Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
onüç

Gülay Göktürk

Recommended Posts

Kimi "başı açıklar"dan taraflılık" itirafı

 

NTV'de Can Dündar'ın programında bir soru üzerine "kamu hizmeti verenler de dahil topyekun türban serbestisi"ni savunmam üzerine çok sayıda okur mektubu aldım.

O yüzden de programda bir cümleyle ortaya koyduğum tutumumu gerekçeleriyle açıklamam farz oldu. Önce belirtmeliyim ki, ben bunu yeni savunmuyorum.

 

Türban meselesinin tartışılmaya başlanmasından bu yana, yani yaklaşık yirmi yıldır ayni fikirdeyim ve bunu çeşitli yazılarımda uzun uzun anlattım. Mesela, 24 Ekim 2003 tarihli "Kamu alanı" başlıklı yazımda şöyle açıklamıştım tutumumu: "Ö kamu görevi yapanların baş örtüsünün yasaklanmasına gerekçe yapılan tez de hiç ikna edici değil. Ne deniyor: Kamu görevlilerinin dini sembolleri kamu alanında kullanmasının, kamu alanındaki tarafsızlığı zedeleyeceği...

 

Her türlü inanç karşısında tarafsız olması gereken kamu görevlisinin başörtüsü takarak "tarafını" belli ettiği ve dolayısıyla bunun da karşısındaki başı açıklarda görevlinin yansızlığı konusunda şüphe yaratacağı... Bu yüzden kamu alanında dini inançlara açıklama özgürlüğüne sınır getirilebileceği... Bu argüman tek bir soru karşısında çökmeye mahkumdur. O soru da şudur:

 

Neden başı örtülü olmak memurun "tarafsızlık" imajını bozuyor da başı açık olmak bozmuyor. Kamu görevlisinin başını örtmesi "taraf belli etmek" ise, örtmemesi de taraf belli etmek değil midir? Başı örtülü bir vatandaş da bir devlet dairesine gittiğinde karşısında başı açık bir kadın görevli gördüğünde, onun kendisine karşı "taraf" olduğunu hissedemez mi? Aslında, baş örtmek dinle ilgili tutumun bir göstergesi ise, baş örtmemek de dine ait bir başka tutumun göstergesidir.

 

Ve aynı mantıkla siz de başınızı örtmemekle vatandaş karşısında "taraf" olduğunuzu belli etmektesiniz. Kısaca, bir şeyin var olması bir sembolse, yok olması da semboldür. Ayrıca kamu görevlisinin vatandaş karşısındaki tarafsızlığını tehdit eden tek mesele dini inançlar mıdır?

 

Kamu görevlilerinin cinsel tercihlerini kamu alanına taşımaları da aynı şekilde tarafsızlıklarını zedelemez mi? Bir heteroseksüel, eşcinsel bir kamu görevlisiyle karşı karşıya kaldığında onun eşcinselleri kayıracağı kuşkusuna düşmez mi? O zaman eşcinsel olduğu belli olanları da mı yasaklayacağız kamu görevinden? Gördüğünüz gibi, bu soruların içinden çıkmak mümkün değildir. Daha doğrusu, içinden çıkmanın tek yolu, toplumda ne kadar çeşitlilik, farklılık varsa hepsinin kamu alanına da aynen yansımasına fırsat vermektir.

 

Çağımızın çok dinli çok ırklı, çok kültürlü, sonsuz çeşitlilikteki toplumu bütün zenginliğiyle kamu alanına yansıdığında zaten kimsenin kimseyi kayıracak hali de kalmayacaktır." Son günlerdeki türban tartışmaları sırasında iki profesörümüzden gelen iki ayrı açıklama, benim yıllardır savunduğum bu tezin doğruluğu konusunda son derece açık bir kanıt oluşturdu.

 

Açıklamalardan biri, hatırlayacaksınız, İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak'a aitti. Parlak, -hepimizi şaşırtan bir dobralıkla- bir hoca olarak, karşısına öğrenci olarak gelen başörtülü kıza karşı önyargısız davranamayacağını ve belki de notunu kırabileceğini söyledi. Benzer bir açıklamaya Prof. Ayşe Buğra'nın 12 Şubat tarihinde Açık Gazete'de Ömer Madra'yla yaptığı söyleşide rastladım. Şöyle diyor Buğra: "Tamam biz kamu hizmeti veriyoruz ama ne postanede pul satıyoruz, ne tapu memuruyuz, yani bir hoca-öğrenci ilişkisi çok başka türlü bir ilişkidir.

 

Ben, pulunu alacak gidecek müşteri diye bakamam ki, aramızdaki ilişki o değil. Şimdi bu yasa geçerse, bu ilişki ne olacak? Onun üzerinde kimse düşünüyor mu acaba? Benim kesinlikle başörtülü öğrenci istemeyen meslektaşlarım var. Ne olacak, öğrenci gelecek, yasa metnini silah çeker gibi hocasına çekecek ve derse girip oturacak. Böyle bir ilişki düşünebiliyor musunuz?

 

Ben ne yapacağım o zaman? Yani "cesedimin üstünden geçerler" diyen arkadaşımın dersine bu şekilde başörtülü girdiği zaman ben o başörtülü kıza daha sonra nasıl davranacağım? 'Aferin evladım hakkını iyi korudun' mu diyeceğim?" Gördüğünüz gibi, gerek Prof. Parlak, gerekse Prof Buğra, bu açıklamaları ile, kamu hizmeti veren kişiler olarak, başörtülü kişiler karşısında tarafsız olamayabileceklerini itiraf etmiş oluyorlar. Demek ki neymiş? Başı açıklar da kamu hizmeti yaparken başı örtülüler konusunda tarafsız olmayabilirlermiş! Demek ki onlar da devletin tarafsızlık ilkesini ihlal edebilirlermiş.

 

O zaman nasıl oluyor da, kamu görevi yaparken başı açık olmak tarafsızlığın-yansızlığın garantisi sayılıyor? Benim de temel tezim buydu zaten... Hatta daha ileri giderek diyordum ki, şu anda "laikçi" dediğimiz kesimde başörtülüler hakkında o kadar yoğun önyargı ve olumsuz duygu var ki, asıl örtülü insanlar başı açık bir yargıç, öğretim üyesi ya da vergi memuru gördüklerinde "Eyvah şimdi benim şeriatçı olduğumu düşünecek, 'işte örümcek kafalı bir karafatma' deyip nefretle davranacak" diye endişe etseler haklılar.

 

Bütün bunları şu anda pratik bir amaçla yazmıyorum. Sadece, kamu hizmeti alan-veren ayırımının meseleyi hallettiğini düşünen demokrat dostlarımın bu meseleyi yeniden düşünmelerini diliyorum, o kadar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ordu neden bu kadar başarısız?

 

 

PKK'nın son katliamı üzerine Meclis Bakanı Şahin'in Genelkurmay'dan açıklama istemesi demokratikleşmede önemli bir eşiğe işaret ediyordu.

Tabii eğer bu talep söylem düzeyinde kalmaz ve Genelkurmay'ın bu başarısızlığının sebebi konusunda kamuoyuna açıklama yapmasında ısrar edilirse...

Dikkat ederseniz Türkiye savunma konularını "tartışılmaz" sayan tabunun kırılması yönünde önemli adımlar atılıyor. Savunma konuları artık yavaş yavaş kamuoyu tarafından tartışmaya açılıyor. Silahlı Kuvvetler'in ilgi ve yetki alanına giren meselelerde toplum fikrini söylemeye, uygulanan politikaları eleştirmeye ve değişmesi istemeye başlıyor.

 

Tek tek operasyonları bir yana bırakırsak, temel soru şu: Bu halk "Ortadoğu'nun en büyük ordusu"nu besliyor; yemeyip içmeyip, ona silah ve teçhizat yetiştiriyor; bütçesini sorgulamıyor; modernleştirmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.

 

Peki neden 700 bin-800 bin kişilik bu dev ordu çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir üç-beş bin teröriste karşı silahlı mücadeleyi kazanamıyor?

 

Evet, teröre karşı mücadele sadece askeri alanda kazanılamaz; olayın uluslararası, siyasal, toplumsal, tarihsel, ekonomik boyutları olduğunu elbette biliyoruz.

 

Ama bir de askeri boyutu olduğunu inkâr etmiyorsak, konunun diğer boyutlarında yapılan hataları ya da eksiklikleri bahane göstermeden, askeri boyutta neden bu kadar başarısız kalındığının da izah edilmesi gerek.

 

Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş 30 yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız 30 yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığının da sorgulanmasından daha doğal bir şey olabilir mi? "Bu ölümler kaçınılmaz mıydı, yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbarat mı, planlamada mı, taktikte mi; yoksa işin esasında mı?" diye sorup doyurucu açıklamalar beklemek hakkımız değil mi?

 

Aslında bu soruların cevabı verilmedi değil, verildi ama ordu yetkilileri tarafından değil, birtakım başka uzmanlar tarafından... Ne var ki, askeri meseleleri sadece kendilerinin bildiğini sanan ve dışarıdan gelen her eleştiriyi "orduyu yıpratma çabası" olarak algılayan ve kulak vermeyi gururuna yediremeyen Genelkurmay tarafından asla değerlendirmeye alınmadı.

 

Aşağıya alacağım satırlar artık hepimizin yakından tanıdığı Doçent Sedat Laçiner'e ait. Laçiner'in söylediklerinin özel bir önemi var. Çünkü o bu konuda uzman... Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun başkanı; ayrıca İRA terörü, Ermeni meselesi, Türkiye-AB ilişkileri, Irak Savaşı ve Türkiye üzerine yayınlanmış kitapları var. Bakın, Laçiner 2007 yılında Neş'e Düzel'le yaptığı söyleşide teröristlerle yapılan savaşın neden başarısız olduğunu, dahası böyle giderse hep başarısızlığa mahkum olduğunu nasıl anlatıyordu:

 

"Terörist sivrisinek gibidir. Ordu ise dev bir balyozdur. Türkiye elinde balyozla sivrisineğin peşinde koşturuyor. Siz sivrisinek olsanız, balyozdan korkar mısınız? Korkmazsınız. Balyozun üzerinize isabet etme ihtimali çok düşüktür çünkü. Bu yüzden sivrisinek insanın devamlı orasına burasına konup kanını emmeye çalışır ki, balyoz insanın kendisine vursun. (...) Doğu'da 250 bin asker var. Değil 250 bin, 2 milyon asker yerleştirin, terörist gene gelir bombasını atar. Bir ili, 50 kişiyle terörize edebilirsiniz. Çünkü ordular hantaldır. Orduyla iç güvenlik sağlanamaz. Siz 10 bin kişiyi oradan oraya sevk ederken, 50 kişi ıslık çalarak başka bir yere gidiyor. (...) Mesela Gabar Dağı'nın adı çok geçiyor. Bu dağda şu anda 35 PKK teröristi var. Bu resmi rakamdır. Peki, biz bu dağın etrafında kaç kişi bulunduruyoruz biliyor musunuz? Dağın etrafında 10 bin kadar askerimiz var bizim. Cudi Dağı'na gelelim... Orada da 100 civarında PKK teröristi var. Oysa bir

 

dağa hâkim olmak için binlerce insana ihtiyacınız yok. O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz. Ama gönderilmiyor."

 

Bu arada, Batı'da teröristle mücadeleyi orduyla yürütmeye çalışan tek ülkenin de Türkiye olduğunu öğreniyoruz Laçiner'den. "Terörle mücadele" ve "teröristle mücadele" kavramlarını birbirinden ayıran Laçiner bu konuda şöyle diyor:

 

"Batılı ülkeler, teröristle mücadeleyi asla orduyla yapmıyorlar. Polisin içinde bir birim kuruyorlar. Kuzey İrlanda'da biraz orduyu işin içine soktular, sonuç felaket oldu. Sonra yeniden profesyonel güçlere döndüler."

 

X x x

 

Gördüğünüz gibi Laçiner'in 2007'de söyledikleri hâlâ güncelliğini koruyor. Teröre karşı askeri mücadelede hâlâ sivrisineklerin peşinden elimizde balyozla koşuyoruz. Askeri başarısızları sorgulayanlar yine ordu düşmanı ya da vatan haini damgası yiyor. Genelkurmay her saldırıdan sonra yine ordunun terörle mücadeledeki azim ve kararlılığından bahsediyor.

 

Ve kan oluk oluk akmaya devam ediyor.

 

 

21/06/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

İki karı kime yetmez ki!

 

Bunca yıl sonra, hani şu "anneannelerimizin başörtüsü" çözümünün yeni bir buluş gibi tekrar piyasaya sürülmesi inanılmaz bir şey gerçekten.

CHP bu "çözüm"e ulaşmak için bilim komisyonları kurmuş, koskoca profesörler kafa patlatmış, sonunda da bula bula böyle bir "uzlaşma" noktası bulmuşlar ya, helal olsun!

Yalnız karıştırdıkları bir şey var: Hani uzlaşma noktası diyorlar ya; uzlaşma dediğiniz şeyde iki taraf da birtakım tavizler verir ve ortada bir yerde buluşulur. Türbanlılardan istenen tavizi anladık, örtülerini çene altından bağlayacak ve mutlaka bir tutam saçlarını da dışarıda bırakacaklar. (Artık o tutamın miktarı için ayrıca alt komisyonlar kurulup detaylı çalışma yaptırırlar herhalde.) Peki Sencer Ayata takımının verdiği taviz ne? Onlar da lütfedip buna razı olacaklar!

 

Ne ala bir uzlaşma anlayışı değil mi? Sen taviz vereceksin, ben de razı olacağım. Böylelikle uzlaşmış olacağız.

 

Oysa mademki bir uzlaşma aranıyor; tıpkı türbanlılar gibi başı açıkların da bir adım atması ve bütün Türkiye'deki kadınların çene altı modelinde birleşmesi gerekmez mi?

 

Tabii eğer bu formül tutarsa, bundan sonra iki farklı yaşam tarzı arasında gerginlik yaratan bütün sorunları bu yöntemle çözeriz.

 

Mesela badem bıyıkla pos bıyığın ortalamasını alır, bıyık bırakan bütün erkeklerin kaytan bıyıklı olmasına karar veririz.

 

Çember sakalla sinekkaydı tıraşın ortalamasından da pis sakal çıkar herhalde; bütün erkeklere pis sakal bırakma zorunluluğu getiririz. Mini etekle uzun eteğin ortalamasını alır, bütün kadınların etek boylarını diz altında eşitleriz. Haşemalılarla bikinililerin uzlaştıkları nokta da hani şu 1920'lerde erkeklerin giydiği üst kısmı atlet, altı da paçalı don gibi olan tek parça mayo modeli olur herhalde.

 

İçkiye ağız dokundurmayanlarla akşamcıların uzlaşacakları nokta ne olur acaba? Yarı yarıya sulandırılmış içki içme zorunluluğu mu?

 

x x x

 

Bir de şu din adamlarına sorma meselesi var... Sencer Hoca konuyu din alimlerine de soracaklarını, İslam'da hakikaten örtünme var mı yok mu araştıracaklarını söyledi ya (çeyrek yüzyıldır bir türlü araştıramamışlar) Başbakan Erdoğan da cevaben Diyanet'i işaret etti. Doğru adresin, tek adresin Diyanet olduğunu, bu konunun sorulacaksa Diyanet'e sorulması gerektiğini savundu.

 

Bu durumda Ayata, Başbakan'dan daha "sivil" bir pozisyona konuşlanmış görünüyor, kabul edelim.

 

Lakin, kim olacak bu karar verici din alimleri? Laikçilerin alimleri mi? Sünnilerin alimleri mi? Alevilerin alimleri mi? Cumhurbaşkanının alimleri mi? Genelkurmay'ın alimleri mi? Yoksa TÜSİAD'ın ya da TESEV'in alimleri mi?

 

Bu işin içinden çıkamazlar; o zaman da mecburen Başbakan'ın dediğine gelirler: Diyanet...

 

Tabii o zaman, Diyanet Başkanlığı'na üye seçiminin nasıl olacağı Anayasa Mahkemesi üye seçimi kadar kritik bir önem kazanır. Belki bu konuda da referanduma gideriz. Bana kalırsa bu konudaki en demokratik formül, Diyanet'in seçimle belirlenmesidir!

 

Ne güzel olur; "Bir tutama özgürlük" taraftarları kendi din alimlerini seçtirip kendi formüllerini kabul ettirmek için; türbanlılar da kendi modellerini "resmi model" haline getirmek için var güçleriyle kampanya yürütürler. Modacılara posterler hazırlatıp bütün ülkenin duvarlarını süslerler. Ama bu arada, iki grubun çatışması arasından, üçüncü bir grup sürpriz bir sıyrılmayla Diyanet'i ele geçirir ve İslam'ın aslında burkayı zorunlu tuttuğunu söylerse vay halimize...

 

Bu durumda uzlaşma kurulu yeniden devreye girip yarı şeffaf burkada karar kılabilir mesela. İlginç de olur doğrusu. Belki de açılıp saçılmakla kaybettiğimiz gizemli çekiciliği yeniden elde ederiz bu sayede...

 

Ayrıca, uzlaşma konseptini giyim kuşamla sınırlamak niye? Bu dahiyane buluşu hayatımızın diğer alanlarına da uygulayabiliriz. Mesela Ayasofya'yı müzeyle cami arası bir şey yapsak diyorum, duvarlarındaki İsa freskleri önünde namaza durup secdeye varmak, iki minaresinden ezan okunurken ikisinde can çalmak gibi... Namaz kılanlarla kılmayanlar günde iki vakit namazda anlaşabilirler; Ramazan'da hafif bir öğle yemeği noktasında (iki zeytin, iki hurma, kibrit kutusu kadar peynir ve az şekerli bir bardak çay) konsensüs sağlamak da iyi fikir.

 

Tabii bir de -fazla dillendirilmese de- bir kesim için çok hayati bir konu olan şu çok eşlilik meselesi var.

 

Ben diyorum ki, tek eşlilikle dört karılılık arasında bir noktada anlaşmak pekâlâ mümkün.

 

İki karı kime yetmez ki!

 

 

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/115472...i-makalesi.aspx

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hayır çıkarsa...

 

 

Yazının başlığı sizi yanıltmasın; referandumdan evet çıkacağı konusunda pek kuşkum yok. Zaten kamuoyu araştırmaları da bunu gösteriyor.

Bu başlığı, evetçilerin hayır çıkma ihtimaline karşı çizdikleri "The day after" tabloları konusundaki rahatsızlığımı dile getirmek için attım.

Muhtemelen biliyorsunuz; The day after (Ertesi Gün) ünlü bir filmin adı. Nükleer bir felaketin ertesi günü dünyanın halini tasvir ediyor.

 

Referandum tarihi yaklaştıkça hem basında hem de hükümet cenahında -son kararsızları da kazanma taktiği olsa gerek- iknadan çok korkutmacaya yönelik bir propaganda aldı başını yürüdü.

 

Köşelerde yazılan, miting meydanlarında anlatılan senaryolara bakılacak olursa

 

hayır çıkarsa:

 

Ergenekon Davası sizlere ömür olacak.

 

Tabii o zaman Ergenekon yaralı bir hayvan gibi üstümüze saldıracak. Kaybettiği bütün mevzileri birer birer geri alacak.

 

Darbecilerin yargılanması bir başka bahara kalacak.

 

Askeri vesayet rejimi bütün kurumlarıyla tekrar geri gelecek.

 

Kürt sorunu çığırından çıkacak, iç savaş yaşanacak.

 

Ekonomide istikrar yok olacak.

 

Yabancı sermaye gelmeyecek.

 

Avrupa Birliği hayal olacak.

 

Özetle, hayır çıkması halinde Türkiye'nin son on yılda aldığı yol sıfırlanacak; her şeyi sil baştan yapacağız.

 

Böyle bir tablo gerçek olabilir mi? Böyle bir tabloyu gerçek sanmak topluma karşı haksızlıktır her şeyden önce. Son yıllarda aldığımız yolun büyük ölçüde toplumsal dinamiklerin sonucu olduğunu; sosyal, siyasal, ekonomik, iç, dış birçok etkenin iç içe ve bir arada yarattıkları bir konjonktür olduğunu inkar etmektir.

 

Ben size olacak olanı söyleyeyim:

 

Referandumdan hayır çıkması halinde -ki bu ihtimal sıfıra yakındır- elbette bazı olumsuz gelişmeler yaşanabilir. Hükümet zayıflayabilir; reformlara devam konusunda şevki kaçabilir; yeni bir anayasa konusu bir süre için rafa kalkabilir. Değişimin hızı yavaşlayabilir. Ama tersine gidiş yaşanamaz.

 

Değişimde kritik süreç artık aşılmıştır. Artık hiçbir güç Türkiye'nin derin devletle hesaplaşması sürecini durduramaz; Ergenekon'un üstünü örtemez. Darbeler dönemini geri getiremez. Kürt sorununda yapılan tartışmaları geri alamaz; tekrar Kürtler'i inkar politikasına geri dönemez. Artık hiç kimse şeriat fobilerini tekrar hortlatamaz; dini duyarlılıklara sahip partileri "gayrimeşru" ilan edip siyasetin dışında tutma çabaları artık hiçbir işe yaramaz. Bu halk artık son on yılda yaşadıklarını, duyduklarını, öğrendiklerini unutup "hiçbir şey olmamış gibi" eski rejim içinde yaşamaya razı olmaz.

 

X x x

 

Aslında biz bunu hep yapıyoruz: Her kritik dönemeçte o dönemeç aşılamazsa Türkiye'nin önünde büyük bir uçurum açılacağını ve ülkenin o uçurumdan yuvarlanacağını sanıyoruz. Avrupa Birliği'ndeki her kritik oylamada, Anayasa Mahkemesi'nin her kritik kararında yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz. Her seçim sonucunu bir hayat-memat meselesi haline getiriyor ve kabuslar görüyoruz.

 

"The day after" senaryolarını yazanlar bunu çoğu zaman ajitasyon amaçlı olarak yazıyor olsa da, bu senaryoların toplum psikolojisi üzerinde son derece zararlı etkileri oluyor.

 

Öyle bir ülke ki kaderi hep bıçak sırtında...

 

Böyle bir ülkede yaşamanın ne kadar yıpratıcı bir şey olduğu açık değil mi?

 

İnsanların en büyük ihtiyacı güven duymaktır. İnsanlar yarınına güven duymak ister; istikrar içinde yaşamak ister; bu güven ve istikrar duygusu içinde geleceğini planlayabilmek, hayaller kurabilmek ister.

 

Adım başı önüne çıkardığımız bu felaket senaryolarıyla biz insanların elinden en değerli şeyini; hayallerini alıyor; kendi kaderini tayin etme hakkı elinden alınmış, geleceği olmayan; kendine güvensiz, umutsuz bir toplum yaratıyoruz.

 

Ondan sonra da bu toplumdan değişim iradesi bekliyoruz.

 

Yarın, referandumda oyların yarıdan bir fazlası hayır çıkarsa her şey tersine dönecekse; her şey bu kadar pamuk ipliğine bağlıysa, o toplum değişime neden inansın ve neden değişim için kendini öne atsın?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Türbanlılar Türkiye'nin "son sorunu" da çözülene kadar bekleyecek mi?

 

Kemal Kılıçdaroğlu'nun referandum kampanyasında "türbanı çözme" konusunda söylediği sözlere ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaştık hepimiz.

İhtiyatlıydık, zira Kemal Bey kısacık başkanlık döneminde epey yalpalama yaşamıştı bu konuda. Ama öte yandan iyimser olmaya çalışıyorduk çünkü nihayetinde CHP de bir siyasi partiydi ve artık CHP'de birileri AK Parti'yle yarışmak için AK Parti'den daha demokrat olmaya çalışmak gerektiğini anlamış olabilirdi.

 

Görünüşte çözüm için hiçbir engel yok gibiydi. Kılıçdaroğlu türban için AK Parti'yle işbirliği yapabileceklerini söylemişti. Erdoğan da "Tamam o zaman, 13 Eylül'de gündeme getirelim ve birkaç günde de halledelim" demişti.

 

Her neyse, bizler referandum sonrası bu konuda yaşanabilecek gelişmeleri merakla beklerken, iki lider türbanla ilgili ilk görüşmelerini yaptılar.

 

Ama ne yazık ki sonuç yine fiyasko!

 

Başbakan görüşmede Kılıçdaroğlu'na "Hadi, hemen bir komisyon kuralım türban olayını çözelim" demiş. Kılıçdaroğlu ise beklendiği gibi yine ipe un sermiş. Çözülmesi gereken pek çok konu olduğunu söylemiş. Dokunulmazlıkları, YÖK'ü, yüzde 10 barajı hatırlatmış; türbanın sorunlardan sadece biri olduğunu, tüm sorunların hep birlikte ele alınabileceğini söylemiş. Ayrıca türban konusunda ortada AİHM, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın kararları olduğunu, bunları da incelediklerini eklemeyi ihmal etmemiş.

 

İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Böyle düşünen sadece Kılıçdaroğlu değil. Şu anda başörtüsü yasağına karşı olanların bir kesimi de dahil, birçok çevre böyle düşünüyor: Ya hep ya hiç... Ya bütün reformları birden yaparsınız ya da türban değişikliğini yaptırmayız...

"Tüm sorunları bir arada ele almak" denen şeyin, mümkün olanı yapmamak için en sık başvurulan bahane olduğunu artık çok iyi biliyoruz. 2007 yılında AK Parti türban konusundaki anayasa değişikliğini yaptığı zaman ortaya atılan gerekçe de bu değil miydi? Geçtiğimiz referandumda BDP'nin boykot için baş gerekçesi de bu değil miydi? Pek çok solcu da aynı şeyi ileri sürmüyor muydu?

 

Ne oldu kısmi değişiklikler yapılınca? Diğer değişikliklerin önü açıldı mı yoksa tıkandı mı? Şu anda PKK meselesinin diyalog yoluyla çözümü yolunda önemli adımlar atılıyorsa, bunda referandum sonucunun rolü yok mu?

 

X x x

 

Herhangi bir özgürlüğe karşı olup da bunu açıkça ortaya koymaktan çekinenlerin çok sık başvurdukları bir gerekçe vardır:

 

"Şimdi sırası mı? Şu şu meseleler dururken siz nelerle uğraşıyorsunuz?"

 

Bu itiraza genellikle talep edilen özgürlük doğrudan karşı çıkılamayacak kadar haklı ve güçlü olduğu zaman başvurulur.

 

 

Türban meselesinde de geçmişten bu yana hep böyle oldu. Kimisi Kürt meselesi dururken türbana el atılmasını eleştirdi. Kimisi 301 dururken bu meselenin gündeme getirilmesini samimiyetsiz bulduğunu söyledi. Kimisi ise işi "işsizlik yoksulluk dururken nelerle uğraşıyorsunuz" demeye kadar vardırdı. Bu arada bazıları da -ki bu gerekçe daha çok demokrat bildiklerimizden geldi- AK Parti'nin özgürlükler meselesini bir bütün olarak ele almadığını, bütün özgürlükleri bir arada ele almadığı sürece de "kendine demokrat" olmaktan kurtulamayacağını ve inandırıcı olmayacağını iddia etti.

 

Bu tip itirazlar karşısında ilk olarak söylenmesi gereken temel ilke, özgürlükler arasında hiyerarşik bir ilişki; bir öncelik-sonralık sıralaması yapılamayacağıdır. Hele hele temel bir hakkın ihlali söz konusu ise hiç kimse hiç kimseye "sen şimdi bekle, sıran daha gelmedi" deme hakkına sahip olamaz.

 

İkinci olarak, AK Parti'yi diğer özgürlükler konusunda kayıtsız kalırken sadece türban konusunda hassasiyet göstermekle eleştirmek biraz olsun hakkaniyet duygusu olan hiç kimsenin yapabileceği bir suçlama değildir. Bu parti, sekiz yıllık iktidar döneminde dostun düşmanın kabul ettiği devrim niteliğinde birçok reforma imza atarken, birçok alanda özgürlükleri genişletirken, kendi çekirdek seçmeninin en temel talebi olan türban konusunda parmağını bile kıpırdatamadı. Türbanlıları kayırmak bir yana, onları bekleterek haksızlık etti. Ama görünen o ki, sosyal demokratları, solcuları ve hatta bir kısım demokratları hâlâ insafa getiremedi.

 

Şimdi görünen o ki, zavallı türbanlı genç kızlar Türkiye'nin "son sorunu" da çözülene kadar beklemek zorundalar! Yani çıkmaz ayın son perşembesine kadar...

 

29/09/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ölülerin dirilere hükmetmesi

 

 

Tartışmanın başlığı bile yeteri kadar kışkırtıcı: "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez" diyor.

Hani, çocuğa bir "Şunu yapma yavrum" demek vardır, bir de "Şunu yapmayı aklından dahi geçirme" diye tehdit ederek çocuğu çileden çıkarmak vardır.

 

Şu anki Anayasa bize, "İlk dört maddeyi değiştirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin" diye buyuruyor. Doğrusu bu dil bile tek başına insanda, "Benim sözleşmem değil mi, istediğim gibi değiştiririm" deme isteği uyandırıyor.

 

Her neyse, tartışma tabii ki psikolojik değil hukuki bir tartışma. Ve epey uzun zamandır da devam ediyor. Anayasa Mahkemesi başkanının zaman zaman konuyu gündeme getirir gibi yapıp sonra hemen geri adım atmasına bakılırsa, daha uzun süre de tartışılacağa benziyor.

 

Önce bir noktayı netleştirelim: Evet, birçok ülkenin anayasasında değişmez maddeler var. Mesela, Almanya Anayasası'nda devletin federal yapısının, İtalya ve Fransa anayasalarında ise devletin şeklinin cumhuriyet olduğunun değiştirilemeyeceği hüküm altına alınmış. Ama başka anayasalarda değiştirilemez maddelerin olması, bizimkinde de olması gerektiğini göstermiyor. Nitekim, bırakın değiştirilemez maddeleri, hiç anayasası olmayan ülkeler bile var.

 

Kaldı ki, söz konusu maddeler bizim anayasamızda da ezelden beri var olmamış. Değiştirilemeyecek maddelere ilişkin ilk hüküm 1961 Anayasası'nda yer almış. Ama o zaman yasak sadece ''Cumhuriyet'' maddesi ile sınırlı imiş. 1982 Anayasası bunu genişleterek ''İlk 3 maddesi değiştirilemez'' demiş ve cumhuriyetin niteliklerini bu kapsamın içine koymuş. Yani karşımızdaki maddeler yine Milli Güvenlik Konseyi ürünü. Darbecilerin yaptıkları bütün değişiklikler gibi bu değişikliğin temel amacı da kendi yaptıkları anayasayı korumak; toplumu ve onun temsilcilerini toplumsal sözleşmenin yapılış sürecinin dışına çıkarmak...

 

Dolayısıyla biz bu tartışmayı, bu maddelerin Anayasa'ya giriş sürecinden bağımsız bir biçimde, sadece hukuki bir mesele olarak, soyut bir ülkede soyut bir anayasadan bahsediyorcasına yapamayız.

 

Ama ben konunun bu yönünü gelecek yazıya bırakıp, değiştirilemez maddeler üzerinde sürmekte olan hukuki tartışmalara dönmek istiyorum.

 

Hemen belirteyim ki, Türkiye'deki anayasa hukukçuları arasında bu konuda tam bir fikir birliği yok. Bir kısmı değiştirilemez maddelerin varlığına tamamen karşı çıkarken bir kısmı sınırlanmasını savunuyor. Örneğin Ergun Özbudun, bildiğim kadarıyla değiştirilemez maddelerin "Devletin şekli cumhuriyettir" maddesi ile sınırlı olması gerektiğini savunuyor.

 

Anayasa'nın değiştirilemez maddeleri ile diğer maddeler arasında hiyerarşi kurulamayacağını ileri süren Osman Can ise, bu maddeler arasında soyut ve somutluk ilkesi bulunduğunu, değişebilir normların, değiştirilemez maddelerin somut hali olduğunu hatırlatıyor ve bu nedenle, bir Anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade ediyor "Çünkü" diyor Can; "Her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar."

 

Mustafa Erdoğan da Anayasa'da değiştirilemez madde olmaması gerektiğini savunan anayasa hukukçularından. Erdoğan, Anayasa'nın barışçı-demokratik yollardan değiştirilememesinin son derece ciddi sakıncaları olacağını, böyle bir durumun barışçı olmayan yolları denemek isteyenler için bir nevi teşvik oluşturacağını, daha önemlisi, anayasanın toplumsal değişme ve gelişmenin gerisinde kalması durumu doğuracağını işaret ettikten sonra "Bu ise devletin yeni şart ve ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesine yol açacağı gibi, devlet-toplum gerilimine yol açmak suretiyle de 'aşağıdan' gelen bir kalkışmayı veya devletin otoriterleşmesini yahut da her ikisini birlikte teşvik edebilir." diyor. Ama Erdoğan'a göre bunlardan daha önemlisi, anayasanın değiştirilemez maddelerinin varlığının yol açacağı ahlâki sorun... Onu da şöyle ifade ediyor: " Ahlâken hiç bir kuşağın daha sonraki kuşakların kaderini sonsuza dek belirleme hakkı yoktur. Gelecek kuşakların şartlarının, değer ve ideallerinin bizimkilerle aynı olacağını ne öngörebiliriz, ne de böyle olmasını buyurmaya ahlaken hakkımız vardır. Kendini-belirlemek veya yönetmek sadece 'kurucu' kuşağın değil, her kuşağın hakkıdır. Dahası, bizim bugün sahip olduğumuz demokrasi anlayışı bile hep böyle kalacak değildir."

 

Erdoğan'ın altını çizdiği bu ahlaki sorunu, Amerika'nın kurucu babalarından Thomas Paine'in ise şu özlü cümleyle ifade etmiş:

"Anayasaya değişmez hükümler koymak, ölülerin dirilere hükmetmesidir."

Konuya devam edeceğim.

 

 

04/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Değiştirilemez maddeler vesayetin güvencesi

 

 

Öyle ülkeler vardır ki, anayasalarında değiştirilemez maddeler olsa bile, bu maddelerin varlığı ilkesel olarak yanlış olmakla birlikte, pratikte rahatsız edici bir etki yapmaz; daha çok sembolik niteliktedir ve orada öylece durur.

Elbette bu ülkelerin hukukçuları ve aydınları, "değişmez madde" kavramı konusundaki itirazlarını sürdürürler ama söz konusu maddelerin kaldırılması geniş çoğunluklar açısından acil ve hayati bir talebe dönüşmez.

 

Ama bizde öyle değil. Türkiye'de bu tartışma sadece bir ilke tartışması olarak yürümüyor. Biz bu maddelerin kaldırılmasını fantezi olsun diye tartışmıyoruz. Çünkü bizde bu değişmez maddeler vesayet rejiminin anayasadaki gizli güvencesi olarak işlev görüyor. Özellikle açık darbe yapma imkânının kalktığı ve vesayet rejiminin iktidarını yüksek yargıyı kullanarak sürdürmeye eskisinden daha fazla ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde vesayetçiler için bu maddeleri korumak hayati önem taşıyor. Bu maddelere dayanılarak Meclis'in anayasa değişikliği yapması imkânsız hale getiriliyor. Anayasa Mahkemesi'nin -aslında hakkı olmayan- yerindelik denetimi yapabilmesi için bu maddeler paravan olarak kullanılıyor.

 

Dolayısıyla bizde bu değişmez maddeler meselesi son derece somut ve hayati bir tartışma.

 

Eminim çoğunuz zaten biliyorsunuz ama yaşadığımız örnekleri tekrarlamakta yarar var:

 

Türban yasağına ilişkin anayasa değişikliğinde ne yaptı Anayasa Mahkemesi? "Bu değişiklik Anayasa'nın değişmez maddelerinden biri olan laiklik ilkesine aykırıdır, o yüzden benim de bunu bozmaya yetkim var; bu yerindelik denetimi sayılmaz" dedi. Yani, "içerik denetimi yapamaz" yasağını, değişmez maddeleri kullanarak aştı; bir nevi takiye yaptı.

 

Bunu yaparken de Anayasa'daki laiklik ilkesini istediği gibi yorumladı. Halkın ezici çoğunluğu başörtüsüyle üniversitede okumanın laiklik ilkesiyle hiçbir şekilde çelişmediğini düşündüğü halde, bir düzine yargıç kendi akılalmaz laiklik yorumunu bütün topluma dayattı.

 

Bir başka örneği daha yeni yaşadık. CHP son Anayasa değişiklik paketini Anayasa Mahkemesi'ne götürürken, yine değişmez maddelere bel bağlamıştı. Yüksek Mahkeme'nin, HSYK ve Anayasa Mahkemesi'nin üye seçimi ile ilgili değişiklikleri Anayasa'nın değişmez maddelerinden olan "hukuk devleti" ilkesine aykırı bularak bozacağını umuyordu.

 

Neyse ki bu defa öyle olmadı ve paket Anayasa Mahkemesi'nden kıl payı kurtulup referanduma gidebildi. Ama pekâlâ gidemeyebilirdi. Siyasi güçler dengesindeki küçük bir değişiklikle, paket bu defa da değişmez maddelerden "hukuk devleti"ne takılıp çöplüğü boylayabilirdi.

 

Anayasa hukukçusu Burhan Kuzu, bir demecinde bu garip durumu gayet özlü bir biçimde şöyle ifade etmişti:

 

''... Siz bu maddelerin yorumunu, böyle geniş yaparsanız, bakın o zaman ne oluyor? Değişmez maddeleri 4 gruba topladık: Laik Devlet, Demokratik Devlet, Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti... Açın Anayasayı bakın, 177 maddenin dörtte biri sosyal devlet, dörtte biri laik devlet, dörtte biri hukuk devleti, dörtte biri ise demokratik devletle ilgilidir."

 

Yani?

 

Yani, bu değişmez maddeler durdukça Anayasa Mahkemesi'nin "hoşlanmadığı" (daha doğrusu vesayet rejiminin hoşlanmadığı) bütün değişiklikleri "değişmez maddeler"i istediği gibi yorumlayarak bloke etme imkânı var.

 

İşte bu yüzdendir ki, değişmez maddeler bizim ülkemizde "somut ve yakın tehlike" oluşturuyor. Haşim Kılıç'ın tek bir cümlesi bu yüzden bu kadar kıyamet kopartıyor. Bu yüzden anayasayı yazanlar, metne "teklif dahi edilemez" gibi buyurgan ifadeler koyuyorlar.

 

Ama artık böyle tehdit dolu ifadelerle kimseyi terörize edemiyorlar.

 

Başlayan hiçbir tartışma kapanmıyor, tam tersine derinleşerek sürüp gidiyor.

 

 

06/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Türban CHP'de tarihi bir kırılma oluşturatabilir

 

 

Olayın hukuki boyutu konusunda iddialar muhtelif.

Bir kısım hukukçu YÖK'ün o ilk yasak kararını kaldırmasıyla türban yasağının kendiliğinden kalkacağını çünkü gerek Anayasa Mahkemesi'nin gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yasağı destekleyen kararlarının YÖK'ün aldığı o ilk karara bağlı olduğunu söylüyor. Yani, YÖK eski kararından vazgeçtiği anda yasak da kendiliğinden kalkacak. Bir kısım hukukçu ise bu işin sadece YÖK'ün bir kararıyla çözülemeyeceği, yasal değişiklik yapılması gerektiği görüşünde. Hatta BDP bu konuda harekete geçti bile.

 

Ama ister YÖK kararı, ister yasal çözüm söz konusu olsun, işin püf noktasının CHP'nin tutumu olduğu belli: Eğer CHP konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmezse 30 yıldır cebelleştiğimiz türban yasağının bir çırpıda halledilmesi işten bile değil.

 

İşin güzeli, bu konuda Kılıçdaroğlu'ndan olumlu sinyaller geliyor. Milliyet'ten Fikret Bila'nın şu satırları sorunun çözümüne hiç de uzak olmadığımızı gösteriyor: "Kılıçdaroğlu, türban konusunda CHP'nin çizgisini tamamen değiştirmiş görünüyor. Türbanın Anayasa Mahkemesi kararıyla engellendiğini anımsattığımızda, 'Anayasa'da veya YÖK Yasası'nda yasaklayıcı bir hüküm yok. Konu, Anayasa Mahkemesi'ne götürüldüğü için bu karar çıktı' değerlendirmesini yaptı. Bu yaklaşım Kılıçdaroğlu'nun bu yöndeki düzenlemeleri Anayasa Mahkemesi'ne götüren eski CHP çizgisini benimsemediğini, onaylamadığını gösteriyor..."

 

Zaten, Kılıçdaroğlu'nun Bila'ya yaptığı bu açıklamanın hemen ertesinde CHP'den yapılan açıklamada da, "CHP'nin, YÖK tarafından İstanbul Üniversitesi'ne gönderilen ve kız öğrencilerin türbanlı olsa bile derslere girebilmesinin önünü açan yazısına karşı bir adım atmayacağı ve sessizlik politikası izleyeceği" belirtiliyor.

 

Tamam, bu yöntem türban sorununu çözer. Ama acaba CHP'nin sorununu çözer mi?

 

Açıkçası ben bu "sessizlik politikası" denen şeyin CHP açısından ne akıllıca olduğunu düşünüyorum ne de uzun zaman sürdürülebileceğini...

 

"Sessizlik politikası", CHP'nin türban konusunda aktif karşıtlık politikasından pasif destek politikasına geçmesi anlamı taşıyor. Peki Kılıçdaroğlu yönetimi, kendisine geniş kitleler nezdinde büyük puan kazandırabilecek bir konuda, neden aktif tutum almak yerine pasif destekle yetiniyor? Elbette ki kendi içindeki "aktif karşıtları" azdırmamak için... Ama "sessizlik politikası"nın bu konuda hiçbir işe yaramayacağını çok kısa bir sürede görecekler. Yarın öbür gün, Arıtman-Serter-Arat Grubu'nun verilen pasif desteği de CHP'nin tarihi misyonuna ihanet olarak nitelediğini göreceğiz. İşte o zaman Kılıçdaroğlu ekibi "Ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamamak" gibi bir durumla karşı karşıya kalmaktansa bir seçim yapmaya zorlanacak:

 

Ya parti içindeki "yeminli türban düşmanlarına" karşı açıktan mücadele etme ve türban yasağının kaldırılması konusunda aktif tutum alma (hatta öncülük etme) çizgisine geçecek ve böylece yaptığı siyaset değişikliğinin meyvelerini seçim sandığında tam olarak toplama imkanına kavuşacak ya da yeminli türban düşmanlarıyla siyasi hesaplaşmayı göze alamayıp "sessizlik politikası" denilen pasif destek çizgisinden de vazgeçerek eski pozisyonuna geri dönecek.

 

Kılıçdaroğlu'nun bu kritik noktada hangi yolu seçeceği ise bir hesap kitap işi...

 

Fanatik türban karşıtlarının hem parti teşkilatındaki güçlerinin hem de CHP'nin geleneksel seçmen kitlesi içindeki ağırlıklarının doğru hesaplanmasına dayanıyor.

 

Hesabın ikinci kısmı daha kolay; zira CHP seçmeni de bu toplumun bir parçası; bu toplumdaki hakim atmosferden etkileniyor ve halkın yüzde 70'inin baş örtüsü yasağına karşı olduğu bir ortamda, CHP seçmeninin çoğunluğunun baş örtülü genç kızları on yıllardır inleten bu zalim yasağın yanında yer alacak kadar taş kalpli olduğu düşünülemez.

 

Dolayısıyla, yeni CHP yönetimi için asıl kritik mesele, parti teşkilatı içindeki güçler dengesinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapmaktır. Malum, hele hele CHP gibi bir partide teşkilatı kaybetmek, her şeyi kaybetmektir; yani göze alınamaz bir risktir. Eğer yeni yönetim, Arat-Arıtman-Serter çizgisinin parti teşkilatına hakim olan esas çizgi olduğu tespitini yaparsa farklı davranacak; bu fanatik çizginin -sesi çok çıkmakla birlikte- aslında sanıldığından daha zayıf olduğu tespitini yaparsa daha cesur davranacak.

 

Benim Kılıçdaroğlu'na tavsiyem, bu hesabı yaparken kendisini parti yönetimine taşıyan dalgayı iyi değerlendirmesidir. Parti içindeki statüko bir kez sarsıldığında, parti teşkilatına yüzde yüz hakim zannedilen Baykalcılar'ın nasıl küçük bir azınlık olarak kaldıklarını hatırlaması, başkanlık için aldığı büyük desteğin parti içindeki değişim talebinin yansıması olduğunu görmesidir.

 

Özetle, türban konusu CHP içinde tarihi bir kırılma yaratabilir. Ve bu kırılma, CHP'nin anakronik Kemalist çizgisiyle esaslı bir hesaplaşma sürecinin başlangıcına dönüşebilir.

 

Eğer gelişme böyle olursa, ortaya çıkan fayda türban sorununun çözülmesinden çok daha büyük bir faydaya dönüşmüş demektir, bu da işin bir başka boyutu...

 

08/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çirkin pazarlık

 

 

Ciddi ciddi pazarlığa kalkışmıyorlar mı, gerçekten şaşırıyorum.

CHP'liler üniversitede başörtüsü yasağı sorununu çözmek istiyorlarmış ama karşılığında hükümet de onlara garanti vermeliymiş, demeliymiş ki "Hele şu üniversite meselesi hallolsun, ondan sonra başörtüsü lafını ağzıma alırsam ne olayım! Söz; ne başörtülülerin memur olmasından ne de üniversite öncesi okullarda baş örtme meselesinden bahsedeceğim." Bunu istiyorlar...

 

Ve bunu derken kendilerini ne kadar garip duruma düşürdüklerini bile fark etmiyorlar. Sanki bu partinin hak dağıtım depoları var. Birilerinin gasp edilmiş haklarını partinin depolarında bir yerlerde istiflemiş bekletiyor da, bir kısmını salıvermek için şartlar öne sürüyorlar: İşte bak, bu kadarını dağıtıyorum ama daha çoğunu istersen vermem haa!

 

İşin asıl sakat yanı, karşılarındaki siyasi muhatabı da bu pazarlıkta yetkili sanmaları...

 

Sayın CHP'liler; Sayın Kılıçdaroğlu:

Siz kimin hakkını kiminle pazarlık ediyorsunuz?

 

Şimdi Tayyip Erdoğan kalkıp "Bu konu halledilsin, biz de türban meselesini ebediyen kapatıyoruz" dese, gerçekten kapatabilecek mi sanıyorsunuz? Başörtüsüyle memur olmak, müsteşar olmak, hakim olmak, avukatlık yapmak, devlet hastanesinde doktorluk yapmak isteyen ve bunun hakkı olduğunu düşünen kadınlar "Ehh, ne yapalım, Tayyip Bey söz verdi, bari biz de susup oturalım" mı diyecekler?

 

AK Parti "artık bu konu kapanmıştır" dedi diye ben kadınların başörtüleri ile kamu alanına, siyasete, hayatın her alanına giriş hakkını savunmaktan geri mi duracağım?

 

Evet; endişelerinizde haklısınız. Bu meselenin arkası tabii ki gelir. Siz hak arama mücadelesinin bir noktada bittiğini, birilerinin kararıyla tatil edildiğini nerede gördünüz?

 

Kürtçe'yi seçmeli ders yapmak için, Kürtler'le "Ama anadilde eğitim hakkından vazgeçmeniz şartıyla" diye pazarlık edebilir misiniz?

 

Aleviler'e "zorunlu din dersini kaldırıyoruz ama siz de cemevlerinin ibadethane sayılması için ısrar etmeyeceksiniz" diyebilir misiniz?

 

Türban sorunu, bu yasak her yerden kalkıncaya kadar elbette devam edecek. Bunu sizden saklamaya çalışacağımızı mı sanıyorsunuz? Bunu demokratların "gizli gündemi" mi sanıyorsunuz?

 

Bizim gizli gündemimiz yok. Yıllardır defaatle, açık açık yazıyor, anlatıyoruz: Kamu görevi yapanların başörtüsünün yasaklanmasına gerekçe yapılan tezin hiçbir ikna ediciliği yoktur.

 

Ne deniyor: Kamu görevlilerinin dini sembolleri kamu alanında kullanmasının, kamu alanındaki tarafsızlığı zedeleyeceği... Her türlü inanç karşısında tarafsız olması gereken kamu görevlisinin başörtüsü takarak "tarafını" belli ettiği ve dolayısıyla bunun da karşısındaki başı açıklarda görevlinin yansızlığı konusunda şüphe yaratacağı... Bu yüzden kamu alanında dini inançlara açıklama özgürlüğüne sınır getirilebileceği...

 

Bu argüman tek bir soru karşısında çökmeye mahkumdur. O soru da şudur: Neden başı örtülü olmak memurun "tarafsızlık" imajını bozuyor da başı açık olmak bozmuyor? Kamu görevlisinin başını örtmesi "taraf belli etmek" ise örtmemesi de taraf belli etmek değil mi?

 

Başı örtülü bir vatandaş da bir devlet dairesine gittiğinde karşısında başı açık bir kadın görevli gördüğünde, onun kendisine karşı "taraf" olduğunu hissedemez mi?

 

Aslında, baş örtmek dini inancın gereği ise baş örtmemek de dine ait bir başka inancın gereğidir. Ya dininizin baş örtmeyi gerektirmediğine inanıyorsunuzdur ya da dinsizsinizdir. Ama her iki durumda da başınızı örtmemekle siz de tıpkı başı örtülü kadın gibi, dini inancınıza ilişkin bir sembolü kamu alanına taşımış oluyorsunuz. Ve aynı mantıkla siz de başınızı örtmemekle vatandaş karşısında "taraf" olduğunuzu belli etmektesiniz. Haç takan bir memur Hristiyanlığını deklare ediyorsa, takmayan da olmadığını ya da umursamadığını deklare etmektedir. Kısaca, bir şeyin var olması bir sembolse, yok olması da semboldür.

 

Kaldı ki, dini sembollerin kamu alanına taşınması sakıncalı ise resmi dairelerde oruç tutulmasının, namaz kılınmasının da yasaklanması gerekir. Çünkü sonuçta hizmet alanlar namaza gitmiş bir kamu görevlisinin karşısında da "tarafsızlık" şüphesine düşeceklerdir!

 

Ayrıca kamu görevlisinin vatandaş karşısındaki tarafsızlığını tehdit eden tek mesele dini inançlar mıdır? Kamu görevlilerinin cinsel tercihlerini kamu alanına taşımaları da aynı şekilde tarafsızlıklarını zedelemez mi? Bir heteroseksüel, eşcinsel bir kamu görevlisiyle karşı karşıya kaldığında onun eşcinselleri kayıracağı kuşkusuna düşmez mi? O zaman eşcinsel olduğu belli olanları da mı yasaklayacağız kamu görevinden?

 

Gördüğünüz gibi, bu soruların içinden çıkmak mümkün değildir. Daha doğrusu, içinden çıkmanın tek yolu, toplumda ne kadar çeşitlilik, farklılık varsa hepsinin kamu alanına da aynen yansımasına fırsat vermektir. Çağımızın çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü, sonsuz çeşitlilikteki toplumu, bütün zenginliğiyle kamu alanına yansıdığında zaten kimsenin kimseyi kayıracak hali de kalmayacaktır.

 

09/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Diyanet'i bu işe karıştırmayın

 

 

 

Başbakan türbanla ilgili son açıklamasında güzel ve haklı şeyler söylemiş ama sonunda yine Diyanet'i işin içine karıştırmadan da edememiş.

 

Bu konuda Diyanet'ten görüş alınmalıymış.

 

Nasıl olacak yani?

 

Diyanet oturup bir fetva hazırlayacak. Kur'an'daki tesettürle ilgili ayetleri yorumlayacak, farz olup olmadığını, kız çocuklarının hangi yaştan sonra tesettüre girmeleri gerektiğini, tesettürün nasıl uygulanacağını, mesela bir tutam perçemin dışarıda bırakıp bırakılamayacağını; böyle bir modele Allah'ın tolerans gösterip göstermeyeceğini bir bir açıklayacak...

 

Böylece, şu türban meselesi başımıza sarıldığından beri bitmek bilmeyen "İslamiyet'te baş örtmek farz mıdır, değil midir" tartışmaları da şıp diye bitecek. Artık kimse "Anneannelerimiz gibi örtseler ne olur" diye söylenip durmayacak, Sencer Ayata gibi amatör moda tasarımcıları eskiz defterlerini çöpe atacak.

 

Bir başka deyişle "Resmi İslam" elini masaya vurup "Bu budur" dedi mi; herkes "devletin yorumu karşısında boynumuz kıldan ince" deyip yerine oturacak...

 

Eğer umulan buysa hayret gerçekten...

 

Ben ki ne İslam'ı, ne de İslami cemaatleri pek bilirim; böyle bir şeyin mümkün olmadığını görüyorum da Erdoğan nasıl göremiyor; ona şaşıyorum.

 

Tutun ki yüzde 99'luk Müslüman kitlenin yüzde 99'u Diyanet'in görüşüne katıldı. Katılmayan yüzde 1'in kendi dini yorumu doğrultusunda davranma hakkı ne olacak?

 

X x x

 

Çeyrek yüzyıldır türban tartışmalarının içindeyim. Çeyrek yüzyıldır hem dinliyor, hem konuşuyorum. Şimdiye kadar gördüğüm şu ki, tartışma ne zaman dini platforma kaysa, "İslamiyet'te başörtüsü farz mıdır, değil midir" noktasına gelse çıkmaza giriyor, herkes kendi yorumunda diretiyor ve hiç kimse hiç kimseyi ikna edemiyor. (Aslında etmesi de gerekmiyor) Zaten bu yüzden, başından beri söylediğimiz şey, bu tartışma teolojik bir tartışmaya dönüştüğü anda, işin içinden çıkılamayacağı oldu. Sadece Müslümanlar'ın hepsi tek bir yorum etrafında birleşemeyeceği için değil; aynı zamanda, Müslüman olanlarla olmayanların ya da dini hassasiyeti güçlü olanlarla olmayanların birleşebilecekleri ortak bir platform yaratamadığı için...

 

Başörtüsü Müslüman kadın açısından bir "kıyafet özgürlüğü" meselesi ya da bir seçim değil dininin bir emri olabilir. Ama demokratik ve laik bir devlette bu talep dinin emri olarak değil bireyin temel hak ve özgürlüklerinin bir gereği olarak ortaya konulduğu takdirde herkesin katılabileceği bir tartışma platformu yaratılabilir.

 

Özet olarak, başörtüsü tartışması İslam içi bir tartışma olarak değil bir din tartışması olarak değil temel haklar tartışması olarak yürümek zorundadır. Burada sözü edilen temel hak birincil olarak inanç ve ibadet özgürlüğü hakkı ama aynı zamanda kıyafet özgürlüğü hakkıdır. İnanç ve ibadet özgürlüğü, kişinin dinini istediği gibi yorumlama hakkını da içerir. İnanç ve ibadet özgürlüğüne saygı gösterilen ülkelerde, bu hakkın nasıl kullanılacağı Diyanet gibi kurumların dayattığı "Resmi din" yorumlarıyla sınırlanamaz.

Aslında, türban konusunda Diyanet'e biçilen bu görev bile, Diyanet diye bir kurumun neden olmaması gerektiğini göstermeye yetiyor ya neyse, bu ayrı konu...

 

 

11/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Onlar bizim tavizimiz oldu

 

 

Onlar sadece birer sayı olarak geldi karşımıza.

Adı sanı, huyu suyu olmayan birer sayı... Her Yüksek Askeri Şura toplantısının ardından çoktan kanıksadığımız soğuk bir başlık olup karşımıza dikildiler: "YAŞ'ta irtica temizliği: 86 subay atıldı"

Bir müddet sonra sayılarının büyümesi de yetmedi gazete başlıklarının puntosunu büyütmeye. Zaman içinde sütün sayıları küçülüp sayfa diplerine doğru sürüldüler. Muhafazakâr basın bile eskisi kadar "büyütmez" oldu sorunu. İslami duyarlılığı yüksek partiler sustu. Demokrat kalemler namus kurtarma kabilinden değinip geçti konuya. Yüzlerce ailenin dramını, "YAŞ kararları yargıya açılmalıdır" gibi ruhsuz bir cümle içine sıkıştırıp geçiştirmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu... Sosyal yaralara pek meraklı televizyonlarımız, "insan hikayeleri"ni hiç kaçırmayan dergilerimiz, gittikçe küçülen bu soğuk haberlerin gerisinde yatan "insan" portrelerini görmezden geldiler.

İşin doğrusunu söylemek gerekirse; onlar bizim "gözden çıkardıklarımız" oldu.

Demokrasimiz öyle çok yerinden delik deşik edilmişti ki, hangi deliği önce tıkayacağımızı düşünmek, öncelikler sıralaması yapmak zorunda kaldık ve haksız da değildik. Çünkü bütün deliklere birden koşuşturmaya ne gücümüz yetiyordu, ne cesaretimiz... "Şimdi kilit sorun, ülkenin bir an önce seçime gidip 28 Şubat sürecinin sona ermesidir" diyorduk kendi kendimize. "Parlamentoyu devre dışı bırakma formüllerini püskürtmek şimdi daha hayati" diye düşünüyorduk. Binlerce öğrenci türban yasağı yüzünden okuldan atılma tehlikesi yaşarken, "onlar"ın sorununu ihmal edebiliriz, diye avutuyorduk kendimizi... Ülkenin sivil kurumlarında, örneğin üniversitelerde yargısız kıyım yönetmelikleri söz konusuyken, ordunun işine karışmanın sırası mı, hesabı yapıyorduk.

Kısacası, onlar bizim tavizimiz oldu.

Oysa ateş düştüğü yeri yakıyor ve bu "öncelik" hesapları onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dıştan bakıldığında, bir trafik kazasında yirmi kişi ölünce facia, bir kişi ölünce acı bir haberdir. Oysa ölen bir kişinin yakınları için, o kazanın yirmi ölümlü olmasıyla, bir ölümlü olması arasında fark yoktur. Onun acısı aynıdır.

Bu acıyı topluma aktarmak için gelip görüşmek istiyordu bazıları. Gelip bana irticacı olmadıklarını kanıtlamak istiyorlardı. Karşıma geçip konuşurlarsa, seslerini duyarsam, gözlerinin içine bakarsam ikna olacağıma inanıyorlardı.

Bir bahane bulup "gelmeyin" diyordum. Ben ikna olsam ne olacaktı ki... Ama yılmıyorlar, telefonda, mektupla anlatıyorlardı: Bütün bir hayat projelerinin nasıl bir anda çöktüğünü, yemeden içmeden kesilip depresyona girdiklerini, hatta intiharı düşündüklerini anlatıyorlardı. Hele içlerinden bazıları, karısının başını bile örtmediğine, hayatında namaz kılmadığına yemin billah edenler var ya, işte o zaman iyice utanıyordum. Yerin dibine batıyordum. Bir insanın toplumun karşısına geçip inançlarının hesabını vermek için dil dökmesini kaldıramıyordum.

X x x

1998 yılı aralık ayında "Gözden çıkardıklarımız" başlıklı bir yazı yazmışım. Yukarıda okuduğunuz satırlar o yazının güncellenmiş, zaman kipi değiştirilmiş halinden başka bir şey değil.

Evet, bugün o yazının zaman kipini değiştirip yeniden yayınlamanın yararlı olacağını düşündüm.

Çünkü bizim yıllar önce sahip çıkamadığımız, çaresizlik içinde gözden çıkardığımız, taviz olarak darbecilerin karşısında tek başına bıraktığımız o insanlar; resmi adlarıyla YAŞ mağdurları için hesaplaşma vakti geldi. Yapılan anayasa değişikliği sayesinde (YAŞ kararlarını yargıya açan değişiklik) artık yargıya gitme hakları var ve zaten onlar da şimdi bunu yapıyorlar.

O karanlık yıllarda neyle suçlandıklarını bile bilmeden, savunmaları bile alınmadan meslekleri ellerinden alınan ve hayatlarının geri kalanını boyunlarında "Şeriatçı-irticacı" yaftasıyla yaşamaya mahkûm edilenler bu davalarda sadece haklarını değil, onurlarını da geri almaya çalışacaklar.

Bu onur mücadelesini hep beraber izleyeceğiz.

 

 

15/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Başörtüsü Sizi Neden Rahatsız Eder?

Çoğunluk başını örtmüş, size ne?

First Lady'nizin başı örtülü olması sizi neden incitiyor ya da bazı ebeveynler kız çocuklarının başını kapatmak istiyorlarsa bunun size ne zararı var?

Başörtülüler memur olursa devlet mi batacak?

23 Ekim 2010 / 20:15.Gülay Göktürk / Bugün

16004a.jpg

 

Uploaded with ImageShack.us

Siz kendinize bakın

 

 

Bir sorunun birbirinden farklı tezahürleri karşısında apışıp kalmamak; farklı tezahürleri farklı sorunlar zannetmemek düzgün düşünmenin alfabesi sayılabilir herhalde.

 

Son zamanlarda "genişleyen" türban tartışmalarına baktıkça, bizim"laikçi"lerimizin böyle bir temel yetiden bile yoksun olduklarını düşünmeye başladım.

Farkındaysanız, yasağın farklı alanlardaki uygulamalarına itirazla karşılaştıklarında bir kez daha şoke oluyorlar: "Bu da mı başımıza gelecekti!"

"Gördünüz mü, türbanın Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne kadar çıkışını meşrulaştırmaya çalışıyorlar!"

"Gördünüz mü şimdi de memurlara baş örtme hakkı istiyorlar."

"İşte şimdi de ilköğretimde çocuklarını başörtüsüyle okula yollamaya başladılar."

"Farkındaysanız, 2011 seçimlerinde başörtülü milletvekili meselesini yine gündeme taşıyacaklar..."

"Başımıza taş yağacak" dehşetiyle karşılanan bütün bu taleplerin aslında tek bir talep olduğunu, tek bir yasaktan kaynaklandığını görebilmek neden bu kadar zor?

Ortada tek bir yasak ve tek bir çözüm yolu var.

Türban tartışmasının başından bu yana yazıyorum: Herhangi bir konuda, temelde haksızsanız, ondan sonra o konuda attığınız her yeni adımda, biraz daha batağa batmanız kaçınılmaz olur. Düzeltmeye kalktıkça daha beter eder, tutarlı olmaya çalıştıkça daha tutarsız, daha çelişmeli, daha haksız hale gelirsiniz.

Türban yasağı böyle bir konu. O kadar yanlış, o kadar haksız ki, bu haksızlığın üzerine tutarlı bir "siyaset"inşa edilemiyor. Yasağın veri kabul edilerek atılan her yeni adım, "geliştirilen" her yeni politika, durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirip yasağın hukuksuzluğunun teşhir olmasına neden oluyor.

Türban yasağı belasını demokrasimizin başına saranlara açıkça söyleyeyim ki, bu konuda kendi içinizde tutarlı olabilmenizin sadece iki yolu vardır.

Ya, bu yasağı toptan ve her yerde kaldırır, insanların kılık kıyafet özgürlüklerine hiçbir yerde el uzatmazsınız ya da evlerin dışında her yerde tümüyle yasaklar, böylece Taliban'ın yaptığını tersten yapmış, Türkiye'yi kocaman bir kadınlar hapishanesine çevirmiş olursunuz. O zaman da bunun siyasi bedelini öder, kurduğunuz rejimin adının konulmasına razı olursunuz.

Bugün Türkiye'nin geldiği noktada, ikinci yolu seçmenin imkansızlığı ortada olduğuna göre, benim"laikçi"lere tavsiyem, serbesti talebini her duyduklarında bir kere daha şoke olmak yerine, bu gerçekle bir arada yaşamaya bir an önce alışmalarıdır.

Daha doğrusu, bu gerçekten neden bu kadar rahatsız olduklarını kendi kendilerine sormalarıdır.

Açıkçası ben, "ya bizim başımızı da kapatırlarsa" endişesinin samimi olmadığından; çaresizlikten uydurulmuş, aslı astarı olmayan bir bahane olduğundan eminim.

Öyleyle asıl sebep ne?

Ülkenin parlamentosunda başı kapalı kadınlar da otururlarsa, temsili demokrasiye bir şey mi oluyor?

First Lady'nin başı kapalı olunca size ne oluyor?

İlköğretim okullarının kimi sıralarında başı örtülü kız çocukları oturmasının sizin çocuğunuza ne zararı var?

Başörtülüler memur olursa devlet mi batacak?

Bu direncin sebebi ile ilgili olarak birbirinden önemli birçok tahlil yapıldı şimdiye kadar. Onları özetlemeye kalkacak değilim ama meseleye bir de "birey olma" açısından bakabilir miyiz diye düşünüyorum.

Sanıyorum, "başörtülü Türkiye" fotoğrafından bu kadar çok rahatsız olanların kendilerini bağımsız bir birey olarak görememe; onun yerine içinde yaşadıkları toplumla çok fazla özdeşleştirme; o toplumun ayrılmaz bir parçası olarak algılama diye bir sorunu var. Hele bir de kendini o toplumun dizayneri olarak görünce, ortaya çıkan "manzara"dan da fena halde etkileniyor.

Evet, evet... Türkiye'yi kendi dizayn ve dekore ettiği bir mekan /belki de evi demeliyiz/ gibi gördüğü için herhalde; bu "zevksiz" görüntünün de sorumluluğunu duyuyor üstünde. Ele güne karşı rezil oluyor."Ev"deki başörtülü kadını kedi pisliğini saklar gibi saklamak istiyor. Hani nasıl, zevksiz bir akrabanız hediye ettiği vazoyla, bin bir özenle dekore ettiğiniz salonunuzun bütün tadını kaçırır ve bu sizi sinir ederse, aynen böyle hissediyor. Tasarım 1930'larda yapılmış, bir kısım vatandaşa, bu evin asıl sahibi sensin, bu dekorasyonu korumak da senin görevin, bir görgüsüzün gelip de bu düzeni, bu ahengi bozmasına izin verme denmiş. O da bunu öylesine ciddiye almış ki, kendinin "ne olduğuyla" ilgilenmeyi bile bir yana bırakıp bütün enerjisini yaşadığı toplumun "neye benzediği" noktasında yoğunlaştırmış. O toplum medeni görünürse o da kendisini medeni hissedecek. Özgüveni oluşmamış yeni yetme gençler gibi, üniversiteli gençler arasında başı örtülü genç kızları gördüğünde, burnunda siyah nokta görmüş gibi oluyor. Hemen o siyah noktaları tek tek sıkıp çıkarmak ya da bir flaster yapıştırıp topundan birden kurtulmak istiyor.

Gençlik dergileri böyle ergenlere "kendini sevmesini, kendisiyle barışmasını" tavsiye ederler genellikle.

Ben bizim laikçilere "bu toplumu sevin, onu olduğu gibi kabul edin, barışın" filan demeyeceğim. Diyeceğim tek şey, "Siz kendinize bakın" olacak.

Çoğunluk başını örtmüş, size ne? First Lady'nizin başı örtülü olması sizi neden incitiyor ya da bazı ebeveynler kız çocuklarının başını kapatmak istiyorlarsa bunun size ne zararı var?

Siz bu toplumun bir parçası olmaktan önce bir birey olmaya bakın.

Eminim hem rahat edecek hem de gerçekten "medeni" hale geleceksiniz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Hayırsız evlat

Star'daki haberi okumadınızsa bulup okuyun. Meğerse Adana'daki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda yaşanan skandalın ardında TSK'nın bir genelgesi varmış.

 

Başörtülü davetliler gelince komutanlar Hilton oteldeki resepsiyonun arka kapısından "fark ettirmemeye çalışarak" çıkmışlar ve basına hiçbir açıklama yapmadan ayrılmışlardı ya, şimdi anlaşıldı ki bu garip davranışları kendi tercihleri değil Türkiye çapında tüm askeri birliklere gönderilen bir genelgenin gereği imiş!

 

Söz konusu genelgede 29 Ekim resepsiyonlarına başörtülü davetlilerin katılması durumunda yapılacaklar adım adım sıralanmış: "Önce davetliler arasında başörtülü var mı yok mu istihbaratı yapılacak, yoksa davete katılınacak ama resepsiyon esnasında tesettürlü bir davetli gelirse mekan fark ettirmeden ve süratle terk edilecek"miş.

 

Cumhuriyet Resepsiyonları için garnizonlara verilen "fark ettirmeden sıvışın" talimatının dışında, karşılama törenlerine de "başörtülü eş ayarı" yapılmış. Garnizon komutanlıklarına gönderilen talimatlarda, Cumhurbaşkanı Gül'ün eşi ile gelmesi veya gelmemesi durumuna göre iki alternatifli karşılama düzeni geliştirilmiş, bu alternatifler şemalarla gösterilmiş. Kim nerede duracak, nasıl olacak da Hayrünnisa Gül'ün eli sıkılmak zorunda kalınmadan durum idare edilecek...

 

Bütün bunları okuyunca, "Acaba bunların başka işi gücü yok mu" sorusu geliyor insanın aklına... Her davetten önce "Başörtülü davetli var mı yok mu, gelecek mi gelmeyecek mi" konusunda istihbarat çalışmaları yapmak... Askeri tatbikat planları hazırlarcasına alternatifli karşılama şemaları hazırlamak... Ve bütün bunları, başörtülü kadınlarla yüz yüze gelmemek için yapmak...

 

Bu ne biçim bir takıntıdır... Ne biçim bir inattır... Nasıl bir cürettir...

 

X x x

 

Bu halk, ordusuna karşı çok hoşgörülü, çok affedici davranıyor doğrusu. Nicedir sabrediyor. Kabul edilemeyecek hakaretleri sineye çekip sabrediyor.

 

Biliyoruz ki, aralarındaki bunca yıllık hukuka dayanıyor bu hoşgörü ve sabır. Arka planında tarihi bir şükran duygusu var. Kurtarıcıya karşı duyulan minnet ve sevgi var. "Peygamber Ocağı" geleneği var.

 

Ama her şeyin de bir sınırı vardır öyle değil mi?

 

Bu halk, bu kadar horlanmayı, aşağılanmayı daha ne kadar affedebilir? "Gözbebeği" gibi sevdiği bir varlığın yaptıklarına daha ne kadar katlanabilir...

 

Şükredin ki bu halk ordusunu hâlâ, hoşgörüsü engin bir annenin hayırsız oğlunu sevmesi gibi seviyor. Hayırsız oğlun onu küçümsemesi, ondan utanması, onu kimselerin görmeyeceği toplumun bodrum katlarında bir yerlere hapsetmeye çalışması, kazara karşı karşıya geldiğinde pislik görmüş gibi davranması yüreğini dağlasa da etinden et kopmuş gibi olsa da katlanıyor. Hani derler ya, oğul işte, ne atabiliyor, ne satabiliyor...

 

Ama bilin ki şansınızı çok zorluyorsunuz. Hayırsız oğulların da kredisinin bittiği bir zaman vardır. En affedici analar bile bir gün "yeter" derler ve yüreklerine taş basıp hayırsız evlatları evlatlıktan reddederler.

 

Böyle bir ihtimali hiç düşünmüyor musunuz?

 

Başörtülü bir kadının varlığına dayanamadığınız için Çankaya Köşkü'ne çıkmayı reddederken, başını örten on milyonlarca kadının da sizin bulunduğunuz yerde bulunmayı istemeyebileceği, sizi her gördüğü yerde başını çevirebileceği, "fark ettirmeden" değil fark ettire fark ettire protesto edebileceği hiç aklınıza gelmiyor mu?

 

Başı örtülü o kadınların da sizin şehit oğullarının cenaze törenlerine katılmanıza izin vermeme ihtimalini hiç mi düşünmüyorsunuz?

 

Düşünmeye başlasanız iyi olur.

 

 

04/11/2010

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Devletlerin kirli çamaşırları

 

 

Wikileaks sayesinde devletlerin kirli çamaşırlarının böyle ortaya boca edilmesine nasıl memnun oldum bilemezsiniz.

Böylece, devletleri yönetenlerin kafalarına dank edecek ki, artık bu dünyada sır tutmak neredeyse imkânsızdır. Çözülemeyecek şifre, girilemeyecek dosya yoktur. Dünya halkları aleyhine kapalı kapılar ardında dolap çevirmek, gizli operasyonlar düzenlemek çok tehlikelidir. Söylediğiniz her yalan, yaptığınız her riyakârlık, işlediğiniz her suç bir gün ortaya çıkacak ve sizi vuracaktır.

Çünkü devletler artık şeffaflaşmaktadır...

Ortaya atılan belgeler doğru mu, yanlış mı; hangisi doğru, hangisi yanlış; bu başka bir konu... Bunları konuşmak için daha çok zamanımız olacak.

Ben şu anda sadece, Wikileaks'in "devlet sırrı" denen kavramı tarumar edişiyle ve bu örneğin bütün dünya halkları için yarattığı glasnost imkânı ile ilgiliyim.

Bence yaşadığımız olay, dünya çapında "açık toplum" taraftarları için bir zafer, devletlerin labirentlerinde halklardan gizli iş kotaranlar için ise bir hezimettir.

Diyorlar ki, bu ifşaat diplomasinin 11 Eylül'ü imiş. Bu büyük saldırı diplomasi denen mesleği telafi edilemeyecek kadar ağır bir şekilde yaralamış; bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış...

Peki buna üzülmemiz mi gerekiyor?

Büyükelçilerin bilip bilmeden, bir ülkenin siyasetçileri hakkında dedikodu yapması, devlet adamlarının ve halkların karşısına geçip de söylemeye cesaret edemediği şeyleri arkadan konuşması mı diplomasi?

ABD Dışişleri Bakanı Clinton "gizli iletişimin kamu yararına hizmet ettiğini" söylemiş. Hangi kamunun yararından söz ediyor acaba? Düşünsenize, Suudi Arabistan kralı eğer duyulacağını bilseydi, ABD'yi İran'ın üstüne salmaya kalkışabilir miydi? Böyle bir şeyi açıktan söylediğinde kendi halkının ve diğer Ortadoğu halklarının tepkisi ne olurdu acaba?

Peki hangi kamunun yararınadır bu gizli iletişim?

Komşusuna ihanet eden bir ülke durumuna düşürülen Suudi Arabistan halkının mı? İhanete uğrayan İran halkının mı? Yoksa ülkesi belirsiz bir maceraya kışkırtılan Amerikan halkının mı?

Aliyev'in, bu gizli iletişim "sayesinde" Türk hükümeti ile ilgili duygularını, kendi halkına açıklayamazken Amerikan yetkililerine açıklaması ve bunu yaparken hem kendi halkına hem de dünyaya karşı ikiyüzlülük yapabilmesi hangi kamunun yararınadır? Azerbaycan kamusunun mu; Türkiye kamusunun mu?

X x x

Neden devletlerin sırları olmak zorundadır?

Devlet sırrı denen kavramı "olmazsa olmaz" sananlar, bize bir tane devletin halktan gizli tutup da halkın hayrına yaptığı bir "iş" örneği göstersin. Başka ülkelerin içişlerine burnunu sokmak, hükümet devirme komplolarına katılmak, bir savaşta taraflardan birine gizlice silah yardımı yapmak... Bu suçlardan hangisi savunulabilir?

Devletlerin sırları, kimsenin önüne çıkıp savunamadığı suçlarıdır. Ve eğer hukuk literatürüne bir katkıda bulunup "kamuya yararlı suçlar", "kamuya zararlı suçlar" diye bir ayrım getirmeyeceksek, devletlerin gizli faaliyetlerinin herhangi birini savunma imkanı yoktur. "Devletin elbette sırları olacaktır" diyenler aslında, "devlet elbette ki punduna getirdiğinde suç işleyecektir" demiş oluyorlar. Devletin, suçüstünde yakalanmamak, ele güne rezil olmamak kaydıyla suç işlemesine izin veriyorlar.

İşin en acıklı tarafı da ne biliyor musunuz?

Devletlerin birbirinin ve halklarının arkasından çevirdiği dolaplardan aslında halklardan başka herkesin haberi var. Wikileaks'te yayınlanan bütün bu belgelerin CIA'sından MOSSAD'ına ve KGB'sine kadar bütün istihbarat örgütleri tarafından bilindiğine adım gibi eminim. Bilmeyen bir tek halklar. Yani devletler sadece halklara karşı sır küpü...

Ya da "idi" dememiz gerekiyor!

Zira belki farkındayız, belki değiliz ama dünya artık "devlet sırrı" denilen kavramın toptan mahkûm edilip siyasi literatürden kovuluşunun eşiğine geldi dayandı. Dünya halkları bunca yüzyıllık tecrübeleriyle, devletlerin halklarından gizli tutup da halkın yararına yaptığı hiçbir iş olamayacağını anlama noktasındalar. Bu yüzden de 21. yüzyılın bilgi toplumuna göre yeniden şekillenen devletlerinde, diplomasi adı altında yürütülen karanlık ilişkilere de, gizli operasyonlara da, gizli servislere yer olmayacak.

 

 

01/Aralık/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kaç paşayı sürgüne gönderecektiniz?

 

 

Donanma'nın kalbinden yine darbe planları çıktı.

 

 

İhbar yine içeridenmiş. "Aman çabuk gelin yoksa bütün bu belgeleri yok edecekler" diyormuş ihbarı yapan kişi. Kozmik odanın zemini yükseltilerek elde edilen gizli bölmeyi fark eden savcılar karoları söktürünce derin devletin yeni bir deposuyla karşılaşmışlar. Evet, kelimenin sadece mecaz anlamında değil, gerçek anlamında da "derin devlet"le yüz yüze gelmişler! Sıkıştıkça daha derinlere inen bir suç örgütü...

 

Çuvallardan çıkan belgelerle ilgili ayrıntılı bilgi henüz açıklanmadı ama açıklandığı kadarıyla da yeteri kadar çarpıcı. Ele geçen belgeler arasında yeni bir darbe planı, darbe halinde tutuklanacak 160 kadar sivilin adı, çok sayıda subayla ilgili dinleme bantları, takip tutanakları, şantaj kasetleri ve bir de darbe yapılması halinde direnmesi beklenen komutanların sürgüne gönderilmesine ilişkin yazışmalar olduğu söyleniyor.

 

Özellikle şu "sürgüne gidecekler" listesi çok ilginç. Okuyunca merak ettim; acaba cuntacılar kaç paşayı sürgüne göndermek zorunda kalacaktı? Ben bu sayının çok kabarık olduğuna inanıyorum. Düşünsenize, bütün bu olup bitenlerden sonra aklı başında kaç kişi bir darbede başarı şansı görür; kariyerini, geleceğini yakıp bu maceracılarla kader ortaklığı yapar? Zaten bütün o ses bantları, takipler, fişlemeler, seks tuzakları, komuta kademesindeki "muhtemel muhalifleri" etkisiz hale getirmek için biriktirilen bütün o şantaj malzemeleri, cuntacıların "içerideki direnişten" ne kadar endişeli olduğunu göstermiyor mu?

 

Karambole getirip iktidara el koymayı becerdiler diyelim. O zaman da komuta kademesinin yarıdan çoğu sürgünde yaşayan bir ordu manzarası çıkabilirdi ortaya. Artık onlar da yurtdışında yeni bir ordu kurarlardı: Cuntaya Karşı Direniş Ordusu-CKDO!

 

X x x

 

Tabii ki bu işin şakaya gelir tarafı olmadığını biliyorum. Ciddiyete dönersek; ortaya çıkan yeni depo ve yeni planlar, derin devletin açığa çıkarılmasının ve temizlenmesinin, Ergenekon'un kökünün kazınmasının öyle kolay bir iş olmadığını, uzun bir süreç alacağını, suçluları bıkmadan usanmadan ayıklamaya ve yargılamaya devam etmemiz gerektiğini, ordu içindeki yurtsever ihbarcılara daha çok iş düştüğünü bir kez daha gözümüze sokuyor.

 

Evet, epey yol alındığı inkâr edilemez. Ama karşımızda, 1960'tan bu yana kökleşmiş bir gelenek, kolay kolay iyileşemeyecek patolojik bir ruh hali var. Bu ruh hali, yenildiğini, zamanının dolduğunu, suları geri akıtmanın ve o eski "görkemli iktidar günlerine" geri dönmenin mümkün olmadığını kabullenemiyor. Bu yapı, "bir cephe yıkıldığında hemen onun arkasına yeni bir cephe kurulur" mantığıyla, her yenilgiden sonra çekildiği noktada yeni bir cephe kurmaya çalışarak ama asla pes etmeden cuntacı faaliyetlerini sürdürüyor.

 

Demek ki rehavete kapılmak gibi bir lüksümüz yok. Derin devletin bütün gizli depoları deşifre edilip bütün menfur planlar açığa çıkarılmadan; toprak altındaki bütün silahlar gün ışığına çıkarılıp bütün kirli ilişkiler ortaya dökülmeden ve bütün suçlular yargı önüne çıkarılmadan huzura kavuşamayız.

 

Daha geçenlerde yaşadığımız "üç generalin görevden alınması" tartışmalarını, yeni ortaya çıkan belgeler ve yeni darbe planları ışığında yeniden değerlendirmekte yarar var. Adı cuntaya karışmış komutanların terfi ettirilmeye çalışıldığı bir ortamda, hükümetin görevden alma yetkisini kullanmasına "sivil darbe" diyerek karşı çıkanlar, Donanma'nın kalbine yeni darbe planları gizleyenlere umut olduklarını anlasalar iyi olur.

 

 

11/12/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Kaldırılması teklif dahi edilemeyen" heykeller

 

Başbakan'ın Kars'taki İnsanlık Abidesi'ne ucube demesi ve daha da vahimi "tez yıkıla" fermanı vermesi üzerine söylenmesi gerekenler söylendi sanırım. Bunlara ilave edecek bir şey pek kalmadı. Belki bir kez daha, başbakanlık gibi bir mevkide oturan birinin -kişisel beğenisini ifade ediyor olsa bile- "ucube" gibi son derece kırıcı bir nitelemeyi kullanmadan önce birkaç kere yutkunması gerektiği tekrarlanabilir. Tabii bundan daha da önemlisi, Erdoğan'ın sık sık tekrarlayan bu sultan özentisi tavırlarının gittikçe daha rahatsız edici olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ne var ki konunun aslı bu değil...

 

Konunun aslı, kamusal alanda neyin güzel neyin çirkin olduğuna nasıl karar verileceği... Bir şehir halkının neyi sevdiğini neyi sevmediğini nasıl ortaya koyabileceği... Belediye meclisleri mi karar verecek halk adına; yoksa seçkin jüriler mi? Yoksa kamusal alana dikilen her anıt için referandum mu yapılacak?

 

Evet; şehir ve demokrasi tartışmalarının en çetrefil konularından birine girmiş bulunuyoruz. Ve bu çetrefil konuyu, sanat eserlerini dokunulmaz ilan ederek, heykelleri ya da anıtları "kaldırılması teklif dahi edilemez" kutsal yapılara dönüştürerek geçiştiremeyiz. Ne var ki, Mehmet Aksoy'un İnsanlık Abidesi'yle ilgili olarak yazılan çizilenlerde yine böyle bir kolaycılık, böyle bir kutsal yaratma anlayışı görüyoruz. Birçok kişi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi yazıyor: Sanat eserlerine dokunmak kimsenin haddi değildir.

 

Eğer söz konusu alan kamusal bir alansa, ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Hepimize ait olan bir alana dikilecek bir anıt ortak beğeniyi yansıtmalı, en azından çoğunluğun itirazını almamalıdır.

 

İçinizden ne kadarı hatırlar bilmiyorum ama 27 Mayıs'tan sonra darbeciler getirip Taksim Meydanı'nın tam ortasına bir süngü heykeli dikmişlerdi. Defne yapraklarıyla sarılmış bir haldeki bu süngü heykeli sadece siyasi mesajı açısından değil, bence estetik olarak da korkunçtu. O heykel 1980 yılına kadar Taksim'in ortasında öylece durdu ve ne kadar ironiktir ki ancak 1980 yılında 12 Eylül darbecileri tarafından kaldırıldı. Bir darbenin simgesi olan o korkunç şeyi oradan kaldırmaya halkın gücü yetmemiş, ancak bir sonraki darbenin gücü yetmişti.

 

Bu, böyle mi olmalıydı?

Denilebilir ki, biz burada, sanatçılığı kendinden menkul, adı sanı bilinmeyen bir kişiden değil, uluslararası bir heykel sanatçısının eserinden söz ediyoruz. O zaman bir örnek daha: Türk heykel sanatının usta isimlerinden Şadi Çalık'ın İzmir'de yaptığı "27 Mayıs Devrim Anıtı" da aynı tarihlerde kaldırıldı. Ve hiç kimse ağzını açıp da "sanat eserlerine dokunulamaz" demedi.

 

İki örnekte de öne çıkan unsurun siyasi tutum olduğu doğrudur. Ama siyasi ya da ideolojik bir mesaj içermeyen sanat eseri bulmak da zordur doğrusu. Nitekim, Mehmet Aksoy'un anıtının verdiği ideolojik mesajın da kimileri tarafından Ermeniler'den özür dilenmesi olarak algılandığını ve bu mesajın Ermeni çetecilerin mezaliminin en yoğun yaşandığı Kars gibi kentte tepki yarattığını duyuyor, okuyoruz.

 

Öyleyse çare nedir?

 

Ben henüz bir çare, bir yol yordam bulabildiğimiz kanaatinde değilim. Henüz ne "ortak beğeni", "ortak duygu" denen şeyin nasıl, hangi mekanizmalarla tespit edileceğini ne de ortak beğeninin karşısına dikilen bireysel beğeniyi nasıl kollayıp gözeteceğimizi biliyoruz.

 

Ama en azından şunu söyleyebiliriz sanırım:

 

Sanat eseri de diğer ürünler gibi bir üründür. Tüketicisi eğer bireylerse, doğrudan kamu alanı yani kalabalıklar değilse çözüm basit: Piyasa kuralları işler ve eserin talibi çıkmayınca ürün yani eser sanatçının elinde kalır, unutulur gider ama eser kamu alanına sunulmuşsa tüketici olan halkın değerlendirmesine sunulmuş demektir ve kalabalıklar öyle kişiler gibi çabucacık ortak karara

 

varamazlar. Üstelik toplumun beğenisi zaman içinde değişir. Referandum gibi o anki ortak beğeni ile yetinemeyiz. Karar vermek zaman alır, uzunca bir süre gerekir, eser bu zaman sürecini başarıyla atlatmışsa ne ala, değilse öyle dokunulmazlık zırhının ardına gizlenip yıkılmaktan, çöpe atılmaktan ya da beğenenlerin müzayedesi sonucu bir kişinin malı olmaktan kurtulamaz.

 

Böylece bireysel yaratım hakkı da halkın beğeni ve kanaatleri de adil bir cevap bulmuş olur. Sanat eseri de dokunulmazlık ayıbından arınıp gökyüzünden aramıza yeryüzünü inmiş olur.

 

 

12/01/2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...