeyeceğim.

 

 

Efgani’nin İslam’ı sadece siyasi planda müdafaa ettiği de tamamen kendi vehminizdir. Çünkü o siyasi planda izlediği yolu, İslami temellere dayandırır, bilhassa (tevhid)i serlevha olarak kabul eder. Gerçek şu ki, İslamiyet siyasete uzak duracak gibi bir ölçü yoktur. Bu, İslam’ı dünyadan soyutlamaya kadar gider. Ama İslamiyet’in temsil ve gaye olunacağı siyasi atmosfer, harcını batının attığı siyaset anlayışı değildir. İslam, siyasi atmosferi ve siyaset ahlakını kendisi oluşturur, onun üzerinden yürütür siyasi hareketini. Efgani’nin yaptığı da budur, idrakleri fert ve cemiyet çapında İslamiyet ile ihya etmeye çalışır, o İslami atmosferi oluşturur, ondan sonra yürütür mücadelesini. Onun niçin siyaset ile fazla haşır neşir olduğunu da sorabilirsiniz. Bunun cevabı, İslam dünyasının o dönem maruz kaldığı fiili tehditlerdir. Belki de Cemaleddin Efgani’yi anlayamamanızın sebeplerinden biri de budur; siz daha bir coğrafya atlasında Sudan’ın nerede olduğunu bilmezsiniz, ama o adam bir gece yarısı bütün rütbelerini terk ederek oraya gider, Müslümanlarla hemdert olur. Siz, Hindistan’da kaç tane Müslüman yaşar, bunu bile bilmezsiniz, Afgani başbakanlık rütbesini terk ederek oraya gider, sorunlarına yarımcı olmaya çalışır. Sizin için İran’daki Şiilerin ve Sünnilerin düşmanlığa soyunması, böylece batılı güçlerin ekmeklerine yağ sürmesi bir şey ifade etmez, ama o adam (Şiiler tarafından Sünni, Sünniler tarafından da şii olarak damgalanmak pahasına) oraya gider, iki tarafı birleştirmeye, düşmana karşı ortak mukavemete davet eder.

 

 

 

(Peygamberlik sanattır) meselesini, teessüf ve şaşkınlıkla okudum. “Bu hadiseyi arada kaybedip gündeme getirildiğinde de 'nerde demiş he hani kaynak kim demiş hangi sayfa?' filan diye entellektüel mastürbasyona başlasaydın emeğini rezil etmez, kendin ve 'tetkik'in için daha isabetli bir iş etmiş olurdun” demişsiniz.

 

Siz niçin beni uyarmadınız; oraya mimlemiştim, Efgani’nin o konferansta sarf ettiği cümleleri yazacaktım, bu doğru. Ama unutmuş olduğuma niçin hiç ihtimal vermediniz? Ben o cümleyi yazdıktan sonra, yaklaşık bir saat içinde neredeyse on sayfa kadar yazı yazdım, onlarca soruya cevap vermek zorunda kaldım. O da arada kaynadı gitti, nasip olmadı. Ama bir kez uyarabilirdiniz, “o cümleleri görelim hele” diyebilirdiniz. Bunun üzerine ben yazmayacak olursam, istediğinizi söylemekte hür olurdunuz. Ama bu zaafı pençeleriniz arasına aldınız, sanki benim adıma bir hüsran, sizin adınıza da bir zafer levhası gibi neşeyle, gururla, kahkahalar arasında teşhir ettiniz. Bir de demişsiniz ki, Reşit Rıza’dan Muhammed Abduh’dan başka kimse yok mu, kaynak gösterecek. Buyurunuz, bizzat Mehmet Akif’in şahadetiyle, meseleyi naklediyorum;

 

Mehmet Akif anlatıyor;

(Cemaleddin Efgani için) "Geldikten altı ay sonra eğitim meclisi üyeliğine seçildi. Bu memuriyeti sırasında eğitim için düşündüklerini açık bir dille ifade etti. Fakat meclisin diğer üyeleri söylediklerini benimsemiyorlardı. Zamanın Şeyhülislamı onun fikirlerini şahsi menfaatlerine uygun görmediği için ona şiddetli bir biçimde kızıyor, onun gözden düşmesi için elinden geleni yapıyordu. 1871`de (1287 Ramazan) üniversite müdürü Afgani`den fenne ve sanayiye teşvik mahiyetinde bir konferans vermesini istedi.

Üniversitenin açılacağı gün konuşmasını irad için kürsüye çıktığında, dinleyiciler arasında hazır bulunan Şeyhülislam Hasan Fehmi tüm dikkatini onun bir yanlışını bulmaya hasretmiş ve iki cümlesini kötüye kullanmak için mimlemişti bile. Cemaleddin konuşmasında diyordu ki: “insanın maişete ihtiyacı hayatın en önemli konusudur, Her türlü sanayi maişete yardımcı olması bakımından beşerin uzuvları gibidir. Mesela mülk edinmek iradenin merkezi olan dimağın aynıdır. Demircilik kol, çiftçilik ciğer, gemicilik ayak gibidir,.. İnsanın bedeni saadeti ve maddi varlığı bu şekilde gelişir. Cismin hayatı ruh ile mümkün olduğuna göre, cismin yani beşer saadetinin ruhu ya nübüvvettir yahut da hikmettir. Bu iki şey birbirinden farklı şeylerdir.

Nübüvvet bir ilahi hediyedir ki, bu nimete çalışmakla ulaşılamaz. Cenabı Hak kulları arasından kimi isterse ona verir bu nimeti (En`am, 124). Hikmet işi düşünmeyle, fikir ve düşünce gelişmesiyle, malumat zenginliğiyle elde edilir. Bir de nübüvvet hükümleri iğrenç batılın hücumundan uzak olan ilahi ilim üzerine oturmuştur ki, insanoğlu ona inanmakla mükelleftir. Hikmet sahiplerinin ileri sürdüğü fikirlere gelince, bunlar ilahi hükümlere uydukça kabule şayandır, hepsini kabul etmek mecburiyeti yoktur. Akla uygun olmayanlar reddedilir.”

 

 

İşte Cemaleddin`in nübüvvete ait sözleri bundan ibarettir ve tüm İslam alimlerinin itikadına tamamen uygundur. Buna rağmen Şeyhülislam merhumdan intikam almak için Cemaleddin`i nübüvvetin bir çeşit sanat olduğunu iddia etmekle suçladı. Daha sonra kendisine bağlı tüm cami hocalarıyla üzerine yürüdü.

Biçare Cemaleddin aleyhindeki sözlerin birer yalan olduğunu ileri sürmesine rağmen, kendini bu iftiralardan kurtaramadı. Hatta bu konuda Şeyhülislamla münakaşaya hazır olduğunu bildirmesine rağmen, kimseye dinletemedi... Merhumu sevenler ona sabır tavsiye ettiler... Fakat dini asabiyeti çok ileri derecedeki şeyhi hiç bir şey tatmin etmiyordu. Şeyhülislamla yüzyüze tartışmakta ısrar etti... Sonunda kamuoyu sükunet buluncaya kadar olmak üzere İstanbul`dan gitmesi için padişah iradesi çıktı. Şeyh Cemaleddin tamamen zulme uğramış bir insan olarak Mısır`a gitmek zorunda kaldı.(6)

 

Keyfiyetleri, fikirleri bıraktık, nelerle uğraşıyoruz. Arşiv dedektifliğine döndü iş. Açıkça ifade etmek istiyorum ki, siz ve diğer arkadaşlar yazılarımda zaaf avcılığına çıkmak yerine, meselenin mahiyetine ilişkin sorular sorsaydınız, düşünceye biraz hayat hakkı tanısaydınız, bu başlık çok verimli olurdu, hiç kimsenin kalbi kırılmazdı. Aynı melodiyi farklı enstrümanlardan çalmak zorunda kalıyorum. Çünkü muhteva ile değil, kalıpla uğraşıyorsunuz. Cemil Meriç meselesinde, serdengeçtik hanesine (gol) yazmışsın üstadım. Cidden çok yazık etmişsin. Cemil Meriç’in o mesele hakkındaki kaynağı bal gibi meşkuktür. Ben diyorum ki, o münazara (Müslümanların geri kalış sebepleri)ni ihtiva ediyor. Cemil Meriç’in incelemesinde kullandığı ifadelerin Efgani’ye ait olması imkansız üzerine imkansızdır. Çünkü Efgani’nin mücadele hayatının en büyük meselelerinden biri budur. Bu konuda yazdığı makaleleri siteye aktarmak isterdim, ama aktarmayacağım, okuyan okusun, kaynağı belki yüz defa söyledim.

 

Yazının sonunda, Akif’i de Said Nursi’yi de boşuna saf dışı bırakmışsın. Eski Said’i, incelemenin sonunda ifade etmiştim. O dönemi, Said Nursi hesabına (sığ) olarak ifade edemezsin. Said Nursi’nin o dönemdeki faaliyetlerini tasilatla yazdığı (Divan’ı Harb-i örfi)’yi okudun mu? Bediüzzaman Said Nursi hz.’lerinin (eski said) dönemi hatalar çağı değildir. Onun aktif siyasetten çıkmasının sebebi, o dönemde tuttuğu yolun yanlış veya senin ifade ettiğin gibi (sığ) olması değildir, Said Nursi sadece dönemin siyasi atmosferinin metodunu eleştirmiş, amentüsünü batılıların yazdığı diplomatik mücadelede ümmete gerekli ve yeterli yardımı yapamayacağını düşünerek bırakmış siyaseti, hikmet ve irfan depolamak için inzivaza çekilmiş. Yoksa onun (ittihad’ı İslam) fikrinde bir mahiyet değişikliği yoktur, belki metot değiikliği vardır.

 

Son ifade ettiklerine kesinlikle katılmıyorum, (Bir insanı illa basılan eserleriyle tanımak zorunda değiliz) de ne demek… Fikrin namusunu Üstad’dan emen birinin bunu söylemesine inanamıyorum. Burada bir adam muhakeme ediliyor, hakkında bir sürü iddia dolaşıyor, neticede bu adam için bir kıymet hükmü biçilecek. Hal böyleyken, bir hâkimin, davası dürülmüş, dosyası kapatılmış, çarmıhı hazırlanmış bir idam mahkumuna bile, (son olarak söyleyeceğin bir şey var mı) demesi gibi, asgari ölçüde de olsa söz hakkı tanınmayacak mı? Bu ne adalete ne fikir namusuna yakışır. Benim elimde bir mühürleme selahiyeti olsaydı, okumadan, mahiyeti araştırmadan itham peydahlayanların dillerini mühürlerdim…

 

 

Bazı özel vaziyetlerden dolayı bir müddet internete uzak kalmak zorunda olacağım. Sorularınız olacaksa cevap vermeye çalışacağım. Gerçi bu sözlerimin (sapıklığı tescilli) birinin firarı olarak telakki edeceğinizi sezer gibiyim. Olsun, Allah’ın adaleti kafidir…

 

 

Dipnotlar

1- Muhammed el- Mahzumi

2- El-Urvet’ul Vuska

3- Dr. Asgar Mehdevi, Mecmuatu Esnad ve Medarik

4- Zikrayat ve Ahadis, Milli Eğitim yayınları

5- Hadıru’l-Alemi’l İslami

6- M. Akif Ersoy, Modernleşmek mi, İslamlaşmak mı, s. 19-21, İhya Yay., İstanbul, 1983

Share this post


Link to post
Share on other sites
Artık hiçbirinize cevap vermeyeceğim.

 

yukarıda yazdığın "cevap vermeyeceğim " sözünüde çiğneyeceğini tahmin etmek pek zor olmasa gerek.önce meseleyi nasıl çarpıttığına bir göz atalım.

 

evvela beni haklı çıkardığı için teşekkür eder, şükranlarımı sunarım.keşke yazdığın cevap sözünü çiğnemene değseydi.

 

cevabımıza daha önce sorulmuş bir soruyla başlayalım.acaba efganinin mezarını kim yaptırmıştı.

 

abdulhamid meselesine fazla takılmışsın.oltayı sarıp seni sudan çıkarmak gerek.

 

abdulhamid döemi kolay anlaşılacak bir dönem değildir. niye masonlara engel olmamıştı diyorsun.bazı şeyleri istemeden yapmak ve bazı şeylere göz yummak zorundaydı da ondan.

 

 

 

kendi arkasından çevrilen onca oyuna ses çıkarmamış, kendisini esir etmek için tahta çıkarken şartlar sunan mithad paşayı birkaç kez sadarazam yapmış, amcasının katili olduğu kanıtlanıp herkes ölümünü istediği halde kendi cebinden beslemiş, kendi düşmanlarına hediyeler vererek, nasihat ederek onları doğru yola getirmeye çalışmış birisinin siyasetini anlamak ve bu adama şöyle yaptıysa bu adam iyidir tarzında hüküm vermek seni aşar cihat efendi.unutma ki onun hal edilmesi fetvasını da zamanın şeyhülküfürü vermişti.

 

 

mehmed akife gelince.mehmet akif neyzen tevfiğide seviyordu.hatta abdulhamid han gaziyi sevmiyordu zamanında.hatasını çok sonra anladı.onun için mehmet akifi ikiye bi gündeme getirme. oda çok karmaşık bir mesele.ama illa ondan konuşmakistiyorsan önceki mesajımda sorduğum soruya cevap ver.niye siz sapıklar sürekli akifi kalkan yapıyorsunuz.

 

 

 

 

said nursiyi demişsin.onun neden içtihad yapılamayacağını anlatan yazısını okumadın galiba.ama dur

! sen ahmed davudoğlunun kitabını okuduğunu söylemiştin.demekki bu yazıyı okuduğun halde birşeyleri gizlemeye çalışıyorsun.

 

 

efganiye söz hakkı vermeye gelince zaten biz onun sözlerini tartışıyoruz.ama sen herşeye bir bahane buluyorsun.işine gelmeyen yerleri geçiştiriyorsun.

 

 

bu arada ben tartışmada abduhtan bahsetmeyi unutmuşum galiba.sen bize onun fil suresi tefsirini bi getir görelim o nun tefsir konusundaki görülmemiş yeteneklerini.

 

aslında bu mesajı yazmama gerek bile yoktu trradomir seni yerden yere vurmuştu ama.utanmadan bide cevap yazabildin ya dayanamadım.

 

yine daha önce sorduğum bir soruyu soruyorum. madem efganiye ait değildi o mektup niye efgani kendi ismi ile yayımlanan bu mektuba itiraz etmedi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cemaleddin'in doğum yeri hakkında kaydedilenler onun kendi ağzına ve onun başyalakası, trionun ikinci ayağı, durup dururken pozitivist kafasına göre nassı tevile kalkacak tiynetteki Abduh'un Cemaleddin'den nakline dayanır. Bense, tıpkı Muhsin'ül-Emin gibi, temiz olduklarına inanmadığım bu adamların naklini seçmektense diğer iddiaları daha muteber buluyorum. 'Yaa yazacaktım da yazamadım, koyacaktım da koymadım, kıl oldu tüy oldu' falan diye mazeret imalatına sarılmandan, yaptığın işe verdiğin önem ve amacın belli oluyor. Ben bunu sadece sarıldığın işteki ciddiyetsizliğini göstermek için ortaya atmışken yazının genelinde düştüğün ad hominem'den bir örnek daha sunarak 'Bak ben bütün delilleri biliyorum, aha bak bunları bunları diyolar' diye sadece pekiştirici mahiyetteki bilgileri kaydetmiş; sıraladıklarının arasındaki eksiklerin ya farkına varamamış, ya delil karartmış, ya da 'biliyorum kii' emniyeti içindeki bilgisizliğinin farkına varamamışsın. Arada kaynatılan ve meselenin temelini oluşturan iddialara, alınan ayarlara karşı elde tutulan sükunet payını hesaba bile katmamak gerek. Bu kadar tevilden ve 'ney meselesi'ndeki idrak-u kelam fesadından sonra senden herşeyi bekliyorum. Meseleyle doğrudan alakası olmadığı halde çantayı sen açtın madem, bakalım bizde neler varmış:

 

1. Namıssız İran şahı adamın kendi ülkesine iadesini sağlamak için Cemaleddin'i İran'lı göstermek istiyorsa, pek ala Cemaleddin de İran'lıdan paçayı yırtmak için 'Ben ordan değilim' diyebilir. Her ikisi de zanna dayanır. Nitekim ikinci durum onun hareket serbestiyetine ve tesir avantajına kavuşmasını sağlamış, istediği yerde cirit atmasını kolaylaştırmıştır (Abdülhamid'in iade etmemesine 'delil'indi). Aşağıdakilerle birleştirince bu madde, hareket sebebi olarak yerini buluyor.

 

2. Cemaleddin'in babasının Safder olan ismine ne bir sünnide, ne de Afganistan'da rastlanır. Afgan Esadabad'ında doğduğu söylenen birisinin, İran'ın Esadabad'ında sürüsüne bereket akrabasının bulunmasını ve bir sünnide rastlanması neredeyse imkansız olan bu isimde bir babaya sahip oluşunu tesadüfle açıklayan, gitsin tüm eski artistler daha ölmemişken iki tane Yeşilçam filmi çeksin de izleyelim be abi. Bu kafadan bu beklenir. Bu kafa kendi hülyalarına bizim inanmamızı beklemesin, başka ihsan istemez...

 

3. Yönünün İran'a doğru olması onun yüz akıymış abiler. Yok yaa? dünya İslâm İlmi Birliği'ne merkez olarak Şia'nın kalesi olan memleketi, şahı 'denge politikasıyla :)' kazanmak için mi tavsiye etti o zaman? İlmî bir merkezin yatağı olarak Şia yuvasını önermek ya masumca değildir, ya da gerzekçedir. Gerçi ilmini Şii mahfillerinde, Murtaza el-Ensari'den falan alan birisi için bu çok da şaşırtıcı değil.

 

4. Bahsedilen görevi alması Afgan vatandaşı olmasını mecburi kılar mı, Afgan yönetimi tarafından aktif olarak dahil olduğu iç siyasetin amaçları uğrunda sahiplenilmediği ne malumdur, kandırılmadıkları ne malumdur, Cemaleddin'in yalanını tamamlamak üzere yapılmayacak bir kontrole dayanmadığı ne malumdur, bunlar bir tarafta dursun; kızkardeşinin oğlu ve talebesi Mirza Lütfullah Han şahtan yıllar sonra bir kitap yazıp onun Hemedan Esedabad'ından olduğunu söylerken bize bunca sözümona 'tesadüf'ü de birleştirip ne demek, ne yemek düşer acaba? İran şahı Seyyid'i kendisinden ve Cemaleddin'in ölümünden sonra bu iddiaları yazması için satın almıştır di mi? Naihahahaha, bi gidin işinize arkadaşım ya. Adamın yeğeni bunu söylüyor, hem de ortada ne şah kalmış ne ayaklanma tehlikesi, size ne oluyor?

 

5. Muhtemelen Abduh'tan nakil yapan ve mahut şahsın 'kırk yıllık dostu' olan Emir Şekip Arslana karşılık, bir de S. Salih Şehristanî'nin İran menşeini savunduğu yazısından şu ifadesine bakmak gerekir, madem öyle: 'Bugün hâlâ, Cemaleddin'in kabile fertleri, yani amca ve hala çocukları, kardeş ve bacı çocukları kadın erkek elliyi aşkını hayattadır. Bunlardan birisi, Cemaleddin'in (1300 H. de ölen) kardeşi Seyyid Meşînin torunu ve Kemâl'üd-Din'in oğlu S. Mahmud'dur. Cemaleddin'in kardeşi, Safderi'n oğlu olan bu zat ise 1251'de köyünde müderris idi. Şöyle demişti: S. Cemaleddin'in doğduğu oda Seyyidan mahallesindeki evlerinde halâ ayaktadır...' Bu mahalle Hemedan'daki Esadabad'da bulunuyor ve Cemaleddin'in akrabaları da orada ikamette. Ayrıca sonradan Afgan Kralı Emanullah Han'ın amcası Emir İnayetullah Han da bir İran ziyaretinde bu köyü ziyaret ediyor, Cemaliye ailesini derliyor, gerekli bilgiyi alıp adamın dedesinin mezarlarını filan ziyaret ederek neticede İran menşeine kanaat getiriyor ve Afganistan'da 'Afgani benim halamın amcasıydı' falan gibisinden hiçbir şekilde tekzib edilmiyor. Gulam Hüseyin Han, Abdülkerim Dicli ve daha pek çok akademisyen de bu fikirdedir. Senin için bu soy hala açıksa, seni İran'lı şah masallarınla başbaşa bırakıyorum. Benim için bu adamın nesebi ikincil derecede önemliyken, bunun bile 'Canım İran şahı diyoruz işte, şarkiyatçıların halt yemesidir, Miki yapmıştır, kedidir yahu' diye geçiştirilemeyecek derecede karmaşık olduğu ortada. Hatta düpedüz İranlı işte adam, akrabaları böyle derken daha neyin muhabbetini yapıyoruz?

 

Masonluk meselesinde 'ee ama onlar da masondu, nolacak şimdi, hadi anlat bakalım' diyerek kaçak dövüşmekten başka bir dala tutunulamazdı zaten. (Böylelikle Cemaleddin'i uzaktan sevenlerin sapıtıklıklarının ona yüklenmesine karşı çıkacak argümanını kendi ellerinle çöpe attın ya, her neyse). Zira hem tarihi köken, hem de 1897'deki dönüşün cemiyette herhangi bir çatlağa sebep olmadan gerçekleşebilmesi, işi çenelere bırakmadan vakıayı konuşturur. Bizimkilerin masonluğuna gelirsek, evvela Abdülhamid'in halline fetva verebilenlerin dahi şeyhülislam sıfatını taşıdığı zamanlardan bahsediyoruz. 'Dönemin dini makamlarını işgal edenler' adını verdiğin bir güruha sen de sallamışsın zaten. Tıpkı bizim diyanet işleri başkanlığımız gibi, o dönemin şeyhülislamlık mevkii de pek güvenilir değildi. Ayrıca, bu dönemde masonluk teşkilatına giren herkesin cemiyetin içyüzünü bilmediği doğru olmakla beraber; biraderliğe, riyasete çıkabilecek ve teşkilatı bir ülkede loca loca bina edecek güveni sağlayabilen bir adamın bu kadar kör ve temiz olabileceğine, biraderlerin bu adama göz yumabileceğine ihtimal vermek, ancak müdafa içgüdüsüne bağlı olabilir. Ama o da girmiş, ama bu da girmiş diye bir aklama mekanizması olamaz. Abdülhamid'in, topu Mason olan İttihatçılar tarafından maruz bırakıldığı vatan hıyanetini bir tarafa koyalım; onun teşkilatı denetim altına almaya çalışması tutumunu gösteren yeterli bir delil olarak kabul edilebileceği gibi, teşkilatın lağv edilmemesi koca sultanın emniyetteki nadir zaaflarından birine yahut etrafını saran masonlarca yeterince bilgilendirilmediğine, veya bu durumdan dolayı itidal politikasını takip etmek durumunda kaldığına da verilebilir.

 

Gelelim Fransa'ya. Burası da yazının sosundandı, fakat madem buraya geldik, pek ala buradan devam edelim. Yazzında Cemaleddin'i emperyalizme karşı birliğe çağıran bir kimse olarak takdim etmişsin, buranın kaydedilmesi de bu tespite karşı ileri sürülüyor. Evvela hiçbir devletin, kendi sisteminin başdüşmanını hiçbir yerde bulamadığı neşir organlarıyla donatacak serbestiyeti kolay kolay sağlamayacağını belirtmek gerekir. Alfred Dreyfus vakasında bile, devletin temel politikası eleştirilmemiş olmasına rağmen, vaka-yı adiyeden olan bu hadise üzerine serbest fikrin ninnilerle uyutulduğu fransa beşiğinde Emile Zola'nın bertarafına yönelik çabalar da kaydedilmeli. Cemaleddin, saf emperyalizme karşı değildir, Fransa'nın tahammül edebileceği ve faydalanabileceği bir şahıstır. En rahat ettiği yer ise Fransa'dır evet, yalan değil. Fransa'nın politikasını belirleyecek mevkiide bir insan mıdır ki Fransa'yı denge unsuru olarak kullanmış olsun? Tersi olmasın sakın? Masonluk teşkilatında Fransız locasının desteğiyle iş görmesi olsun, Riyaz ve Nobar paşa gibi karanlık ve yabancı hayranı insanlar tarafından himayenin kralını görmesi olsun, birincil ehemmiyete eremeseler ve tek başlarına huccet olamasalar da hep birer istifham olarak yaşamayı hak edecek ehemmiyeti haizdir.

 

Tasavvuf meselesinde idrak arızası gösterdiğimi söyledikten sonra elli tane alakasız soru sorup kilobytelarca alakasız yazı döşenmişsin be eleman, inşallah kilo problemin vardır da sarfettiğin çaba, yaktığın kalori bir işe yaramıştır. Kafayı çekip de mi okuyorsun bilmiyorum ama, benim senin tasavvuf telakkinde neyi eleştirdiğime tekrar bir bakıver istersen. Hayır yani, ayık kafayla benim yazımı okuyan biri 'Yoksa siz de mi, tasavvufu bir şuur afyonu, dünyanın hakkını vermeden dünyadan el etek çektirme müessesesi olarak görüyorsunuz?' diye soramaz, o yüzden diyorum. Gerçi sarhoş biri bile bu kadar yazıya kastığının dörtte birini yazılanı anlamaya kassa o da anlardı ya her neyse, fazla kurcalamayalım, bozarız mozarız mazallah. 'Zaman, tasavvuf gibi nadide bir ilmi şuurlarda yaşatacak, tarikat gibi hikmet şebekelerini cemiyete döşeyecek keyfiyette değildi'. Miydi? Müsait olmayan zaman mıydı, zamane insanı mı acaba? Evvela yapılması gereken tasavvufu hakikatine döndürürken zihinleri temizlemektir, tasavvufu pozitivizme boğdurmak veya çıkarılıp atılabilecek bir süs haline getirmek değil. Bunu zaten yazmıştım. Pozitivizm isnadımızın altı ise yeterince dolu. 'Alevilik hazret-i Ali'yi sevmekse ben herkesten daha Aleviyim abi' nevinden, cahillerin vazgeçilmez ortamalı artistliğine tenezzül ederek ortaya konan 'şehir yapalım, ordu yapalım demek modernistlikse ben de modernistim birader!' tavrı ancak adam güldürür. Batıya zahirde ve siyasi planda karşı çıkarken, İstikbal-i Greenwich ile, 'aklu ekber' diye tekbir alıp namaz kılar gibi onların fikir ve metodlarını Kur'an ve din yorumlarında kullananları, İslam'ın ruhaniyetine kastedenleri temelde siyasetleri sebebiyle eleştirmediğimizi de yazmış, diğer yanın ise gerekli temellendirmesini zaten yapmıştık. Hala siyasete sarılmanın neden gerekli olduğunu anlatıyorsun. Aksini söyleyen mi oldu? İslam'ı siyasi planda da müdafa etmek, İslam'ın siyaseten de uygulanması için çaba sarfetmek bir kulluk vazifesidir zaten. Bunu yapan pek çok mücahide de kimsenin tan ettiği filan yok. Sıkıntı İslamın ruhî zaviyesinin budanarak siyasallaştırılmasında ve kaynaklarının kaynaklarla değil, batıcı metodla ele alınır hale gelmesinde. Asıl tehlike de budur. İslam'ın Budizm'den olduğu kadar, komünizmden, faşizmden de bir farkı var. Müslümanın yeni hükümler çıkararak dinini upgrade etmesi lüzumsuz. Müslüman Müslüman olsun yeterli. Kuran ve sünnete dönüş, mucizeleri reddetmekle, materyalistleşmekle, faizin helalliğiyle ilgili soru işareti oluşturmakla filan olacaksa olmasın zaten. Dini ele alış metodu, yanlış bir metodla değiştirilmediği sürece bir gün bir Necip Fazıl çıkar, öbür gün Said Nursi çıkar, Gazali falan çıkar, seni kafana vura vura uyandırır. Bir Necip Fazıl'la şu adamların arasındaki fark görmezden gelinemez. Din modernist bir bakışla incelenmesin, vecdsizleştirilmesin. Günümüze ulaşan bu çığırı açanlar Abduh'la Cemaleddin sapıklarıdır. Vay efendim sen sudan'ı bilmezken o oralara gitti, yok efendim sen Ganj'ı kitaplarından okurken o onun diplerinde Müslümanları ilmiylen suladı filan olayları da Cemaleddin'in ithamıyla ilgili değil, sadece laf kalabalığı, sadece meseleyi saptırmak yahut konuşmak yoluyla cehaletin perdelemesi. Sen burada çene çalarken Ebu Cehil de savaşıyodu ona bakarsan, hadi bakalım. Eleştiri noktalarımızdan birisi de tasavvufa, Kur'an ve sünnetin aslında yokmuş da sonradan bu kaynaktan türetilmiş gibi sütlaçtaki tarçın muamelesi çekilmesiydi ki o cümleleri de, önceki mesajda gerekeni yaptığımdan dolayı tekrar yorumlamaya gerek duymuyorum. Tasavvuf meyve, tezahür veya mahsül değildir, gövdeye dahildir, yani olmazsa olmazdır, şeriatin ekürisidir, zahirin batınıdır. Tarikat tasavvufun meyvesidir ama, tasavvuf sünnetin şeriatle beraber bizzat kendisidir, onun garnitürü veya aksesuarı değildir. Kaynağını da beşeri tefekkür mihrakı olan hikmetten filan değil, nübüvetten alır. Sanki bu söylediklerimi yazmamışım gibi bir sürü başka şey anlatmışsın. Gaza gelip bir yığın alakasızlığı döşemeden, meseleyi çarpıtıp çarpıtıp 'nadanlık buysa ben nadanım' deyuben fakiri tebessüme mecbur bırakmadan evvel git ne yazdığını bi oku istersen nadanım benim. Ne yazdığını da ben mi göstereceğim sana? İstersen gösteririm ama yazım şişiyor.

 

Afgani, has çömezi Abduh ve onun çömezi Reşid Rıza, hadiseleri hiçbir bilgiye dayanmadan sırf pozitivist anlayışa yaklaştırabilmek, sözümona bilimle barıştırabilmek için nass'ı aklına göre yorumlayan, böylelikle Kuran ve sünnetin ehemmiyetinin altını çizen ve tasavvufun yanlış anlaşılmasından şekvada bulunan onca kimseden ayrılarak bu sebeple eleştiriye maruz kalan, sırf modernist takıntıları sebebiyle genel manada mucizeyi reddetmeye eşdeğer şekilde normalleştiren (ki bu mucizeyi ve icmâı düpedüz reddir evet, yok 'efendim buradaki mucize aslında bunu demeye çalışmıştır da yüzyıllarca müslümanlar saf gibi Kur'an'ın tasvirine inanmıştır' benzeri sözler sadece sizin korkunç bir kibir, İslam'ı pozitivistleştirmeden gayrı sebebi olmayan bir gayret ve nefs emniyetiyle uydurduklarınızdır, haşa her gece Allah'la empati kuruyosunuz anasını satiim, utanmasanız Allah'a da müteşabih diyeceksiniz), melekleri, şeytanları bile maddeyle açıklayacak noktaya kadar materyalistleşen, bırakın Fil suresinin bilimsel(!) tefsirini, ayın ikiye yarılmasına bile olmamıştır diyen (haşa Allah'ın yalanını enselemiş abiler...), evliyalar hürmetine edilen duaları sırf bu takıntıları sebebiyle şirk olarak niteleyen, bu yaklaşımlarıyla da İslamiyet'e en büyük tahribi veren kimselerdir (her birinin kaynağı bizzat kendilerinin kaleminden mevcut). Yollarından giden modernistlere açtıkları çığır İslam alemi açısından bir yüz karasıdır, İslam'ı siyasal bir tefrik vasıtası olarak sivriltirken batıya ruhta teslimiyettir (siyasal İslamcılık hareketi). Bu hareketlerine rağmen bir kısım İslam militanının (mücahid değil) aklamak için attığı taklaları, paranoyalarını, tevillerini izlemek trajikomik... Sadece 'Bilimle barışalım' gibi bir iddiayla geldikleri için onları bir sürü aklı başında adama eşlik ederek eleştirdiğimizi, modernist/pozitivist/rasyonalist şeklinde sıfatlandırdığımızı sanacak kadar salak olmadığını düşünüyordum. Sen benim için bir yanılgı oldun ve bunun için gerçekten çok üzgünüm. Kendi düşene yapacak bir şey yok malesef...

 

Şu ney dinleyerek uyuma olayı ise apayrı bir çıldırma. Ben sana 'defol git İngiliz büyük elçiliğini patlat o zaman', 'Yuri Gagarin uzayda tanrıyı bulamamış, bi de sen baksana bi lan' veya 'git de peygambere postacı muamelesi çek' desem, yahut 'Faiz helalmiş abi, koş git vadeli hesap açtır da alacağımız paraylan Cihat yapak' diye dalga geçsem, fikirlerini yarı gerçek yarı yalan çarpıtsam ancak bu iğrençliğe yaklaşırım. Okuduğunu anlamamakla kalmayıp bir de apalakasız bir dalga geçme girişimi nahoş ötesi. Buradan sonra iyice keskinleştim zaten. Hmm, bu ney meselesini ikinci defa tekrarladığına göre sen buraya fena saplanmışa, büyük bir ehemmiyet atfetmişe, sağlam bir istinad noktasını bulduğunu düşünen bir hale giriftar olmuşa benziyorsun. Pek ala, buranın derinlerine inelim biraz. Yazıda diyorsun ki 'ney dinleyen kendinden geçmemeli, kendini bulmalı'... Arkadaş sen tasavvuf meselesinde bir müsteşrikten daha da cahilsin. Dur dur, sakin ol az. Kendinden geçmenin tasavvuftaki manası nedir, kendinde olmak nedir, 'Kendinden geçmek iman, kendinde olmak küfür' buyuran veli (kimliğini hatırlamıyorum, bakabilirim) ne demek istemiş, kendinden geçen mutasavvıflar kılıcı ve ilmi bir tarafa mı atmış, bunlar hakkında gram kavrayışın yok. Kendinden geçmek değil, kendini bulmak esastır haa? Ne kadar da güzel görünüyor di mi uzaktan? Ne fikir ama, di mi? Nasıl sade, nasıl ucuz, nasıl 'akıllıca', ne kadar rasyonel! Yapma hoca, bilmediğin konuda kalem oynatmak zorunda olduğunu mu söylediler sana? Bir kısım nâdan ayyaş sarhoşluğuna düşüyor diye tasavvufun temel hâllerinden birine bu yapılır mı? Ney'in inlemeleriyle kendinden geçen nice büyük bu dini aslıyla taşıdı. Entelliğin çakmacı işportacıları gibi her meseleye laf yetiştirme içgüdüsüyle, olanca ıstılah ve bilgi fakirliğinle yalan yanlış düstur yumurtlamak, ahkam kesmek, işkembeden gazel okumak zorunda olduğuna mı inandırdılar seni? Haa, bir gram fikir namusun varsa; Cemaleddin aşkına, Abduh aşkına, bak Cemaleddin'in adını verdim, 'kendinden geçmek bysa ben hiç kendimde olmadım ki abi' pespayeliğine tenezzül etme. Istılahı katlederken nereye çeksen oraya gelir kelimelerle dengeleme yapmak basit bir tavır. Sen üzerinde fikir beyan ettiğin disipline saygı göstermezken, cehaletinden sadır olan fikre utanmadan saygı mı bekliyorsun? Kusura bakma, bu halinle anca gidersin. Bunu seni harcama niyetiyle filan söylemiyorum. Cemaleddin hakkında, mütakibi siyasal İslamcılardan doğru yanlış, eksik-gedik bilgi toplamadan, hatta hadi bundan da geçtim de, tasavvufu 'tetkik'e kalkmadan önce şu bilgisizlik ve kalem oynattığın disipline saygısızlık, ecnebilik halini çözüme kavuştursan daha iyi edersin.

 

Akiften yapılan alıntılara bakılırsa abinin lisanı da pek fasih, pek temizmiş azizan, 45 günde bülbül gibi şakımaya başlamış vallahi, herif Türkçe'yi benden güzel konuşmuş şerefsizim. :) Ahahahaahah. Bu adam mı Türkçe bilmediği için yanlış anlaşılmış, yoksa birileri bunları sonradan mı uydurmuş? Toplantıdan 2 yıl sonra doğan Akif'in yıllar sonra yazdıklarını itimada şayan bulmuyorum. Madem bu yazılar zapta geçmişti de bu kadar netti, bu o sırada bu infiali oluşturmaz, sadrazam desteğini alan bu adamın sesi yüksek çıkar, koca ilmiye toplumundan birisi kalkıp da hop kardeşim derdi. Harbiden derdi. Aynı şekilde, olayın gerçekleştiği dönemde bu kadar net bir hatanın ilmiyenin kalesinde yapılamayacağını, yapılsa bile bu etkiye sahip olamayacağını düşünüyorum. Mesela Peygamberliğin Fıtrat ve cibilliyetin bir neticesi olduğunu, esas oğlanın çömezi Abduh da iddia etmiştir; bu mesele de aynı paraleldedir ve İslam dünyasında pek tartışılmış bir mevzudur. İsterseniz onu da açarız. Kanaatimi bir önceki mesajımda detayıyla yazdığım için bunları tekrarlamak lüzumlu değil aslında, uzatmayacağım. Aynı cümlede sanat ve nübüvvet geçti diye bu adamın bu tepkiyi aldığını, 45 günde öğrendiği bir dilde konferans verebildiğini, bu yüzden yanlış anlaşıldığını sanan sanmaya devam etsin de bizi bunlarla keklemeye çalışmasın azizim. 'Bak kuş geçiyo!' deseniz belki bakarız da, bu ne böyle lan? :) :) Gerçi koca mektubu, gösterilen çağdaş kaynağı oryantalist uyduruklamasıdır canım diye geçiştiren birinin bu meselede 45 günde konferans mucizesinden bahsetmesi yadırganacak şey mi allasen? Elbette değil, bunun yapılabilmesi için iki adımdan müteşekkil, oldukça verimli işleyeceğini sandığım bir prosedür var:

 

1. Sert bir kaya parçasını nişan al,

 

2. gerilip bütün gücünle kafanı oraya yapıştır. Hadi geçmiş olsun.

 

Divan-ı Harb-i Örfi'yi okudum mu? Bu soruya evvela sualle cevap vereceğim: Pardon da sana ne? Bu şahsın bütün verimi Divan-ı Harb-i Örfî'dekilerden ibaret midir de sen bana bilgimi tespit için bu suali sorabiliyorsun? Bu kimse hakkında fikir sahibi olabilmek için başka eserlerine, başka şahitlere, başka kayıtlara itibar etme hakkımız yok mu? Sen okudun da sırf bu kitap sayesinde mi bu kişi hakkında fikir beyan etme rütbesine erdin? Misal okumamış olsam, 'git oku o zaman' diyerek meseleyi halletme ucuzculuğuna kaçma kolaylığı var ucunda di mi? Bu kaynağa itibar etmeden fikir devşiremez miyiz, nedir bu kitap tabulaştırması? Sen Kütüb-ü Sitte'yi, Sahih-i Buhari'yi, Sahih-i Müslim'i vesaire baştan sona okudun mu da İslam hakkında fikir sahibi veya apaçık Müslüman olabiliyorsun o halde demezler mi adama (ki bunlar bile güvenilir ağızların naklidir hacı, telif değil!)? Halbuki bu İslam hakkında fikir sahibi olabilmek için mecburi bir iş değildir, zira buradaki verimler iktibaslarla, tahlillerle, hatta tenkitlerle bize ulaştırılmıştır. Tefsir bir mecburiyettir. Mein Kampf'ı okumadan Hitler'i, Nutuk'u okumadan M.kemal'i tanıyamayan birine 'kazma' derler. Hatta böyle düşünürsek, bir kimsenin bir başkası hakkında fikir beyan etmesinden veya malumat nakletmesinden boş bir iş olup olmadığı sorusu da akla gelir. Bir küçük risaleciği okuyup da fikirde kemale ermedikten sonra ne işe yarar o kişiyi tanımak ve anlatmak için harcanan bunca gayret? At çöpe gitsin, o kadar basit(!). Hayat herkesin her kitabını okumaya müsade edecek kadar uzun değil. Haa, çok merak ediyorsan, söylemezsem merakından öleceksen hızlı nurcu dönemlerimde Hutbe-i Şamiye ve Tarihçe-i Hayat'ın bir kısmıyla beraber bu eseri de okuduğumu ve Eski Said'in bu kitapçıkta bir yandan doğudakilere 'siyasetle uğraşmayın' nevinden telgraflar attığını söylerken, diğer taraftan siyasi macerasını anlattığını ve 'İttihat-ı İslam'da üstadlarım Cemaleddin, Abduh, eşkiyabaşı Ali Suavi'dir' gibisinden talihsiz bir cümle sarfettiğini de hatırlıyorum. Eski Said neden sığcadır ve onu gerçekten Bediüzzaman kılan, gözümüzde kıymetlendiren ve onu bu ülkenin büyük bir ruh hamurkarı haline getiren etken neden Cumhuriyet sonrasında girdiği çığırdır? Buraya da hem kendi delillerimizle, hem de onun ağzından nakillerle gireriz bir yerde; burada fazla uzatmak istemiyorum (sadece Eski Said, sırf o desteklediği için bazı fikirlere itimat etmeyi gerekli kılacak birisi değildir, hatası da pardon ama boldur diyip geçeceğim şu an). Bir insan yalnızca eserlerinden ve kendi bakış açısından, kendi ağzından ibaret değildir. Hele hele kendi veriminin az bir kısmı matbu ise hiç değildir. Tekrarlayacağım, sağır denen adamın gözleriyle ilgili yazdıkları da onun sağırlığını devredışı bırakmaz. Bize gelen bilgilerin bir tenkit ve malumat süzgecinden geçirilmesi kafidir. İş gelip de 'onu okudun mu, bunu okudun mu'ya varırsa bu dünyada hiçkimse hakkında fikir sahibi olamazsınız. Belki Müslümanlığınız bile taarruza uğrar. Altı doldurulmamış entel ezberlemeleri, cahilin cehaletinden daha saçma sapan oluyor kimi zaman. Onu anlamak için birçok kimsenin kaynak gösteren tenkidlerini bilirken, mesela Abduh'un leş kokan ağzına katlanarak vaktimin canına kıymaya mecbur değilim. Kitap yazmamış olan insanlar hakkında, Peygamber dahil, fikir sahibi olmak durumundalığımız, bu adamın tercümanının kalemini inceleme mecburiyetini ortadan kaldırır; aslolan kaynağın itibar derecesidir. Sözlükte 'yalan' diye bir kelime, tercümelerde nice tahrifat yahut idrak faciası, psikolojide ise elli çeşit savunma mekanizması var. Kamil malumat için, sağlam istinadlarla kanaati kesinleşmiş insanların, nesne konumundaki şahsı okuması kimi zaman doğru olabileceği gibi kimi zaman da yanlış olur. Üstad'ı da entel saplantına kalkan yapma istersen, onu ve kendi yaptıklarını senden daha iyi tanırım sanıyorum.

 

Allah selamet versin efendi. Gerisi yalan dolan.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İKİ PALYAÇO VE...

 

 

Osmanlı İmparatorluğunun birkaç asırlık ham yobaz ve kaba softa devrinde bataklığa çevrilen İslam, Tanzimattan sonra, uçurum yönüne döndürülünce, daha ziyade yurtdışı birtakım ıslahçı palyaçoların sökünü başladı. Suratlarını Batılı ressamların boyadığı sarıklı palyaçolar... Ve bu devirde artık bedbaht planında ortaya çıkan Batı hakimiyetine karşı zaafı ruhlarında aramak yerine İslam'da bulan biçareler...

 

Maddeye tahakküm dehasının timsali Avrupa karşısında, bozgunu n sırlarını çözmek ve İslamı kainat çapında yeni ha­yata tatbik etmek fikriyatından mahrum bu tipler, daima ol­duğu gibi, ne Batıyı ne de Doğuyu muhasebe edebilmiş, pal­yaçolar olarak, güya İslam'a yenilik getirme sevdasıyla, kalplerinin görünmez bir köşesinde, onu budamak, destekle­mek, ufalamak ve düşman dünya anlayışına tabi kılmak küf­rünü beslediler. Sabitliği ezelde ve her an yeniliği ebedde gerçek İslam çağını açmak değil de, onu, Batı maymunları­nın fani ve her an zevale mahkum çağına uydurmak...

 

Bu arada, Yahudilik ve Hristiyanlık stratejisinin ve em­peryalizma tuzağının istismar hedefi olmaktan da geri kal­madılar. Sistem getirici büyük bir tefekkür adamı olmayan, zaten makamı bakımından böyle bir hüviyete uzak bulunan ve sadece deha çapında bir ileri görüşle her şeyi sezen ikinci Abdülhamid Han uzun zaman durdurabildiği fakat dünya şartları hesabile elbette yenemeyecek olduğu felaket çığırı ve dalalet iklimi içinde işte bütün bu muzahrafat mütefekkirler­le mücadele zorunda kaldı.

 

Bu çöplük fikircilerin başında Cemaleddin Efgani ile Mı­sırlı Muhammed Abduh vardır.

 

Efganı, Türkiye'de Tanzimat ilanı sıralarında Efgan ille­rinde doğdu. Felsefe okuyarak yetişti ve rivayete göre mem­leketinde Ruslar hesabına casusluk yaparak efendilerinden hayli paralar aldı. 30-31 yaşlarındayken Mısır'a gitti, orada Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh ile tanıştı, onunla sımsıkı kenetlendi. Daha doğrusu, İslam'a yeni bir şevk ver­mek temayülündeki bu çürük adamı büyüledi ve peşine tak­tı.

 

Birçok kitapta ikisinin birden Mısır'da mason çemberine girmiş oldukları yazılıysa da bu yerinde suçlama vesikasına kavuşturulmuş değildir. Vesikasını biz verelim:

 

- « Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh İngiliz ve Fransız masonlan tarafından çizilen daireye dahil kılınmış ve İslam modernistIeri geçinen bu adamların elde edilmesiy­le Batı dünyası (politika-relijyöz; dini siyaset)lerinin temini­ni düşünmüştü.»

 

Bu şartlar kelimesi kelimesine aslına uygun bir tercüme olarak şu kitabın 127. sahifesinden:

 

Les Francs - Maçon

 

Serge Hutin

 

Editions du Seuil

 

Bourges 1960

 

o sıralarda mahut sahte inkılapçılar müsellesinin ikinci çizgisi Ali Paşa -ki o da aynı müsellesin öbür çizgileri gibi masondur- bu eşsiz sermayeyi İstanbul'a davet ve baştacı ediyor. O sıralarda «Darülfunun-u Osmani» ismiyle ve gizli bir İslam nefretinden başka hiçbir müdir fikre malik bulun­maksızın kurulan üniversitede -bugün Hamidullah nam-ı di­ğer Baidullah'a yapıldığı gibi -Cemaleddin'e bir konferansçı kürsüsü veriliyor. Rektör makamındaki Hasan Tahsin - o da mason - Cemaleddin'i himaye ediyor; ve İslam ile haç dün­yası arasında bocalayıcı esfel bir cereyanın gençliğini telkin altına almak vazifesini bu adama veriyor.

 

İlk konferansı bu adamın, gizli yollardan tüneller açarak

 

İslamı kökünden bombalamaktır.

 

Nitekim bir konferansında aynen şöyle diyor:

 

-«PEYGAMBERLİK, SANATLARDAN BİR SANAT­TIR !»

 

Yani, tenekecilikten, aktörlüğe kadar insanın çalışma yo­liyle elde edebileceği bir sanat... Peygamberlerin Allah tara­fından gönderilmiş olmalarının reddi, Allah'ın reddi... Eğer tarihi materyalistler ve komünistler Cemaleddin Efgani'nin bu sözünü bilmiyorlarsa en büyük müttefiklerinden mahrum bulunuyorlar demektir.

 

Devrin Şeyhülislamı hemen Cemaleddin'i küfürle suçlu­yor; aynı kafanın adamı Ali Paşa da adamını Türkiye'den dehlemek zorunda kalıyor.

 

Bu defa İran... Orada da her şeyi allak-bullak ediş... İran­lılar onu zincire vurup Osmanlı hududuna bırakıyorlar... Bağdat, Londra, Paris, «Dinde Reform» başlığı altında bir sürü neşriyat, tekrar İstanbul ve Ulu Hakan tarafından acı bir istiskal, uzaklaştırılış; ve nihayet tutulduğu kanser hastalığı sonunda 60 yaşlarında, fesadına devam edemeyecek hale ge­liş, dünyadan ayrılış...

 

Onu Maçka mezarlığına gömdüler, bir Amerikalı -her halde misyonerlerden- ona mezar yaptırdı; bir müddet sonra da kemikleri bir çuvala doldurulup Efgan topraklarını kirlet­meye götürüldü.

 

Böylece, Muhammed Abduh'un «onu görmeden meğer gözüm görmüyor, kulaklarım işitmiyor ve dilim işlemiyor­muş!» dediği sözde diyanet yolunda denaet dehası, İbn-i Teymiyye mektebinin 19. Asır yenileyicisi, kendisini takip edecek 20. Asır reformcu maymunlarına «buyrun!» diyerek ve dünyamızı hayli bulandırarak, layık olduğu mukabeleyi bu dünyada görmeksizin, bastı gitti.

akif diyorki:1287 Ramazınında idi ki Darulfunun müdürü Tahsin efendi [Mösyö Tahsin] merhim Şeyh’denfenlerin ve sanatların teşviki yolunda bir konuşma yapmasını istemişti. Cemaleddin türkçesinin o kadar iyi olmadığını ileri sürerek mazur görülmesini istemişse de berikinin ısrarı üzerine muztar kalarak etraflı bir konuşma tertip etmiş, bununla beraber zemen ve zamana uygun olup olmadığın anlamak için önceden memleketin ileri gelenlerine göstermişti.

Darülfünun açılacağı gün Cemaleddin’in konuşmasını dinlemek için İstanbul’un emirleri, alimleri, eşrafı kamilen toplanmıştı. Şeyhülislam da cemaatin içinde bulunuyordu. Cemaleddin konuşma kürsüsüne çıkınca olanca dikkatini konuşmanın içinde kötüye yorulmaya müsait bir iki cümle yakalamaya hasretmişti.

Cemaleddin konuşmasında diyordu ki;

“İnsani kazanımlar canlı bir bedene benzer. İnsanoğlunun ürettiği sanatların her biri o bedenin bir uzvu mesabesindedir; mesela iktidar bir yönetim için, bedende iradenin merkezi olan beyin gibidir. Demircilik kol, çiftcilik ciğer, gemicilik ayak gibidir...”

Cemaleddin bu gibi basit benzetmelerle bütün uzuvları saydıktan sonra şu neticeyi veriyordu;

“ İnsanoğlunun saadeti bu suretle teşekkül eder. Cismin hayatı ise ruh ile kaim olmasına nazaran bu cismin, yani insanoğlunun saadet ruhu ya nübüvvet ya da hikmet [felsefe/bilim/sanat] ile olur. Lakin bunlar başka başka şeylerdir. Nübüvvet [peygamberlik] bir ilahi lutüftur ki çalışmakla elde edilemez. Cenab-ı Hak mahlukları arasında her kimi isterse bu lutfa mazhar kılar; “Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir.” [En’am, 6/124] Hikmete [felsefe/bilim/sanat] gelince bu fikir üretmekle, bilgi öğrenmekle olur. Sonra nebi hatadan masumdur, hâlbuki filozof hataya düşebilir. Bir de peygamberin hükümleri batıl vesveselerin hücumundan ilahi ilimle korunmuştur. Bunları kabul etmek imanın temel şartlarındandır. Filozofların görüşlerine gelince, bunlara tabi olmak kesinkes şart olmayıp, ilahi şeriata ters olmamak şartıyla ve akla uygun olanları kabul edilebilir...”

İşte Cemaleddin’in nübüvvete ait olmak üzere söylediği sözler bundan ibarettir ki İslam alimleri icmaıyla sabit olan hakikata tamamıyla uygun olduğu halde şeyhülislam, merhumdan intikam almak için “Cemaleddin nübüvvet bir nevi sanattır diyor” şaiyasını çıkardı, bunu teyid için de “nübüvveti sanatlara dair verdiği bir nutukta zikretti” dedi. Daha sonra camilerde vaizlere Şehy’in aleyhinde yürümelerini emretti. Zavallı Cemaleddin aleyhindeki sözlerin sırf iftira olduğunu, hakikatin meydana çıkması için şeyhülislam ile muhakeme edilmesi lazım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mesele gazetelerin ağzına düştü, bunların bir kısmı şeyhülislamı, bir kısmı Şeyh’in lehinde idare-i kelam etti.

Nihayet merhumun sevdiklerinden bir kısmı ona sabır ve sükûnet tavsiye ettiler. Zaman bu gibi haksız şayiaları hükümden düşürür, hakikati meydana çıkarır dedilerse de dini gayreti ilmi kadar yüksek olan Cemaleddin bir türlü duramadı. Herhalükarda şeyhülislamla muhakeme edilmesini ısrarla istedi. Sonuçta, ortalık durulunca kadar daha sonra isterse geri dönmek üzere İstanbul’u terk etti. Zavallı Cemaleddin her manasıyla mazlum bir halde İstanbul’u terk ederek Mısır’a gitmeye karar verdi.

İşte merhumun ne zaman bahsedilse “ilmine, faziletine, siyasetine söz yoksa da ne yazık ki mülhid [dinsiz] idi, nübüvvete inanmazdı” derler ki anlamadan, dinlemeden söylenen bu sözlerin nereden çıktığı görülüyor...”[1]

Share this post


Link to post
Share on other sites

kurban hele bir kaynak ver ardından cevaplayalım inşaallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...