Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
mukarrabin

Tesettür'e Dair...

Recommended Posts

1950'li yıllarda zaman zaman (Fatih'teki evinde) misafirleri arasında Üstâd Necip Fazıl'ın da bulunduğu kıymetli evin ev sahibi Sâmiha Hanım'a dair Cemalnur Sargut Hanımefendi tarafından yazılan ve Sadık Yalsızuçanlar tarafından derlenen "Sâmiha Ayverdi ile SIRRA YOLCULUK" isimli kitaptan (uzunca) bir bölüm:

 

 

 

 

Sâmiha hanımın fotoğraflarına (. . .) baktığımız zaman bazen başında şık bir eşarp, bazen bir tül örtü, bazen herhangi bir şey olmadığını görüyoruz. Genelde 'tesettür' denilen olguya ilişkin Sâmiha hanımın düşünceleri, yorumu ne idi? İrfan ve aşk yolunun bu seçkin yocusunun, kadının toplumsal yaşamdan soyutlanmaması konusundaki tutumu nasıldı? Bu anlamda andığımız soruna ilişkin ne düşünüyordu?

 

 

 

Cemalnur Sargut:

 

Kendileri namazda ve camide başlarını örterlerdi. Kur'an-ı Kerîm dinlerken de örterlerdi. bizim edepli ve düzgün giyinmemizi isterlerdi. Ulu'l-emre (devrin kanunu) itaatin Allah'a itaat olduğunu söylerlerdi. Kadının edebiyle er makamına yükselmesi, ama bu esnada da toplumdan soyutlanmayıp hizmet edenlerden olması için mücadele verdiler. 12. asırda yaşayan Yüknekli Edip Ahmed'in Atabetü'l Hakâyık adlı eserinde buyurulduğu gibi; "bilgili kadın er, cahir er kadındır" idrâkini yaşamıştır...

 

(Devam edecek...)

Share this post


Link to post
Share on other sites
Kadının edebiyle er makamına yükselmesi, ama bu esnada da toplumdan soyutlanmayıp hizmet edenlerden olması için mücadele verdiler.

Şu tabiri anlayamaıyorum. Hicab eayeti indiğinde sahabe annelerimiz sokaklarda hep duvar kenarlarını seçerlerdi yürümek için. o kadar yaklaşırlardı ki omuzları incinenler olurdu..

 

Allah resulü; kadına sokak hizmetinde bulunun dedi de biz mi haber alamadık. kadının en güzel hizmeti evinde değil midir. Kadınlar arasında sohbet halkasında bulunmasından daha güzel hizmeti kadınlara kim sunabilir?

 

Kamu kuruluşlarında güya "hizmet" veren hanım kardeşlerimiz çok mu iyi bir iş yapıyorlar? Bir hanım kardeşimiz;

"Nefsime yenik düştüm tesettüre giremedim derse anlarız, amel günahıdır. Lakin, hizmet böyle yapılır. Hizmet edebilmek için baş açmak gerekiyor diyenler günahlarına örtü bulmaktan öteye geçemiyorlar...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kureyşi kardeşim yorumun için teşekkürler ama daha sağlıklı bir tartışma için yazının tamamını atmamı beklemekte fayda var...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer.Perdesiz ev ise ya satılıktır ya da kiralık...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadaşlar yorum için 'son nokta'yı bekleyelim... Kitaptan aktaracağım için ve an itibariyle yeterli vakit olmadığından biraz zamana ihtiyaç var... Müsait bir zamanda malum mevzuya dair kitaba dökülmüş düşüncelerin tamamı aktarılacak... Ondan sonra konuya dair fikirlerimizi, görüşlerimizi, düşüncelerimizi sardedelim... Tartışmanın olmadığı bir 'tartışma' yapalım... Ama evvela biraz sabır...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sâmiha hanımın fotoğraflarına (. . .) baktığımız zaman bazen başında şık bir eşarp, bazen bir tül örtü, bazen herhangi bir şey olmadığını görüyoruz. Genelde 'tesettür' denilen olguya ilişkin Sâmiha hanımın düşünceleri, yorumu ne idi? İrfan ve aşk yolunun bu seçkin yocusunun, kadının toplumsal yaşamdan soyutlanmaması konusundaki tutumu nasıldı? Bu anlamda andığımız soruna ilişkin ne düşünüyordu?

 

 

 

Cemalnur Sargut:

 

Kendileri namazda ve camide başlarını örterlerdi. Kur'an-ı Kerîm dinlerken de örterlerdi. bizim edepli ve düzgün giyinmemizi isterlerdi. Ulu'l-emre (devrin kanunu) itaatin Allah'a itaat olduğunu söylerlerdi. Kadının edebiyle er makamına yükselmesi, ama bu esnada da toplumdan soyutlanmayıp hizmet edenlerden olması için mücadele verdiler. 12. asırda yaşayan Yüknekli Edip Ahmed'in Atabetü'l Hakâyık adlı eserinde buyurulduğu gibi; "bilgili kadın er, cahir er kadındır" idrâkini yaşamıştır...

 

(Devam edecek...)

 

Ve devamı...

 

Mektuplarından bir kaç alıntı yaparak bizzat kendi ifadelerinden dinleyelim:

 

"Bugün İslam'da en mühim mesele giyim kuşam işi değildir. Allah'ın emirleri ve nehiyleri, libasa taalluk eden keyfiyetlerle hudutlandırılamaz. Kavuk, sarık, şapka, şalvar, hırka ve her çeşit libas, bu dünyada kalacak nesnelerdir. Ama bizimle beraber gidecek olan öyle kıymetler var ki, onun için kalbimizin giyimli olması lazım... O soygun, o çıplak olursa, işte bu müşkül... Mamafih ruhun giyimli olması, yalnız şekilde kalmış bir ibadet ile de te'min edilemez. Kin, kibir, yalan, riya, hile, kalp kırmak, ara bozmak gibi nefsin yedi başlı ejderi içimizde yaşar ve ruhumuzu çırılçıplak bırakırsa, istediğimiz kadar cârlara, ferâcelere, çarşaflara sarılalım ne fâide? (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

 

"Bugün, Vehhâbîlerde tesettür, muhakkak ki zaman-ı saadetten çok daha mübalağalıdır. Hz. Ömer zamanında, halife camide iken bir kadın kendisine bir sual sorar. Hz. Ömer de cevap verir; adaleti kadar, şaka götürmezliği ile bilinen Hz. Ömer'in kadının bu cesaretli hareketine kızmak hatırına dahi gelmez. 'Ben alemlere rahmet için gönderildim' diyen ve hayatın moral cephesi kadar estetik cephesine de dikkat eden Rasulullah'ın, kadını umacı kılığına sokacağını nasıl kabul edebiliriz? Elbette Kur'ân-ı Kerîm'de tesettür ayetleri vardır. Fakat hiçbir din ulemâsı bunun hudûdunu ve şeklini târif edemez. Nitekim çeşitli Müslüman memleketlerinde tesettür anlayışı başka başkadır. Tesettür, kadının iffetli, hayâlı ve edepli olan kıyafeti ihtiyar etmesidir." (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

 

Diğer bir yazısında:

 

"Yine İslâm'da kadın konusunda en çok sözü edilen noktalardan biri de, kadının giyim kuşamı, cemiyet içi davranışları, örtünmesi süsü vs.'dir.

 

Kılık kıyafet, giyim kuşam, saç, sakal, bıyık vs. ile ilgili hususlar menşe' itibariyle dinî değil millîdir. Dinî değil, millî kıyafet vardır. Bu sebeple Müslüman milletler arasında kıyafet birliği yoktu ve olmamıştır. Hatta bir milletin bütünü içinde bile bu birlik göze çarpmaz. Vilayetler arasında olduğu kadar, kazalar ve birbirine çok yakın köyler arasında dahi kıyafet bakımından büyük ayrılıklar göze çarpar.

 

Sadece dinî kisve (üniforma) vardır. Bügün asker, polis, zabıta ve benzeri sınıfların kendilerine has üniformaları olduğu gibi, din adamı, ilmiye sınıfı ve devlet adamı ve benzerlerinin de kendilerine mahsus özel kıyafetleri, yani kisveleri vardır.

 

Kıyafetler örf ve âdete bağlı olduğu için şekil ve biçim bakımından devamlı değişikliğe uğrayagelmiştir.

 

İslâm, kıyafet üzerinde değil, kıyafetin "ahlâkîliği" üzerinde durmuştur. İslâm girdiği ülkelerdeki yerli kıyafeti değiştirmemiş. Sadece -eğer varsa- ahlâka ve dinin esaslarına aykırı yönlerinde bir rötuş yapmıştır. İslâm'da giyim-kuşam, kılık-kıyafetle ilgili hususlar, hadisler tasnif edilirken ahlâk ve adâb-ı muaşeret bablarında mütâlâa edilmiştir. Hukûkî ve itikadî konularda değil.

 

Her şeyde olduğu gibi bu hususta da İslâm, hep prensiplerden hareket etmiş ve günü birlik teferruata dalarak kendisini yıpratmamış, böylece tazeliğini ve hayatiyetini devam ettiregelmiştir.

 

Hz. Muhammed kılık-kıyafette temizliği, intizamı, üslublu giyinmeyi, zarâfeti titizlikle tavsiye eder. Dağınık ve pasaklı giyinenleri hafif yollu kınar. Herkesin içtimaî seviyesine göre giyinmesini tavsiye edilirken varlıklı insanların dilenci kıyafetine bürünmesi ayıplanır. 'Allah kuluna verdiği nimetin eserini onun üzerinde görmekten hoşlanır' buyuruluyor. İslâm kadın için bilhassa evinde, süslü ve giyimli olmayı tavsiye ederken, öbür taraftan da, bazı aşırılıkları ağır bir dille kınar. Güzelleşmek düşüncesiyle vücuda yapılan müdahaleleri, estetik ameliyatını, erkeklerin zaaflarını tahrik edecek davranışlarda bulunmayı tehlikeli hareketlerden sayar.

 

Bu konu ile ilgili Kur'ân--ı Kerîm âyetlerini tahlil edelim:

 

'Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) hâricî elbiselerini üstlerine giyinmelerini söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur, Allah bağışlayan, esirgeyendir.' (Ahzab, 59)

 

Bu âyetin açıklamasına göre, Allah'ın böyle bir tedbir almayı emretmesi mü'min kadınların kıyafetleri ile teşhis edilmesi sûretiyle, ahlâksızların sarkıntılıklarından kurtulmalarını temin etmek içindir. Bu duruma göre burada, tesettürden ziyâde, bir kıyafet hususiyeti mevzuu bahs oluyor demektir. Köşe başı, kaldırım kenarı mesâisi yapan dişi ile, işinden vazifesinden evine dönen aile kadınının aynı kıyafette olmaması, hürmet telkin eden bir kıyafetle diğerinden ayrılması tavsiye ediliyor. İffetli bir kadının iffetini nasıl koruyacağını bilmesi gerekir.

 

Nur Suresinin 31. âyetinde '(...) başörtüleri yakalarının üzerini kapatacak sûrette koysunlar (...)' buyuruluyor. Bu âyette 'baş örtülerinin arkaya değil, ön tarafa, göğüs ve gerdanı kapsayacak şekilde sarkıtılması' emrediliyor. 'Başörtülerini üzerlerine alsınlar' veya 'başlarını örtsünler' denmiyor. Çünkü eski zamanlardan beri, şark milletlerinin kadınları başlarını örtüyorlardı. Asr-ı Saadette de kadınların başörtüleri vardı. Başörtüsü giyilen kıyafetin bir parçasını teşkil ediyordu.

 

Bu âyetin tefsirini yapan birçok müfessirler, cahiliye devri kadınlarının başörtüleri hakkında da bilgileri verirler. Verilen bilgiye göre onlar da başlarını örtüyorlardı. Fakat yalnız enselerine bağlıyorlar ve arkalarına sarkıtıyorlardı. Ön tarafta yakaları çok geniş olduğu için göğüsleri gerdanları iyice açıkta kalıyordu. Hicretin beşinci yılında Müslüman kadınların kıyafetleri üzerinde bir değişiklik yapılarak, örtülerinin arkaya değil açık yerleri örtecek şekilde öne sarkıtılması emredildi. Yeri gelmişken hemen kaydedilim ki, tesettür, başörtüsü birçoklarının iddia ettiği gibi, Müslüman kadınlarını diğerlerinden ayırt eden bir alâmet-i farika değildir. Çünkü şark memleketlerinde tesettüre riâyet edenler, sadece Müslüman kadınları olmayıp, diğer dinlere mensup kadınlar da örtülüdürler. Örtünmek onların mahallî ve an'anevî kıyafetlerinin üslûbudur. Müslümanların giyimli olması başka şey, örtülü ve giyimli olmanın Müslümanlara ait bir özellik olması ise tamamen başka bir şeydir.

 

Allah'a imanı, peygambere muhabbeti, namusa düşkünlüğü ve prensiplere titizliği olan bir kadın, kimseye darılmadan ve her şeyden önce kendisini düşünerek giyiminin tarzını kendisi ayarlıyacaktır." (Sâmiha Ayverdi'nin yayınlanmamış mektuplarından)

 

Devam edecek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kardeş artık devam etmesin; kafi...

 

Nakilsiz, desteksiz hanımefendi kafasına göre yazmış. Büyük müfessirler cilbab ayetinde kast edilenin çarşaf olduğunda neredeyse ittifak etmişlerdir. Bunu Ruh'ul Furkan tefsirinde okuduk.

 

 

 

 

Yine efendimiz aleyhisselamın "Kara kargalar gibi bürünün." hadis i şerifi de çarşafı emretmektedir. Bir de ferace vardır ki çarşaftan sonraki en kapalı kıyafettir.

 

 

 

 

Sakal, bıyık konusuna da değinmiş muhterem büyüğümüz. Malesef pek isabetsiz vuruşlar yapmış.. Yapmıyorsan, yapamadığını kabul edeceksin, ameli günahla kalacaksın..

 

ötesi kılıf uydurmaktır; tehlikedir vesselam..

  • Like 3

Share this post


Link to post
Share on other sites

Devamı gelecek Kureyşi...

Elbet dilenirse...

Senin haricindekiler için yine sabır diyoruz vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Kardeş artık devam etmesin; kafi...

 

Nakilsiz, desteksiz hanımefendi kafasına göre yazmış. Büyük müfessirler cilbab ayetinde kast edilenin çarşaf olduğunda neredeyse ittifak etmişlerdir. Bunu Ruh'ul Furkan tefsirinde okuduk.

 

 

 

 

Yine efendimiz aleyhisselamın "Kara kargalar gibi bürünün." hadis i şerifi de çarşafı emretmektedir. Bir de ferace vardır ki çarşaftan sonraki en kapalı kıyafettir.

 

 

 

 

Sakal, bıyık konusuna da değinmiş muhterem büyüğümüz. Malesef pek isabetsiz vuruşlar yapmış.. Yapmıyorsan, yapamadığını kabul edeceksin, ameli günahla kalacaksın..

 

ötesi kılıf uydurmaktır; tehlikedir vesselam..

 

katılamamak mümkün mü.

 

bide bu kadın kadınların günlük hayattaki yerini hep medine döneminden örnek vererek açıklamaya çalışmış.

 

halbu ki şu anki durumumuz mekke dönemindeki gibi.

 

kendince kıyas vesaire yapıyor ama imam gazali hazretlerinin de dediği gibi yanlış kıyas insanı küfre bile düşürebilir.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Nur Suresinin 31. âyetinde '(...) başörtüleri yakalarının üzerini kapatacak sûrette koysunlar (...)' buyuruluyor. Bu âyette 'baş örtülerinin arkaya değil, ön tarafa, göğüs ve gerdanı kapsayacak şekilde sarkıtılması' emrediliyor. 'Başörtülerini üzerlerine alsınlar' veya 'başlarını örtsünler' denmiyor. Çünkü eski zamanlardan beri, şark milletlerinin kadınları başlarını örtüyorlardı. Asr-ı Saadette de kadınların başörtüleri vardı. Başörtüsü giyilen kıyafetin bir parçasını teşkil ediyordu.

 

Sâmiha Ayverdi'nin okuduğum kitaplarında, Osmanlı çerçevesinde yükselen bir tarih şuuru ve bizleri köklerimizden kopararak şahsiyetsizleştiren, milli-manevi değerlerimizden ayıran, medeniyetimizi tahrip eden hadiselere dair gerçekçi tahliller, tenkidler görmüştüm. Böyle sapık fikirleri olduğunu bilmiyordum. Eyvah denilecek raddede aklının hududunda İslam'ın tesettür cephesini yorumlamaya kalkmış... Çok yazık. Yukarıdaki iktibasın, Kuran-ı Kerim'i kendi kafasına göre yorumlamaya kalkmak gibi bir cinayet olduğunu görmek ve bu kitabı hazırlayanların da 'körler sağırlar birbirini ağırlar' hakikatince, aynı zihniyette ve itikatta olduklarını tahmin etmek mümkün. Zira Cemalnur Sargut'un da bazı sohbetlerinde bu bozuk itikada yönelik fikirler sadrettiği vâkidir.

Sâmiha Ayverdi'nin hayatında yer alan önemli isimlerden biri, Kenan Rıfai. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam Kenan Rıfai'nin müridlerindendir Sâmiha Ayverdi. Kenan Rıfai'yi tam olarak henüz incelememiş olsam da, bidat sakalı, kendisine mürşid denilen bir kimse için rahatsız ediciydi. Dinimizde sakalın ölçüsü bir tutam olarak sünnete uygun bırakılmalıdır ve sakala şekil vermek dinimizce uygun değildir...

Sâmiha Ayverdi'nin bu sapık fikirlerinin Kenan Rıfai'ye dayanma ihtimali yüksek. Günümüzün bidat ve reformist kafalarından bir kısmı da demek ki bunlar.

Bu yazıyı bizlerle paylaştığı için murai_muhib kardeşime teşekkür ediyor ve yazının devamını da eklemesini rica ediyorum. Şu fikirlerin sapıklığı ve bozukluğu da ortada ama daha neler var görelim, okuyalım, bilelim.

 

 

tesettür, başörtüsü birçoklarının iddia ettiği gibi, Müslüman kadınlarını diğerlerinden ayırt eden bir alâmet-i farika değildir. Çünkü şark memleketlerinde tesettüre riâyet edenler, sadece Müslüman kadınları olmayıp, diğer dinlere mensup kadınlar da örtülüdürler. Örtünmek onların mahallî ve an'anevî kıyafetlerinin üslûbudur.

 

Bir mim koymak gerekirse, eski zamandan beri kadınların baş örtü kullanmaları, haddizatında, Allah'ın göndermiş olduğu semavi dinlere dayanıyor. Gönderilen dinlerde, tahrif edilmeden önce, kadınların tesettürün bir parçası olarak başlarını örtmeleri emrolunmuştu. Her ne kadar semavi dinler beşer elinde tahrif edilse de, bir zamana kadar insanlar üzerindeki denetleyici ve şekillendirici kaidelerini devam ettirmişti. Katolik Avrupa'dan tutun da Ortodoks Rusya'ya kadar, bundan bir 100 yıl önce kadınların başlarını kapadığını eski fotoğraflardan, eski video kayıtlarından ve hatta o dönem yazılmış olan romanlardan, o devre dair çekilen filmlerden bile görmek mümkün. Ki hatta günümüz Yahudilerinde de evli kadınların başlarını kapamaları mecburi (kapatmak istemeyenler saçlarını kazıtıp peruk takarak bu dini vecibeyi yerine getiriyorlar! (mı?)) Yani kadınların eski zamanlarda da başlarını örtmeleri dini kaynağa dayanıyordu, mahalli ve an'anevî kıstaslara değil.

 

Bu konu ile ilgili Kur'ân--ı Kerîm âyetlerini tahlil edelim:

Sanki şiir tahlil ediyorsun, çok yazık. Hayatta olsa Allah ıslah etsin derdik...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Rica ederiz... Yazının tamamı aktarılacak... Bahsi olunan mevzuunun doğru anlaşılması ve varsa yanlışın daha doğru bir şekilde eleştirisi için biraz daha sabır...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Ve devamı...

 

Mektuplarından bir kaç alıntı yaparak bizzat kendi ifadelerinden dinleyelim:

 

"Bugün İslam'da en mühim mesele giyim kuşam işi değildir. Allah'ın emirleri ve nehiyleri, libasa taalluk eden keyfiyetlerle hudutlandırılamaz. Kavuk, sarık, şapka, şalvar, hırka ve her çeşit libas, bu dünyada kalacak nesnelerdir. Ama bizimle beraber gidecek olan öyle kıymetler var ki, onun için kalbimizin giyimli olması lazım... O soygun, o çıplak olursa, işte bu müşkül... Mamafih ruhun giyimli olması, yalnız şekilde kalmış bir ibadet ile de te'min edilemez. Kin, kibir, yalan, riya, hile, kalp kırmak, ara bozmak gibi nefsin yedi başlı ejderi içimizde yaşar ve ruhumuzu çırılçıplak bırakırsa, istediğimiz kadar cârlara, ferâcelere, çarşaflara sarılalım ne fâide? (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

 

"Bugün, Vehhâbîlerde tesettür, muhakkak ki zaman-ı saadetten çok daha mübalağalıdır. Hz. Ömer zamanında, halife camide iken bir kadın kendisine bir sual sorar. Hz. Ömer de cevap verir; adaleti kadar, şaka götürmezliği ile bilinen Hz. Ömer'in kadının bu cesaretli hareketine kızmak hatırına dahi gelmez. 'Ben alemlere rahmet için gönderildim' diyen ve hayatın moral cephesi kadar estetik cephesine de dikkat eden Rasulullah'ın, kadını umacı kılığına sokacağını nasıl kabul edebiliriz? Elbette Kur'ân-ı Kerîm'de tesettür ayetleri vardır. Fakat hiçbir din ulemâsı bunun hudûdunu ve şeklini târif edemez. Nitekim çeşitli Müslüman memleketlerinde tesettür anlayışı başka başkadır. Tesettür, kadının iffetli, hayâlı ve edepli olan kıyafeti ihtiyar etmesidir." (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

 

Diğer bir yazısında:

 

"Yine İslâm'da kadın konusunda en çok sözü edilen noktalardan biri de, kadının giyim kuşamı, cemiyet içi davranışları, örtünmesi süsü vs.'dir.

 

Kılık kıyafet, giyim kuşam, saç, sakal, bıyık vs. ile ilgili hususlar menşe' itibariyle dinî değil millîdir. Dinî değil, millî kıyafet vardır. Bu sebeple Müslüman milletler arasında kıyafet birliği yoktu ve olmamıştır. Hatta bir milletin bütünü içinde bile bu birlik göze çarpmaz. Vilayetler arasında olduğu kadar, kazalar ve birbirine çok yakın köyler arasında dahi kıyafet bakımından büyük ayrılıklar göze çarpar.

 

Sadece dinî kisve (üniforma) vardır. Bügün asker, polis, zabıta ve benzeri sınıfların kendilerine has üniformaları olduğu gibi, din adamı, ilmiye sınıfı ve devlet adamı ve benzerlerinin de kendilerine mahsus özel kıyafetleri, yani kisveleri vardır.

 

Kıyafetler örf ve âdete bağlı olduğu için şekil ve biçim bakımından devamlı değişikliğe uğrayagelmiştir.

 

İslâm, kıyafet üzerinde değil, kıyafetin "ahlâkîliği" üzerinde durmuştur. İslâm girdiği ülkelerdeki yerli kıyafeti değiştirmemiş. Sadece -eğer varsa- ahlâka ve dinin esaslarına aykırı yönlerinde bir rötuş yapmıştır. İslâm'da giyim-kuşam, kılık-kıyafetle ilgili hususlar, hadisler tasnif edilirken ahlâk ve adâb-ı muaşeret bablarında mütâlâa edilmiştir. Hukûkî ve itikadî konularda değil.

 

Her şeyde olduğu gibi bu hususta da İslâm, hep prensiplerden hareket etmiş ve günü birlik teferruata dalarak kendisini yıpratmamış, böylece tazeliğini ve hayatiyetini devam ettiregelmiştir.

 

Hz. Muhammed kılık-kıyafette temizliği, intizamı, üslublu giyinmeyi, zarâfeti titizlikle tavsiye eder. Dağınık ve pasaklı giyinenleri hafif yollu kınar. Herkesin içtimaî seviyesine göre giyinmesini tavsiye edilirken varlıklı insanların dilenci kıyafetine bürünmesi ayıplanır. 'Allah kuluna verdiği nimetin eserini onun üzerinde görmekten hoşlanır' buyuruluyor. İslâm kadın için bilhassa evinde, süslü ve giyimli olmayı tavsiye ederken, öbür taraftan da, bazı aşırılıkları ağır bir dille kınar. Güzelleşmek düşüncesiyle vücuda yapılan müdahaleleri, estetik ameliyatını, erkeklerin zaaflarını tahrik edecek davranışlarda bulunmayı tehlikeli hareketlerden sayar.

 

Bu konu ile ilgili Kur'ân--ı Kerîm âyetlerini tahlil edelim:

 

'Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) hâricî elbiselerini üstlerine giyinmelerini söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur, Allah bağışlayan, esirgeyendir.' (Ahzab, 59)

 

Bu âyetin açıklamasına göre, Allah'ın böyle bir tedbir almayı emretmesi mü'min kadınların kıyafetleri ile teşhis edilmesi sûretiyle, ahlâksızların sarkıntılıklarından kurtulmalarını temin etmek içindir. Bu duruma göre burada, tesettürden ziyâde, bir kıyafet hususiyeti mevzuu bahs oluyor demektir. Köşe başı, kaldırım kenarı mesâisi yapan dişi ile, işinden vazifesinden evine dönen aile kadınının aynı kıyafette olmaması, hürmet telkin eden bir kıyafetle diğerinden ayrılması tavsiye ediliyor. İffetli bir kadının iffetini nasıl koruyacağını bilmesi gerekir.

 

Nur Suresinin 31. âyetinde '(...) başörtüleri yakalarının üzerini kapatacak sûrette koysunlar (...)' buyuruluyor. Bu âyette 'baş örtülerinin arkaya değil, ön tarafa, göğüs ve gerdanı kapsayacak şekilde sarkıtılması' emrediliyor. 'Başörtülerini üzerlerine alsınlar' veya 'başlarını örtsünler' denmiyor. Çünkü eski zamanlardan beri, şark milletlerinin kadınları başlarını örtüyorlardı. Asr-ı Saadette de kadınların başörtüleri vardı. Başörtüsü giyilen kıyafetin bir parçasını teşkil ediyordu.

 

Bu âyetin tefsirini yapan birçok müfessirler, cahiliye devri kadınlarının başörtüleri hakkında da bilgileri verirler. Verilen bilgiye göre onlar da başlarını örtüyorlardı. Fakat yalnız enselerine bağlıyorlar ve arkalarına sarkıtıyorlardı. Ön tarafta yakaları çok geniş olduğu için göğüsleri gerdanları iyice açıkta kalıyordu. Hicretin beşinci yılında Müslüman kadınların kıyafetleri üzerinde bir değişiklik yapılarak, örtülerinin arkaya değil açık yerleri örtecek şekilde öne sarkıtılması emredildi. Yeri gelmişken hemen kaydedilim ki, tesettür, başörtüsü birçoklarının iddia ettiği gibi, Müslüman kadınlarını diğerlerinden ayırt eden bir alâmet-i farika değildir. Çünkü şark memleketlerinde tesettüre riâyet edenler, sadece Müslüman kadınları olmayıp, diğer dinlere mensup kadınlar da örtülüdürler. Örtünmek onların mahallî ve an'anevî kıyafetlerinin üslûbudur. Müslümanların giyimli olması başka şey, örtülü ve giyimli olmanın Müslümanlara ait bir özellik olması ise tamamen başka bir şeydir.

 

Allah'a imanı, peygambere muhabbeti, namusa düşkünlüğü ve prensiplere titizliği olan bir kadın, kimseye darılmadan ve her şeyden önce kendisini düşünerek giyiminin tarzını kendisi ayarlıyacaktır." (Sâmiha Ayverdi'nin yayınlanmamış mektuplarından)

 

Devam edecek...

 

Ve devamı...

 

Bir mektubunda ise İslâm'a ve kadına bakışını şöyle anlatmaktadır;

 

"Mektubunuza cevap vermekte geciktiğim için özür dilerim. İyi niyet ve ihlâs sahibi olduğunuz mâlûmumuzdur. Ancan benim de bütün hüsn-ü niyetime rağmen, vereceğim cevabın tatmin edici olup olmayacağını bilemem. Peşin olarak şunu söyliyeyim ki ne müftüyüm ne de vâiz. Onun için de etrafına: Şunu yap, bunu yapma demek vaziyet ve selâhiyetine sahip değilim.

 

Sadece, kalemi ile cemiyete hizmet etmeye çalışan doğru, iyi ve güzel bildiklerini çevresine aktarmaya uğraşan bir garib Müslüman'ım. Allah cümlemizi haddini bilmeyenlerden etmesin.

 

İşte bu anlayıştan hareket ederek de 'her koyun kendi bacağından asılır' fetvasınca kimsenin tutumuna, gidişine ve giyim kuşamına karışmamak bilhassa şiârımdır.

 

Hakkımda kulağınıza çalınmış olan rivâyetlerde maalesef, dedikodu fasîlesine girmektedir. Cenab-ı Hak: 'Kad eflahâl-müminün...' buyurduğuna göre, felâh bulmak için her şeyden evvel dedikodudan ırâz eylemek, baş çevirmek lâzımdır.

 

Az evvel söylediğim gibi, kimsenin örtünmesine boyanmasına karışmam. Hele o Sultan Ahmet hikâyesi, ne yazık ki hem bayağı hem çirkin bir isnaddan ibârettir. Ben başımı örtmemekle günah işliyorsam, bu, Allah'ımla benim aramda bir meseledir hesabını verecek olan başkaları değil benim kaldı ki tesettür olayı kafayı sımsıkı sarmak değil, iffet ve edep dahilinde giyinmektir.

 

Bilindiği gibi, Hz. Ömer zamanında, Halifeden bazı müşküllerini çözmesi için mescide bir kadın gelir. Kitab, kadını esmer, uzun boylu, kır saçlı diye tarif eder. Hûlefâ-i Râşidîn devrindeki kadınların saçları görünür günah olmaz da bugünkiler gösterince mi günah olur?

 

Bugün İslâm'ın öyle yüz üstü bırakılmış meseleleri vardır ki asırlardır bu ana prensipler, kasıtlı veya gâfil ellerde ihmâl edilmek yüzünden dinin ruhuna onulması müşkül yaralar açmış bulunuyor.

 

Meselâ zekât müessesesi hemen hemen unutulmuş gibidir. İslâm'ın esas şartlarından biri olan çeşitli şahsî içtihadlar ile enine boyuna tefsîr ve kabul edilmek sûretiyle âdetâ dinî vecibeler arasından silinmiştir. Öyle ki, kimine göre sadaka vermekle işin içinden çıkılmaktadır.

 

Hac da bir başka hazin manzara arz eylemektedir. Bulunduğu şehir, kasaba veya köyde, hacca gitmediğinden dolayı kendisine yan baktırmamak için, tarlasını davarını satıp borç harç, gösteriş uğruna Hicaz'ın yolunu tutanlar olduğu gibi, varlıklılar ve dirlikliler arasında da gene eşe dosta gösteriş yapmak için sekiz on defa Hacca gidenler vardır. Ama daha da hazini hac farîzasını ticarete hatta kaçakçılığa vesîle edenlerin yekûnu da haylice kabarıktır.

 

Birkaç kere maddî manevî muayyen şartları haîz olanlara farzdır. Sonra da farîza-i haccın esas sebeplerinin en mühimi, çeştli İslâm milletleri arasında, beşerî ve ilâhî bir irtibat ve alışverişe vesile olacak umûmî bir müşâvere zemini hazırlamak, bu sûretle de İslâm âlemine birlik ve uyanmak imkân ve yollarını açmaktır.

 

Makine mühendisi olan dürüst ve ahlâk sahibi bir dostumdan dinlediğim şu vâkıa dindar geçinen bir kısım Müslümanların zihniyetini belirtmesi bakımından anlatmaya değer ölçüde hazîn hatta elîm bir çehre arz eder.

 

Şöyle ki, bahsettiğim zât, birkaç sene evvel işi icâbı Adana'da bulunurken oranın zenginlerinden iki hacı efendinin konuşmalarına şahid olmuş. İkisinin de ticarethâneleri varmış, fakat aralarındaki ticârî rekâbet yüzünden birbirlerine diş bilemekte imişler. Münakaşa sırasında biri diğerine: Sana öyle bir oyun oynayacağım ki batacak, on paraya muhtaç kalacaksın. Ama bu iş bana bir hacca patlayacak...demiş.

 

Zihniyetin dehşetini düşünebiliyor musunuz, evvelâ kulu mahvet sonra Allah'ı aldatmaya ve hac ile günah temizlemeye kalk.

 

Bu adamlar, kadınlarını tepeden tırnağa örtülü gezdirmelerine rağmen Müslümanlık vasfına hâiz sayılabilirler mi?

 

Birisini tanırım. Farz olan ibadetlerin dışında çok çok oruç tutar, namaz kılar, fakat söylediği yalanlarla etrafına o kadar ziyan yapar ki, işi pek ileri götürdüğünü anlayınca, gider bir ziyaret yerinde bir kurban keser ve aklınca günahlarından temizlenir.

 

Demek istediğim şu ki, maalesef bugün İslâm dini ayak izlerini Moskof emperyalizmi uğruna çok sistemli ve müessir faaliyetleri, taassup denen izân ve idrâkleri körletici cereyânı hızlandırıp alevlendirmektedir.

 

Taassubun aksülâmeli olarak karşımızda, Allah'ı, peygamberi, bütün mânevi değerleri hatta topyekûn târihî ve millî kıyafetlerimizi inkâr eden bir zındıklar kütlesi vardır.

 

İşte kendini münevver sayan bu cemiyetten kopmuş bir zümreye karşı çıkacak bir aydın din adamı sınıfı hemen hemen yok gibidir. Hazin olduğu kadar tehlikeli de olan şudur ki, bu bir kalemde mazisini, tarihini, dinini, imanını inkâr eden bu zümreyi ilmî, mantıkî ve şuurlu bir kafayla uyaracak o aydın din adamının yetişmesine, gene taassuba gözleri perdenlenmiş zümre engel olmaktadır.

 

...Müslüman iftira etmez, fesad çıkarmaz, yalan söylemez, gayrî meşrû yollardan mal mülk edinmez. Bilhassa şirki, kul hakkını ibâdet suyu ile temizlemeye kalkışmaz. Bir kimse Savm-ı Dâvud ile oruç tutsa, geceleri teheccüde kalksa sabahlara kadar namaz kılsa adâletten, insaftan, doğruluktan ayrılmış olduğu takdirde, ibâdetlerini riyâ ve süm'adan ibâret kalır.

 

İbâdet, ruhun zîyneti ve ilâhi varlığın nûruyla aydınlanma yoludur. Ama Müslümanlığın rûhu sadece şeklen ibâdet eylemek değil, o ibâdetten kazanılacak olan ahlâk, gene ahlâk, gene ahlâktır. İste bunu için Rasulullah Efendimiz de: 'Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamaya gönderildim' buyurmuştur.

 

...Dünyanın yarısı erkek ise yarısı da kadındır. Fakat iktisâdî ve içtimaî zarûretler artık kadını evinden çıkarmıştır. Bunun cemiyetler için iyi veya kötü olmuş olması, mevzûumuzun dışında, apayrı bir mes'eledir. İstesek de istemesek de bugün kadın iş hayatının içinde bulunmakta hemen her meslekte erkekle yan yana çalışmaktadır. Ama ne yazık ki evi ile işi arasında hayatını taksim eden bu kadın târihî fazilet ve ahlâkından çok fire vermiş, millî ve mânevî değerlerinden pek çok kayıplara uğramıştır. Zira mânevî bünyesi sağlama alınmadan milî ve manevî bir terbiyeye tâbî tutulmadan sokağa salıverilmiş böylece de âile müessesi temelinden sarsılmıştır.

 

Şimdi asıl mühim mes'ele, onun başını örtmeye zorlamak değil kaybettiği târihî, millî ve dinî değerlerini geri alacak bir vasatın üstüne götürmektir.

 

...Eski kadın belki okuyup yazma bilmezdi. Buna rağmen ona cahil demek mümkün değildir. Zirâ asırların gerisinden devraldığı şifâhî kültürü, onu, her şeyden evvel, vazife ve mes'uliyet şuûruyla silâhlandırmış bulunuyordu. Onun için de kurduğu aile, cemiyet zincirinin en sağlam halkasını teşkil ettiğinden sırasına göre sabırlı, metin, ciddi, şefkatli ve geleneklerine sâdık idi. Kendinde olan bu hârikulâde hasletleri de gerek dili gerek yaşayışı ile, henüz çocukları emeklemekte iken, onlara intikâl ettirirdi. Böylece de küçük yaşta aşılanmak sûretiyle sağlama alınan çocuk, hariçten çarpan bütün mikroplara karşı muâfiyet kazanmış olarak mânevî bünyesinin selâmetini korurdu.

 

Bugünün diplomalı kadınlarının pek çoğu asırların arkasından gelen o millî ve târihî kıymetlere dudak büktükleri, çürüğe çıkarıp hayatlarından tardettikleri için, zamanlarını kumar gibi, sefahat gibi dışarıdan gelen zararlı ve tehlikeli zevklerle doldurmayı medenîlik alâmeti sayıyorlar.

 

Şu halde etle tırnak misâli, birbirinden ayrılmayan iman ve vatan aşkına sahip her vatandaşın bugün en mukaddes vazifesi, taassuba demir atıp kalmak değil, Müslüman Türk kadınına, edep ve iffet ölçülerinin şuuru içinde mes'uliyetlerine sahip olacak istikameti göstermektir.

 

Zamanın akışı durdurulamadığına göre, kadını edep ve iffete aykırı düşmeden günün icaplarına ayak uydurmaya sevketmek lâzımdır.

 

...Yaşım 20 ile 25 arasında idi. Bir iş için Eminönü'ne gitmiştim. Eve dönünceye kadar ikindi namazının geçebileceğini düşünerek Yeni Cami'ye girdim ve kadınlar maksûresinden namaza durdum. Az sonra arkamda bir ses peydâh oldu. Önce anlamadım. Fakat ses ısrarla konuşmakta devam edince, müezzin, kayyum veya imam efendilerden birinin bana hitabetmekte bulunduğunu fark ettim; hanım hanım uzun boylu hanım... biraz sağa dön. Tam kıbleye durmamışsın, diyordu.

 

Ama maksûrede birkaç hanım daha vardı. Herkes gibi benim de tevecühüm aynı istikamette idi. Adamcağızın kıbleye karşı olmadığım kanaatine neden varmış olduğunu ne o zaman anlayabildim ne de hâlâ anlamış bulunuyorum.

 

Fakat asıl mesele bu değil. Bir kere 'feeynemâ tüvellû fesemme vechullah' âyetini bu zavallı hiç duymamış mı idi? Haydi diyelim ki işin o ince tarafına akıl erdiremiyordu. Fakat bir din adamı namazda olan bir kadına bakılmayacağını, bir hatâlının hatâsının başkaları yanında ihtâr edilemeyeceğini de mi bilmiyordu?

 

Bilmiyordu. Zira ona dinin yalnız şekilden ibâret olduğu öğretilmişti. Siz artık bu anlayıştaki din adamlarının tefsir, hüküm ve fetvalarını da ona göre kıyas edin.

 

Aziz oğlum, hakkımda dedikodu edilmekte olduğuna üzüldüğünüzü anlıyorum fakat beni rencide etmeyen bu çeşit isnadlar sizi de kırmasın. Zirâ şuna inanıyorum ki insanlar ne methedilmekle olduklarından fazla bir değere sahip olup büyürler, ne de zemmedilmekle Cenab-ı Hakkın ihsan etmiş bulunduğu değeri kaybedip küçülürler. Bu çeşit âmiyâne mevzulara itibar edenler, Allah'a, kullara ve kendilerine yarar bir iş görmeyi başaramadıkları ölçüde dedikodudan ibaret olan bu türlü yavan ve yâve mevzu'lar zevk ve eğlencelerini teşkil eder. Her devirde eksik olmayan böyle seviyesiz münakaşalar maalesef günümüzde çok ileri gitmiş bulunan taassub ehlinin gıdâ ve nafakasını teşkil eylemektedir.

 

Bilvesile selâm ve hayır temenni ederim." (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

 

(Cemalnur Sargut, Sâmiha Ayverdi ile SIRRA YOLCULUK sayfa 131-140)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Öyle umuyorum ki tevbe edip kelime i şehadet getirmiştir vefatından evvel.

 

 

 

 

Zira; apaçık bir ayeti; hatta mütevatir bir hadis-i şerifi inkarın küfre çıkan kapılardan olduğunu biliyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mektuplarından bir kaç alıntı yaparak bizzat kendi ifadelerinden dinleyelim:

 

"Bugün İslam'da en mühim mesele giyim kuşam işi değildir. Allah'ın emirleri ve nehiyleri, libasa taalluk eden keyfiyetlerle hudutlandırılamaz. Kavuk, sarık, şapka, şalvar, hırka ve her çeşit libas, bu dünyada kalacak nesnelerdir. Ama bizimle beraber gidecek olan öyle kıymetler var ki, onun için kalbimizin giyimli olması lazım... O soygun, o çıplak olursa, işte bu müşkül... Mamafih ruhun giyimli olması, yalnız şekilde kalmış bir ibadet ile de te'min edilemez. Kin, kibir, yalan, riya, hile, kalp kırmak, ara bozmak gibi nefsin yedi başlı ejderi içimizde yaşar ve ruhumuzu çırılçıplak bırakırsa, istediğimiz kadar cârlara, ferâcelere, çarşaflara sarılalım ne fâide? (İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi'nin Mektupları)

Murai muhib kardeşim öncelikle paylaşım için teşekkürler.

Ancak bu fikirleri benimsememiz tasvip etmemiz mümkün değil o zaman bu mantıktan hareketle hanımefendinin görüşü kendi tabiri ile kalbi vede ruhu giyimli insanın, dış görünüşüne fazla riayet etmemesi gerektiği düşüncesini doğurmaktadır.Bu namaz kılmıyorum ama kalbim temiz diyen insanların anlayışına ne kadar da çok benziyor.

 

Hadis:

Umeys?in kızı Esma?dan nakledildi. Dediki: Resulüllah (s.a.v) bir gün Hz. Aişe (r.anha)?nın evine girdi. Kızkardeşi Esma yanında idi. Üzerinde Vucudunun hertarafını örten ve yenleri geniş bir elbise vardı. Resulüllah (s.a.v) onu görünce kalkıp dışarı çıktı. Hz. Aişe (r.anha) kızkardeşine ?buradan uzaklaş Resulüllah (s.a.v) sende hoşlanmadığı bir şey gördü? dedi. Hz. Esma uzaklaştı arkasından Resulüllah (s.a.v) içeriye girdi.Hz. Aişe (r.anha) niçin kalkıp gittiğini sordu. Resulüllah (s.a.v) de elbisesinin yenini sadece parmakları görünecek şekilde ellerinin üzerine çekerek şöyle cevap verdi: ?Kızkardeşini görmedinmi? Müslüman bir kadın şurasından başkasını gösteremez. (Mecmeu?zzevâid nr:4168)

 

Kılık kıyafet, giyim kuşam, saç, sakal, bıyık vs. ile ilgili hususlar menşe' itibariyle dinî değil millîdir.

O zaman ortada ölçü namına bir şey kalmayacak her kavim ve millete göre dini bir husus olmadığı için giyim ve kuşam çeşitlilik arz edecek bu işin bana göresi sana göresi meydana çıkacak bir çok giyim farklılıkları olacak bir tutam sakal ölçü iken keçi sakalı bırakılacak özümsenecek millileştirilecek keza diğer hususlarda aynı şekilde zamana ve zemine göre şekillenecek velhasıl istikrar sağlanamayacak.

 

Vilayetler arasında olduğu kadar, kazalar ve birbirine çok yakın köyler arasında dahi kıyafet bakımından büyük ayrılıklar göze çarpar.

 

Bu ayrılıkların var olması malum kıstasların dışına çıkılacağı hakkına sahip olduğumuz anlamına gelmez.Yöresel kıyafetler elbetteki çeşitlilik arzeder ama kapanma şekli bellidir.

 

'Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) hâricî elbiselerini üstlerine giyinmelerini söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur, Allah bağışlayan, esirgeyendir.' (Ahzab, 59)

 

Bu âyetin açıklamasına göre,(kime göre) Allah'ın böyle bir tedbir almayı emretmesi mü'min kadınların kıyafetleri ile teşhis edilmesi sûretiyle, ahlâksızların sarkıntılıklarından kurtulmalarını temin etmek içindir. Bu duruma göre burada, tesettürden ziyâde, bir kıyafet hususiyeti mevzuu bahs oluyor demektir. Köşe başı, kaldırım kenarı mesâisi yapan dişi ile, işinden vazifesinden evine dönen aile kadınının aynı kıyafette olmaması, hürmet telkin eden bir kıyafetle diğerinden ayrılması tavsiye ediliyor. İffetli bir kadının iffetini nasıl koruyacağını bilmesi gerekir.

 

tesettürden ziyâde, bir kıyafet hususiyeti mevzuu bahs oluyor diyor muhterem hanımefendi.

Bu hükme nasıl varıyor bu kadar çok hadis ve müffessirini izamın açık görüşleri varken bunu ifade etmek ne derecede doğru.

Ayete ilişkin tefsiri nakledeceğim tefsirin anası olarak nitelendirilen müfessirinin de tefsircilerin babası olarak kabul ettikleri büyük veli Allah Tealanın varlığını yüz delil ile ortaya koyan Fahreddin-i Razi (k.s) nin Tefsiri Kebir (Büyük Tefsir) adlı eserinden ayetin tefsiri;

"Bu ayette kadınlara yüzlerini örtmeleri emrediliyor" derler. [Tefsiri Kebir(17/48)

ama kendileri bu konuyu nazik ve naif ifadelerle mecraından saptırıyormu!..

 

Muhammed Mahmud Hicazi; Ahzab 59. ayetini şu şekilde manalandırmıştır; "Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına deki; örtülerini üzerlerine salsınlar, bedenlerinin tümünü örtsünler, yolu görebilecekleri kadar müstesna olmak üzere yüzlerini de örtsünler" [Hicazi, Tefsirül Vadıh(5/112)]

 

 

Nur Suresinin 31. âyetinde '(...) başörtüleri yakalarının üzerini kapatacak sûrette koysunlar (...)' buyuruluyor. Bu âyette 'baş örtülerinin arkaya değil, ön tarafa, göğüs ve gerdanı kapsayacak şekilde sarkıtılması' emrediliyor. 'Başörtülerini üzerlerine alsınlar' veya 'başlarını örtsünler' denmiyor. Çünkü eski zamanlardan beri, şark milletlerinin kadınları başlarını örtüyorlardı. Asr-ı Saadette de kadınların başörtüleri vardı. Başörtüsü giyilen kıyafetin bir parçasını teşkil ediyordu.

Bilindiği gibi, Hz. Ömer zamanında, Halifeden bazı müşküllerini çözmesi için mescide bir kadın gelir. Kitab, kadını esmer, uzun boylu, kır saçlı diye tarif eder. Hûlefâ-i Râşidîn devrindeki kadınların saçları görünür günah olmaz da bugünkiler gösterince mi günah olur?

Bu rivayetin kaynakları belirtilseydi daha kesin sonuçlar elde ederdik.

 

Aişe radıyu anha?dan gelen rivayette; ?ALLAH ilk muhacir hanımlara rahmet eylesin. Hicab emri gelince elbiselerinin bir parçası ile yüzlerini örttüler.? [İbnu Katan, Kitabun Nazar(s173); Buhari(6/13); Fethul Bari(8/489); Ebu Davud(4102); Taberi(18/94); İbni Habib, Gaye ve Nihaye(s213)]

 

Allah'a imanı, peygambere muhabbeti, namusa düşkünlüğü ve prensiplere titizliği olan bir kadın, kimseye darılmadan ve her şeyden önce kendisini düşünerek giyiminin tarzını kendisi ayarlıyacaktır.

Kendisi mi ayarlayacak yoksa Allah ve Rasulunun koyduğu ölçülere düşüncesini karıştırmadan şeksiz ve şüphesiz riayet mi edecek?..

 

...Yaşım 20 ile 25 arasında idi. Bir iş için Eminönü'ne gitmiştim. Eve dönünceye kadar ikindi namazının geçebileceğini düşünerek Yeni Cami'ye girdim ve kadınlar maksûresinden namaza durdum. Az sonra arkamda bir ses peydâh oldu. Önce anlamadım. Fakat ses ısrarla konuşmakta devam edince, müezzin, kayyum veya imam efendilerden birinin bana hitabetmekte bulunduğunu fark ettim; hanım hanım uzun boylu hanım... biraz sağa dön. Tam kıbleye durmamışsın, diyordu.

 

Ama maksûrede birkaç hanım daha vardı. Herkes gibi benim de tevecühüm aynı istikamette idi. Adamcağızın kıbleye karşı olmadığım kanaatine neden varmış olduğunu ne o zaman anlayabildim ne de hâlâ anlamış bulunuyorum.

 

Fakat asıl mesele bu değil. Bir kere 'feeynemâ tüvellû fesemme vechullah' âyetini bu zavallı hiç duymamış mı idi? Haydi diyelim ki işin o ince tarafına akıl erdiremiyordu. Fakat bir din adamı namazda olan bir kadına bakılmayacağını, bir hatâlının hatâsının başkaları yanında ihtâr edilemeyeceğini de mi bilmiyordu?

 

ifade ettiğine göre müezzin yada imam efendi ihtar buyurmuş burada tam bir kesinlik yok belkide o kişi müezzindi sonra ona din adamı diyerek bir beklenti içinde olmak doğrumu.Bu da Kuran-ı Kerimdeki Fetebeyyenü araştırmadan öğrenmeden hüküm sahibi olmayın ayetini kendi ifadesi ile hiç duymamış mı idi?

Bir hatalının hatasını başkaları yanında ihtar edilmemesi hususuna katılıyorum.

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Samiha Ayverdi'nin mürşidi Kenan Rifai'yi anlattığı Dost kitabında mürşidi tesettürün dinin bir emri olduğunu ve Samiha Ayverdi'nin aksine bayanın cemiyetin içinde bulunmasını değil gizli ve örtülü olmasını söylüyor. Hatta selamet ve kurtuluşun tesettürlü olmaktan geçtiğini söylüyor:

 

''Vücutta hayat kanalı olan şiryanlar ziyade gizlidir, derinlerdedir. Kıl damarları ise, bunlara kıyasla ne kadar sathî ve göz önündedir.

 

Sen de, can damarlarını gizlemeyi, onları, gelebilecek taarruzlardan korumayı, hiç değilse, tabiattan öğren!

 

Zîra, mânevi hayâtını idâme ettiren canın düşmanları çoktur. Onu nâmahremlerden gizle... selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve örtülü olmaktır.

 

Övünmeyi unut. Nîmet sâhibi isen, hasetçilerin gözlerinden saklan...

 

Bir tehlike karşısında tedbir alıyor, korunuyor, kaçıyor, yaralanıp öldürülmekten korkuyorsun. Böylece cismini koruyup tehlikelerden geri çekmekle, rûhunu selâmete eriştirmiş olmuyorsun ki...''

 

Dost, Samiha Ayverdi, Sayfa 75, Kubbealtı Yayınevi.

 

Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkında ki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiası böylelikle çürümüş oluyor. Ayverdi'nin birçok kitabını okudum, kendisi şeriata sımsıkı bağlı bir insan. Ayverdi, örtü hususunda indi hükümler vererek malesef hataya düşmüş. Örtü meselesini bir yana koyup, Ayverdi ile azami müştereklerimize baktığımızda dünya görüşümüzün aynıyla uyduğunu ikrar ederiz. Ayverdi gibi İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

 

Ayverdi Rahmet Kapısı kitabında namazı inkar eden birisinden şeriata gelerek şunları söylüyor:

 

''Şerîat, sanki vücudu kaplıyan deri. Onu sıyır, altından cılk et çıkar ve kısa zamanda da vücutta taaffün denilen yaralar peydâ olarak, sağlık gider, hatta hayat biter.

 

Şerîat da mânevi bünyenin üstünden kaldırıldığı takdirde, içten başlayan çürüme, kendisini olduğu kadar, etrâfını da saran bir ufûnet olup, nizam ve koruyuculuktan mahrum olmakla, toplumun hastalık mihrâkı hâline gelmekten kurtulamaz olup kalır.''

 

Hatıralarında ve yaşayışında İslama bağlı bu hanfendiye Üstad şunları söylüyor:

 

''Ben hiçbir muharriri ziyarete gidip tebrik etmiş değilim; size adetâ sürüklenerek geldim. Ben dindar bir adamım. Fakat bunu bir fantezi telâkki ederek inanmayanlar pek çoktur. Paradoks yaptığımı sanırlar, alay, mizah mevzuu yaparlar. Ziyanı yok. Ben, başkalarını beni itham eder görmekten zevk alır, tekzibe lüzum görmem. İslâm'daki şiir ve felsefe hiçbir yerde yoktur. Hazreti Muhammed en büyük İnsan; o, her asrın büyüğüdür. Fakat bilmek lâzım... Kitaplarınızı okudum. Hayran oldum. Buna emin olun. O kadar ki benim için pek kıymetli olan Paskal'ın eserleri ile ve dâima elimin altında, gözümün önünde duruyorlar.''

 

Samiha Ayverdi, Mülakatlar

 

Muhakkak ki tesettür Allah'ın emridir. Ayverdi'nin bu hazin hatasını ve bununla beraber nice güzellikleriyle de bilmek daha yerinde olacaktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sâmiha Ayverdi'nin hayatında yer alan önemli isimlerden biri, Kenan Rıfai. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam Kenan Rıfai'nin müridlerindendir Sâmiha Ayverdi. Kenan Rıfai'yi tam olarak henüz incelememiş olsam da, bidat sakalı, kendisine mürşid denilen bir kimse için rahatsız ediciydi. Dinimizde sakalın ölçüsü bir tutam olarak sünnete uygun bırakılmalıdır ve sakala şekil vermek dinimizce uygun değildir...

Sâmiha Ayverdi'nin bu sapık fikirlerinin Kenan Rıfai'ye dayanma ihtimali yüksek. Günümüzün bidat ve reformist kafalarından bir kısmı da demek ki bunlar.

Bu yazıyı bizlerle paylaştığı için murai_muhib kardeşime teşekkür ediyor ve yazının devamını da eklemesini rica ediyorum. Şu fikirlerin sapıklığı ve bozukluğu da ortada ama daha neler var görelim, okuyalım, bilelim.

 

Bir önce ki mesajımda Kenan Rifai'nin selâmet ve kurtuluşun örtülü ve gizli olmaktan geçtiğini belirten sözlerini iktibas etmiştim.

 

Samiha Ayverdi'nin birçok kitabını okudum ve ehli sünnete bağlı biri olarak sadece örtünme mevzuunda dalalete düştüğünü gördüm.

 

Kenan Rifai'nin, sünnete uygun bir tutam sakallı resimleri var. Bidat sakalı diye tasvir ettiğiniz sakalı Kenan Rifai'nin Vahabiler gibi sünnettir zihniyetiyle bıraktığını zannetmiyorum. Kenan Rifai bu sakalı sünnetten ayrı olarak estetik zevkine uygun gördüğü için bırakmıştır diye düşünüyorum. Zira çevresinde ki insanlar ve yaşayış tarzı sanki buna delalet ediyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Örtünme bahsinde ehl-i sünnet vel cemâ'at'ın görüşü ne ise bizim de görüşümüz odur...

Ne eksik ne de fazla...

Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün meselelerde olduğu gibi bu mevzuuda da iman ve kanaatimiz budur.

 

Sâmiha Hanım'ın iktibasa değer düşüncelerine gelince...

Ben örtünme bahsinde Sâmiha Hanım'ın konunun, emrin, meselenin vs. ruhunu yakaladığı düşüncesindeyim...

Ve zaman itibari ile üzerinde durulması gereken hususun ne olduğunun idrâkinde olduğuna kâniyim...

Ey insanlar açılın, denmiyor... Kapanmakla Allah'ın muradı olan "edeb" vurgulanıyor...

Denebilir ki; evet, lisan-ı kâl ile denmiyor... Ama ya lisan-ı hâl...

Amenna, doğrudur der ve yine de murad-ı ilâhiye bir davet olduğu zannını muhafaza ederiz...

 

Nasıl ama nasıl sorularına cevaben de sükûtu ihtiyar eyleriz...

Şu işi yani tasavvufu anlamak zor iştir...

Bu işin işcisini ise daha zor vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Ben örtünme bahsinde Sâmiha Hanım'ın konunun, emrin, meselenin vs. ruhunu yakaladığı düşüncesindeyim...

 

Yapmayın efendim şimdi.. Sahabe döneminde hanımlar örtünmezdi demek mi ruhu anlamak. 

 

Hanım efendinin yaşayış tarzını bilmem, hizmetlerini de. İstersen gündüz oruçlu, gece teheccüdlü olsun. Ehli sünnet bir alimin görüşlerini benimsemek yerine, şeytanın kalbine attığı tohumları besleyip büyütmüş ve bu noktaya gelmiş. 

 

Bir ayeti öyle romandan cümle alır gibi incelemek kimin haddine düşebilir?

 

Ayeti inkar eden; eğer tevbe edip kelime-i şehadet getirmezse imanını kurtarmamış olur. İsterse Belamu Bura gibi alim olsun. Ki onun da neticesini biliyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Cemalnur Sargut:

 

Kendileri namazda ve camide başlarını örterlerdi. Kur'an-ı Kerîm dinlerken de örterlerdi. bizim edepli ve düzgün giyinmemizi isterlerdi. Ulu'l-emre (devrin kanunu) itaatin Allah'a itaat olduğunu söylerlerdi.

 

hanımefendi hazret(!)leri ne buyurmuşlar...

"edepli ve düzgün giyinin"

nasıl ne şekilde

"-tabii ki benim yaptığım gibi"

hmmm...

demekki edep ve edebe aykırılığı (olanca ehli sünnet alimi bırakıp) kendi şahsından öğrenmemiz icabediyor.

(vay anasını sayın seyirciler)

 

bide ulul emr demiş

peki kendi şahsına sorsaydık acep ulul emr namaz kılarken ve kuran okurken bile başınızı örtmeyi yasaklasa yada kuran okuyup namaz kılmayı yasaklasa

hatta ve hatta açık olarak gezmeyi emretse ne yapacağız

 

ama mühim değil yeni bir edep anlayışı peydahlarız olur biter

böylece hem ulul emre itaat ettiğimiz için sevap hem edepli olduğumuz için... :) :)

 

şu ulul emr diyen papağanlara

"Allah'a itatat etmeyene itaat edilmez." lafzını hatırlatacak kalmadımı?

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites
Samiha Ayverdi'nin mürşidi Kenan Rifai'yi anlattığı Dost kitabında mürşidi tesettürün dinin bir emri olduğunu ve Samiha Ayverdi'nin aksine bayanın cemiyetin içinde bulunmasını değil gizli ve örtülü olmasını söylüyor. Hatta selamet ve kurtuluşun tesettürlü olmaktan geçtiğini söylüyor:

 

selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve örtülü olmaktır.

 

Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkında ki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiası böylelikle çürümüş oluyor. Ayverdi'nin birçok kitabını okudum, kendisi şeriata sımsıkı bağlı bir insan. Ayverdi, örtü hususunda indi hükümler vererek malesef hataya düşmüş. Örtü meselesini bir yana koyup, Ayverdi ile azami müştereklerimize baktığımızda dünya görüşümüzün aynıyla uyduğunu ikrar ederiz. Ayverdi gibi İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

...

Muhakkak ki tesettür Allah'ın emridir. Ayverdi'nin bu hazin hatasını ve bununla beraber nice güzellikleriyle de bilmek daha yerinde olacaktır.

Kenan Rıfai ile ilgili olarak Dost isimli kitaptan yaptığınız iktibas, Kenan Rıfai'nin tesettür, başörtüsü gibi hususlar hakkındaki fikrini tam olarak yansıtamıyor Vakıf Ahmet kardeşim. O cümlenin gidişatına göre açılıp saçılma ifadesinin ardından gelen gizli ve örtülü olmak tabirini, Kenan Rıfai'nin başörtüsünü kabul ettiği şeklinde yorumlamak mümkün ama Kenan Rıfai'nin sohbet halkasındaki kadınların başörtüsüz olması, (kadın-erkek karışık bir sohbet meclisi ayrı bir dine mugayir husus) Kenan Rıfai'ye 'hocam' diyen kadınların da başörtüsü hakkında dinimize aykırı tevillerde bulunmaları, Kenan Rıfai'nin tesettür hakkındaki fikirlerini daha fazla araştırma ihtiyacını doğuruyor.

Bu başlıkta muhtevasından iktibaslar yapılan 'Samiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk' isimli kitabın tanıtımındaki cümlelerden biri: Sargut şöyle diyor; Bugün bir Cemalnur Sargut varsa ve ondan insanlara tesir eden bir tavır varsa bunların hepsi hocam Samiha Ayverdiye ve onun da hocası Kenan Rifaiye aittir.

 

Kenan Rıfai-Sâmiha Ayverdi-Cemalnur Sargut arasında sırayla giden bir hoca talebe ilişkisi var. Talebeler, dinimizdeki tesettür emrini reddediyorken, hocalarının da bunu reddetmiş olabileceğini düşünmeden edemiyorum.

Cemanur Sargut, kendi sitesinde Kenan Rıfai ile ilgili şöyle diyor: Kenan Rifai yaşayan Kur-andır. (Kaynak)

 

Hicran Göze, Samiha Ayverdi'yi anlattığı 'Maveradan Gelen Ses' kitabında diyor ki: Kenan Rıfaiyi tanımak ve anlamak Samiha Ayverdiyi tanımak ve anlamak için şarttır. Mürşidin en kıdemli talebesi şüphesiz Samiha Ayverdidir. (s.86)

 

Ayrıca Samiha Ayverdi'nin kaleme aldığı 'Türkiye'nin Ermeni Meselesi' kitabının ek4 kısmında Ergun Göze'nin bir köşe yazınsa yer veriliyor ve Göze'nin yazısında Samiha Ayverdi'nin sözlerine de yer veriliyor:

" 'Neyim varsa efendime borçluyum.' Efendim dediği Kenan Rifai'dir." (s.189)

 

Göze ailesinin de Kenan Rıfai ile bir ilişkisi var.

 

Yeniden Dost kitabından yaptığınız iktibasa gelecek olursak, oradaki "gizli ve örtülü" olmak tabirinin, dinimizin emrettiği tesettürü mü, yoksa Samiha Ayverdi'nin de tesettür ve örtü mefhumlarını kendine göre açıklarken kullandığı "Tesettür, kadının iffetli, hayâlı ve edepli olan kıyafeti ihtiyar etmesidir" ve "İslâm, kıyafet üzerinde değil, kıyafetin "ahlâkîliği" üzerinde durmuştur." cümlelerinde geçen manevi örtü, davranışlardaki örtü tarzında bir örtüden mi bahsettiğini tam olarak anlamak imkansız. Kenan Rıfai, örtülü kelimesini kullanırken, başörtüsünü değil, Ayverdi hanımın kullandığı tarzda bir örtüden de bahsetmiş olabilir. Bu meseleyi tam olarak araştırıp ona göre Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkındaki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiasının çürüyüp çürümediğini söyleyebiliriz.

 

 

Dr. F. Cangüzel Güner Zülfikar'ın Kenan Rifai hakkında hazırlamış olduğu bir makalede, Rıfai'nin kadının cemiyetin içinde bulunması ile ilgili olarak düşüncelerini şu şekilde aktarıyor:

"Dinin esaslarında sağlam duran ve sosyal yapıda ortaya çıkan yenilikleri benimseyen bu çağdaş mürşid, kadınların sosyal hayatta da Kur"an"daki hitaba uygun eşitlikte sorumluluk almaları için çalışmıştır. İlkeleri aynı fakat uygulamalarında değişiklik söz konusudur. Cemiyetin ihtiyaçları doğrultusunda çalışma hayatında aktif olan bir çok kadının eğitimlerinde rol sahibi olmuştur. "

(*Kaynak - 29. paragraf)

 

Ek olarak bir de aşağıdaki linkte yer alan yazıyı okuyun derim, ki orada şu ifade geçiyor: "Kadınların örtünmesinin bile şart olmadığını söyleyen Kenan Rifai de kimdi?" ( http://www.galibi.com/nokta_aralik_88.htm )

 

Değinilmesi gereken bir diğer nokta, Kenan Rıfai'nin sohbetlerini kadın erkek karışık bir mecliste yapıyor oluşu. Mürşidlik makamındaki hiç bir alim, hoca, veli, bu tarz bir karma ortam kurmamıştır. En azından kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde oturur. Ama Kenan Rıfai bu hususa riayet etmiyor, demek ki ona göre bu da mübah.

 

Şahsen, kendi adıma, Kenan Rıfai'nin bir mürşid olduğunu asla kabul etmiyorum. Dinimizi kendi kafasına göre yorumlayan reformcu takımından biri. Kenan Rifai'nin bidat olan şekilde sakal bırakmasını 'sünnetten ayrı olarak estetik zevkine uygun gördüğü için' şeklinde yorumlasak bile, bidat olan bir işi yapmış olma hakikati değişmiyor ve niyet, bidat olan bir işi temize çıkarmaz. Hangi niyetle olursa olsun, o şekil bidat bir sakaldır kardeşim.

 

Sâmiha Ayverdi her ne kadar faydalı yazılar kaleme almış olsa da, dinimizin emirlerinden birini kafasına göre yorumlamış ve çok tehlikeli bir zeminde ayağını kaydırmaktan çekinmemiştir. Onun bu görüşlerini okuyarak başörtüsünü gereksiz görecek olan ve başörtüsü takmayacak olan ve aynı zamanda da başörtüsünün farz olmadığına inanarak itikadını bozacak olan bir kızın, bir hanımın mesuliyetini de üzerine almış olmuyor mu? Bir kadın başını örtmüyordur lakin örtmenin farz olduğunu kabul ediyordur, günahkardır, lakin başörtüsünün, dinimizin bir emrinin farz olmadığını söylemek itikad meselesine girer ve iş günahkarlıktan daha farklı, daha tehlikeli boyutlara taşınır. Bunu siz de biliyorsunuzdur. Bu durumda, "İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum." fikrinize katılmıyorum Vakıf Ahmet kardeşim. Ortada insanî bir kusur yok, itikadı tehlikeye atan bir cinayet var.

 

 

Kenan Rıfai'nin sohbet halkasından fotoğraflar (fotoğraflar Kenan Rıfai belgeselinden alınmıştır)

 

kr2d.jpg

 

19015483.jpg

 

kr3y.jpg

Share this post


Link to post
Share on other sites

Keçi sakalı ve Yahudi şapkasıyla masonlara benziyor Kenan Rıfai. Cemanur Sargut da onun için 'Kenan Rifai yaşayan Kur-andır' demiş. Tövbestağfurullah. Bu zihniyet, İslam'a hizmet eden değil, zarar veren bir zihniyet. Başörtüsü nefsinin zoruna gidiyor, hooop, Kuran'da başörtüsü yoktur, edebli giyim vardır diye bir yorum üflüyorlar. Nefslerinin kör ettiği insanlar da bunlara uyup gidiyor. Cemalnur'un tesettür hakkındaki fikri de şöyle: "Bu mânâda farz olan emirler içinde tesettürün, müstakılen yer almadığını biliyoruz. Sadece, namaza ait 12 farz arasında "Setr-i Avret" zikredilir. Bu sebeple de namazda, bu hükme uymamak haramdır. Bu durumda, namaz haricindeki tesettürün, farklı bir değerlendirmeye tâbi tutulması gerekir." (kaynak: http://www.cemaatforum.com/basortusu-kuran...re-t45530.html)

 

Allah, bunların şerrinden bizleri muhafaza eylesin. Kenan Rıfai, fotoğrafların birinde elini bayan mürid(!)inin omuzuna atmış, bir diğer fotoğrafta da bayan mürid(!) başını mürşid(!)inin omuzuna yaslamış. Ne muhabbet !!!

 

Aşağıdakinde de Samiha Ayverdi hanım ve kızı Nâdide Uluant, Hocaları Ken'an Rifâî ile 1943

 

sa12h.jpg

 

http://www.kubbealti.org.tr/DesktopDefault.aspx?tabid=367#

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstâd Necip Fazıl:

 

"Sâmiha Ayverdi'nin bazı satırları ile temasa gelir gelmez, onda cins istidâtlara ait soylu çilenin bütün izlerini gördüm. Açıkgöz ve günübirlik şöhret avcılarının dâima kolaya, hafife kaçan, göz alıcı ve alâka çekici âdî hokkabazlıklarına karşılık, onda, derin bir metafizik ihtirası, mâverâ humması, eşya ve hâdiselerin düğümünü ruhta ve müessirlerin müessirinde arayan hakikî insan hamlesi, kaleminin dokumalarındaki mihrâbı şekillendiriyordu... Sâmiha Ayverdi, maddî eşyanın bittiği, deri üstü hâdiselerin tükendiği ve zâhir ufuklarının sona erdiği noktaya bitişik âlemin serdengeçti bir meczûbudur..." (Cemalnur Sargut, Sâmiha Ayverdi ile SIRRA YOLCULUK, sayfa 170-171)

 

Üstâd da "meczub" deyince, Sâmiha Ayverdi hakkındaki (yukarıdaki) düşüncelerini okumadan evvel hatırımıza gelen bir menkıbeyi de paylaşalım... Muhabbet olsun...

 

Anlatılır ki; Hz. Râbia bir gün cezbe halinde iken kendini Bağdat sokaklarına atar yahut içinde bulunduğu hal, onu takdir edilen bir meydana doğru sürükler. Yolda kendinden geçmiş, kılık-kıyafeti şeriate aykırı bir şekle girmiş, belki kolu, belki saçı, ama muhakkak bir uzvu, haram bir erkeğe görünmemesi icab eden bir uzvu görünür bir vaziyette yürürken; sağdan-soldan, önden-arkadan sesler duyulur.

-Ya Râbia!... Bu halde nedir böyle!...

-Aman ya Râbia!... Şu haline bir bak!...

-Eyvah eyvah!... Ya Râbia ne yapıyorsun?...

-Ey Allah'ın eri!... Onca erkek var çevrede, hepsi namahrem... Görmüyor musun?

 

Sesler işitilir ve cevap verilir...

-Erkek mi?... Hani nerede erkek?...

 

Bağdat!... Şehir meydanının ortası... Meydan ana-baba günü... Yüzlerce erkek, hepsi de yabancı... Ama yok!... Var ama yoklar... Herkeste hayret... Ve bir müddet sonra bir ses!... Bir haber... Ses, onun; Râbia'nın ve herkesin dikkatini meydana inen bir sokağa davet ediyor...

 

-Bakın, bakın!... Abdulkadir Geylani geliyor...

Ve hayret!... Bir onda hayret!... Gelene gözü ilişen Râbia, derhal kendine gelir ve üstüne çekidüzen verir ve kalabalığa seslenir:

 

-İşte!... İşte erkek O'dur!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Merhabalar arkadaşlar bende bu konuyla ilgili bir paylaşımda bulunmak istiyorum

 

5-6 sene önce cemalnur sargut hanımefendiyi radyodaki sohbetleriyle tanıdım ve daha sonra başımı yeni örtmüş bir bayan olarak onun buna riayet etmediğini öğrenmek aklımı çok karıştırdı. burada paylaştığınız bilgileri küçük bir araştırmayla bende öğrendim ve aklım iyice karıştı. bilgilerine ve yaşayış tarzına çok güvendiğim bir kişiye bu konuyu sordum bana yazdıklarını aynen aktarıyorum..

Cemalnur Sargut hanımın tesettür hakkındaki ifadeleriyle zihni karışmış bir kardeşimizin sorusuna verdiğim cevabın herkese hitap edecek kısmını aktarmak istiyorum. İnşaallah istifadeye medar olur.

 

Mesajınızı okuyunca bir cihetten üzüldüm bir cihetten de eksikliklerimizi gördüm. Öncelikle şunu diyeyim: Bu mesajımı okuduktan sonra elinize bir kaç meal alıp Tevbe suresini baştan sona kadar dikkatle bir okuyacaksınız.( Emir gibi yazıyorum ki işin ciddi olduğunu anlayın. ) Ve göreceksiniz ki " Mümin, Allah'a kendini, hayatını, zevklerini, aklını, malını, her şeyini veren ve adayandır. Kendisi için değil Allah için yaşar. Sahabeler gibi olana mümin denilir. " İkinci olarak da, Üstad Bediüzzaman'ın hazırladığı 24. Lem'a olan Tesettür Risalesi'ni ve Hanımlar Rehberi adlı derleme risaleyi dikkatle okuyacaksınız. ( Bunlar da emirler. Ferzedin ki size bunu Üstad Bediüzzaman emrediyor. ) Cemalnur Sargut'un " ehil olmadığı " konularda konuşmasının ve Kur'anın ruhuna nüfuz edememesinin onu nerelere götürdüğünü göreceksiniz. Üstad hem imani yani itikadi, hem islami yani amelî konularda uzmandır. Üstad sadece akla değil, fıtrata, tabiata, nakle yani Kitab ve Sünnete, mantığa, fenlere istinaden bir meseleyi yazar. Maalesef, Cemalnur Sargut, bu konuda " inandığı gibi yaşamadığı için yaşadığı gibi inanmaya çalışıyor. " Mesuliyeti var. Faraza şu an Hz. Hatice veyahut Hz. Fatıma yaşasa onun gibi kafası açık mı gezerdi? Yoksa cenazesini hiç bir erkek görmesin diye, kendine has özel bir tabut yaptırtan ve defnedilmesini erkekler görmesin diye özellikle gece karanlığında isteyen o haya âbidesi Fatımatü'z-Zehra ve Fatıma Betül anamız o zaman nasılsa şimdi de öyle mi kendini örterdi? Hiç kimse kalkıp kendini savunamaz. Hikmetini bilmediği mevzuda illetine bakar ve " Allah'ın emridir, farzdır; veyahut Peygamberin emridir, müekked sünnettir " der " yapmak zorundayım " diye kendimizi hissederiz. Mesela Üstad, 28. Lem'ada " kaylule uykusu " bahsini inceler. Ve bu uykunun hem yöresel yönü olduğunu, bu cihetle sıhhate iyi geldiğini açıklar. Hem de " gece teheccüde kalkmaya vesile olması cihetiyle " de Efendimiz tarafından bir sünnet olarak uygulandığını anlatır. Ayrıca Kur'anda hem Kehf suresinde, hem de başka surelerde kaylule uykusundan bahsedilmesi, gizli bir emr-i İlahinin ve tavsiyenin bu konuda olduğunu gösterir. Kur'ana bakabilirsiniz. Bu noktadan mesela sakal, kadınla erkek ayrımına yol açtığı; hem erkeğin -tasavvufî açıdan söylüyorum- Allah'ın celali esmasına mazhariyetini ifade ettiği cihetten, hem İslamiyetin zıdları ayırmakla bir cennet ortamını hayatta inşa etmesi cihetinden sakal da hem yöresel bir âdettir, sıhhate bakan yönü var, hem de müekked sünnettir. Hadisin tabiriyle eski peygamberlerin sünneti olan ve fıtrata uygun bir emirdir. Yapmayan, bu cihetten bir sünneti terketmiş olur. Üstad Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendi gerek dönemin hizmet şartları cihetiyle gerekse başka sebeplerle sakalı ve evliliği yapamamalarına rağmen asla kalkıp dememişler " sakal ve evlilik " sünnet değildir. Hatta hayatları boyunca çektikleri sıkıntı ve çileleri bu sünnetlerin keffareti olarak görmüşler. Kısacası biz, dinin emirlerinin hikmetini bulmakla aklımızı tatmin etmeliyiz. Bulamazsak da emr-i İlahi ve emr-i Nebevidir diye yine onu yapmalıyız. Asla kalkıp da " Böyle bir emr-i İlahi ve emr-i Nebevi yoktur " dememeliyiz. Dersek 1400 senelik İslam tarihi ve içindeki ehl-i takva bizim yüzümüze bakmaz ve başta Peygamber Efendimiz ve Ehl-i Beyt ve Ashab-ı Kiramı sözlerimizi yüzümüze çarparlar. Sanırım Cemalnur Hanım, yeryüzünde hakiki bir tesettürün ve hatta tesettür için ölmenin ancak vahiylerle geldiğini anlayamamış ki böyle bir fikirde bulunuyor. Yazık, derim. Allah ıslah etsin.

 

Tesettür, kadınlık hakikatinin ortaya çıkışıdır. Kadın, mücessem aşktır. Aşk ise, tek bir kişiye müteveccihdir. Bu cihetten, tesettürsüzlükle çok kişiye açılan bir kadındaki aşk ve hüsn-ü cemal, kadının fıtratına terstir. Bu cihetten, kadın, din nazarında bir tarladır ve tek bir sahibi vardır ve yalnızca o ondan istifade edebilir ve bunun için de bu istifade mehir gibi, ömür boyu çilesine katlanmak gibi bedel ödeyen kocası buna layıktır. Tesettürsüzlük buna engel olur.

 

Kadın, mahremiyeti, ruhaniliği ve sırları simgeler. Bu cihetten tesettür, emredilir. Erkekte ise, açıklık esastır. Kadın, vücudunu örterek, ruhunu gösteren yüzünü açıkta bırakır. Yüz, insanı manevi sonsuzluğa açar. Beden ise, dar noktalarda boğar. Kadının toplumda kalıbı değil, kalbi önemlidir. Erkeğin ise, daha çok kalıbı ön plandadır. Hatta erkek kalıbıyla, kadının kalbini kendine çeker ve cezbeder.

 

Kadın, hiçliği; erkek ise, varlığı ve vücudu simgeler. Bundan dolayı tesettür ve gizlilik kadına aittir; zuhur ve açıklık, erkeğe aittir. Evlilik ise, kadın denen hiçlik kanallarında erkeğin manen gezmesi ve çocuğuyla da, o kadını varlık alemine çıkarması demektir. Bu cihetten, çocuk kadını var eder, ihya eder. Ana olmayan kadın tamamen hiçtir. Çocuk ananın varlık ve ebediyet umududur. Hele erkek çocuksa tam manasıyla...

 

Kadın cemali ve ehadiyeti, erkek celali ve vahidiyeti temsil ettiği için bir erkek çok kadınla evlenebilir, onları kanatları altına alabilir. Fakat kadın, sadece eşine odaklanır. Bu cihetten Allah denge kurulsun diye, kadına aidiyet hissi, aczini görüp bir nokta-yı istinad arama arzusu, intisab etme meyli vermiş; erkeğe ise mâlikiyet hissi, fakrını görüp nokta-yı istimdad arama arzusu koymuş. Bu cihetten bir evlilik vahidiyet içinde ehadiyeti, celal içinde cemali temin ederek Allah'ın " vahdaniyet ve kemali " nin aynası ve arşını teşkil eder. Bu noktalardan bu asırda görüldüğü üzere malikiyet iddia eden bir kadın maalesef, sureti kadın ama hakikati erkekleşmiş bir müterecciledir. Tek bir kadına aidiyet iddia eden erkek de maalesef sureti erkek ama hakikati kadınlaşmış bir muhannesdir. Üstad eski eserlerinden birinde bekar bir erkeğin 1/3 kız çocuğu, 2/3 erkek olduğunu; bâkire bir kızın ise 1/3 erkek ve 2/3 kadın olduğunu; evliliğin ise erkekteki kız çocukluğunu kıza geçirip onu tam kadın yaptığını, kızdaki erkekliğin ise erkeğe geçip erkeği tam erkek yaptığını belirtiyor. Bu cihetten evli kadınların içinde ve bekar erkeklerde küçük bir kız çocuğu saklıdır. Genç kızlarda erkeklik vardır. Hatta Üstad Lemeatta, bu noktayı anlatarak der ki erkeğin nefsi dişi, kadının nefsi erkek olduğundan nefsinin heva ve heveslerine göre hareket eden erkekler, kadınlaşır; bunu yapan kadınlar ise, erkekleşirler. Din ise hem evlilikle, hem nefis tezkiyesiyle, hem de din hizmetindeki çile ve sıkıntılarla erkeği tam erkek ve tam celal; kadını tam kadın ve tam cemal haline getirir. Ahirette erkekler mücessem celal, kadınlar mücessem cemal olacaklar. Kamil erkekler mücessem kemal, kamil kadınlar ise mücessem kibriya olacaklar... Haticetü'l-Kübra gibi...

 

Bu asırdaki hem erkeklerin hem kadınların nefisleri, heva ve hevesleri çeşitli vasıtalarla çok şişirildiği ve büyütüldüğü için gerçek bir kadın ve gerçek bir erkek çok nadirdir. Gerçek bir erkeğin yanında bir kadın ve hele hakiki bir susar ve utanır. Oysa bu asırda kadınların çoğu geveze olmuş. Hocasına hürmet edip onu celal aynası görmüyor. Erkekler de kadınlarına muhabbet edip onu cemal aynası görmüyor. Bilakis erkekler kadınlarından korkuyor. Demek ki roller değişmiş...

 

Yazıdaki ifadelerden bazıları rahatsızlık verici ise ilmî olduğu için nazar-ı müsamaha ile bakmalarını rica ederim.

Eymen...

 

Allah hepimizi bağışlasın AMİN..

Share this post


Link to post
Share on other sites
Anlatılır ki; Hz. Râbia bir gün cezbe halinde iken kendini Bağdat sokaklarına atar yahut içinde bulunduğu hal, onu takdir edilen bir meydana doğru sürükler. Yolda kendinden geçmiş, kılık-kıyafeti şeriate aykırı bir şekle girmiş, belki kolu, belki saçı, ama muhakkak bir uzvu, haram bir erkeğe görünmemesi icab eden bir uzvu görünür bir vaziyette yürürken; sağdan-soldan, önden-arkadan sesler duyulur.

-Ya Râbia!... Bu halde nedir böyle!...

-Aman ya Râbia!... Şu haline bir bak!...

-Eyvah eyvah!... Ya Râbia ne yapıyorsun?...

-Ey Allah'ın eri!... Onca erkek var çevrede, hepsi namahrem... Görmüyor musun?

 

Sesler işitilir ve cevap verilir...

-Erkek mi?... Hani nerede erkek?...

 

Bağdat!... Şehir meydanının ortası... Meydan ana-baba günü... Yüzlerce erkek, hepsi de yabancı... Ama yok!... Var ama yoklar... Herkeste hayret... Ve bir müddet sonra bir ses!... Bir haber... Ses, onun; Râbia'nın ve herkesin dikkatini meydana inen bir sokağa davet ediyor...

 

-Bakın, bakın!... Abdulkadir Geylani geliyor...

Ve hayret!... Bir onda hayret!... Gelene gözü ilişen Râbia, derhal kendine gelir ve üstüne çekidüzen verir ve kalabalığa seslenir:

 

-İşte!... İşte erkek O'dur!...

 

Kıssadan hissemiz nedir? "Erkek" sıfatından murad nedir? Ve gerçek erkek-kadının vasfı nedir?

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...