Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

MÜmtazer TÜrkÖne

Recommended Posts

Şimdi olmuş. TSK'nın geçen sene kullandığı "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye" sloganı yanlıştı. Bu sloganı eleştirenlerden biri de bendim.

 

Eleştirimin dayanak noktası şuydu: "Güçlü Ordu"dan "Güçlü Türkiye" çıkmaz, tersine zayıf bir ülke çıkar. Çünkü güçlü orduya harcanacak para, ülkenin ekonomisini zayıflatır. Ama "Güçlü Türkiye"den mutlaka "Güçlü Ordu" çıkar. Genelkurmay'ın eleştirileri dikkate alması ve sloganı değiştirmesi olumlu bir gelişme.

 

Bir bürokratik kurum olarak orduya yönelik eleştirilerimi, askerlik mesleğine yönelik görenlerden ve üstüne alınanlardan sert tepkiler alıyorum. Adını vererek beni eleştiren Özel Kuvvetler'e mensup bir kurmay yüzbaşının yazdıklarını çok samimi ve temsil edici buldum. "Rüyanızda kabus olarak göreceğiniz yerlerde yıllardır görev yapıyorum" diyor ve görevi yüzünden çocuklarının doğumuna şahit olamayan arkadaşlarından bahsediyor. "Bizler göğsümüzde Türk bayrağı saklarız, vurulursak hemen üstümüze örtülsün diye" sözüyle ve arkasından sorduğu "sizin bayrağınız ne renk?" sorusuyla beni yere seriyor. Belli ki bu satırların yazarı yüksek bir vazife ahlâkına ve vatan sevgisine sahip şerefli bir Türk subayı. Ama bu ülkede o şanlı bayrağının ebediyete kadar nazlı nazlı sallanması için bu vasıflara ilave başka vasıflar da gerekiyor. Şerefli ve vatanperver Türk subaylarının, güçlü bir ülkenin daha ileri ve daha iyi organize olmuş "Güçlü Ordu"sunda görev yapmaları.

 

Kalabalık bir ordunun güçlü bir ordu olmadığını, kurmay eğitimi almamış subaylar da bilir. "Neden bu kadar kalabalık bir ordumuz var?" sorusuna, herkesin anlayacağı basitlikte bir açıklama getirmek mümkün: "Nöbet tutmak için". Askerî birliklerin, sosyal tesislerin, lojmanların, hastanelerin, gazinoların etrafında yemekhanelerin, yatakhanelerin içinde Türk askeri nöbet tutar. Her nöbet yeri beş askerdir; adam başı sekizer saatten bir gün için üç kişi, biri izinde ve biri revirde. "Bu nöbetler ne için tutulur?" sorusunun ise mantıklı bir cevabı yoktur. Mehmetçiğin yaptığı bu işi Batı ülkelerinin ordularında çok büyük oranlarda artık çok ucuz hale gelen kamera sistemleri yapmaktadır.

 

Ordunun güçlü hale gelmesi için Türkiye'nin güçlü olmasının yanı sıra esaslı bir askerî reforma ihtiyacımız var. Batı orduları yıllar önce sadece savaş zamanında değil barış zamanında da müşterek karargahın komutası altına girdiği operasyonel yapılanmaya geçti. Çağımızın güçlü orduları çok hızlı hareket edebilen, çok ileri teknoloji kullanabilen, subay kadrosunun entelektüel yetenekleri çok ileri uzmanlaşmış ordular. Bizim güçlü askerî geleneklerimiz var. Bu ülkede vatanı için ölecek adam kıtlığı çekilmez. Tarih boyunca çekilmedi. Ama modern savaş araç ve gereçlerini kullanabilecek uzmanlara ve modern savaş doktrinlerini uygulayabilen kurmaylara ve organizasyon yeteneğine sahip komutanlara sahip olmak her devirde çok zordur. 1774'ten itibaren kalabalık ordularla savaş meydanlarında çok can verdik, ama 1922'ye kadar savaş kazanamadık. Bütün derdimiz, bir topun namlusunun açısının trigonometrik hesabını bilen subaylara sahip olmak türünden sıkıntılardı. Bugün aynı hataları tekrarlayamayız.

 

Ordumuzun ülke üzerinde kurduğu vesayetin, kendi iç yapısına ve savaşma yeteneğine epeyce zararı dokundu. Bütün bürokratik kurumlar değişime direnir. Ülke üzerinde söz sahibi bir bürokratik kurum daha fazla direnir. Ordumuzun temel organizasyonu, konvansiyonel silahların kullanıldığı döneme ait geri bir organizasyon. Verdiğim nöbet uygulaması örneği, bu geriliğin sadece basit bir göstergesi. Demokrasi ile uyumlu savaş eğitimi almamış, savaşı halk iradesine raptetme konusunu sadece "psikolojik harekât" olarak gören bir subay kadrosu, Kürt sorununda görüldüğü gibi çağın gereklerinin uzağına düşer.

 

Bana sitem eden subaylar, ordunun aslî işinin terörle mücadele etmek olduğunu zannediyorlar. Bu zan büyük bir tehlike. Sinekler, dev eskavatörlerin kepçeleri ile vura vura yok edilemezler. Türkiye'nin güçlü ekonomi, diplomasi ve çağdaş dünya ile uyumlu ve bunlar için de demokratik değerleri içine sindirmiş çevik, akıllı ve küçük bir orduya ihtiyacı var. "Güçlü Ordu"nun bugünün dünyasındaki karşılığı bu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mümtaz'er Türköne

 

Balyoz'dan sonra

 

Önceki gün başlayan Balyoz davası, Türkiye'de değişen birçok şeyin göstergesi ve belki daha önemlisi sebebi. Dava nasıl bir seyir takip edecek? İsnat edilen suçlardan hangileri sübut edecek?

 

 

Bu soruların cevabını zamanla alacağız. İki büyük endişemiz vardı. Başlangıç olarak ikisi de ortadan kalktı. Birincisi davanın adil ve etkili bir yargılamaya konu edilmesiydi. Ergenekon davasına ve özellikle Erzincan Başsavcısı'nın sanık olduğu davaya göstere göstere yapılan müdahaleler, bu endişelerimizin sebebi idi. Balyoz davasına bakacak mahkemenin başkanının değişmesi, sadece endişelerimizin azalmasına katkıda bulundu. Referandumun sonrasında HSYK'nın yapısı değişti. Bugünkü HSYK, bütün yargıçların demokratik temsili ile oluştu. Hangi HSYK'ya daha fazla güvenebiliriz? Adalet arayanların, gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenlerin güveneceği kurum hangisi? Mahkemenin kararını HSYK elindeki hangi araçlar etkiliyordu? Sorun şurada: Mahkemeye, gerçeğin ortaya çıkmaması, suçluların kurtulması için müdahale edersiniz. Müdahale etmezseniz hâkimler zaten işini yapar. Yeni HSYK, tam tersine gerçeğin peşine düşmez mi? Artık adil ve tarafsız bir yargılamanın sürdürüleceğinden hepimiz eminiz.

 

İkinci endişemiz, askerî müdahalelerin sona ermesine dairdi. Türkiye'nin son 50 yılını esir almış bu kadar güçlü bir vesayet düzeni nasıl sona erebilir? Bu sorunun cevabını artık somut bir şekilde veriyoruz: Balyoz davasının görülmesiyle. Balyoz davası, askerî vesayet düzeninin ve vesayet tekniklerinin ipliğini pazara çıkartıyor. Askerin ülkeyi yönetme hırsının nelere mal olduğunu gösteriyor. Hemfikir olduğumuz bir sonuç: Bu ülkenin bütün düşmanları toplansa ve yüz yıl uğraşsa darbe peşinde koşan askerlerin yol açtığı ve açacağı zararı veremez. Bu sonuç sadece bizim vardığımız bir sonuç değil. Ülkesini seven herkes bu planları hazırlayanlara bu gözle bakacaktır. Derli toplu bir dava ile işin tamamı ortaya çıktığı zaman, darbe planlarında görev alanlar bile bir parçasını oluşturdukları tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görecektir. Nitekim köklü bir zihniyet değişikliğinin işaretleri görülüyor. Yeni Genelkurmay Başkanı, demokratik bir ülkenin ordusunu sevk ve idare etmenin dışına çıkacak hiçbir teşebbüste bulunmadı. Hatta, Gölcük'te casusluk soruşturması kapsamında ele geçen ve Balyoz davası ile ilintili olduğu iddia edilen 9 çuval belgenin yetkili ellere gönderilmesi, tavizsiz bir şekilde sürdürülen arınmanın işareti olarak görülmeli. Ordumuz, içindeki çürük elmaları sessizce temizliyor. Bu işaret çok önemli. Geçen seneyi, eski genelkurmay başkanının 'ıslak imza' başta olmak üzere doğrudan dava süreçlerine müdahaleleriyle geçirmedik mi?

 

Balyoz davası, baştan sona demokrasi dersi olarak takip edilmeli. Demokrasi askıya alındığı zaman, sadece halka ait yönetme yetkisi başkalarının eline geçmiş olmuyor. Silah zoruyla hükmeden her şeyi eğip büküyor, silahın gücünü sürdürmek için suç işliyor ve memleketi bir tımarhaneye çeviriyor. Sizi korumak ve güvenliğinizi temin etmekle görevli olanlar suç işleyip, sizin yaşama hakkınızı bile tehdit edince o ülkede hangi iş normal mecrasında yürüyebilir?

 

Türkiye son üç yılda hızla değişti. Birdenbire bu üç yıl içinde dünyanın parmak ısırdığı iddialı bir ülke haline geldik. Dış politikamız bütün taşları yerinden oynattı ve yepyeni bölge dengeleri ortaya çıkarttı. Ekonomik dinamizmimiz her hayali mümkün kılacak düzeyde. Türkiye mucizelere gebe.

 

Peki bu inanılmaz değişiklik nasıl mümkün oldu? Birçok sebebin yanında en esaslısı, askerî vesayet düzeninin sona ermiş olması. Ülke, üzerindeki bu ağır yükten, prangalardan kurtulunca adeta kanatlandı. Birilerinin kaos planları hazırlayamadığı bir ülke olmak bile ne kadar büyük bir nimetmiş.

 

Dava yeni başladı. Balyoz planı henüz bir iddia. Cami bombalayan, kendi uçağımızı düşüren, çocukları katleden askerler şimdilik sadece mahkemenin kovuşturduğu iddialar. Ama bu iddialar, aynı zamanda 50 yıllık askerî vesayet düzeninin nasıl sürebildiğinin de mantıklı bir açıklaması değil mi?

 

17 Aralık 2010, Cuma

Share this post


Link to post
Share on other sites

Parazit

 

Bu tabiri, evvelki akşam Şanlıurfa'da bağırıp çağırarak konuşmamı engelleyen 10-15 kişilik grup için kullanıyorum.

 

Parazit, elektronik iletişimde gönderilmek istenen bilgi sinyaline karışarak mesajın ulaşmasını engelleyen veya zorlaştıran sinyallere verilen isim. Canlılar âleminde ise, ancak bir başkasına bağımlı olarak yaşayabilen, ona zarar veren asalak canlılar için kullanılıyor. Marjinallik böyle bir şey. Kendi başınıza, kimliğinizle ve kişiliğinizle meydana çıktığınız zaman ne söylediğiniz söz ne de eylem yapan örgütünüz ka'le alınıyor. Siz de bütün kapasitenizi, siyasetin asıl aktörlerini engellemeye hasredip, onları taciz ediyorsunuz. Bir parazit olarak normal iletişime kulaklarını vermiş olanlar sizin çıkarttığınız paraziti, yani gürültüleri duyuyor. Ve amacınıza ulaşıyorsunuz. Kendi başınıza bir hiçsiniz. Bir gürültüden ibaretsiniz. Sadece sömürdüğünüz emekler ve aksattığınız iletişim üzerinden varlık gösterebiliyorsunuz. Yani parazitsiniz.

 

Daha açık tarif edeyim. Bunlar öğrenci kollektifleri, yani şu benim 'patolojik vak'a' teşhisi koyduklarım. Nitekim aynı teşhisi yüzlerine karşı tekrarladım.

 

Şanlıurfa'da, Baro tarafından cuma akşamı düzenlenen 'Değişim sürecinde Türkiye'de insan hakları' başlıklı panelde konuşmacı idim. Niyetim, Türkiye'nin geçirdiği köklü alt-üst oluşu gösterip, yeni bir toplum sözleşmesi üzerine yeni bir ülke inşa etmeye girişmemiz gerektiğini anlatmaktı. Yeni Türkiye, insana saygıya dayanacaktı. İnsana saygının evrensel kriterleri insan hak ve özgürlükleriydi. Bizi korkutarak yöneten devletin yerini, sadece ve sadece insan haklarını korumakla görevli bir devlet alacaktı. İnsan haklarının eksiksiz saygı gördüğü bir ülkede devleti de, ülkeyi de, milleti de o mübarek insanlar zaten korumaz mı?

 

Konferans salonunun girişinde durumu fark ettim ve Baro Başkanı İrfan Güven Bey'i ikâz ettim. Hiç olmazsa diğer konuşmacıların ifade hürriyetinin engellenmemesi için, oturum başkanından beni son sıraya yerleştirmesini rica ettim. Salon tıklım tıklım doluydu. Ayakta duracak yer bile kalmadığı için, içeridekiler kadarı kapıdan dönmek zorunda kalmış.

 

Urfa, çok renkli bir kimliği ve kişiliği olan bir şehir. Urfa'ya özgü insan ilişkilerinde çok incelmiş bir medeniyetin izleri var. Medeniyet dediğimiz insan eseri toplumsal mimariye, farklı olanı bir zenginliğe dönüştürme becerisi olarak bakmak lâzım. Urfa bu zenginliğin şaheserlerinden biri ve özellikle şu günlerde Türkiye'nin geri kalanının bu zengin birikimden öğreneceği çok şey var.

 

Demokratik Toplum Kongresi yürütme kurulu üyesi Altan Tan'ın ateşli konuşmasına aldığı alkışlar, salonun hemen hemen yarısının BDP'ye yakın dinleyicilerden oluştuğunu gösteriyordu. Cengiz Çandar'ın 40 yıl öncesinin nostaljilerinden yola çıkartarak koyduğu perspektif de, salondan aynı karşılığı aldı. Ben ağzımı açar açmaz parazit, yani sesimin duyulmasını engelleyen bağırtılar başladı. Konuşmaktan vazgeçmemin tek sebebi ise, BDP'li gençlerle protestocu gençler arasında başlayan kavgayı durdurmaktı.

 

Gözlediğim iki noktayı, bu parazitlerin sesini medyada yükselten destekçilerin dikkatine sunmak istiyorum. Birincisi, ideolojik söylemlerini ve itirazlarını kendi dışlarındaki dünyadan ödünç alıyorlar. O akşam oturum başkanının bu gençlerle iletişim kurabildiği nadir anlardan birinde, protesto gerekçesinin, Kürt sorununu benim 'terör sorunu' olarak nitelemem ve Kürtçe eğitime karşı çıkmam olduğu ortaya çıktı. Her ikisi de gerçeğin tam aksi. Çıkartılacak sonuç, Kürt sorunu üzerinden parazit yapıyorlar.

 

İkincisi, bu gençlerin hepsi 'iyi aile' çocukları. Kreşlerde büyüdükleri, annelerinin ellerinde kaşık peşlerinden koşarak karınlarını doyurdukları belli. Kıyafetlerine, duruşlarına ve yüzlerine ve en önemlisi özgüvenlerine yansıyan anne-baba eseri bir ihtimam göze çarpıyor. Muhtemeldir ki hepsinin anne-babaları toplumun ortalamasının üzerine çıkmış başarılı insanlar. Bu çocuklar, içine doğdukları bu emek mahsulü hayatları, kendi genç yaşamlarında kestirme yöntemlerle yeniden üretmek istiyorlar. Buldukları yöntem başka siyasal varlıkların ve emeklerin üzerine parazit gibi yerleşerek ses getiren bir siyasal kimlik edinmek. Urfa'da, Urfalıların arasında ve benim karşımda yaptıkları buydu.

 

Türkiye'nin ciddi ve ağır sorunları bu parazitleri kaldırır mı? Bence bunu bir daha düşünsünler. Kendi emekleri ile oluşturacakları bir siyasal zeminin ilk adımı olarak da Urfalılardan özür dilesinler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

En çılgın proje

 

-Anlık tepkiler, kişileri tanımak için önemlidir. Hayatı hep, önümüze getireceklerini öngörerek yaşamaya çalışırız.

 

 

Öngörmek, hazırlanma fırsatı verir. Tepkilerimizi önceden tasarlar, sonuçlarını hesaplar ve böylece bir adım öne geçme fırsatı yakalarız. Hazırlıklı değilseniz yüzünüzdeki bütün maskeler düşer; korku, kıskançlık ve donanımsızlık kendini bir anda ele verir. AK Parti liderinin 'çılgın projesi'ne herkes hazırlıksız yakalandı. Proje iyi; ama tepkiler, eleştiriler tam bir fiyasko. Projenin kendisi üzerinde herkes durdu. Daha uzun zaman duracak. Ama somut ve iddialı bir projeye verilen anlık tepkiler üzerinde durarak, toplumsal-siyasal muhalefetin tabiatı hakkında fikir edinmek mümkün.

 

Kılıçdaroğlu, 'memleketin çılgın adamlara değil, düşünen adamlara ihtiyacı var' diyor. Bu anlık tepki, son 10-15 yıl içinde karşılıklı yer değiştiren kültleri ele veriyor. 'Çılgınlık' olumlu çağrışımlarını, Turgut Özakman'ın 'Şu Çılgın Türkler' kitabı ile kazandı. 'Çılgınlık', bu kitapta tasvir edilen Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının, imkânsız görünenlerin peşine düşmeleriydi. Yeniyetmeler bugün beğenilerini 'manyak şey' lafı ile ifade ederken, aynı vurguyu yapıyorlar. AK Parti'nin 'çılgın projesi'nin bu yerleşmiş çağrışımları üzerinde kimse durmadı. Bu ıskalama bile, artık büyük hayallerin peşine düşme görevinin muhafazakârların tekeline geçtiğini göstermiyor mu? Kılıçdaroğlu'nun 'düşünen adam'ı, hayvanlar âleminin en düşünceli yaratığı olan hindiyi aklınıza getirmiyor mu? Toplumda kabına sığamayan büyük bir enerji var. Şaha kalkan bir at, yerinde duramayan bir kaplan bu toplumu daha fazla temsil etmiyor mu? Siyaset bu coşkun enerjiyi dizginleme, büyük eserlere dönüştürme becerisi değil mi?

 

İstanbul, hiçbir zaman sadece bir şehirden ibaret olmadı. İstanbul, Türkiye'nin 81 vilayetinin ortak paydası. Bu yüzden İstanbul için bir şey yapmak, doğrudan Türkiye'nin mekaniğini değiştirmek demek. Buket Uzuner'in 'Şiirin Kızkardeşi Öykü' isimli kitabında 'İçinden deniz geçen şehir' isimli, güzel bir İstanbul hikâyesi var. Başbakan artık İstanbul'un içinden iki deniz geçeceğini söylüyor. Tek tek her birimizin içinden artık iki deniz geçecek. Ne etkileyici bir şiirsellik, değil mi?

 

Projenin kendisinden çok, siyasî pazarlama başarısı ve anlık tepkilerin ele verdiği muhalif kişilikler üzerinde durduğumu tekrarlamalıyım. Pazarlama çok başarılı. Aynı proje, bir başkasının elinde 'hiç' edilebilirdi. Çılgın proje takdim edildi ve tartışıldı. Televizyon kanallarında, canlı yayınlarda hiçbir şey söylemeden saatlerce konuşan uzmanlar ve yorumcular bu anlık muhalif tepkilerin timsaliydi. Halkın verdiği tepki ise her şeyin özeti. Toplumda bu çılgınlığın canlı bir karşılığı bulunuyor; çünkü artık bu toplumun çılgınca bir özgüveni var. Büyük hayallerle kanatlanacak ve bu hayallerin peşine düşecek bir özgüven. İmkânsızlar başarılmak içindir.

 

Kendi mecrasında yaklaşık üç asırdır akan tarih artık sona eriyor. Öznesi olamadığımız, belirleyemediğimiz, rüzgârda sağa sola savrulduğumuz dönemler geride kalıyor. Dünyanın merkezi batıdan doğuya kayıyor. Alıştığımız ve normal karşıladığımız her şey değişiyor. Dünya dengeleri arasında kendine emniyetli bir yer arayan Türkiye, artık kendisi denge kuruyor. Dünden çok farklı bir gelecek önümüzde duruyor.

 

Büyük düşünmek, büyük hayaller kurmak ve çılgınca görünen projeleri gerçekleştirmek artık bizim kaderimiz. Bu kaderden kaçamayız. Geçmişin küçük hesaplarını, dar alanda kopan fırtınalarını bir kenara bırakıp açık denizlere açılmalıyız.

 

Uzmanı olmadığım için 'ikinci boğaz projesi' hakkında konuşamıyorum. Ama bütün çılgın hayalleri gerçeğe dönüştürecek bir çerçeve biliyorum: Yeni anayasa. Güvensizliğin, korkuların, zorbalığın, yasakların karanlık dünyasına Türkiye'yi 50 yıldır hapseden kalıpları kırıp; özgür, kişilikli ve özgüvenli bir toplumun içinde rahatça at koşturacağı, her türlü çılgın projenin üstesinden gelmesine fırsat ve imkân veren bir anayasa.

 

Bu seçimlerin en çılgın projesi de yeni anayasa olacak.

 

 

29 Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...