Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
kurşunkalem

Ahmet Altan

Recommended Posts

Önümüzde çok fazla seçenek yok.

 

Gidebileceğimiz iki yol var.

 

Barış ya da kaos.

 

Yapacağımız tercih sadece bu ülkenin değil, kendimizin ve çocuklarımızın geleceğini de belirleyecek.

 

Barış istiyoruz derken aslında ne istiyoruz?

 

Herkesin ırkına, dinine, mezhebine bakılmaksızın eşit olduğu, herkesin çocuklarına anadilini özgürce öğrettiği, anadilini rahatça konuştuğu, dağdakilerin yeniden hayata karışabildiği, delikanlılarımızın gösterilerde vurulmadığı, genç kızlarımızın otobüslerde yakılmadığı, askerlerimizin şehit edilmediği, isteyenin din dersi gördüğü istemeyenin görmediği, türbanın özgür olduğu, başını açanın bir baskı hissetmediği, Alevilerin cemevlerinde yapacağı ibadetlerin açık bir hak olarak kabul edildiği, ordunun siyasetten çıktığı, seçim sisteminin her fikrin parlamentoya girmesine izin verecek şekilde düzenlendiği, düşünce açıklamalarına kısıtlamaların getirilmediği, silahların sustuğu, yargının adil ve tarafsız olduğu, emeğin hakkını aldığı, özgür bir ülke istiyoruz.

 

Bütün bu hakların anayasa ve yasalarla güvence altına alındığı bir ülke istiyoruz.

 

Silahların susması, böyle bir ülke kurmamız için yolumuzu açacak.

 

Herkes kendi ırkına, dinine, diline, yaşama biçimine özgürce sahip çıkacak ne birbirinden, ne de devletten bir baskı görecek.

 

Bu istekler bir bütün, bunlardan bir kısmını yapalım, bir kısmını yapmayalım dediğinde barışa ulaşamıyorsun.

 

Ya hepsini yapacaksın ya da hiçbiri olmayacak.

 

Böyle bir ülke istiyor musunuz?

 

Böyle bir ülke istiyorsan barışı desteklersin.

 

Barış olmadığı sürece bu ülkede siyaset normalleşmez, ordu her zaman siyasetin içinde olur, yargı keyfince parti kapatır ve hiç kimse özgür olamaz çünkü.

 

Türkün özgürlüğü Kürdün özgürlüğüyle, Sünninin özgürlüğü Alevinin özgürlüğüyle, solcunun özgürlüğü sağcının özgürlüğüyle sıkı sıkıya birbirine bağlı.

 

Bu ülkenin omurgasını oluşturan Sünni dindarlar yakın zamanlara kadar sadece kendi haklarını istiyorlar, Kürtlerin, Alevilerin, solcuların haklarını verilmesine karşı çıkarak, bu yasaklar konusunda devleti destekliyorlardı.

 

Ama şimdi dindarların büyük çoğunluğu bu tavrını değiştirdi.

 

Bu değişim, Türkiye için büyük bir şans.

 

Ancak dindarların çok uzun zaman çifte standarda sahip çıkmaları, diğer kesimlerde dindarlara karşı bir kuşkunun oluşmasına neden oldu.

 

Bugün dindarları temsil yetkisine sahip gözüken AKPnin bu kuşkuları dağıtması gerekiyor.

 

Daha net konuşmalı, Kürtlere, Alevilere, solculara verilecek hakları daha açıkça söyleyip, bunları anayasal bir teminata kavuşturacağını da açıklamalı.

 

Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, dindar olmayan bir hayat sürenlerin kuşkularını gidermeli.

 

Kürtler, Aleviler, solcular da bu güvenceler verildiğinde barıştan caymayacaklarını açıkça ortaya koymalı.

 

Barışa giden yoldaki en büyük engel, birbirimize olan güvensizliğimiz.

 

Ama barışın getireceği hayatı hep birlikte istiyorsak bu güvensizliğin üstesinden gelmeliyiz.

 

Çünkü karşımızda bir de barışı istemeyenler var.

 

Barışı isteyenlerin nasıl bir ülke hayali kurdukları çok açık ama barış istemeyenlerin nasıl bir ülke hayal ettikleri açık değil.

 

Sanırım, hayallerini açıklamaktan korkuyorlar, o hayallerin taraftar bulamayacağından çekiniyorlar.

 

Ve, barışı istemeyenler her kesimde var.

 

Devlet Bahçeli, Deniz Baykal, Cemil Çiçek, Emine Ayna farklı kesimlerden, farklı partilerden insanlar ama barış karşısındaki direnişlerinde birbirleriyle benzeşiyorlar.

 

Onlar, barış gelmediğinde nasıl bir ülke olacağını düşünüyorlar?

 

Barış yoksa ölüm var, otobüste yakılan Serap, sırtından vurulan Aydın, pusuya düşürülen genç asker var.

 

Korkuyla titreyen, içi yanan, öfkelenen, kinlenen, intikam peşinde koşan, darbecilerin bin bir tezgâhıyla, devletin içindeki çetelerle kirlenmiş bir Türkiye var.

 

Niye böyle bir ülke istediklerini bilmiyorum.

 

Ölümü ve kaosu isteyenleri anlamak kolay değil.

 

Böyle bir kaosun kendilerini de vuracağını sezecek bir algıdan ve mantıktan yoksun olanların mantık yapısını kolayca çözemeyiz.

 

Onlarla, onların planlarıyla ve niyetleriyle de uğraşmamalıyız.

 

Özgür, eşit ve zengin bir ülke istiyorsak, elele verip birbirimize güvenerek, birbirimizin hatalarını düzelterek, bazen öfkelenip, bazen acı çekerek ama her zaman kararlı bir şekilde yürümeliyiz.

 

Varacağımız yeri düşündüğümüzde, bu yürüyüşte çekeceğimiz her çileye katlanacak gücü de buluruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün.

 

 

 

Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda Elazığ köylüleri nerede oturuyordu?

 

Kerpiç evlerde.

 

Birinci Meşrutiyet ilan edildiğinde nerede oturuyorlardı?

 

Kerpiç evlerde.

 

İkinci Meşrutiyet’te?

 

Kerpiç evlerde.

 

Saltanat kaldırıldığında?

 

Kerpiç evlerde.

 

Hilafet kaldırıldığında?

 

Kerpiç evlerde.

 

Cumhuriyet ilan edildiğinde?

 

Kerpiç evlerde.

 

Şapka devrimi yapıldığında?

 

Kerpiç evlerde.

 

1960, 1971, 1980 darbeleri yapıldığında?

 

Kerpiç evlerde.

 

28 Şubat darbesinde?

 

Kerpiç evlerde.

 

Şimdi nerede oturuyorlar?

 

Kerpiç evlerde.

 

1299’dan bu yana yaşanan onca olayın, savaşın, darbenin, gelişmenin Doğu ve Güneydoğu köylerine ne faydası oldu peki?

 

Hiç.

 

Hâlâ kerpiç evlerde yaşıyorlar, hâlâ kerpiç evlerde ölüyorlar.

 

O imparatorluk, hilafet, meşrutiyet, cumhuriyet, laiklik, darbeler, savaşlar, cinayetler kimin içindi?

 

Belli ki oralardaki köylüler için değildi.

 

Yapılan hiçbir değişiklik, o köylülerin hayatını da ölümünü de değiştirmedi.

 

Niye yaptık peki biz onca şeyi, kimin için yaptık?

 

O köylerde yaşamayanlar için.

 

Yapmasaydık o köylüler için ne değişecekti?

 

Hiçbir şey.

 

Bugün yeryüzünün hiçbir doğru dürüst ülkesinde insanlar 6 ölçeğindeki bir depremde ölmezler.

 

Burada niye ölüyorlar peki?

 

Cihan imparatorlukları kurmuşuz, cumhuriyetler ilan etmişiz, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını kabul etmişiz, şapka giymişiz, darbe yapmışız, çağdaş olmuşuz ama köylüler kerpiç evlerde sabah vakti yıkıntıların altında ölüyorlar.

 

Ben yeniyetmeyken mahalle çocuklarının çok sevdiği galiz bir laf vardı, dayanamayacağım söyleyeceğim, “bana faydası olmayan kilisenin papazını öpeyim,” alın imparatorluğunuzu, cumhuriyetinizi, laikliğinizi, ilke ve inkılâplarınızı, şapkanızı, darbenizi, ne isterseniz ondan yapın.

 

Bunlarının hiçbirinin o köylülere bir faydası yok, olmamış, olmayacak.

 

Onların hayatını bunların hiçbiri kurtarmaz, onların hayatlarını, buralarda aydın geçinenlerin bile bir tür “fantezi” sandıkları “demokrasi” kurtarır ancak.

 

“Önce cumhuriyet”, “önce laiklik”, “önce vatan” diye bağıranlar, “demokrasi gelirse ne olacak, memleket bölünecek” diyenler, gidin şimdi bunları Elazığ köylülerinin parçalanmış bedenlerine anlatın.

 

Demokrasi, insanın her şeyden daha önemli ve kutsal olması anlamına gelir, demokrasi olsaydı, Meclis lojmanlarına, orduevlerine, memur kamplarına, Atatürk heykellerine harcadığınız parayı Elazığ köylerine harcamak zorunda kalırdınız, kerpiç evlerin içinde sabaha karşı yıkılan duvarların altında ezilerek ölmezlerdi.

 

Asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri olurdu.

 

Keyfinizce yağmalayıp paylaştığınız paraların, silahlara savurduğunuz paraların, gösterişe harcadığınız paraların hesabını size sorarlardı demokrasi olsaydı, “burada bu derme çatma kerpiç evler dururken o paraları nereye harcıyorsun” diye sorarlardı.

 

Ama köydeki çobanla siz bir değilsiniz tabii, para sizin, keyif sizin, iktidar sizin, gösteriş sizin, eğlence sizin, babalanma sizin, efendilik sizin, kerpiç evlerle ölüm de zavallı çobanın.

 

Demokrasi, “çobanla profesörün oyunun eşit” olması değildir, demokrasi, çobanla siyasetçinin, paşanın, profesörün, şehirlinin “hayatının eşit” olmasıdır, aslında istemediğiniz bu, değil mi?

 

Sizin hayatlarınız, şaşaanız, debdebeniz, köylülerin hayatından besleniyor.

 

Onun için istemiyorsunuz demokrasiyi, onun için istemiyorsunuz eşitliği.

 

İmparatorluk yaptınız, meşrutiyet yaptınız, cumhuriyet yaptınız, laiklik yaptınız, inkılâp yaptınız, darbe yaptınız.

 

Niye hiçbiri o köylülerin işine yaramadı?

 

Niye ölüyor onlar, neyin eksikliği öldürüyor onları?

 

Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bazen sert olmak,haşin olmak gerekiyor...Demaokrasi diye bize yutturdukları ya da yutturmaya çalıştıkları şey "körler sağırlar birbirini ağırlar" ..

İşine gelen demokrasi yani...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ahmet Altan'ı hiç sevemedim. Nedeni belki de çok yapmacık olduğuna inanmam, belki de gerçek "maşa" dedikleri kişilerden biri olduğunu düşünmem, belki de pkk sempatizanı olduğunu sanmamdır.

 

Güzel yazmıyor mu? Evet, genelde güzel yazıyor fakat o yazıları o değilde birileri yazdırtıyormuş gibime geliyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Galiba beni en çok öfkelendiren tavır, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aldırmaz ve insafsız küstahlığı.

 

Kılıçdaroğlu?nun, Hürriyet gazetesinde Fatih Çekirge?yle yapmış olduğu konuşmayı okuduğumda da aynı öfkeyi hissettim.

 

Başörtüsü ile türbanın farkını anlatıyordu.

 

Saçı tümden örterse ?türban? olurmuş, saçın bir kısmı gözükürse ?başörtüsü? olurmuş falan filan...

 

Bu adam altmış yaşını geçmiş.

 

Koskoca bir partinin başkanı olmuş.

 

Zihinsel gündemini bu laflar mı oluşturur böyle birinin?

 

Çekirge diyor ki, Anayasa tartışmalarını bu fark belirleyecekmiş.

 

Yani, üniversiteye giden kızın saçı gözükecek mi gözükmeyecek mi?

 

Buna öfkelenmemek mümkün mü?

 

Sana ne kardeşim?

 

İster saçını açar, ister açmaz, sana ne?

 

İnsanların saçına başına karışma hakkını kim kime verebilir?

 

Orduna, polisine, mahkemene, anayasana, her neyineyse işte, ona güvenip insanların yaşama biçimine karışmaktan, onlara müdahale etmekten, ?şunu giyemezsin, bunu yapamazsın? demekten daha zorba, daha küstah bir tavır olabilir mi?

 

Bu nasıl bir küstahlık?

 

Yeryüzünün her yanında üniversiteler dünyanın en özgür yeridir, gençler istedikleri gibi giyinirler, istedikleri gibi fikirlerini söylerler, partiler yaparlar, üniversite kampusunun etrafındaki lokantalarda canları isterse içki içerler, evlerinde, odalarında sevişirler, ibadet ederler, en saçma konuları bile istedikleri gibi tartışırlar, kızlar isterlerse şortlarını giyer sabah koşularına çıkar, isterlerse başlarını bağlar ibadethaneye giderler.

 

Onların nasıl yaşadığıyla, nasıl giyindiğiyle, nasıl düşündüğüyle ilgilenmez kimse.

 

Onların nasıl çalıştığıyla, derslerini ne kadar bildiğiyle, ne kadar yaratıcı olduğuyla ilgilenir hocalar.

 

Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.

 

Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.

 

Üniversite öyle bir yerdir.

 

Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.

 

?Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam? diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?

 

Burası zorba bir ülke.

 

Küstah bir yönetim var burada.

 

Herkese, her şeye karışıyorlar.

 

Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.

 

Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.

 

Zorbalık budur işte.

 

Küstahlık budur.

 

Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.

 

Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.

 

Arapça ?seçmeli ders? olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.

 

Niye?

 

Başörtülü kız üniversiteye giremez.

 

Niye?

 

Alevi?nin ibadethanesine ibadethane denilemez.

 

Niye?

 

Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.

 

Ve, buna inatla devam etmek istiyor.

 

Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?

 

Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?

 

Koca koca adamların ?kızların saçının ne kadarı görünsün? diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?

 

Kız çocuklarını bir ?saçmalığa? kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?

 

Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.

 

Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.

 

Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara?ya haykırmalılar:

 

Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?

 

Sana ne?

 

 

03/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ahmet Altan ne kadar güzel yazı yazarsa yazmış olsun. Hiçbir zaman bana sempatik gelmedi. Çünkü Taraf neye taraf hala anlayamadım...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...