Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Eşref Bey

Mehmed Niyazi

Recommended Posts

Tarihe saygı

 

Bir milletin sanatkârlarının en önemli görevi, toplumun gelenek ve göreneklerini çağdaşlaştırarak devam ettirmektir; çünkü bu durum cemiyeti temel iskelete kavuşturur.

 

 

Aksi takdirde o milletin değerleri hamura döner; düştüğü avucun şeklini alır. Amerikalıların çevirdikleri kovboy filmlerine bakınca sözünü ettiğimiz gerçeği bütün canlılığıyla görürüz; zira kovboylar toplumlarının tarihî dokusunu oluştururlar. Bizim tarihî dokumuzda padişahların, devlet başkanlarının çok önemli payları vardır. Bunlara dair sanat eseri yapılırsa, mutlaka tarihî olaylar göz önünde bulundurulmalıdır. Üç gün okula gitmiş bir insanımız dahi, haremde de olsa padişahın açık başlı olamayacağını bilir. Sonra Kanuni sıradan bir devlet adamı değildir; Busbecq'in "Türkiye'yi Böyle Gördüm" kitabını okuyan, onun gerek bizim tarihimiz, gerekse dünya tarihi bakımından önemini idrak eder. Bugünün güçlülerinin, her şeyi kendilerine mal etmeye kalkışmalarına rağmen, dünyanın en önemli kanun adamlarından biri olarak Kanuni'yi saymaları bize çok şey anlatmıyor mu?

 

Celalzade ve Şehnameci Seyyid Lokman'a göre Kanuni Sultan Süleyman doğunca ona ad takmak için Kur'an-ı Kerim tefeül edilmiş (açılmış) ve "İnnehû min Süleyman" ayeti ile karşılaşılmış, Allah'ın bu ayeti takdir ettiğine inanılmış ve bebeğe Süleyman adı verilmiştir. Daha gençlik yıllarında halkın dikkati üzerindeydi, tavrından, hayatındaki olaylardan anlam çıkarırlardı. Mesela on rakamının onunla manevi bağı olduğuna dair inanç halk arasında yaygındı. Nitekim onuncu padişahtı ve on evlada sahipti. Yanında, onunla beraber milletin bekası ve devletin yükselmesi için çalışan on büyük dâhi vardı. Piri, İbrahim Lütfi, Rüstem ve Sokullu Mehmed Paşalar, alim olarak Kemalpaşazade, Ebussuud Efendi; şiirin iki büyük dâhisi Baki ve Fuzuli, taşa ruh veren Mimar Sinan ve Barbaros Hayrettin Paşa gibi bir cengâver. Süleymaniye Camii'nde on şerefe bulunmasının hikmetinin hem onuncu padişah olduğuna hem de bu on büyük yıldıza işaret ettiğine halk arasında inanılırdı. Dört minaresi de İstanbul'un fethinden sonra dördüncü padişah olmasıyla izah edilirdi. Bu devlet, ilim ve sanat adamları Kanuni'nin dönemindeki kültür seviyemizi de ortaya koymaktadır.

 

Kanuni, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir yiğitti. Mohaç Savaşı'nda elli iki Macar şövalyesi Kanuni'yi öldürmeye yemin ederler. Savaşın cereyan şekli onları ilgilendirmeyecek, bütün fırsatları Kanuni'ye ulaşmak için değerlendireceklerdi. Vuruşma başlayınca şövalyeler Kanuni'nin savaşı yönettiği tepeyi tespit ederler; ona yaklaşmanın yollarını ararlar. Kan gövdeyi götürürken kırk dokuz şövalye safları yarmaya çalışırken ölür. Yeniçeriler de şiddetli bir savaşa tutuştukları sırada Kanuni ile üç şövalye tepede karşı karşıya gelirler. Dördünün arasında ölümüne bir mücadele başlar; kılıçlardan ateşler çıkar. Kanuni tek başına üç şövalyeyi de yere serer. Bu kapışmanın anısını canlı tutmak amacıyla Osmanlı bu tepeciğe köşk yaptırır. Sayısız savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları, dirayetleri bir yana bırakılsa bile, sözünü ettiğimiz bu kılıç kılıca vuruşma onun nasıl bir yiğit olduğunu ispat etmektedir.

 

Kanuni'nin ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu işaret eden pek çok vakayı tarihin sayfalarında bulmak mümkündür. Üzerinde hiç durulmayan şu olay bile onun şahsiyetini gün ışığına çıkarmaktadır; bizim Preveze'den sonra kazandığımız en büyük deniz muharebesi olan Cerbe deniz zaferini takip eden günlerde Kanuni'den, muzaffer kumandan Piyale Paşa'yı vezirlik (büyük amirallik) rütbesiyle ödüllendirmesini devlet ricali istirham eder. Cihan padişahı, iki yıl önce beylerbeyi (oramiral) olduğunu, bu kadar çabuk yükselmenin kanunen imkân dahilinde bulunmadığını belirterek reddeder. Fakat Kanuni, Piyale Paşa'yı mükâfatsız bırakmak istemez; onu torunu Gevherhan Sultan ile evlendirir. Bir kanunsuzluğa başvurmamak için torununu yani ciğerparesini riske etmesi devlet düzeninin üzerindeki hassasiyetini göstermiyor mu?

 

Cihan padişahı olan Kanuni'nin 46 yıllık saltanatının 10 yıl 8 ay 11 gününü devletin şevket ve bekası için at üstünde seferlerde geçirdiği düşünülürse onun saltanatta bulunmasının ne anlama geldiği iyi anlaşılır. Sefer hazırlıkları, zaferlerden sonraki düzenlemeler göz önünde bulundurulursa, devlet işleriyle hangi ölçülerde meşgul olduğunu idrak ederiz. Bir mektupla kralları zindandan kurtaran, devlet kuran bir hükümdarın cephede, Zigetvar önlerinde can vermesini değerlendirebilirsek, onu dünyada kaç devlet adamıyla mukayese edebileceğimizi takdir imkânına kavuşuruz. Herhalde böyle ulu bir şahsiyetin anısına bizden başkası saygısızlık edemezdi.

 

 

31 Ocak 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir yiğidi uğurladık

 

Haydarpaşa Lisesi'nin son sınıfında yatılı okurken öğretimin başladığı ilk günlerde en arka sırada oturan uzun boylu, aslan yapılı bir delikanlı dikkatimi çekti.

 

 

Dursun Ali Çemberci adındaki Rizeli bir gençti. O dönemde disk, gülle atma, güreş, futbol gibi konularda okullarda seçmeler yapılır, takımlar liselerarası müsabakalara katılırdı. "Vücudun müsait, niçin spor faaliyetlerine katılmıyorsun?" diye sorduğumda kıyafeti olmadığını söyledi. Durumdan haberdar ettiğim beden eğitimi öğretmeni, "Gelsin bakalım." dedi. Ne disk ne de gülle atmanın usulünü biliyordu. Hocanın verdiği gülleyi savurunca, en çok atanı iki misli geçti. Kısa bir sürede sadece bilekli değil, yürekli olduğunu da fark eden hocamız onu sık sık uyarırdı; "Oğlum, kendinden korkman gerektiğini sakın unutma; her an birisi elinde kalabilir."

 

Daha sonra hocanın tavsiyesiyle Fenerbahçe Kulübü'nde gülle atma çalışmalarına katılmaya başladı. Antrenmanda onu dünya güreş şampiyonlarımızdan Adil Atan görünce sanki bir hazine keşfetmiş gibi oldu. "Delikanlı sen gülle atmayı bırak, güreşe başla; seni dünyada kimse yenemez." Maalesef o sıralarda imkânları sınırlı bir gencin hem spor yapması hem de öğrenimine devam etmesi pek mümkün değildi.

 

Değişik fakültelerde okurken de yine aynı yurtta kalıyorduk. Yükseköğrenim gençliği adına Milli Türk Talebe Birliği'nin, Türk Milli Talebe Federasyonu'nun yetkilileri konuşuyorlardı. Menderes hükümetine yapılan darbenin ortamını hazırlamak için öğrenci kuruluşlarının oynadığı rol bilindiğinden yetkililerin burunları Kafdağı'nda idi. Kendilerinden olmayanları "Kuyruk, mürteci, gerici" olarak suçluyor, sindiriyorlardı. Hükümet ve basın onları destekliyordu. Bir grup genç olarak bunlarla kıyasıya mücadeleye giriştik. Birbirimize söylemiyorduk, ama hepimizin güvendiği Dursun Ali'ydi. Birkaç cedelleşmede karşısındakileri feci şekilde hırpalaması ona ve çevresindekilere şerirliğin işlemeyeceğini anladılar. Çok geçmeden başta Milli Türk Talebe Birliği, Türk Milli Talebe Federasyonu ve diğerleri milletimizin vicdanının sesini aksettirmeye başladı. O kurumlardan cemiyetimizin kaderinde etkili olan pek çok genç yetişti; bilinsin bilinmesin oraların bu atmosfere kavuşmasında Dursun Ali Çemberci'nin payı ölçülemez. Fakat herhangi bir vesile ile "Bu başarılarda payım çoktur" demedi; çünkü diğergamlık onun karakterinin asli unsuru idi.

 

Hiçbir zaman gücünü bir zavallıya, çaresize karşı kullanmazdı; kuvvetliyim, vurduğum yerden ses getiririm diyerek horozlanmazdı; devamlı iyilikten, dostluktan yanaydı. Yıllarca özel bir yurtta müdürlük yaptı. Ramazanlarda her akşam kuru fasulye pilavı kendisi pişirir, fakir öğrencilerle beraber iftar ederdi. Harçlığı olmayana, kitap alamayana yardım ederdi. Bunları yaparken de insan ayırmazdı; ne fikrine ne de zikrine bakardı; onun yönünden Allah'ın kulu olması yeterliydi.

 

Müdürlük yaptığı yurda Necip Fazıl sık sık uğrardı; hali tavrından dolayı Dursun Ali'ye "Yeniçeri" derdi; bazı öğlenleri de Dursun Ali'nin yatağına uzanır, uyurdu. Bir gün uyandığında, yatağın başucundaki dolapta bulunan kitapları incelemeye başladı. İki ünlü şairimiz "Şiirimizde Aşk", "Şiirimizde Tabiat" gibi beğendikleri şiirleri konularına göre tasnif edip kitaplaştırmışlardı. Necip Fazıl'ın "Sakarya Türküsü"nü de "Şiirimizde Tabiat" kitabına almışlardı. Bunu gören üstadın yüzünde hayret ifadesi belirdi; "İhtilal alevini tutuşturacak eseri tabiat şiirlerinin arasına koyanda tornacı kadar zevk ve sanat anlayışı yoktur."

 

Nihal Atsız Bey'le İzzeddin Şadan Bey çok iyi dosttular. Bir gün imzasız bir mektupla Nihal Atsız Bey'in şakasını tehdit olarak algılayan İzzeddin Şadan titreyerek elindeki mektubu; "Hayatım tehlikede" diyerek masaya koydu. Mektubu okuyup bakışlarını ona çeviren Dursun Ali; "Hocam bunu yazanın şaka yaptığı anlaşılıyor. Sonra biz sağken sen sadece Azrail'den kork; ben-i ademin hakkından geliriz." demesi üzerine İzzeddin Şadan'ın yaşlı yüzüne gülümseme serpti.

 

Çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için kitap ve kırtasiye dükkanı işletmeye başladı. Orası da fakir ve fukaranın uğrak yeriydi. Bu yiğit ve altın kalpli insanı geçtiğimiz hafta kaybettik. Yattığı yerin nur olmasını diler, ailesine, Alaaddin Koçak gibi yakın dostlarına sabırlar niyaz ederim.

 

 

07 Şubat 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Niçin roman yazar ve okuruz?

 

Mutlaka her insan rastladığı bir şeyin, olayın ardını merak eder; sıradan kişiler için bu merak kısa sürebilir; olayın ortadan kalkmasıyla ondaki merak da sona erebilir.

 

 

Fakat romancı, tecessüsüyle baş edemeyen, adeta ona yenik düşüp emrine girendir. Olaylar karşısında yüreği de ona kendini duyurur. Aksi takdirde Emile Zola, tanımadığı bir gencin suçsuzluğunu ispat etmek için üç yılını verip edebiyat dünyasına ünlü "Dreyfüs Davası"nı kazandırır mıydı?

 

Romancının sorumluluğu herkes gibi bireysel değildir; çevresinde olup bitenlerden de kendisini sorumlu sayar. Dolayısıyla insanların içinde bulundukları durumlarını tanımaya, dramlarını idrak etmeye kendini zorlarken, başkalarına verdikleri zararı fiil sahiplerine duyurmaya, onları sorumluluk sahibi yapmaya da çalışır.

 

Romancıyı ilim adamından ayıran en büyük özellik, sezgilerinin çok güçlü olmasıdır. Bu sezgilerle ilimle ulaşılamayan insan ruhunun girift, en karanlık dehlizlerini aydınlatır. Aksi takdirde Shakespeare'in kahramanlarının, Dostoyevski'nin resmini çizdiği Raskolnikov'un, Karamazov Kardeşler'in kişiliklerini yakından tanıyabilir miydik? İlginç kahramanlar bulup okuyucuya tanıtmak durumunda bulunan romancı bir yanıyla kâşif, diğer yanıyla da analizcidir.

 

Bilim insanı, şahsiyetinin oluşmasını ele alarak kişinin hal ve tavrını izah edebilir. Fakat mutlu veya mutsuz olması, tamamen subjektif bir olay olduğu için bilim adamının bu konuda söyleyeceği söz yoktur; çünkü aynı olayları yaşayanlar, aynı imkânlara sahip olanlar mutluluk bakımından aynı noktada bulunmazlar. Mutluluk konusunda kişinin özel bir hali vardır; bu tamamen ruh dünyasıyla ilgilidir. Bunun sebeplerini romancı ancak sezgisiyle kavrar, güzel, bize hoş gelen bir üslupla anlatır.

 

İyi bir sanatkârın antenleri uzun olduğu için herkesin göremediğini görür. Bazen içinde bulunulan veya yaklaşmakta olan tehlikeden dolayı çığlık atar. Ama çevresindekiler onun gördüklerinin, sezdiklerinin farkında olmadıkları için çığlığını duymazlar. Bu da romancıyı yalnızlaştırır. Yalnızlaşan romancı, kalemine sarılmaktan başka çare bulamaz.

 

Günlerimizin binbir güçlükle geçmesi, hayatta karşılaştığımız sıkıntılar bize yetmiyor mu ki, bir de benzer olaylarla dokunmuş roman okuyalım? Bu iddia doğru görünmesine rağmen gerçeği yansıttığı söylenemez; çünkü bir başkasına ait sıkıntılar, bize acı verirken, bizi kendi dünyamızdan koparır; farklı bir âlemde nefes almamızı sağlar. Okuduğumuz romanın sayfaları ilerledikçe değişik bir iklimde yaşamaya başlarız.

 

Gün olur ki hayatta hiç tanımadığımız tiplerle karşılaşırız. İnsan, komplike bir varlıktır; tavır ve davranışları zihnimizi kurcalar; fakat geldiği hayatı bilmediğimiz için izah edemeyiz. Bu da aramızda bir sır duvarı oluşturur; bizi birbirimize yabancılaştırır. Ama romanlarda öyle tiplerle karşılaşırız ki, bizim için muamma olan tipin aynısı olabilir. Romancı onun hayatını anlattığından zihnimizde düğüm olan problemlerin çözüldüğünü de hissederiz. Gerçek hayatta karşılaştıklarımızın haklarında şüphelerimizin giderildiğini, kanaatlerimizin doğrulandığını veya yanlışlandığını idrak ederiz. Dolayısıyla romanlar, kanaatlerimizin test edilmesi bakımından son derece önemlidir.

 

Peyami Safa, Panait İstrati gibi büyük romancılar, üsluplarını, eserlerini teknik bakımından zedelemeden anlattıklarıyla hayatın özüne dair derin görüşler ifade ederler. Mesela İstrati "Sokak Kızı"nda şöyle der: "Büyük ruhlar derin ırmaklar gibidirler; her an diplerini tazelerler." Romandaki olaylar bizleri sürüklerken, yazarın hayata dair görüşleri ruh ve zihin dünyamızı zenginleştirir.

 

Romancı, yüreği bir başkası için çarpan insandır; merhametin zorlamadığı, duyduğu acıların yönlendirmediği bir insan günlerce bir odaya kapanıp gece gündüz yazabilir mi? Böyle bir insanın hissettiklerinde sıradan insanlar engin nimetler bulmaz mı? Onun tespitleri bizler için hayatı daha cazip, daha renkli hale getirmez mi?

 

 

14 Şubat 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ahmet Kabaklı'yı rahmetle anıyoruz

 

On yıl önce bugünlerde, aziz büyüğümüz Ahmet Kabaklı'nın rahmete kavuştuğunu öğrenince, sanki felç bir tarafımı alıp götürmüştü.

 

 

Adının yaşayacak olması beni biraz teselli etmişti. Ardında bıraktığı eserlerin bir kısmı 'Yunus Emre', 'Mehmet Akif', 'Mevlânâ' ve benzerleri araştırma ürünüdür. 'Müslüman Türkiye', 'Mabet ve Millet', 'Kültür Emperyalizmi' gibi bazı kitapları makalelerinden oluşuyor. 'Temellerin Duruşması' ise Milli Mücadele yıllarının aydınlığa kavuşmasında önemli rol oynamış ve oynayacaktır. Mizahi bir roman olan 'Ecurufya' yazıldığı dönemde ciddi bir fonksiyon icra etmiştir.

 

Bazıları 'Türk Edebiyatı' çalışmasını yeterli bulmamaktadırlar; bu eseri için "Türk edebiyatı tarihi üzerine olan çalışmaları nesnel bir edebiyat tarihi olmaktan çok, edebiyat tarihi üzerine zaman zaman öznelliğin ağır bastığı bir yorum/deneme olarak değerlendirildi" denmektedir. Elbette bu değerlendirmeye katılmak mümkün değildir. Hacimli beş ciltten oluşan söz konusu eserin önsözünde rahmetli Kabaklı güttüğü gayeyi açıklıyor: "Türk edebiyatının bilinmeyen köşelerini aydınlatmak üzere sayın üniversite uzmanlarının yaptıkları araştırma ve incelemeler ancak 'ihtisas erbabı' olan dar bir kütleye seslenmektedir. Bunların konuları pek sınırlı olduğu için edebiyat meraklısı gençlere ve başka meslek sahiplerine cazip geldiği söylenemez." Demek ki eserini geniş çevrelere edebiyatımızı tanıtmak, sevdirmek amacıyla kaleme almış.

 

Kabaklı'nın en belirgin vasfı, milletimizin acısını duymasıdır. Ayağa kalkmamız, şanlı mazimize layık bir yere gelmemiz onun biricik gayesiydi. Bunun da ancak ilimle irfanla olacağını biliyordu. Edebiyat laf kalabalığı değil; kültürün özümsenmiş halidir. Bu sanatı geniş çevrelere sevdirirse, kültürümüzü, mazimizi de sevdireceğini biliyordu. Bunun için kalabalıklara hitap edebilecek bir üslup seçmiştir. Fakat muhtevasının ilmilikten uzaklaştığını iddia etmek yanlıştır. İlmilik kuruluğu gerektirmez; Stefan Zweig'in o güzelim biyografilerinin kimse gayri ilmi olduğunu iddia edemez; ama kullandığı üslup ilmilik adına yazılmış kitapları hiç andırmıyor. Hem geniş kitlelere hitap ediyor hem de ilmiliğin gerektirdiği değerleri bünyesinde barındırıyor. Bundan dolayı 'İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar' dünyanın hemen hemen bütün büyük dillerine çevrildi; milyonlar tarafından severek okunuyor. Kabaklı Hoca'nın da yaptığı budur.

 

Kabaklı, vatanı, milleti için ciğeri yanan bir aydındı. Öğretmenliği sırasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi; keskin kalemi vardı ve Türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetesinde köşeye sahipti. Bu imkânlarla avukatlık yapsaydı, parada yüzerdi; ya da "Evet efendim" deyip boyun bükseydi milletvekili, bakan olurdu. Bunlara tevessül etmeyerek öğretmenlik mesleğini sürdürdü; çünkü problemlerin çözümlenmesinde kültür ve ilmin en önemli rolü olacağını biliyordu. Milletçe kökünden koparılmış, dünyanın yüksek sıklet merkezlerinden esecek rüzgârlara açık hale gelmiştik. Altmışlı yıllarda Sovyet Rusya'nın peyki olmak tehlikesiyle karşı karşıya idik. Komünistler eğitim ve öğretim yuvalarını propaganda merkezleri olarak seçmişlerdi. Kabaklı Hoca, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda bunlarla kıyasıya mücadele etti; milli şuur ve hizmet aşkıyla donanmış binlerce öğretmen yetiştirdi. Bugün bayrağımız semada gururla dalgalanıyorsa, bunda Hoca'nın payı bulunduğunu kimse inkâr edemez. Onun için hizmette sınır yoktu; 'Türkiye Aydınlar Ocağı'nın kurulmasında önemli katkıları oldu. Alev gibi makaleleriyle Ülkü Ocakları'nın gelişmesini ve kökleşmesini destekledi. Günümüzde yeğeni Servet Kabaklı'nın devam ettirdiği 'Türk Edebiyatı Vakfı'nı kurdu; 'Türk Edebiyatı' dergisini çıkardı.

 

Altmışlı yılların fırtınalı günlerinde her sabah 'Tercüman' gazetesini alır, Kabaklı Hoca'nın yazdığı sayfayı açar, 'Gün Işığında' başlığındaki yazısını zevkle okurduk. Genç olarak bizleri toprağımıza güvenle bastıran Kabaklı Hoca'nın sesi sanki Yenisey, Orhun Abideleri'nden, Hira Dağı'ndan geliyor, bize ecdatla omuz omuza direndiğimizi hissettiriyordu. Kabaklı Hoca'nın adı geçince dostum Erdinç Beylem sık sık şunu söyler: "O dertli yıllarda gökkubbe karabasan gibi Müslümanların üzerine çökerdi. Ahmet Kabaklı adeta 'Siz kim oluyorsunuz' diye haykıran makaleler yazar, o mendeburlara haddini bildirdiği gibi, biz Müslümanlara da cesaret, güç verirdi."

 

En büyük dileklerimizden biri yattığı yerin nur, mekânının cennet olması, gelecek nesillerin de ondan istifade etmesidir.

 

 

21 Şubat 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Romanın düşündürdükleri

 

Bizde amansız bir metafizik düşmanı zannedilen Nietzsche 'Tragedyanın Doğuşu' adlı eserinde şöyle der: "Sanat tabiatın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir; tabiatın kendisini aşmak üzere yanına dikilen fizik ötesi bir ekidir."

 

 

İdraki olanlar karanlık bir dünyada yaşadığımızın farkındadırlar; zihinlerinde devamlı sorular birbirini kovalar. Yaradılışımızın gayesi ve hikmeti nedir? Yaratılmış fert olarak Yaratıcı'ya nispetimiz ne kadardır? İnsan olmakla belli bir güce sahibiz; ama bunun evrende değeri nedir? Akıp giden zamanı niçin durduramıyoruz? Bizi de kurbanlık koyunlar gibi mezara sürüklüyor. Sahip bulunduğumuz gücümüzü nasıl kullanırsak, yaradılışımızın sırrına ve insanın mutluluğuna daha yarayışlı olur? İnsan olmak itibarıyla fiillerimizden ne kadar, ne derece sorumluyuz? Bir şeyi istemekte hür olduğumuzu sanıyoruz; aslında bizi ona zorlayan bir güç yok mu? Bu ve benzeri sorulara zihnimizde bir cevap bulduğumuz zaman huzura kavuştuğumuza inanırız. Dolayısıyla insanı anlamakta ilme olduğu kadar sanatçının sezgisine, ahlakçının iç müşahedesine, din adamının erdem anlayışına muhtaç bulunuyoruz. Bütün bunlar insanı anlamak için üzerinde çok cepheli araştırma yapmamız gerektiğini bize anlatıyor. Ama biz bunu alışılageldiği ilim ve sanat tarzında formüle ediyoruz. İlim teoriye dayanır, vasıtalı bir şekilde edindiğimiz bilgileri değerlendirir. Fakat unutmamak gerekir ki yanlışlamaya açıktır; ancak yanlışlanıncaya kadar hükmünü icra eder. Sanat ise ruh ve duygu dünyamızı işler; estetik yanı da bulunduğu için din ve ahlakı da kapsar.

 

Roman, insanı tanıtmaya en elverişli olan ve dolayısıyla en çok kullanılan sanat türüdür; çünkü diğer sanat formlarıyla mukayese edilemeyecek kadar imkânları geniştir. Ayrıca romanın tarihle, felsefeyle, sosyoloji, sosyal psikoloji, diğer bilim ve sanat dallarıyla çok yakından ilgisi bulunmaktadır. Bunlardan malzeme alır; onları hazmettiği ölçüde roman olabilir. Bir yönüyle hayata, diğer yönüyle hayale açıldığını da düşünürsek, kavuştuğu imkânları tasavvur edebiliriz. Edebiyatın öteki dallarıyla mukayese edince de romanın enginliğini hemen fark ederiz. Uzun olması, çeşitli konuların işlenmesindeki müsaitliği, olaylara göre kahraman üretmeye imkân vermesi, onu en etkin sanat türü haline getirmiştir. Şunu da belirtmemiz gerekir ki, ondan edindiğimiz insan hakkındaki bilgi, hiçbir zaman ilmi çalışmalardan elde ettiğimiz bilgiden daha az değildir. İlmin soyut kavramlarından çok, sanatçının ürünü olan romandaki tiplemelerden, yani müşahhas örneklerden insan hakkında çok şey öğreniriz.

 

Romancı, romanını tasarlarken kahramanlarını seçmekte hürdür. Tasarladığı romanı kaleme almaya başlayınca, hürriyeti kısıtlanır; bir yandan kahramanlarını eserinin konusuna uydurmaya çalışır, diğer yandan da kahramanlarının özgürlüklerini fazla sınırlandırmamaya dikkat eder. Romanlarda iki türlü tip bulunur: Birincisi sıradan tiplerdir. Bunların neleri, nasıl yapacaklarını tahmin etmek zor değildir; zira her köşe başında rastladığımız tekdüze insanları andırırlar. Bir de çok yönlü, ne zaman, ne yapacağı belli olmayanlar vardır; bunlar biz okuyucuları her zaman şaşırtabilirler. Bunlardan her türlü hareketin sadır olabileceğini düşündüğümüz için tavır ve davranışları romanı zedelemez. Fakat bu tipler romanın sürükleyici kahramanıdırlar.

 

Roman, olay veya olaylar yığınından oluşur; ama bunlarda merak unsuru yoksa, olay ve olaylar okuyucunun ilgisini çekmez; okuyucuyu romana bağlayan merak unsurudur. Roman toplumun ve romancının merceğine düşen kahramanların aynasıdır; romancı eserini işlerken, aynı zamanda toplumun hafızasını nakşeder. Balzac'ın Fransa'nın sosyal tarihini yazdığı boş yere söylenmemiştir.

 

İnsanlığın eline sunulan bu imkân XI. yüzyılda Japon Murasaki Shikibu'nun kaleme aldığı Genji hikâyesiyle başlasa da çokları tarafından 1605'te Cervantes'in yazdığı Don Kişot ilk roman kabul edilmektedir. Avrupalıların her şeyin ilkini kendilerine mal etmek işgüzarlığı burada da karşımıza çıkmaktadır. Ama Stendhal, Flaubert, Balzac gibi Avrupalıların roman sanatını geliştirdiğini inkâr edemeyiz. Bugünkü noktaya gelişinde Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Peyami Safa gibi büyük sanatkârların katkılarını da unutmamalıyız.

 

 

28 Şubat 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zoraki siyasetçi

 

Necmettin Erbakan daha lise öğrencisiyken aydınlarımız arasında milletimizin meseleleriyle ilgili anketler yapıyor, onları dergilerde yayımlıyordu.

 

 

Herhalde evlerinde milletçe ayağa kalkmamızın ancak ilim ve kültürle mümkün olabileceği konuşuluyordu ki Erbakan ve kardeşleri, derslerine çok önem veriyorlardı; aksi takdirde ailenin üç çocuğu, ün yapmış bilim insanları olamazlardı.

 

Erbakan, İstanbul Lisesi'ni çok üstün notlarla bitirdi. O dönemde öğretim üyelerinin çoğu Alman olan İstanbul Teknik Üniversitesi'ne girdi; beş yıllık fakülteden dört yılda mezun oldu. Almanya'nın Aechen Teknik Okulu'nda dikkat çekecek önemde doktora yaptı; döndü ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nde asistan oldu. Çocukluğundan beri hayatına hakim olan İslami çizgiyi öğretim üyesi olduğu zaman da sürdürdü. Ne gariptir ki o dönemde, hatta günümüzde bile İslami şuura sahip bir asistanın, doçentin bulunması kimilerini rahatsız ediyordu. Bir taraftan laiklik adına; 'Herkesin inancı kendine' demeyi, diğer taraftan da İslami şuur taşıyor diye önünü kesmeyi anlamak kabil değildir. Erbakan'ı bilim bakımından durdurmak imkânsızdı; profesör olurken sıkıntılar çektiği büyüklerimiz arasında konuşuluyordu. Meslektaşları onun bilim konusundaki üstünlüğünü övmekle bitiremezlerdi. Şu iki örnek, bu hususu çok net ispatlamaktadır; Münih Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine başlayınca, üniversitenin rektörü, Erbakan'ın derslerini takip etmesi için Tibungen'de okuyan oğlunu yatay geçişle Münih Üniversitesi'ne aldırdı. Yakın bir dostum, Erbakan'ın yanında asistan olarak doktora yaptı. Hoca ona şöyle demiş: "Malzemelerini eksiksiz topla; gerisi kolay." Arkadaşım malzemelerin tamam olduğunu söyleyince, "Onları alıp pazar sabahı bize gel o zaman." cevabını vermiş. Erken saatte başlayıp gece geç vakte kadar süren çalışmanın sonucunda ortaya mükemmel bir tez çıkmış.

 

Erbakan, ilmi elbette sükse olsun diye yapmıyordu. Milletimize faydalı olacağını düşünerek bu yolu seçmişti. Çocukluk yıllarımızda aydınlarımızın en büyük ideali motor imal etmekti. Lisede Nahit Cemal adında bir hocamız vardı; sık sık "Milletim motor yapmadan ölürsem gözlerim açık gider." derdi. Motor yapıp geri kalışımızın belini kırmak en büyük hayaliydi. Erbakan, motor fabrikası kurmak için yola çıktı. Ona inananlardan paralar topladı. Amca diyebileceğimiz kişiler Erbakan'ın bu girişimiyle yakından ilgileniyorlardı; dolayısıyla biz de haberdar oluyorduk. Başbakan Menderes'in de alâkadar olduğu bu teşebbüsle ilgili gerekli olan yüksek dereceli fırınlar Menderes'in talimatına rağmen gümrükten çıkamamış. Bunun üzerine Almanya'ya giden Erbakan, o fırınları üreten fabrikaları gezmiş, dönünce de tulumu giyip o fırınları üretmiş.

 

Fabrika üretime geçti; motopomplar yapmaya başladı. Ziraatımızda devrim gerçekleştirecek motor üretilmeye başlanmıştı. O dönemde döviz bulmak çok zordu. Ne hikmetse, dışarıdan motopomp getirmek isteyenlere döviz tahsis edildi. İthal ettikleri motopompları maliyetinden düşük fiyata satıyorlarmış. Milli bir sanayi kuruluşunun önü kesilmek istendiğinden çevremizde yakınılıyordu. Tabii devletin kademelerini ele geçirenlerle boğuşmak mümkün değildi. Erbakan, tırnaklarıyla kazıyıp gün ışığına çıkardığı fabrikayı devretmek zorunda kaldı.

 

Sanayileşmek, kalkınmak her şeyden evvel şuur meselesidir. "Beni engellediler, fakat ülkemizdeki sermayedarların önünü kesemezler." düşüncesiyle, onlarda sanayi şuuru uyandırmak için Milli Prodüktivite Merkezi'nde görev alıp bu zümre ile temas kurmaya çalıştı. Sonra Odalar Birliği'ne sekreter, ardından başkan seçildi. Fakat dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Erbakan'ı oradan polis gücüyle attırdı. Erbakan inançlı insandı; hayatı inancına lazımdı. Hizmet için bir yol kalmıştı, o da siyasetti. Solun karşısındaki kesimi bölüp istikrarsızlığa sebep olmamak için muhafazakâr kesimin partisi olan Adalet Partisi'ne girdi. Erbakan'ın yeteneklerinden endişe eden Demirel, onu veto etti. Hoca da parti kurmak zorunda kaldı. Milli Nizam Partisi'nden günümüze kadar kurduğu partileri herhalde yakın dönem siyasi tarihçilerimiz ezberden sayamazlar. Önünün niçin ve kimler tarafından kesildiğini bilmeyen yoktur. Fakat hiçbir zaman anayasal düzenin dışına çıkmadı, mücadelesini hep hukuki zeminde sürdürdü. Bugün öncelikle kendilerini Müslüman olarak niteleyenler "Bu devlet benim devletim" diyorlarsa, bunda Erbakan'ın payını kimse inkâr edemez. Biz de milletçe devletsiz yaşayamadığımıza göre sadece bu hizmeti, onu şükranla anmamıza yeter. Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun.

 

 

07 Mart 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bahaneler ve sebepler

 

"Hanım Sultanlar", "Osmanlı'da Abidevi Şahsiyetler" gibi tarihî eserlerinden tanıdığımız Can Alpgüvenç, "Sultan Abdülaziz Han ve Darbeci Paşalar" adında yeni bir kitap kaleme aldı.

 

 

Darbecilik, yeniçeriliğin bozulmasıyla gündemimize girdi. Bu tarihî ocak ortadan kaldırıldıktan kısa bir süre sonra Tanzimat ilan edildi. İş başına gelen paşaların gayretiyle istikrarlı yıllara kavuştuk. Hüseyin Avni Paşa'nın ihtirasıyla tekrar darbeler dönemi hortladı. Cumhuriyet'in kurulmasıyla kapanan bu kapı 27 Mayıs 1960'ta yeniden açıldı. Tabii bunda Alpgüvenç'in işlediği tarihî kesitin payı çok büyüktür; çünkü yakın yıllarda yaşadığımız darbelerin kökleri bu olaylara dayanıyor.

 

Güçlü milletler menfaatlerinin bulunduğu veya geleceklerinden endişe ettikleri milletlerde para ve mevki karşılığında muhipler edinirler; ihtiyaç duyduklarında bunları devreye sokarlar. Yüzyıllarca dünyada gıpta edilecek bir noktada bulunuyorduk; gün geldi takatten düştük. Kendi kaynaklarımızdan medeniyetimizi yenileyip ayağa kalkamadık. İlim ve kültür adamlarımız bekleneni veremeyince, meselelerimizin çözümü devlet adamlarımıza kaldı. Devlet adamları pratik zekâlı insanlardır; bir anlamda akılları gözlerindedir. Batı'nın eğitimini, kurumlarını alırsak, sorunlarımızın hallolacağına inandılar.

 

Batı ile aramızda din farkı olduğu için eğitimlerindeki metafizik unsuru alamadık. İnançtan arınmış eğitim ve öğretimle çocuklarımızı yetiştirmeye başladık. Bilgi ve inancın eğitim üzerindeki etkileri farklıdır. Bilgi bize beyin, güç kazandırır. Din ise vicdanımızı, şahsiyetimizi, sorumluluk duygularımızı oluşturur. Beyin bize kendimizi, vicdan bize başkalarını düşündürür. Ortaya şahsiyeti, sorumluluğu olmayan bir zümre çıktı; ama bu zümre menfaatini gayet iyi bilmektedir. İşte bunlar dış güçlerin arayıp da bulamadıkları tiplerdir.

 

Değerlerimizi hayatımıza katmaya çalışmamız, vicdanlı, sorumluluk sahibi olmaya gayret etmemiz, dış güçleri ürkütüyor; irticayı gündeme taşımaları için muhiplerini harekete geçiriyorlar. İrtica kavramı siyasi literatürümüze İkinci Meşrutiyet'le girdi; Abdülhamid Han taraftarlarını mürtecilikle suçluyorlardı. Cumhuriyet kuruldu; Batı'ya dönük okullarımızdan nüfusumuzun büyük bir kısmı gıdasını aldı; ne çare ki irtica gündemimizden düşmedi.

 

Yakın yıllardaki darbelerden ilki rahmetli Menderes'e karşı yapıldı. Söz konusu darbenin önemli bahanelerinden birisi elbette ki irtica idi. Bir başka bahane Demokrat Parti iktidarının 'Vatan Cephesi'ni kurması, milleti kamplara ayırması iddiasıydı. Vatan Cephesi'ni Menderes durup dururken kurmadı; başını İsmet Paşa'nın çektiği muhalefetteki partilerin oluşturdukları 'Güç Birliği'ne karşı bir tavırdı. Bir başka bahane 'Tahkikat Komisyonu'nun kurulmasıydı. Yürürlükteki anayasaya dayanarak oluşturulmuş bir kuruldu. Bugün de meclisler lüzum gördükleri takdirde araştırma komisyonları kurmaktadırlar. Bir başka bahane öldürmek kastıyla İsmet Paşa'nın Himmetdede'de, Topkapı'da yolunun kesilmesi idi. Bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel sekreteri Kasım Gülek Yassıada Mahkemesi'nde verdiği ifadede; "Paşa'nın yanındaydım, böyle bir şey söz konusu değildi." dedi.

 

Menderes, emperyalistlerin İslam ülkelerini sömürmelerinin acısını duyduğundan dayanışma içine girebilmek amacıyla Bağdat Paktı'nı kurdu. Bu pakta imza atan devlet adamlarının idam sehpasına götürüldüğünü düşünürsek, bunun gerçek bir sebep olduğunu idrak ederiz. Menderes Hükümeti, Fransa'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir'e yardım etti. O sırada Libya'nın başbakanı olan Mustafa Bin Alim hatıralarında mealen şöyle diyor: "Türkiye olmasaydı Cezayir bağımsızlığını rüyada dahi göremezdi. Son dönemde Menderes gibi bir devlet adamı İslam ülkelerine gelmemiştir. Akşam karanlığında silah dolu Türk takaları Libya sahillerine yanaşıyordu. Biz de o silahları develerle Cezayir'e naklediyorduk." Menderes'in bu tutumu emperyalistleri korkuttu.

 

Bu darbenin bir başka sebebi Menderes Hükümeti'nin Lozan'da tamamen verdiğimiz Kıbrıs'ı sahiplenmesidir. Böylece dış Türklerle ilgilenmeme tabusu yıkılıyordu. Akşamleyin İskenderun'dan kalkan silah yüklü takaların nereye gittiği Yassıada Mahkemesi'nde sorulduğunda Menderes şu cevabı verdi: "Devlet sırrıdır, söyleyemem." İdam ilmiği boğazına geçti. Darbelerle halka anlatılan sebepler bahanedir. Gerçek sebepleri emperyalistlerle içerideki yardakçıları bilirler. Tarihçiler de izlerini sürerler; Can Alpgüvenç de bunlardan birisidir.

 

 

14 Mart 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çanakkale'ye dair yeni bir kaynak

 

Ciddi bir bilim adamı olan Prof. Dr. Osman Koçkuzu, Müderris Abdullah Fevzi Efendi'nin hatıralarını derlemiş, toparlamış ve Latin harfleriyle yayınlamış.

 

 

Koçkuzu, bununla da yetinmemiş, hatıraları yorum ve değerlendirmelerle açıklamış. Yazılanların, bakkalda leblebiye sarılırken kurtarılan kâğıtlar olduğunu düşünürsek, yapılan işin önemini kavrarız. Kim bilir ne kadar hatırat böyle kaybolmuştur?

 

O dönemde, medresede ders verenler askerlikten muaftılar. Buna rağmen Abdullah Fevzi Efendi, gönüllü olarak orduya yazılmış, Çanakkale Savaşı'na iştirak etmiş, sonra da yine gönüllü olarak Irak Cephesi'ne gitmiştir.

 

Haydarpaşa Lisesi'nde öğrenciydik. Tarih öğretmenimiz bir konuyu izah ettikten sonra şöyle demişti: "Bu anlattıklarımız, bugünkü bilgilerimize ve resmî tarihe göredir." O zamanlar tarihin resmisi ya da gayri-resmisi hakkında bilgimiz yoktu. Resmî tarih adı altında anlatılanların gerçeklerden uzak, sanal bir dünya oluşturduklarını zamanla anladık.

 

Kitabı incelediğinizde görüyorsunuz ki Osman Koçkuzu, Abdullah Fevzi Efendi'nin hatıralarını aslına sadık kalarak yeniden yazmış. Müderrisimiz yeri gelmiş Arapça, yeri gelmiş o günün Türkçesiyle yazmış. Koçkuzu, Arapça bölümleri çevirmiş, Türkçe bölümleri sadeleştirmiş, bir dil ve anlatım bütünlüğü sağlamış. Giriş bölümünde ve devamında gerekli bilgileri okuyucuyla paylaşıp değerlendirmelerde bulunmuş.

 

Abdullah Fevzi Efendi'nin yazdıkları sadece Çanakkale ve Irak cepheleri hakkında değil. Aynı zamanda yakın tarihimizin karanlık bir dönemine ışık tutuyor. Koçkuzu da bunu vurgulamak ihtiyacını duyuyor: "... İdare değişmiş, herkes yeni idarenin borazanı olmuştur. Kanunlar da ona göre tanzim edilmiştir. Buradaki ifadelerin, elbette, tam tersi inançta olan insanlar, bugün olduğu gibi o gün de vardır. Onların da karşı fikirlerini yazmaları halinde ülke insanı ve tarihçiler, meseleyi daha iyi görüp anlayacaktır." Bu cümleden de anlaşılabileceği gibi Koçkuzu'nun amacı bize bir görüş dayatmak değil, ifade edilen ve karanlıkta kalmış bir görüşü gün ışığına çıkarmaktır. Tepetaklak edilmiş olayların doğru anlaşılmasını dert edindiğini, haksızlığa karşı susmamayı bir borç bildiğini şu cümlesinden de anlıyoruz: "Ama benim asıl korktuğum husus: Yüz seneye yakın zamandan bu yana Bozkır Olayları ya da geniş ve haksız adıyla 'Konya Olayları' diye anılan hadiselerin resmî ve düzmece anlatımlar dışında, araştırmaya bağlı olarak yeniden tanzim ve tespit edilmemiş olmasıdır."

 

Muhakkak ki sosyal konularda mükemmellik yoktur, tekamül vardır. Bir hususun mükemmel olarak kabul edilmesi gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Elbette, medreselerin de eksikleri vardı; hatta tamamen kaldırılmaları da gerekli olabilirdi. Fakat yeni yönetime yaranmak amacıyla medreseleri objektif olarak değerlendirmeyip, onları adeta vebalı gibi göstermeye gayret eden kalem erbabı toplumsal vicdanı yaralamıştır. İnsaf sahibi bir insan kendisine şu soruyu sormayı da unutmamalı: Bugünkü üniversitelerimizden kaç tane Ankara Yıldızı'nı bulan Fatin Hocalar, kaç tane Fuat Köprülü yetişmiştir?

 

Koçkuzu'nun Abdullah Fevzi Efendi'nin hatıralarına dayanarak hazırladığı birinci kitap ağırlıklı olarak Çanakkale Harbi'ne dair. Kendi ifadesinden de açık bir şekilde anladığımıza göre Abdullah Fevzi Efendi'nin tek amacı Allah'ın rızasını elde etmektir. Medreseden ayrılıp orduya katılmasını şöyle özetliyor: "Benim öyle bir hizmet şevki ve ağırlığı içinde olmam gerekir ki, bırakıp geldiğim işten başladığım yeni işim, Allah katında daha üstün olsun." Çok iyi niyetli bir mümin müderris olduğu her halinden belli olan Abdullah Fevzi, eserin çeşitli bölümlerinde ordumuzdaki eksikleri değerlendiriyor. Mektepli subayların alaylıları ciddiye almamalarından yakınıyor. Alaylı subayların ordudan tasfiye edilmesinin subay kıtlığına sebep olduğuna, düşük rütbeli subayların büyük birliklere kumanda etmek zorunda kalışlarına ve bu durumun verdiği zararlara değiniyor. Tespit ve tenkidi doğrudur; yalnız, alaylı-mektepli kargaşasının bize nelere mal olduğunu yakın geçmişteki olayları düşünerek değerlendirse idi sayın müderris daha sağlıklı hususları gündeme getirebilirdi. I. Balkan Savaşı'nda 720 bin kişilik ordumuzun, 540 bin kişilik Balkan orduları karşısında yenilip 24 günde Manastır'dan Çatalca'ya çekilmesi bize çok şey anlatır. İki yıl sonra Çanakkale'de, Kuttu'l-Ammare'de Galiçya'da elde ettiğimiz zaferleri nasıl izah edebiliriz? Müderris Abdullah Fevzi Efendi'yi rahmetle anıyor, Ali Osman Koçkuzu'yu tebrik ediyoruz.

 

21 Mart 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lider ve devlet adamı idi

 

İki yıl önce bugünlerde Hakk'ın rahmetine kavuşan Muhsin Yazıcıoğlu, lider ve devlet adamı vasıflarını haizdi.

 

 

Lider olan devlet adamı olmayabilir, aksi de mümkündür. Bu iki vasfa sahip olan çok az insan fani âlemimize gelmiştir. Liderliğin ilk özelliği yiğit olmaktır; herkesin diz bağlarının çözüldüğü yerde dik durması gerekir. Fırtınalı bir dönemde gençlerin önderliğini yaptı; hapishanede dünyanın en alçak zulümlerine maruz kaldı; sonra milletimizin netameli günlerinde siyaset sahnesinde bulundu. Ne gençlere önderlik yaptığı dönemde, ne Mamak'ta yapılan zalimliklere, ne de silahların gölgesine sığınıp milleti tehdit edenlere karşı korkaklığına işaret eden herhangi bir tavrına kimse şahit olmadı. "Halkıma namlularını çeviren tankları selamlamam", "Türkiye İran, Cezayir olmayacak, ama Suriye de olmayacak" diyebilen siyaset platformunda bir tek o çıktı. Seksen öncesindeki ihanetin kol gezdiği yıllarda "Başkanım" diyerek hiçbir dava arkadaşını tehlikeye sürmedi; eğer gerekiyorsa, onu bizzat göğüsledi. Liderliğin bir vasfı da gösteriş kabilinden güç gösterisinde bulunmamaktır. Onu gereksiz yere böyle bir tavır içinde hiç kimse görmedi.

 

O, büyüklerine karşı kesinlikle saygıda kusur etmezdi; büyüklerine hürmet ederken küçüklerinden sevgisini esirgemezdi. Kelimenin tam anlamıyla vefalıydı. Cezaevinden tahliye edildiğinde, ilk işi imkânı nispetinde mağdur dava arkadaşlarının hizmetlerine koşmak oldu. Bunun için bir vakıf kurdu; mesaisinin tamamını o vakfa harcamak niyetindeydi. Fakat "Başbuğum" dediği büyüğü, "Vakfı bırak, partiye gel" deyince hiç düşünmedi, isteğini emir telakki etti. Bu, sadakatinin ifadesiydi. Gün geldi Başbuğ'uyla ters düştü, partiden ayrılmak zorunda kaldı; ama hiçbir zaman ne gençlik yıllarını verdiği partinin, ne de 'Başbuğum' dediği genel başkanının aleyhinde tek kelime konuşmadı. Partide kalan eski dostlarını hep övgüyle andı. Liderde bulunması gereken vefa, onda fazlasıyla vardı. Potansiyeli olan partilerden çok sık teklifler geliyordu. İstifa edip onların saflarına geçseydi, bakan, bir süre sonra belki de başbakan olabilirdi; fakat o, kendisine güvenip yola çıkanları yalnız bırakmamak için teklifleri elinin tersiyle itti; bunları hiçbir yerde dile getirmemesi de onun faziletiydi.

 

Fazilet denince akla mutlaka Yazıcıoğlu gelmelidir. Avukatı ona "Bu celsede beraatını isteyeceğim." deyince cevabı şu olmuş: "Beni beraat ettirmezler; fakat bu mahkeme karakuşi kararların alındığı yerdir; ezkaza ettirebilirler de. Pek çok gencin ülkücülüğü benimsemesine vesile oldum. Onların bazıları bu zulüm kalesinde yatmaktadır. Beraat edip çıkarsam, onlar kendilerini yalnız hissederler; bir talepte bulunmayalım." Yedi yıl yatıp beraat ettikten sonra başkaları gibi devletinin aleyhine Avrupa'nın kapılarında hak aramadı. Hiçbir zaman kendisi için yaşamadı; milletinin, ümmetinin, yeryüzündeki bütün mazlumların dertlerine çare olabilecek ülküsü uğruna yaşadı. Ülküsü yüksek ahlaklı insan tipini gerekli görüyordu. İlkin kendisi yüksek ahlakı zırh gibi kuşanmalıydı; bunu tam anlamıyla gerçekleştirdi; gençliğin deli rüzgârlarına kapılmadı; inancı nasıl bir hayat öngörüyorsa öyle yaşadı.

 

Eski Yunan'da "Siyaset adamı gelecek seçimi, devlet adamı gelecek nesli düşünür" diye bir söz vardı. O hiçbir zaman gelecek seçimi düşünmedi; gelecek nesli düşündü. Uçuk vaatlerde bulunup oy peşinde koşmadı; eğiterek ve öğreterek sağlam karakterli, bilgili nesiller yetiştirmek onun biricik gayesi oldu. Hükümetler gelip geçerdi; nesiller, yeni nesillere örnek olur, milletin kaderi değişirdi. Siyaset adamları milletin arzularını kanalize ederek oy toplayıp iktidara gelmenin peşindedirler; devlet adamları ise fikir dünyalarını halka mal etmenin arzusunu taşırlar. Bu açıdan bakınca Yazıcıoğlu'nun eksiksiz bir devlet adamı olduğunu görürüz.

 

Refah ve Doğru Yol partilerinin sayıları hükümet kurmaya yetmiyordu. Bunlardan başka da Meclis'te milli hüviyete sahip koalisyon kuracak bir imkân görünmüyordu. Yazıcıoğlu istese başbakan yardımcısı olur, istediği bakanlıkları da arkadaşlarına alırdı; fakat o hiçbir şey istemeden bu koalisyonu dışarıdan destekledi. Çünkü onun nezdinde parti, amaç değil; vatana, millete hizmette araçtı. Siyaset adamı olsaydı, partisi onun için amaç olurdu.

 

Yiğitliği, vefası, sadakati onun liderliğini; partiyi amaç olarak görmemesi, vatana, millete hizmeti asıl kabul etmesi de onun devlet adamlığını ortaya koymaktadır. Özetle o hesap adamı değil, inanç ve dava adamıydı. Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun.

 

 

28 Mart 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çanakkale Savaşı gerekliydi

 

Kısa bir süre önce doksan altıncı yılını idrak ettiğimiz Çanakkale Zaferi için bazıları "Bu savaş gerekli miydi?" diye sorup ilave ediyorlar: "Alman ittirmesiyle Birinci Dünya Savaşı'na bulaştık. Hiç sebebi yokken İttihatçıların aptallığıyla o cehennemin içine düştük, bir daha da derlenip toparlanamadık."

 

 

Kimileri de "Bu kadar okumuş gencimiz orada öldü de ne oldu? Üç yıl sonra müttefikler İstanbul'a girdiler. Üç yıl kazanmak için bu kadar evladımıza kıymaya değer miydi?" serzenişinde bulunuyorlar.

 

Demir ve kömür ekonomideki stratejik değerini petrole bırakmıştı. O dönemde en çok petrol rezervinin Osmanlı topraklarında bulunduğu biliniyordu; Kerkük'te, Musul'da, Kuveyt'te. Bu savaş, petrollerimizin paylaşılması için çıkmıştı. II. Abdülhamid Han petrolden dolayı çıkacak dünya savaşını sezmişti. Savaşta okyanuslara hakim olan İngiltere'nin yer alacağı blokun galip geleceğini de tahmin etmişti. İngiltere'den gemi alıp onlardan daha güçlü donanma oluşturmamız mümkün değildi. Donanma kıyılarda iş yapar; iç kısımlar için kara ordusuna ihtiyaç duyulur. Bu gerçekten hareket eden Abdülhamid Han şöyle düşündü: "Güçlü bir kara ordusu hazırlayabilirsek, kopacak dünya savaşında İngiltere, Rusya'yı tercih etmeyip bizimle ittifak yapar. Kuvvetini pahalıya satmak istemesi, İngiliz İmparatorluğu'nun can damarı olan Hindistan yolunu tehdit eder duruma gelmesi, Rusya için handikap oluşturur." "Donanmayı İstinye'ye çekti"; "Zırhlılarımıza yosun bağlattı" yaygaralarına aldırmadı; kara ordumuzu modernize ederken İngiliz subaylarından yararlandı; aramızda doğacak uyum sorununu azaltmak istiyordu.

 

Abdülhamid Han'ın en büyük korkusu İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya'nın bir araya gelerek bizi haritadan silmeleriydi. Bunların arasına İstanbul-Bağdat, İstanbul-Medine demiryollarının imtiyazıyla bir bomba atmak istedi. İmtiyazı İngiltere'ye vermek arzusundaydı; fakat İngiltere istekli olmayınca Almanya ile anlaştı. Hiç değilse böylece dört büyük devletin bize karşı ittifak yapmaları riski azalıyordu.

 

Bölüşülmemizin planını çok gizli bir tarzda İngiltere, Fransa ve Rusya yapmıştı. Güya bundan haberimiz yokmuş gibi, Kırım'a dinlenmeye gelen Rus çarına, hükümetimiz 21 Mayıs 1914'te İçişleri Bakanı Talat Paşa'yı ittifak yapmak için gönderdi. Çar, "Rus milletinin İstanbul'a ihtiyacı var" diyerek reddetti. Ertesi gün Talat Paşa, hükümetin 'B' planını devreye sokup saldırmazlık paktı teklifinde bulundu, Çar buna da yanaşmadı. Talat Paşa eli boş dönünce, Fransa ve İngiltere'ye Cemal Paşa'yı gönderdiler. Onlar da "Rusya sizi yanımızda görmek istemiyor" bahanesiyle bizimle ittifak yapmadılar. Bu sırada Saraybosna'daki suikastla I. Dünya Savaşı başladı. Sivil ve askerî yetkililerimiz şöyle bir değerlendirmede bulundular: Savaşa girmezsek, İngiltere, Fransa ve Rusya, Almanya'yı bir yılda yenerler, üzerimize gelirler, yeryüzünde tozumuzu bırakmazlar. Almanya'nın yanında yer alırsak, yenilebiliriz; fakat savaşı iki veya üç yıl uzatır, savaş aleyhtarları çoğalır, muhalefetler hareketlenir, bir şeyler kurtarma imkânımız doğabilir. Savaşa girdik.

 

Lenin, Rusya'dan kaçmış İsviçre'de yaşıyordu; onunla anlaşma yapıldı; Alman marklarıyla Rusya'ya girmesi sağlandı. Rusya'daki Müslümanlar da Osmanlı'nın rahat nefes alması için Lenin'e destek verince, komünizm, Çarlığı sarsmaya başladı. İngiltere ve Fransa komünistlere karşı kalabalık ordusundan yararlanmayı düşündükleri Çar'ın yardımına koştular. Çanakkale geçilseydi komünizm devrimi olmazdı. Trabzon'a, Erzincan'a kadar gelmiş Rusları kim durduracaktı? Irak, Filistin cephelerinden de İngilizler, Fransızlar üzerimize geliyorlardı; Anadolu'da buluşmaları nasıl önlenecekti?

 

Şunu da gözden kaçırmamalıyız; üç yıl sonra İstanbul'a gelen müttefiklerle, o gün gelecekler aynı değillerdi. Müttefikler, Çanakkale'de 282 bin askerini kaybetmişlerdi. Şuaybe'de, Kutü'l Amare'de, Filistin'de, Galiçya'da, Batı cephesinde Almanlara karşı zayiatlarını da göz önünde bulundurursak, ne derece takatsiz düştüklerini idrak ederiz. Müttefikler güçsüz kaldıklarından, arzu ettiklerini elde etmek için Yunanistan'ı üzerimize saldırttılar. Milli Mücadele'de kiminle savaştığımızı düşünürsek, Kurtuluş Savaşı'mızın, I. Dünya Savaşı'yla başladığını idrak ederiz.

 

Evet, binlerce gencimiz hayatlarının baharında biçildiler, analar, babalar gözyaşı döktüler; milletçe bunun acısını hâlâ çekiyoruz; aydın çocuklarımızdan mahrum kalmamız acımızı daha da derinleştiriyor. Ama neylersin ki ölmesini bilmeyen milletlerin vatanı yoktur.

 

 

04 Nisan 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Erol Güngör'ün yetiştiği çevre

 

Yıllarca önce genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuşan Erol Güngör'ü yeterince tanımıyoruz; dolayısıyla yetişen nesillerin ondan ne alacağını bilmediğimiz için tanıtılmasına da önem vermiyoruz.

 

Hâlbuki o toprağımızda son dönemlerde ender yetişen idraklerden biriydi; hem ilim, hem de fikir adamıydı. Kitapları sadece araştırmaya dayalı bilgi vermekle kalmıyor; analizleri, yorumları da içeriyor. Kavuştuğu istikrar döneminde ülkemiz bizlere gurur verecek ölçüde kalkınıyor; ümit edelim ki hangi parti iş başına gelirse gelsin kalkınmayı popülizme kurban etmesin. Fakat unutmamamız gereken bir husus var; evet, zenginlik bir nimettir; ama o zenginliği hazmedecek kadar kültüre sahip değilsek, o nimet ateşe dönüşür, bizi yakar. Mevcut durumumuz yorumlanmalı, geleceğimiz için nasıl kültür politikaları oluşturmamız gerektiği ortaya konmalıdır. Bunun yapılması zannedildiği gibi kolay bir iş değildir; bulunduğumuz noktada yol gösterici olabilmek için sosyal bilimcilerimiz, Erol Güngör gibi, ilmi rehber edindikleri kadar mütefekkir de olmalıdırlar.

 

Elbette Erol Güngör'ler yetiştirmek sanıldığından da güçtür. Her şeyden önce çevre gerekir. İnsanoğlu yaşadığı ortamla diyalog kurar. Sabahları bir eğlence pavyonunun önünden geçenle, bir türbenin, bir üniversitenin önünden geçen bir değildir. Hele bu olay insanın şahsiyetini bulduğu dönemlerde gerçekleşirse, daha bir ciddiyet kazanır. Erol Güngör, Kırşehir'de dünyaya gelmiş; ilk ve orta öğrenimini burada yapmıştır. Kırşehir, Orta Anadolu'da hak ettiği kadar büyüyememiş bir ilimizdir; fakat bu Selçuklu şehrimiz derin bir kültür mirasına sahiptir. Âşık Paşa'nın, Ahi Evren'in, Gülşehri'nin burada yaşadığını düşünürsek, bu tarihî şehrimize nasıl bir atmosferin hâkim olduğunu tahayyül edebiliriz.

 

İnsanın içinde bulunduğu ortamı değerlendirmesinde ailesi önemlidir. Evde sözü edilmiyorsa, şehrin mezarlıklarının birinde yatan uludan çocuğun ne haberi olabilir? Bu bakımdan Erol Güngör şanslıdır. Büyükbabası Hafız Osman Efendi, Ahi Evren Camii'nin imamıydı. Çocukluğundan beri tecessüs sahibi olduğu anlaşılan küçük Erol'un Ahi Evren'e dair büyükbabasına çok şeyler sorduğu muhakkaktır. Dedesi de aşırı düşkün olduğu torununu misafirlerine, dostlarına "Benim oğlum profesör olacak" diye tanıtır, onu adeta motive edermiş.

 

Erol Güngör lisede okuduğu yıllarda engin bir kültür adamı olan Lütfi İkiz'in Kırşehir'de kütüphane müdürü sıfatıyla görev yapması da onun için ayrı bir şans olmuştur. Lütfi İkiz'den eski yazıyı, Arapçayı öğreniyor, okulda da Fransızcayı ders olarak okuyordu. Onun anlayışında bir insan lisede yabancı dili sınıf geçmek için değil, öğrenmek için okur. Eski yazıyı öğrenmekle zaman boyutunda ilerleyen Erol Güngör, Arapça ve Fransızca ile de farklı bilim ve kültür dünyalarından haberdar olur.

 

İstanbul'a gelip Hukuk Fakültesi'nde öğrenime başlayınca Marmara Kahvesi'nin müdavimlerini tanımak imkânını bulur; Mükrimin Halil Yinanç, Saip Atademir, Nuri Karahöyüklü, Ziya Nur Aksun ve daha pek çok bilge ile yakınlık kurar. Bir gün büyükbabasına eski yazıyla mektup yazarken masasına Fethi Gemuhluoğlu gelir. Bir üniversite öğrencisinin eski harflerle inci gibi mektup yazdığını gören Gemuhluoğlu hemen onu Edebiyat Fakültesi'nde sosyal psikoloji kürsüsü profesörü Mümtaz Turhan'a götürür. Mümtaz Hoca'nın Edebiyat Fakültesi'nde tahsilini sürdürmesinin yerinde olacağını söylemesi üzerine branş değiştirir. Tabii o sırada ülkemiz bugünle mukayese edilemeyecek kadar fakirdir; ancak bahçıvanlık kadrosunda istihdam edilerek üniversitenin bünyesinde yer alır.

 

Eski yazıyı okuması, yazması, iyi bir Fransızcaya sahip olmasına karşılık aynı kürsüde bulunan Doğan Cüceloğlu İngilizce bilmesiyle ona karşı durumu dengeleyeceğini zanneder. Fakat Erol Güngör'ün kısa zamanda sosyal psikoloji kitabını Türkçeye tercüme edecek kadar İngilizce öğrenmesi Cüceloğlu'nu şaşırtır. Bugün sessizliğe gömülmüş Asya, geçmişte uçsuz bucaksız bir ummandı; çağımızda canlılık Avrupa'dadır; Batı'nın köklerinin tamamı değilse de büyük bir kısmı Asya'ya dayanır. Gazali olmasa, Descartes, Muhyiddin-i Arabi olmasa Pascal, Malebranche olmazdı. İyi bir sosyal bilimci olmak, bu iki dünyaya açılmak, tarihte derinleşmekle mümkündür. Bunun için de önyargıdan arınmış idrak gerekir. Günümüzde pek çok bilim adamımızda göremediğimiz bir özellik Erol Güngör'de vardı. Onun için rahmete kavuşmasından beri yıllar geçmesine rağmen yokluğunu hissediyoruz.

 

 

11 Nisan 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Erol Güngör'ün bilim ve fikir yönü

 

Erol Güngör'ün 'Kelami Sahada Estetik Yapı Organizasyonu' adındaki doktora tezini okuyanlar, büyük bir bilim insanının doğuşunu müjdeleyen şafak vaktini sezebilirler.

 

 

Roman, hikâye, deneme, fıkra yazanların kalıcı ürünler vermek istiyorlarsa, bu tezi okumaları şarttır. Hacmi küçük, fakat muhtevası büyük olan kitapçığında ele aldığı konuya şu soruya cevap aramakla başlamaktadır: "Bir resimde güzelliğin renkler veya şekiller arasındaki, bir heykelde nispetler arasındaki, bir musiki eserinde sesler veya melodiler arasındaki muayyen münasebetlerden doğduğu hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmakta ve estetik organizasyon muayyen prensiplere istinat ettirilmektedir. Acaba kelami yapılarda -manalı sözlerden terettüp eden eserlerde- bu organizasyon hangi prensiplere dayanmaktadır?"

 

Rahmetli, değişik gazete ve dergilerde makaleler yazardı; bazen hikâye, roman tahlil ve tenkitleri yapardı. Ne güzel şeyler yazıyor, gerçek bir sanat eserinin sahip olması gereken özellikleri nasıl da gün ışığına çıkarıyor diye zevkle okurduk. Ötüken Yayınevi'nin kitap olarak yayınladığı doktora tezinden haberimiz olmadığı için bu güzelliklerin nereden geldiğini bilmiyorduk. Meğer sanatın özünü kavramış; eline aldığı ürünü ölçülerine vurup bize sunuyormuş. Yazılarında, aynı zamanda bir makalenin nasıl yazılacağını da gösteriyordu. Güngör'ün de belirttiği üzere anlatıya dayalı eserlerde olay ek unsurdur; tasvir ve tahliller önemlidir; ortaya çıkarılan karakterler eserin taşıyıcısıdırlar; merak unsuru okuyucuyu sürükler; fakat bir eserde aranacak en önemli unsur muvazenedir, ölçüdür.

 

'Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar' adındaki kitabını profesörlük tezi olarak kaleme almıştır. Bunda 'Ahlak Psikolojisi, Ahlaki Değerler ve Ahlaki Gelişmeler' üzerinde durmuştur. Ahlak denince akla iyi olmak, çevredekilerin iyi bulduğu şekilde hareket etmek gelir. Eserine felsefenin temel meselelerinden biri olan 'İyi nedir?' sorusunu ele alarak başlamış. Bu konuda görüş ileriye süren filozofları elinin tersiyle itip şöyle demiş: "İyi, tarife gelen bir şey değildir; yani kendinden başka bir şeyle tarif edilemeyip sadece sezgi ile kavranabilir."

 

Bilim insanı olan Erol Güngör'ün branşı sosyal psikolojidir. Bu konuda dışarıdaki literatürü ne denli takip ettiğini eserlerindeki kaynaklardan anlıyoruz. Söz konusu bilim dalının alanında yer alan 'Nazariye ve Problemler'i ihtiva eden David Krech'in 'Sosyal Psikoloji' kitabını da dilimize kazandırmıştır. Ülkemizin sorunları onu meşgul etmeseydi, branşında dünyada mutlaka başvurulması gereken bir isim olurdu. 'Dünden Bugünden; Tarih, Kültür, Milliyetçilik', 'Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik', 'Türk Kültürü ve Milliyetçilik' gibi makalelerinden oluşan fikri eserlerine dikkat edince, insanda makalelerin ileride kitap olacağını düşünerek kaleme aldığı izlenimini uyandırmaktadır. Çünkü konularda bütünlük var; eserlerde tekrara rastlanmadığı gibi, makalelerin birbirine lehimlendiği de hissedilmiyor. Bu eserleriyle Ziya Gökalp'ten başlayan milliyetçiliğin klasik çizgisini sürdürmektedir.

 

"İslam'ın Bugünkü Meseleleri", "İslam Tasavvufunun Meseleleri", "Tarihte Türkler" ise onun araştırmaya, aynı zamanda da yoruma dayalı eserleridir. Adı "İslam'ın Bugünkü Meseleleri" değil de "Müslümanların Bugünkü Meseleleri" olsaydı muhtevasını daha iyi izah etmiş olacağını önsözündeki şu cümlelerden de anlıyoruz: "İncelediğimiz meseleler arasında siyasi konular yoktur. Biz siyasete meslek olarak yabancı bulunduğumuz gibi, İslam davasının öncelikle siyasi bir dava olduğuna da inanmıyoruz. Müslümanlar yeni bir medeniyet kurarak varlıklarını korumak ve yüceltmek mecburiyetinde bulunuyorlar. Bu ise her şeyden önce fikir ve sanat alanında yoğun gayretler sarf etmekle mümkün olur." Erol Güngör'ün fikir yanından söz edince tercümelerini görmezden gelmek mümkün değildir. Avrupa medeniyetini inşa eden Paul Hazard'ın 'Batı Düşüncesinde Büyük Değişme', Robert B. Downs'un 'Dünyayı Değiştiren Kitaplar', John U. Nef'in 'Sanayileşmenin Kültür Temelleri', Kenneth Boulding'in 'Yirminci Asrın Manası' gibi kitaplarını dilimize kazandırmıştır. Bunları okuyan, tercüme kokusu almaz. Rahmetli aynı zamanda bir tercüme üstadıdır.

 

Yahya Kemal'in "İsmail Safa'nın en güzel eseri Peyami'dir" esprisini hatırlayanlar, bunu Mümtaz Turhan'a uygulayarak şunu söyleyebilirler: Mümtaz Hoca'nın 'Garplılaşmanın Neresindeyiz', 'Kültür Değişmeleri' gibi ciddi eserleri var, ama herhalde onun en önemli eseri Erol Güngör'dür.

 

18 Nisan 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hikmetler yumağı

 

Dostum Yaşar Değirmenci, zamanın eskitemediği, insanlara yol gösteren hikâye, anekdot, hatıra, nükte, güzel sözleri bir araya getirerek gün ışığına bir kitap çıkarmış.

 

 

Eğitimci olduğu için bir insan yorulmadan nasıl öğrenebilir düşüncesiyle bu hikmetler yumağını hazırlamış. Sadece kitabın arka kapağındaki yazısının başladığı şu cümleleri göz önünde bulundurursak, çalışmanın büyük bir emek ürünü olduğunu teslim ederiz: "Sevgisiz zekânın bizi küstah yaptığı, sevgisiz adaletin bizi zalim yaptığı, sevgisiz diplomasinin bizi ikiyüzlü yaptığı, sevgisiz başarının bizi kibirli yaptığı, sevgisiz zenginliğin bizi hasis yaptığı, sevgisiz gücün bizi zorba yaptığı, sevgisiz inancın bizi bağnaz yaptığı bir dünyada yaşıyoruz."

 

"Fırtına Çıktığında Uyuyabilmek" adını verdiği kitabı okurken dudaklarımızdan gülümseme eksik olmuyor; sık sık da bizlere "Ne güzel söylemiş" veya "Olmaz böyle şey" dedirtiyor. Olayları, anekdotları, veciz sözleri öyle başarılı derlemiş ki, insan kültürler, yüzyıllar arasında dolaştığını bir an bile unutmuyor.

 

Kitabında bir dünya aradığını vurguluyor, bu biraz da Peyami Safa'nın 'Simerenya'sını andırıyor; ama azıcık derin düşünürsek, arzuladığı dünyanın hayal âleminde kalmasına sebep bulamayız. Yüreğimizi dinler, ihtiraslarımızı vicdanımızla sigaya çeker, acizin, çaresizin yerine kendimizi koyabilirsek, onun arzu ettiklerini bu yalan dünyada gerçekleştirmememiz için bir sebep kalmaz: "Komşuların, dostlukların, arkadaşlıkların, akrabalıkların, vefakârlıkların hayatımıza yansıdığı bir dünya... Nefsiyle, inadıyla, öfkesiyle değil, aklıyla, idealiyle, yüreği ile düşünenlerin dünyası."

 

Ne Doğu'ya ne de Batı'ya gözünü kapamış. Eserine Hölderlin'in "Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz." sözüyle başlamış; bir Çinli filozofun anekdotuyla bitirmiş. Lili adında Çinli bir gelin aynı evde yaşadığı kaynanasıyla geçinemez; onu zehirlemek için bir bilgeye başvurur. Bilge, ona hazırladığı zehri verir ve sıkı sıkıya tembih eder: "Bu zehirden her gün azar azar yemeğine atacaksın; fakat kimsenin bir şey fark etmemesi için hem kaynana çok iyi davranacak hem de yemeklerini lezzetli pişireceksin." Söyleneni yapan Lili'ye kaynanası çok iyi davranmaya başlar, Lili de onu sever. Yaptığından pişman olduğundan, panzehir almak için gittiği bilge ona şunu söyler: "Sana verdiklerim vitamindi. Gerçek zehir beyinlerinizdeydi. Sen ona iyi davrandıkça, o sana karşılığını verdi ve nefret yerini sevgiye bıraktı."

 

Kitapta Gandi'nin şu sözüne de yer vermiş: "Yasalara dayanan adli yargılamadan daha büyük bir yargılama vardır ki, bu da her kişinin kendi vicdanıdır." Vicdan, kanunları yaparken ve uygularken vazgeçilmez bir unsurdur. Sofokles 'Antigone' piyesinde kanunların milletin vicdanını aksettirmesi gerektiğini haykırır, aksi takdirde onun zulüm vasıtası olacağını belirtir. Bilhassa uygulayanlarda vicdanın teşekkül etmesi şarttır. Yine eski Yunan'da bir söz var: "En beğendiğin sözü söyle seni idama mahkûm edeyim." Tatbik edenlerde vicdan teşekkül etmemişse, o ülkede kanunlar adaletin anahtarı olmaktan çıkar, ihtirasların, ideolojilerin maymuncuğu haline gelir.

 

Kitaptaki bazı olaylar beni yıllar öncesine götürdü. Lisenin son sınıfında seksenden fazla öğrenciydik. Her yerde okul olmadığı için aileler çocuklarını okula geç yaşlarda gönderirlerdi. Arkadaşlarımızın pek çoğu yirmili yaşlarındaydı. Bir hocamız günün birinde "Gusül abdestini bilenler el kaldırsın" dedi. Üç el kalktığını hatırlıyorum. Değirmenci'nin anlattığı şu olay da pek farklı değil: "... Kenan Evren devlet başkanıdır ve Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Evren, eşi vefat ettiği için kızı ve damadıyla yaşamaktadır. Bir akşam yemeğinde damadına 'Oğlum Kurban Bayramı yaklaşıyor, yakınlarda bir imam bul, kendisine vekâlet ver, kurbanımızı kesiversin.' diye tembih eder. Evren, ertesi akşam damadına sorar: 'Kurban işini hallettin mi?' Cevap Evren'i şoke edecek mahiyettedir: 'Hayır baba, bugün cumartesi, noterler kapalı, onun için imama vekâlet veremedim."

 

Bu cehaletin önüne geçmek amacıyla din dersleri mecburi yapılır. Sözü edilen konuda Paşa'nın damadı yalnız değildir; "Hac mevsimi yine Kurban Bayramı'na denk geldi" diyen mi, "Teravih nedir?" diye soran mı toplumumuzda eksik? Aydınlarımızın zihinlerindeki soruları burçlarla, fallarla halletmeye çalıştıklarını gazetelerde görüyorum. İnsanoğlu ya dine, ya hurafeye inanacaktır. Unutmayalım ki, hurafenin yegâne panzehiri dindir.

 

25 Nisan 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şiirde duygu ve fikir

 

Hiç kimse şiirin ne olduğunu tekeline alamayacağı gibi, şiirini beğenmediğine "Sen şair değilsin" diyerek, onu şairler zümresinin dışına çıkaramaz.

 

 

Ahmet Haşim'in, Asaf Halet'in şiirleri yayınlandıkları dönemlerde yadırganmış, pek çok sanatsevere de "Bunlar şair mi?" dedirtmiştir. Fakat zaman geçtikçe, onların şiirleri sevildi, hatta örnek olarak gösterildi. Her dâhi beraberinde üslubunu getirir; bu üslup yenilik içeriyorsa, alışkanlıklara çarpar, bazılarını rahatsız eder. Ama onun sanat eserinde tat, derinlik varsa, erbabı bunların farkına varır. Mesela Asaf Halet'in "Siddharta" şiirindeki "Om mani padme hum" mısraı hafife alınmasına sebep olacağı umulurken, tam aksine şiire bir ahenk, bir musiki kattığı sezilmiştir. "Koskoca bir ağaç görüyorum/ Ufacık bir tohumda/ O ne ağaç ne tohum/ Om mani padme hum".

 

Bir kişi kalemi alıp şiir yazdığını iddia ediyorsa, o kendince şairdir. Yazdığını okuyan şairdir diyorsa onun için de şairdir. Bir başkasının onu şair sayması sadece kendisine ait sübjektif bir değerlendirmedir. Aslında sanat bizatihi sübjektif bir vakıadır; fakat onun bu durumu bazı özelliklerinin olduğunu inkâr etmeyi gerektirmez. Hiç şüphesiz şiir kişisel bir eserdir; çünkü hammaddesi duygudur. Fakat bu duygu sübjektifliğin sınırlarını aşıp estetik bir anlayışla objektif bir kimlik kazanamazsa, o eser başkalarına hitap etmek yeteneğinden mahrum kalır. Bunun için bir sanatkârın, ferdi hasletlerini bir kültürün ve aynı zamanda evrenselliğin değerleriyle mezcetmesi gerekir.

 

Şair başkaları tarafından yaşanmamış, sadece kendisine has duyguları ifade etmeye çalışırsa, anadan doğma bir âmâya kırmızıyı anlatmak gibi bir duruma düşer. Ancak iç bükey bir sanat ürünü ortaya çıkarır; kendisi heyecanlanır; fakat okuyan hiç umursamaz. Sanatkârın malzemesi kolektif duygular olmalıdır; elbette kendi duygularını da eserine yansıtmalıdır; ama şahsına ait duygular şiiri kendisinin yapacak oranda olmalıdır. İşte bu noktada sanat eserinde ölçü karşımıza çıkmaktadır. Öyle an gelir ki şair yaşanabilecek duygular da keşfedebilir; yalnız bu duygular o tarzda işlenmeli ki okuyan kendisinde de mevcut olduğunu zannetsin. Aslında insanların mayasında ortak payda pek fazladır. Mesela Yahya Kemal'in "Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin/ Bir çare yok mudur buna ya Rabbülalemin" beyitindeki duyguların varlığını sıradan insanlar farkına varmaz; ama okuyunca "şair beni anlatmış" der.

 

Sanat milli bünyede üretilir; evrensel bir boyut kazanırsa, insanlığa hitap eder. Bir sanat ürününün evrensel olması için milli özelliğinden arınması gerekmez; zaten evrenselliğin kökü milliliktedir; milli ortamlarda bizatihi insana hitap eden unsurlar toplanarak evrenselliği oluştururlar. Yalnız milliliğin damgasını taşıyan sert çizgiler evrenselliğe açılabilmesi için yumuşamalı, ama özünü yitirmemelidirler. Milliliğini yitirmeden evrensel olabilmek romanda, hikâyede, sanatın pek çok dalında bir nebze kolaydır, şiirde zordur. Roman ve hikâye, şiire oranla daha fazla olaya, düşünceye dayanır; şiirin oluşmasında ise birinci faktör hissetmektir. Bir milletin bünyesinde şahsiyetini bulan sanatkâr, diğer milletlerin tarihi gelişmesini, onlarda olup bitenleri, nasıl düşündüklerini analiz edebilir, anlayabilir. Fakat o sanatkârın diğer millet gibi hissetmesi hemen hemen mümkün değildir; hissederse kendisi ortada kalmayabilir. Özü duyguya dayandığı için şiirin en milli sanat olduğunda şüphe yoktur. Milletlerinin Yunus, Fuzuli, Hafız, Shakespeare, Goethe gibi dâhileri yabancılara oranla daha iyi anladıklarını düşünürsek, şiirin mahiyetini ciddi bir şekilde kavrayabiliriz.

 

Hemen belirtmek gerekir ki, hiçbir emek, sadece duyguyla dokunan sanat eserini sabun köpüğü olmaktan kurtaramaz. Fikir, şiirin kemiğini oluşturur. Duygusuz fikirlerle gün ışığına çıkarılanlar da estetikten yoksun kalır. Her sanat eseri gibi şiirin de en belirgin özelliği duygu ve fikrin dengeli bir şekilde karılmasıdır.

 

Ama kesinlikle şiir öğretici bir mahiyet taşımamalıdır; didaktik olması bir yana, hatta Haşim gibi sembolistler şiirde anlam aramanın bile yanlış olduğu kanaatindedirler. Onlara göre şiir, ses ve musikidir; istenen bunlarla anlatılmalı, çağrışımlara sebep olmalıdır. Değişik kimseler bir şiirden farklı anlamlar çıkarabilirler; kanaatlerince bu şiirin eksikliğinden ileri gelmez; doğasının ürünüdür. Şiir nasıl telakki edilirse edilsin, diğer sanat türleri gibi o da tebliğ yapmamalı, telkinde bulunmalıdır.

 

 

02 Mayıs 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Romanda üslup

 

Aynı anlamı ifade eden cümle farklı şekilde söylenebilir veya yazılabilir.

 

Söz konusu maksat bir olmakla beraber farklı anlatmanın etkileri değişik olur; çünkü cümle kuruluşları, kelime seçimleri, vurgulamalar birbirinin aynısı değildir. Muhatabındaki algı öznenin karakterini de yansıttığı için "Üslup aynıyle insandır" denmiştir. Bir konuyu ilmi bir idrakle ele almak, aynı hususu romancı olarak işlemek birbirinden farklı dili kullanmayı gerektirir; zira ilim adamının niyeti başka, romancınınki başkadır. İlim adamı bir konuyu gün ışığına çıkarmak, muhatabını ikna etmek ister; romancı ise okuyucusuna ufuk açmanın, konuya farklı şekilde bakma yeteneği kazandırmanın peşindedir. Bu konuda Don Kişot çarpıcı bir örnektir; yaşadığı döneme intibak edemeyen Don Kişot, bir akıl doktorunun nezdinde hastadır; durumunu tıp ilmine uygun bir tarzda açıklar. Cervantes ise onu bir roman kahramanı olarak ele almış, dikkat çekici yönlerini öne çıkaracak maceralarını anlatmıştır. Vakıa Cervantes'in naklettiği olaylar Don Kişot'un akli dengesinin yerinde olmadığını bize göstermekle beraber, bu iki anlatım arasındaki fark, aynı insanı iki ayrı tip olarak algılamamıza sebep olmaktadır.

 

Romancılar da konuları farklı şekilde ele alırlar. Bazısı olaylarla, kahramanlarının ruh hali ve karakterleriyle bir tezi işlerken, bazısı da olayları anlatarak okuyucuya farklı bir atmosfer solutmanın peşinde görünürler. Bu ikinci tip romancıların sanat anlayışları portakalı andırır. Hiç kimse vitamin almak için portakal yemez; ama portakal yerken vitamin alır. Herhangi bir gaye gütmeyen, sadece okuyucularını eğlendirmek isteyen Mişel Zevako gibi romancılar da vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, seviyeli bir romancı ele aldığı konuya göre üslup kullanır. Mesela Don Kişot'u yaşatan, bizlere sevimli yapan Cervantes'in kullandığı üsluptur. Cervantes'in kahramanına uygun o güzelim üslubu olmasaydı, sıradan bir akıl hastası olan Don Kişot kimseyi ilgilendirmezdi.

 

Aynı anlama gelen kelimelerin uzunluğu, kısalığı, musikisi etkisini değiştireceği için dikkatli bir sanatkâr bunların üzerinde durur. "O Belde" şiirindeki kelimelerin yerlerine eşanlamlılarını koyup okusak, bir komediyle karşılaşırız. Ayrıca söyleyene göre aynı cümle farklı anlamlar kazanabilir. Bir romancının, bir hanımefendiye "Vay alçak!" dedirtmesiyle, babacan bir adama aynı şeyi söyletmesi okuyucuda aynı etkiyi yapmaz. Hanımefendi "Vay alçak!" derken karşısındakinin seviyesine işaret eder; babacan ise çoklarının düşünmediği hususları hesaba katmış, bir hinoğlu hinle karşı karşıya bulunduğunu da anlatmış olabilir.

 

Üslupta yazan veya konuşanın içinde bulunduğu ortam da etkili olur. Bir başka söyleyişle kahramanın pozisyonu üslubuna yansır. Bir savaşı yöneten kumandanın karargâha çektiği telgrafta kullandığı üslupla, o savaşın atmosferini okuyucularına teneffüs ettirmek isteyen romancının üslubunun bir olmayacağı açıktır. Aynı savaşı anlatmak isteyen romancıların da üslubu başka başkadır; burada yazarların yetişmeleri, edindikleri edebi tecrübe, yetenek ve mizaçları devreye girer.

 

Üslup konusunda Tolstoy şöyle bir olay nakleder: "Turgenyev'e ölümünden uzun bir zaman önce sordum: 'İvan Sergeyeviç niye artık yazmıyorsun?' Bana şu cevabı verdi: 'Yazmam için biraz âşık olmam gerekir. Şimdi yaşlandım ve artık âşık olamam, işte bunun için de yazmayı bıraktım.'" İyi bir üslup analizcisi, aşkın Turgenyev'in üslubunda oynadığı rolü herhalde teşhis eder. Kanaatimce aşk, coşkunluk demektir; edebi eser de sadece beyinle değil, aynı zamanda yürekle yazılır. O coşkunluğu duymuyorsa, kaleme alacağı eser "Babalar ve Oğullar"ı gölgeler diye düşünmüş olabilir.

 

Tolstoy, üsluptan ne anladığını şu cümle ile izah ediyor: "Bir kimse kalemi mürekkep hokkasına batırdığı zaman kendi vücudundan bir parça hokkada bırakmadıkça yazmamalıdır." Arnold Bennette'nin "Yazar, yaşadığı dakikadan başka şey görmeyen, mazi hakkında hiçbir şey hatırlamayan bir bebek veya çılgın gibi görmeli." cümlesinden romancının nötrleşmesi, olayı aynen nakletmesi gerektiğini anlıyoruz.

 

Üslup, olay hakkında kullanılan yöntem, cümlelerin kuruluşu, seçilen kelimelerdir. Olay, "Ardında ne olacak?" sorusuna cevap aradığımız süreçtir. Plan, olayın nasıl anlatılacağına dair yapılan tasarıdır. Tez, yazarın bu olayı niçin kaleme aldığının tespitidir. Bütün bunlar eserin etini, kemiğini, ruhunu oluşturur.

 

 

09 Mayıs 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ya bir ya da yok olacaksınız

 

Özel bir organizasyon için İstanbul'a gelen Müslüman basketbolcu Kerim Abdülcabbar, Osmanlı hakkında şu değerlendirmede bulunmuş: "Dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar devlet hizmetine girerdi; kriter başarılı olmalarıydı."

 

Abdülcabbar, ABD'de ırkçılık probleminin olduğunu, Osmanlı Devleti'nde böyle bir problemin bulunmadığını belirtmiş. Ünlü basketbolcunun sözleri Prof. Neumark'ın hatıralarında geçen bazı olayları hatırıma getirdi. Almanya'da Yahudileri giyim kuşamlarından, tavır ve davranışlarından hatta şivelerinden teşhis etmek mümkün değildir. Fakat Almanlar, soyadlarından kimin Yahudi asıllı olduğunu bilirler. Devlet felsefeleri ırkçılık üzerine bina edildiğinden soyadı değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle komik hatta müstehcen soyadlarına çok sık rastlanır.

 

Neumark Almanya'da doğmuş, büyümüş; Alman okullarında okumuştu. Belki Yahudi dilini bile bilmiyordu. Sinagoga gidip gitmediğini yazmıyor; gitmiyorsa büyük ihtimalle Yahudi asıllı olması da kendi hatırına bile gelmiyor, davranışlarını pek etkilemiyordu. Nazi fikriyatı devlet sistemine hakim olunca kendisine, "Sen Yahudisin, tehlikelisin!" denmiş, devlet hizmetinde bulunmasına son verilmiş.

 

Almanya'dan dışlanan bu bilim adamlarının fizikçi, kimyacı, matematikçi olanlarını ABD aldı. Einstein, Eisenberg gibileri de bunların arasındaydı. Böyle bilim insanlarından mahrum olmayı göze almak cinnet değil de nedir? Almanya'dan kaçan tıpçı, hukukçu, iktisatçı bazı bilim adamları da ülkemize geldi. Bunlardan biri de Neumark'tı.

 

1933 yılı... Memleketimiz çok fakir; milletimiz savaşlardan çıkmış; eli iş tutan insanımız az. Okuma yazma oranımız çok düşük. Üstelik Neumark'ın muhatap olacağı insanlar Müslüman; onların da fanatik olmasından ürküyor, çünkü İslamiyet hakkındaki düşüncesi peşin hükümlerle yoğrulmuş. Onu kabul eden bir başka devlet de yok. İlk gün göreve başlamak üzere endişeli bir şekilde üniversiteye gider. Üniversitenin bahçesine adım atınca soldaki postaneyi görür; oraya yönelir. Çalışanlar arasında bir zenci görünce şaşırır. Kartını yazarken zenciyi ve çalışma arkadaşlarının ona nasıl davrandığını izler. Yanındakilerle şakalaşarak, gayet dostane bir muameleye tabi tutularak çalıştığını görür. Neumark rahat bir nefes alır; kartını, "Demek ki bu topraklarda ayrımcılık yok, ben de burada yaşayabilirim." diye sevinerek yazar.

 

Bu konuda Batı'nın ölçüleri ilkeldir. İnsanları kaderlerinden dolayı dışlayabilir, yeteneklerini önemsemeyebilir. Kendisinden olmayanı düşman kabul eder. Avrupa'nın bu hastalığını, ABD de farklı bir şekilde devşirmiştir. Hepsi de yabancı oldukları için beyazlar kendi aralarında pek ayrımcılık yapmadılar ama ayrımcılığı kendi renklerini taşımayan zencilere yönelttiler.

 

Osmanlı'nın ölçüsü İslamî idi. Anne-babamızı, milletimizi seçmekte en azından beşeri ölçülerimize göre hür değiliz, bunlar bizim kaderimizdir. Allah'a inanan bir insan, onun takdir ettiği kadere nasıl düşmanlık besler?

 

Batılıların aklı başında, vicdan sahibi olanlarının kurtulmak istediği ayrımcılığı bu topraklara taşımak vebal değil midir? Kader beni Sakarya'nın Akyazı ilçesinde dünyaya getirdi. Abdülhamid Han zamanında kanallar açıldığı için bu bölge bataklıktan kurtulmuş, göç almaya başlamış. Müslüman olan pek çok kavim yaşamaktadır; hiçbirini ayrı milletler olarak görmeyiz. Amcamıza gösterdiğimi hürmeti yaşlı bir Boşnak'a, Çerkez'e, Kürt'e gösteririz. Rahatça kız alıp veririz. Bu dokuyu bozmaya kimin ne hakkı var? Sosyal bünyemizi dinamitleyenlere Batı'nın kucak açması neden aklımızı başımıza getirmiyor? Sorulsa, bütün yetkililerinin teröre karşı olduklarını söyleyecekleri Belçika'da Sabancı'nın katillerinin kollarını sallayarak dolaşmaları bizlere çok şey anlatmıyor mu?

 

Ne gariptir ki ırkçı olan Avrupa'nın dinî körlüğü yoktur. Yüz binlerce Boşnak, gözlerinin önünde şehit edilirken sadece seyretmediler; katillere yardım ettiler. Bu zavallıların onlara göre Müslüman olmaktan başka suçları var mıydı? Avrupalı, dininden ve kültür havzasından olmayanı düşman görür. Müslüman olduktan sonra Türk ile Kürt'ün hiçbir farkı yoktur. Bugün onların değirmenine su taşıyanlara yardım edebilirler. Onlardan umdukları bitince, onlara duydukları dostluk da biter. Tarih bize bunu anlatıyor.

 

Varlığımızın teminatı ecdadımızın şu sözünde gizlidir: Ya bir olacaksınız ya da yok olacaksınız.

 

 

16 Mayıs 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kitap okuma yarışması

Kitap okumadığımızdan hepimiz dertliyiz. Geri kalışımızda en önemli unsur gördüğümüz bu konuda makaleler yazar, bir Müslüman olarak Kur'an'ımızın "Oku" emrinden söz eder; ama okumayı bir türlü sevemediğimizden yakınırız.

 

Hâlbuki ilmihal kültürünün çocuklarıyız, yani kitap hayatımızın asli unsurudur; sonradan keşfettiğimiz bir meta değildir. Diğer alışkanlıklar gibi kitap okuma alışkanlığı da çocukluk yıllarında kazanılır. Hiç kimse ilmi, felsefi bir eserle okumaya başlamaz; okumanın zevkine varmamızda roman, hikâye, şiir etkili olur. Bu zevke erenin hayatından kitap eksik olmaz; belli bir mesleğe yönelirse kendisini ilgilendiren konulardaki eserleri de rahatça okur.

 

Maalesef diplomalılarımız genellikle ideolojik tiplerdir. Bütün doğruların düşüncelerinde, güzelliklerin telakkilerinde bulunduğuna inanırlar. Öğretmenlerimiz de bu zümreye dahil olduğundan çoğunlukla ideolojik kitaplar tavsiye ederler. Belli bir gözlükle dünyaya bakan, bütünlüğünü kavrayamaz. Sanata ideoloji girdi mi, tabiiliğini kaybeder, lezzeti kaçar. Sanatta telkin olmasına rağmen, bu tip yazarlar tebliğde bulunurlar; dolayısıyla kalemlerinden kötü ürünler çıkar. Bunlardan birini okumak zorunda kalan öğrenci eline aldığı romanın ilk sayfasını çevirirken ne kadar kaldı diye sonuna bakar. Ensesindeki saçları çekerek birkaç sayfa okur ve atar. Yine öğretmeninin tavsiyesiyle babasının verdiği harçlığa kıyarak bir roman daha satın alır, aynı serüveni yaşar; kitap okuyamadığı kanaatine varır; bir daha da eline almaz.

 

Bizde savaşa gidenler dini, milli merasimlerle uğurlanırlar; giden dönerse gazi, ölürse şehit olacaktır. Gazi, şehit anası, babası, eşi olmak her kula nasip olmaz. Savaşlar birbirini kovaladığı için Anadolu dullar memleketi haline gelmişti. Batılı ve doğulu seyyahlar kadınımızın iffetini göklere çıkarmalarına rağmen, ünlü bir romancımız, çocuklarını dualarla askere gönderen bir köyü ele almakta, orada yaşayanları yerin dibine batırmaktadır. Cephede vatanı, namusu için çarpışanların eşleri, sağlık sorunu dolayısıyla askere alınmayan bir genci paylaşamazlar. Bir başka romancımız ise, bir askerine sığınan subayı ele alarak, halkımızı akla hayale gelmeyecek tarzda aşağılamaktadır. Bu tip romanları okumamakla milletimiz kendisine saygısını belirtmektedir.

 

Van Öğretmenler Derneği'nin düzenlediği "Kitap Okuma Yarışması"nın sonuçları açıklanacağı büyük salonu pırıl pırıl öğrenciler, heyecanlı anne ve babalar doldurmuştu. Beni okuttukları kitaplar ilgilendiriyordu. Çünkü Peyami Safa'nın, "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nu, Refik Halit'in "Sürgün"ünü, İstrati'nin "Sokak Kızı"nı okumak isteyip de yarıda bırakanla hiç karşılaşmadım. Bizde okunmaya değer kitaplar tanıtılmadığı için bir kenarda unutuluyor. İlköğretimde dünya çocuk klasiklerinden "Yürekdede ile Padişah", Tolstoy'un "İnsan Ne ile Yaşar" , "Benim Küçük Dostlarım", "Mutlu Prens" ve benzeri çok önemli kitapları okutmuşlardı. Liseliler için ise listelerinde "Beyaz Gemi", "Faust", "Gülistan", "Gençlerle Başbaşa" gibi kitaplar yer alıyordu. Aytmatov'un "Beyaz Gemi"sini , Sadi'nin "Gülistan"ını, Oscar Wilde'ın "Mutlu Prens"ini okuyan çocuk, kitabın ne olduğunu tanır, okuma zevkini tadar.

 

Takdimleri yapan o kadar başarılı idi ki, profesyonel bir spiker getirdiklerini zannetmiştim. Fevzi Demirağ adında bir öğretmen olduğunu öğrenince şaşırdım. Yarışmada mutlaka objektif ölçüler kullanılmış olmalı ki, hiçbir itiraz olmadı; sonuçlar ilan edilirken salon alkışlarla dolup taşıyordu. Başarılı öğrenciler madalyalar, çeşitli eşyalar, bilgisayarlarla ödüllendirildiler. Milli Eğitim Müdürü Ali İhsan Sayılır ile Vali Münir Karaloğlu okumanın önemini belirten veciz konuşmalar yaptılar.

 

Van, görülmeye değer bir ilimizdir. Beni havaalanında karşılayan emekli öğretmen Suphi Ertaş ile öğretmen Mehmet Emin İnan günlerini bana ayırdılar. Van'ın tarihi yerlerini, Edremit, Gevaş ilçelerini dolaşırken Anadolu insanının konukseverliğindeki sıcaklığı yüzlerinden hiç eksik etmediler.

 

Ertesi gün Van Öğretmenler Derneği Başkanı Adnan Şen bizlere Van'ın nefis kahvaltısını ikram etti. Şehitliği, göl kıyılarını dolaştık. Havaalanına Adnan Şen ve Fevzi Demirağ'la beraber geldik. Uçağa binerken bir gün önce tanıştığım insanlardan değil de yıllardan beri dost olduğum kişilerden ayrılıyormuşum gibi yüreğime hüzün doldu.

 

 

23 Mayıs 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl'ın şiirimizdeki yeri

 

Her büyük şairin şiir anlayışı ve şiirden beklediği farklıdır. Mesela Mehmet Âkif şiirde aruz veznini asıl kabul eder; sanatı sanat için yapmayı lüzumsuz bulur; yararlı olmasını ister.

 

Sanatını milletimizin ayağa kalkmasında, kültür ve medeniyetimizin inşasında kullanır. Büyük bir tevazu ile "Şiirimde sanat arayan bulamaz." der ve ilave eder: "Benim mecazla, hayalle işim yoktur." Elbette ki şiirini kalıcı kılan sanatıdır; "Çanakkale Şehitleri", "İstiklal Marşı", "Bülbül" şiirlerindeki mecazları, hayalleri, şiirdeki diğer bütün unsurları kullandığını nasıl görmezden gelebiliriz. Fakat şiirinde en önemli gaye milletini, ümmetini dertlerinden kurtarmaktır: "Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir / Davransana! Bak el de senin baş da senindir."

 

Yaşadığı yıllar gerçekten milletimizin en dramatik dönemidir; ama imanı ümitsizliğe engeldir. Bundan dolayı onun şiir anlayışını faydalı olmak ve ümit aşılamak tarzında özetlersek yanlış olmaz. Milletimizin ceddimize layık bir yere gelmesinde doğru olarak iki unsurun meczolmasını zaruri görüyor; ilim ve faziletli insan: "Çünkü milletlerin ikbali için evladım / Marifet bir de fazilet, iki kudret lazım."

 

Ahmet Haşim'e göre şair, Mehmed Akif'in tam zıddında duran insandır: "Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatlı insan, ne de bir kanun koyucudur. Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında sözden ziyade musikiye yakın, ortalama bir dildir." Kanaatince şiirde önemli olan ahenktir; mana değildir, hatta bir adım daha atarak anlamı şiirin katli sayar: "Mana araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını ürperme içinde bırakan kuşu (bülbül) eti için öldürmekten farklı olmasa gerek."

 

Yahya Kemal'in dünü, bugünü, yarını hakkında düşüncelere sahip olduğu bir medeniyet anlayışı vardır. Bu yönünü gerektiği gibi analiz etmeyen şiirini anlayamaz. Medeniyetin vatanda kurulduğunu belirttikten sonra fikrini şöyle açıklar: "Vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, topraktır. Toprak ceddinin mezarlarıdır. Camilerin bulunduğu yerdir." Medeniyetteki devamlılık unsurunu ünlü Süleymaniye şiirinde şu benzetmeyle anlatır: "Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu bu nefer miydi?" Osmanlı'da doruk noktasına varan medeniyetimiz gücünü yitirdi. Şiirinde o medeniyete özlemini derin bir hüzünle ifade etmektedir. Âkif'teki ümit, onda hüzne dönüşür.

 

Nazım Hikmet'in hamurunda güçlü bir şiir özelliği bulunmaktadır. Çok genç yaşlarda ideolojinin dar kalıplarına girdiğinden maalesef lirizmini yeterince eserlerine yansıtamamıştır. Hayatını verdiği komünizm milliyeti, dini reddeder; her şeyi emekle, madde ile açıklar. Ne gariptir ki bu noktada ideolojisine ters düşmüştür: "Oğlumuzun gözleri böyle kuzey mavisi / Belki de bu yüzden bu ova bana / bizim ovaları hatırlatıyor / yahut da bu yüzden bu Leh türküsü / içimde, derinde, yarı aydınlık / uyuyan bir suyu kımıldatıyor / Lehistan'dan gelmiş dedelerimizden biri / gözlerinde karanlığı yenilginin / Saçları al kana boyalı." Milleti milletinden, dini dininden olmayan bir cemiyet ceddine kucak açmış. Ondan aldığı "Ran" soyadını bırakıp "Borzenski" soyadını almakla, ırkçılığı aşamadığını göstermiştir. Irkçılığı aşamayan, insanlığın türküsü olan şiiri gerektiği gibi söyleyemez.

 

Necip Fazıl ise şiir anlayışını şöyle açıklar: "Şiir derin bir çiledir... Üstün bir nizamın sırrına ermeyenler onu başaramazlar. Bizce şiir mutlak hakikati arama işidir. Mutlak hakikat Allah'tır." Bu aynı zamanda kâinatın sırrına erişme gayretidir; söz konusu husus ne akılla, ne ilimle başarılabilir; akıldan ve ilimden öte bir şey gerekli olduğunu şu dörtlüğünden anlıyoruz: "Yalvardım gösterin bilmeceme yol / Ey yedinci kat gök esrarını aç / Annemin duası düş de perde ol / Bir asa kes bana ihtiyar ağaç."

 

Bütün sanat dalları gibi şiirin de samimiyet istediğini üstadın şu çarpıcı ifadelerinde net bir şekilde görüyoruz: "Sırtına bal sürüp tavus tüylerinin üstünde yuvarlanan ve sonra tavuslar meclisine girmeye yeltenen meşhur karganın talihine güven yoktur. Böyle talihler, malik bulundukları hilkat ve tabiat ifadesinin dış planda taklitçisi sahte özenişlerle bilhassa şiir sahasında hemen enselenmeye mahkumdur."

 

Üstadın yolu çetindir. Ne çare ki elindeki asa, sırtındaki heybeyle bu yolu aşmak zorundadır. Bütün engelleri aşması, ancak bütün zıtları bir araya getirerek ifadesini güçlendirmesiyle mümkündü. Dünyada şu zıtlarla bir vakıayı izah edebilen bir başka şair var mıdır: "Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, / Minicik gövdeme yüklü Kafdağı / Bir zerreciğim ki arşa gebeyim / Dev sancılarımın budur kaynağı."

 

30 Mayıs 2011

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Demokrasi Müzesi

 

Yılın bugünleri gelince 27 Mayıs darbesini hatırlarım; milletimizin sevgilisi olan Menderes'in, idam gömleğiyle sehpaya götürülüşü gözlerimin önünde canlanır, "Silahların gölgesine sığınan efendilerinize ayaklarım titremeden idam sehpasına gittiğimi söyleyebilir misiniz?" cümlesiyle başlayan sözlerini duyar gibi olurum.

 

 

Demokrasi, milletin iradesini ve vicdanını yönetime taşımaktır; darbe ise bunlara tahammül etmemektir.

 

Bütün milleti karşısına almaktan endişe ettiği için hiçbir ordu sivil bir dayanak bulmadan darbe yapamaz. 27 Mayıs darbesini fişekleyen İnönü idi. O sırada Güney Kore'de huzursuzluk vardı; İnönü, bir konuşmasında mealen; "Türk milleti Güney Kore milletinden daha az şerefli değildir." diyerek, darbeyi tahrik etti. Meclis kürsüsünden "Sizi ben bile kurtaramam." demekle darbecilere moral verdi; oysa İnönü, demokrasinin eşitlik rejimi olduğunu bilecek kültüre sahipti. "Ben bile" derken ayrıcalığına vurgu yapmıyor muydu?

 

27 Mayıs darbesinin bahanelerinden birisi Menderes'in diktatörlüğe yeltenmesidir. Diktatörlük, her şeyden önce mizaç meselesidir. Nazik bir insan olan Menderes'in diktatörlük düşündüğünü iddia etmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca bizim gibi ülkelerde diktatörler askerler arasından çıkar; sivilden diktatör görülmemiştir.

 

Bir başka bahane Menderes'in "Vatan Cephesi"ni kurup milleti ikiye bölmeye kalkışmasıdır. Menderes, Vatan Cephesi'ni durup dururken kurmadı; ona karşı muhalefet cephesi "Güç Birliği" oluşturmuştu; o da Vatan Cephesi'ni teşekkül ettirdi. Sebep olanı değil de, kendini savunanı suçlamak ne kadar vicdani ve hukukidir?

 

Tahkikat Komisyonu'nun kurulması da darbenin sebepleri arasında sayılmaktadır; bu başka bir bahanedir. Meclisler istedikleri zaman, diledikleri konuda araştırma komisyonu kurarlar; vardıkları sonuçları Genel Kurul'a sunarlar. Niçin o dönemdeki Tahkikat Komisyonu darbe sebebi sayılsın da, diğerleri anayasal bir kurum kabul edilsin?

 

Diğer bir bahane de İnönü'nün Himmetdede İstasyonu ve İstanbul Topkapı'da öldürüleceği iddiasıdır. Yassıada Mahkemesi'nde CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, verdiği ifadede; "Paşanın yanındaydım; ne böyle bir şeye şahit oldum ne de sezdim." dedi. Zaten ondan sonra bir daha İnönü ile yıldızları barışmadı; CHP'den ayrılmak zorunda kaldı.

 

27 Mayıs darbesinin tetikçileri CHP ile basındı. Anamuhalefet partisi, gençleri sokağa döküyor, basın da bilmem kaç gencin öldürüldüğünü, kıyma makinelerinde doğrandığını yazıyordu. Suiistimal iddialarını da dillerinden düşürmüyorlardı. CHP'de bu suiistimal yalanları uyduruluyor, gazeteler de manşetlerine taşıyorlardı. Darbeden sonra ne öldürülen gençlerin cesetleri ne de kimlikleri bulundu. Belki de dünyanın en tarafgir mahkemesi Yassıada'da kuruldu. On yıllık Demokrat Parti icraatı didik didik edildi. Hiçbir suiistimal çıkmadığı gibi, on yıl başbakanlık yapan Menderes'in maaş almadığı anlaşıldı. Maaş çeki tahakkuk ettirilir, Menderes imzalar, Hazine'ye devredilirdi.

 

Bizdeki darbeler dış desteklidir; dışarıda hazırlanır, basınımız ordunun hassas yönlerini göz önünde bulundurarak tezgâha koyar. 27 Mayıs darbesinin asıl sebebi Bağdat Paktı'dır. Paktın diğer üyeleri Irak ve Pakistan'da da darbe yapıldı. İkinci sebep ise hükümetimizin Kıbrıs'ta hak iddia etmesidir. Lozan Anlaşması'yla Kıbrıs'ı tamamen İngiltere'ye verdik. Dış Türklerden söz etmek tehlikeli bir durum haline getirildi, basınımız her gün durmadan buna vurgu yapardı. Menderes hükümetinin Kıbrıs'a sahip çıkması, dış Türkler tabusunun yıkılmasıydı. Bir başka sebep de Fransa'ya karşı bağımsızlık savaşını sürdüren Cezayir'e silah yardımı yapmamızın emperyalist ülkeleri ürkütmesiydi.

 

Maalesef balık hafızalı bir toplumuz; çok çabuk unutuyoruz. Yassıada, Demokrasi Müzesi haline getirilirse faydalı olur. Müzenin Yassıada'da unutulmaması için Dolmabahçe'deki irtibat bürosunda bir prototipi kurulup halkın dikkati çekilmelidir. Milletimiz ünlü savcı Egesel'in 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'den aday adayı olduğunu, seçilemeyince kin beslediğini bilmelidir. Tabii aynı zamanda Yassıada Mahkeme Başkanı Salim Başol'un, verdiği idam cezalarından dolayı Anayasa Mahkemesi başkanlığına getirilmekle ödüllendirildiğini de unutmamalıdır.

 

 

06 Haziran 2011, Pazartesi

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peyami Safa'nın fikir dünyası

 

Romancılığımızda ve fıkracılığımızda Peyami Safa'nın müstesna bir yeri vardır. Okunan, sevilen, güvenilen pek çok köşe yazarı gelip geçmiştir; günümüzde de ciddiye alınması gereken kalem erbabı az değildir.

 

 

Fakat basın tarihimizde tiryakisi olunan, okunmadığı gün eksikliği duyulan birkaç köşe yazarından biri Peyami Safa'dır. Romanımıza fikri, tahlili sokan yine odur. "Yalnızız" romanı, o dönem dünya görüşlerinin değerlendirmesidir, kesinlikle didaktik mahiyet arz etmeyen bu eserde fikirler eritilmiştir. Romanda söz konusu hususu hakkıyla başarabilen iki sanatkârdan biridir; diğeri Dostoyevski'dir. Peyami Safa'ya kadar romanlarımız daha çok olaylara oturmakta idi; "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" adlı eserini okursak, psikolojiyi, tahlili ön plana çıkardığını görür, kaleminin kudretini idrak ederiz. Küçücük fıkrasında bile üslup hassasiyetine, bilgiye, fikre rastlıyoruz. Fakat onun fikrî eseri denilince, makalelerinden oluşan "20. Asır Avrupa ve Biz", "Doğu Batı Sentezi" akla gelmekle beraber bu konudaki asıl eseri hiç şüphesiz "Türk İnkılabına Bakışlar"dır.

 

Fikir, ihtiyaçtan doğar; memleket güllük gülistanlık ise hakim olan hayat düzenini değiştirmek kimsenin aklına gelmez. Osmanlı zaferden zafere koşarken, zekat verecek insan bulmak zorluğu yaşanırken Müslümanlar arasında İslamiyet'in dışında bir hayat düşünmek cinnet hali olmalıdır. Fakat yenilgiler başlayınca, gidişata dur demek ihtiyacı duyulur; yeni fikirlerin kapısı çalınır. Yenilgilerimizin önüne geçmek için ilk önce askerî konularda sınırlı yenilikler yapıldı. Bu yoldaki gayretlerimizden ciddi bir sonuç elde edemeyince, hayatımızdan, değerlerimizden şüphe etmeye başladık. On dokuzuncu yüzyılın başlarından, Milli Mücadele yıllarımızın sonuna kadar olan dönemin fikir hayatımızı Peyami Safa, "Türk İnkılabına Bakışlar" adlı eserinde özetler ve analiz eder.

 

Bilindiği üzere bu dönem fikir hayatımızda üç büyük cereyan görülür. İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık. Eğitim ve öğretimi ele alarak Peyami Safa bu üç cereyanı şöyle değerlendirmektedir; milli eğitimde medresenin karşısında mektebin açılması hata mı, yerinde bir hareket mi idi? Türkçülerin bu konuda ne söyledikleri net değildir; sadece ikiliğe karşı olduklarını belirttiler. İslamcılar mektep açılmasına karşı idiler; medresenin ıslahını istiyorlardı; "Mektep açacağına, medreseleri ıslah etmeli, ulumu fünunu oraya ithal etmek gerekli" diyorlar ve ilave ediyorlardı: "Bugün, bütün dünyanın iki büyük darülfünunu olan Oxford ile Sorbonne da vaktiyle birer medreseden başka bir şey değildi. İcabat-ı zamana göre tekemmül ede ede bugünkü hal-i kemali buldular." Batıcılar bu iddiaya şöyle itiraz ediyorlardı: "Unutmayalım ki bu değişme ve gelişme ancak dört beş yüzyılda olabildi. Bizim o kadar beklemeye vaktimiz var mı?"

 

Bu üç fikrin mensuplarının meselelerimize çare bulmak, vatanımızın bütünlüğünü korumak için çırpındıkları aşikâr. Araplar bizden ayrılınca İslamcılık resmî düşünce dünyamızdan koptu. Birinci Dünya Savaşı ve sonraki olaylar bizi Batı ile karşı karşıya getirince "Garpçılık" da gündemimizde silikleşti; geniş kitleleri harekete geçirmek için elimizde Türkçülük kaldı. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra Batı ile münasebetlerimiz normalleşince "çağdaşlaşmak", "muasırlaşmak" gibi sloganlarla Batıcılık resmî gündemimize oturdu. Türkçülük ise Batıcılığın tatbikinde hamasi sözlerden ibaret bir manivela olarak kullanıldı.

 

Yapılan inkılâpları Peyami Safa şu şekilde değerlendirip savunuyor: "Artık Türk maarifi yarı mektep, yarı medrese içinde bilgi dağıtmayacaktı; artık enveriye, şu bu gibi yarı şapka, yarı külah acayip serpuşlar aranmayacaktı; artık yarı alaturka, yarı alafranga musiki olmayacak ve Türk kadını yarı tavuk, yarı insan halinden çıkacaktı." dedikten sonra ulaşılacak sonucu ilan ediyor: "Milliyeti ve medeniyeti tereddütsüz tercih ettiren kararı vermek ve Türk düşüncesini Siyamlı kardeşler gibi birbirine yapışık iki fikir ve temayül halinde sürükleyen iki idealden kurtarmak lazımdı."

 

Geçen yüzyılda yaşayan ciddi aydınlarımızın başında gelen Peyami Safa bile şekil ve şemaili çok önemsediğine göre, demek ki olayların mihrakına insanımızı oturtmak şansımız yokmuş. İnsan yaşadığı dünyaya ruhunu, zevkini, bilgisini yansıtır. Vicdanıyla uyumlu, beyniyle çağımızda yaşayan, ilmi idrakiyle olayları değerlendiren fedakâr insana kavuşmadıktan sonra alınan bütün tedbirlerin palyatif olduğunu bugün bile idrak edemiyorsak, milletimizin muzdarip evladı Peyami Safa'yı eleştirmeye hakkımız olabilir mi?

 

 

13 Haziran 2011, Pazartesi

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çileli bir hayat

 

Yılın bugünlerinde kaybettiğimiz Peyami Safa, hayatının hangi şartlarda başladığını şu cümlelerle anlatıyor: "Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşında iken babam ve kardeşim Sivas'ta on ay içinde öldü. Böyle kısa aralıklarla hem kocasını hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir."

 

 

Dokuz yaşında yakalandığı kemik hastalığı, onu on yedi yaşına kadar esir alır. Hastadır, ama hayatını kazanmak zorundadır: "Ayaklarında delik pabuçlar, üzerinde eski bir elbise" bulunan on iki yaşındaki Peyami, Posta-Telgraf Nezareti'nin açtığı sınavı üstün başarı ile kazanarak memur olur. Bir yıl sonra ilkokul öğretmenliğine başlar. Dört yıl süren öğretmenliğinden, zamanını kalemine vermek için ayrılır. Yıl 1918; I. Cihan Savaşı'nda yenildik; Milli Mücadele'nin arefesinde bulunuyoruz; ekmek aslanın ağzında değil midesinde; böyle bir günde hayatını kalemiyle kazanmayı göze almak, alkışlanacak bir özgüvenle mümkündür.

 

Bir taraftan roman, hikâye yazıyor, diğer taraftan da geçimini temin etmek için Akşam, Cumhuriyet, Tasvir, Milliyet gibi günlük gazetelerde fıkra, başmakale kaleme alıyordu. Nebahat Hanımefendi ile evlendi; Merve adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Çok geçmeden eşinin felç olması, zorluklarla dolu hayatını daha da ağırlaştırdı. Merve'nin yedeksubay öğretmen olarak Erzincan'da askerî görevini yaparken ölmesi, herhalde Peyami Safa'yı sona yaklaştıran darbe oldu.

 

Ömrü boyunca hastalıktan kurtulamayan, yakınlarının acılarına tahammül etmek zorunda kalan Peyami Safa, milleti için de boğuşmak durumundaydı. Balkan, I. Dünya, İstiklal savaşlarından çıkan ülkemiz yetimler, dullar memleketiydi. 1929 ekonomik buhranı, II. Dünya Savaşı milletimizi kasıp kavuruyordu. Güçlü kuzey komşumuz milletimizin bu durumundan yararlanmanın peşindeydi. Devletin nimetleriyle yaşayan Vedat Nedim Tör, Yakup Kadri ve arkadaşları "Kadro" dergisinin çevresinde toplanmışlardı; adeta devletimizin imkânlarıyla sosyalist sistem adına milletimizin kuyusunu kazıyorlardı. Peyami Safa, bu kadroyla mücadele etmek için "Kültür Haftası" dergisini çıkardı. Sosyalizme zemin teşkil etmesi için inkılapların yapılmadığını, milliyetçilik ve medeniyetçilik gibi iki önemli sebebi bulunduğunu belirtmek amacıyla "Türk İnkılabına Bakışlar"ı kaleme aldı. "Aramızdaki müfritler müstesna, hepimiz hem Doğulu hem de Batılıyız. Doğu-Batı sentezi, bizim, yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı kaderimizdir. Doğu ile Batı arasındaki mücadele, her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi, insanın var olmak için muhtaç olduğu vahdetin ifadesidir." cümlelerinden de anlaşıldığı üzere ne körü körüne Batıcı ne de Batı düşmanı idi. Her büyük idrak gibi sentezci idi.

 

Sosyalizmi ülkemizde hakim kılmak isteyen Nazım Hikmet'le, Sabiha ve Zekeriya Sertel'lerle, Kemal Tahir, Kerim Sadi, Suat Derviş'le, Ankara'daki Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde kümelenen Pertev Naili Boratav, Mediha ve Niyazi Berkes, Behice Boran ve müttefikleriyle kıyasıya mücadeleye girişti. Ona hücum eden Aziz Nesin'i birkaç darbeyle sindirdi. Resmi makamlar, devletin ve milletin bekasını düşünmeden "ilericilik" adına sosyalistleri destekliyorlardı. Profesörler, utanmadan öğrencileri tahrik edip aleyhine nümayişler yaptırmışlardı. Milliyetçi olduğu için komünistler, sentezci olduğu için de Batı taklitçileri tarafından şiddetli hücumlara uğradı. Çoğu zaman basında tek kaldı; bazen de yazacak gazete bulamadı; fakat yılmadı; bütün kapışmalardan galip çıkmayı başardı. Bir eski tüfeğin; "Peyami'yi ikna edebilseydik, Türkiye'yi komünist yapardık" yakınması boşuna değildir.

 

Bugün bayrağımızın egemenlik rüzgârıyla dalgalanmasını biraz da Peyami Safa'ya borçluyuz. Bize bağımsızlığı çok görenler ülkemizde matbuat umum müdürü, milletvekili, diplomat, profesör, rektör oldular. Peyami Safa ise geçimini temin etmek için her gün sütununda yazmak zorundaydı; öldüğü gün dahi gazetesinde yazısı yayınlandı. Ne yazık ki resmi makamlar cenazesine ilgi göstermedikleri gibi örfi idarenin baskısı altında defin merasimi yaptırdılar. Ancak merasimi uzaktan nemli gözlerle seyreden sevenlerinin duygularını; "Beni Peyami'nin mezarı başında konuşmaktan kimse men edemez" diyerek emrivaki ile söze başlayan Nizamettin Nazif dile getirdi. Onu da Fatihalarla anıyoruz.

 

 

20 Haziran 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

İlim ve metafizik

 

Sığlığımızdan bunaldıkça çare aradığım birkaç idrakten birisi rahmetli Peyami Safa'dır.

 

Bugün bile konu edilemeyen meselelere altmış yıl önce el attığına şahit olmak, insanı şaşırtıyor. Balfour'un "İnancın Temelleri" adlı kitabına Brunitier'in yazdığı önsözdeki şu satırları Peyami Safa'nın "Doğu-Batı Sentezi"nden alıyorum: "İlme hayranız, fakat artık o, uğruna her şeyi kurban ettiğimiz müstebit bir put değildir. Hizmetlerinden faydalanıyoruz ve ona minnettarız, fakat artık ona bütün ümitlerimizi bağlamıyoruz. O daima bir kudret ve kuvvettir, fakat onun her tarafı sarmasına rağmen bir tek ve en tesirli kudret olduğunu kabul etmiyoruz. Onun gözünden kaçan meseleler olduğunu biliyoruz. İlim bize kâinatın kabule değer bir izahını veya tefsirini yapmaktan acizdir. Bir ahlak tesis etmekten acizdir. İnsanlığın sosyal evriminde dinin veya dinlerin yerini almaktan acizdir."

 

Batı'da düşünce hayatı kilisenin inhisarındaydı. Kilise ile akıl arasında yüzyıllarca kanlı mücadeleler sürdü. Akıl hayatlarında yer aldıkça eşyaya hâkimiyetleri arttı; düşmanlarına galip gelmeye başladılar. Söz konusu başarılar onları kiliseye, metafiziğe tamamen sırt dönmeye zorladı. Bu yol onları pozitivizme götürdü. İnsanın tecrübe ve müşahedesi dışında kalan, ölçülmesi mümkün olmayan, belirli sebepler ve sonuçlar zincirine bağlanmayan hiçbir gerçek yoktur, telakkisi ilim prensipleri oldu.

 

Fakat bu kabulün doğru olmadığı yine Batılılar tarafından ileri sürüldü. Kant'ın pozitivist görüşü sarsması Batı dünyasına yayıldı; sanatında, felsefesinde yer aldı. Bergson'un sezgiyi bilginin kaynakları arasına katması pozitivizmin yetersiz olduğunu gözler önüne serdi. Olay çok geçmeden tabii bilimlerde de ispatlandı. Planck pozitivizmin esasını teşkil eden fizikte süreklilik ilkesinin doğru olmadığını ortaya koydu. Ardından gelen Einstein Newton fiziğinin dayandığı zaman ve mekan kavramlarını yıktı. Onu takip eden Heisenberg, "Karanlık prensibi" olarak anılan buluşuyla çekirdek fiziğin dünyasında realitelerin her türlü ölçülerden kaçtığını ispatlayınca pozitivizmin dayandığı ölçü kavramının, tabiat bilimlerinin ve maddeci felsefenin sarsılmaz gerçek olarak benimsediği determinizm, yani sebeplerle sonuçlar arasındaki değişmez ilişki de yanlışlandı. Dolayısıyla ilmin despotizmi çöktü ve sonra onun kılavuzu olan akıldan da şüphe edildi.

 

Batı'nın eksiğini, yine Batılılar gördü; ilim âlemini farklı bir yöne yelken açtırdılar. Fakat göklerden bağını koparması Batılının gururunu okşadı; onu kâinatın merkezine oturttu; alabildiğine bir özgürlükle de karşılaşmasına sebep oldu; sadece aklıyla kendisine sınır çizecekti; çok geçmeden nefsi ile aklı karşı karşıya geldi. Kendisini kontrol edecek iç dinamikleri zayıfladığı için nefsi aklına ağır bastı. Hayatına beyni değil, nefsi yön verir oldu.

 

İkinci Dünya Savaşı, Avrupa'da cılızlaşmış metafiziği bombardıman etti. Dahiler diyarı, o günden beri tüm insanlığa hitap edebilen bir beyin yetiştiremedi. Maneviyatın eksikliğini duyanlar onu ele geçirmek için büyük gayret sarf etmeye başladılar. Maalesef metafizik armut gibi istendiği zaman manavdan satın alınabilecek bir nesne değildir. Bir kere idrakten silindi mi, o toplumun çocukları tarafından yerine konulması hemen hemen imkansızdır. Koymak isteyen de aynı toplumda yaşadığı için bir şeyler kaybetmiş, yeterli donanımı kalmamıştır.

 

Bir zamanlar Batı'da olduğu gibi şimdilerde bizde de ilimle metafiziğin birbirine zıt olduğu zannediliyor. Oysa bunlar birbirini tamamlayan iki fenomendir. Batı'nın "Felsefenin Çözülmez Problemleri"ne dikkat edersek, İslam inancında metafiziğin başladığı noktalar olduğunu görürüz. İslam dünyasında "Ne akılla olur, ne de akılsız olur" denirken aklın lüzumuna işaret ediliyor, ama akıl putlaştırılmıyordu. Akıl, sonsuzluğu ifade eden aklın içine oturtulunca anlam ifade ediyordu. Allah'tan başka her şeyin fani olduğuna inanılması, ilme tapılmasını engelliyor, ancak yanlışlanıncaya kadar doğru olduğu kabul ediliyordu. Metafizikten özümüz beslenirken, yitik malımız olan ilmi hayatımıza katarsak, sadece ecdadımıza layık olmakla kalmayız, insanlığın eksikliğini de gideririz.

 

27 Haziran 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Avrupa ve biz

 

Avrupa'yı Valery, Asya kıtasının burnu olarak tarif eder.

 

Suares'e göre Elbe'den Urallar'a kadar yayılan bir ruhtur. Thiboudel için o bir hayat tarzıdır. Peyami Safa ise Batı'yı hem bir kıta, hem de bir kafa olarak görür. Avrupa'nın ne olduğuna dair Doğulu ve Batılı pek çok aydının değerlendirmeleri insana "Zenginin atı rahvan, oğlu akıllı, kızı güzel olur" atasözünü hatırlatmaktadır.

 

Geçen iki yüzyılımız Batılılaşma gayretleriyle doludur; ne yazık ki onun hakkında ilmi bir tahlil yapılmamıştır. Son dönemlerde yetiştirdiğimiz ciddi birkaç idrakten birisi Peyami Safa'dır. Gündemimizde Batılılaşma bulunduğundan, ne olduğunu tahlil etmeye çalışmıştır. Bu konuda başka gayret eden varsa da, hiçbiri Safa kadar emek verip kafa yormamıştır. O, kanaatini şöyle özetliyor: "Beş asır evvel, insan, üstünde yaşaması için Allah'ın kendisine verdiği bu arzın ne olduğunu bilmiyordu. Onun büyüklüğünden, biçiminden ve üstünde kimlerin olduğundan haberi yoktu... On beşinci asırda Avrupalılar toprağa hakim olmaya başladılar... İnsanlık yavaş yavaş kendini buluyordu. İlk üç yüz yılda bu fetih hareketi ağırdır. On dokuzuncu asırda Garbın makine medeniyeti bütün kıtaları sarınca, insan tabiatın uşağı olmaktan çıkarak efendisi oldu."

 

Kanaatimce üstadımız Peyami Safa'nın sadece son cümlesi doğrudur. O da insanlığın bugünkü sıkıntılarının kaynağıdır; çaresi bulunmazsa giderek artacağı da aşikârdır. İnsan tabiatın uşağı olmaktan kurtulmalıydı; fakat kesinlikle efendisi olmamalıydı. Mevlânâ'nın dediği gibi tabiatla beraber yaşamasını öğrenmeliydi. Ne yazık ki Batı'nın iç denetiminden yoksun kalmış insanının nefsi hoyratlaşmıştı, doymak bilmiyordu.

 

Medeniyeti ilimden ayırmak mümkün değildir. Son dönemlerde ilimler Batı'da büyük gelişmeler kaydetti. Pek çokları bugünkü duruma bakarak ilmin ve medeniyetin beşiği Avrupa'yı kabul ediyor, oradan dünyaya yayıldığını zannediyor. Halbuki ilmin yol göstericisi olan tefekkür ilk insanla başlamıştır. Hz. Adem'in çocuklarından birinin diğerini öldürdüğünü, cesedi gömmeyi yeri eşen kargadan öğrendiğini Kur'an-ı Kerim'de okuyoruz. O günden beri insanoğlunun dağarcığında bilgiler birikmeye başladı; milletler değerini kavradıkça bilgiyi üretmek, muhafaza etmek için kurumlar oluşturdular.

 

Her milletin ilim seviyesi ve medeniyeti mutlaka vardır; ama insanlığın yüksek medeniyeti dönem dönem farklı sebeplerden dolayı çeşitli coğrafyalarda kümelenir; bu yüksek medeniyet diğerlerini etkiler; tıpkı içinde yaşadığımız yüzyıllarda Batı medeniyetinin diğerlerini etkilediği gibi. Tarihe bakan ilmin ve medeniyetin yeryüzünde gezen bir nesne olduğunu, nerede şartlarını bulursa, orada konaklayıp dölünü verdiğini görür. Şimdiki bilgilerimize göre insanlığın yüksek medeniyeti Çin- Hint, Orta Asya, Sümer, Mısır, Yunan, Latin, İslam dünyasında bulunmuş, rönesansla da Avrupa'ya geçmiştir.

 

Hiçbir din ve beşeri ideoloji İslamiyet kadar ilmin lüzumunu belirtmemiş, alimi övmemiştir. Kur'an'ın alimi övmesi, Hz. Peygamber'in "Bilgiyi aramak için yurdunu ve ocağını terk eden, Allah'a giden yolun yolcusudur." gibi hadisleri Müslümanları ilim yolunda ateşlemiştir. Böylece İslam ülkeleri ilim ve irfanda Batı ve diğer coğrafyalarda mukayese edilemeyecek kadar ileri gitmiştir. Halife El-Hakem'in kütüphanesinde altı yüz bin yazma eser olması, ondan dört yüz yıl sonra 5. Charles'ın Krallık kütüphanesi için ancak dokuz yüz eser toplayabilmesi bize ciddi bir ölçü vermektedir.

 

Dokuz yüz yıl insanlığın yüksek medeniyeti ve ilmin İslam dünyasında demir atmıştır. İlim öğrenmek isteyen Avrupalıların İslam dünyasına, Endülüs'e gittiğini biliyoruz. Fakat Farabi Aristo'dan aldıklarını "Kale Aristotales" diyerek belirtmesine rağmen Batılılar İslam dünyasından öğrendiklerini gizlemişlerdir. Felsefeden haberdar olanlar "Şüphe Hakka götürür" prensibiyle Gazali'nin Descartes'ın ve Kant'ın esin kaynağı olduğunu bilirler. İbn-i Arabi'nin Pascal ve Melbranch'ın rehberi olduğu inkâr edilemez. Mikrobu ve çiçek aşısını Akşemseddin'in bulduğunu Batılılar kendi adına konuşur, ama yazmazlar; çünkü insanlığın Batı'ya yönelmesi, Batı emperyalizmine zemin hazırlar. Mevlânâ'nın şu dörtlüğü gerçeği ifade etmek bakımından insanlığın idrakine bir tokat gibi inmektedir; "İçinde her bir atom bir güneş saklar/Derken, eğer atom ağzını şöyle bir açar/Bu güneş bir çıkarsa şayet o pusudan/Gökler ve yer tuz buz olur ışıltısından."

 

04 Temmuz 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hukuk ve vicdan

 

Siyasilerimiz, aydınlarımız, bilim adamlarımız yapılacak yeni anayasa ile sorunlarımızın çözüleceğine inanıyorlar; bu onlar için adeta sihirli değnek.

 

Amerika Birleşik Devletleri bir defa anayasa yaptı; zaman zaman değişikliğe uğrasa da iskeletini koruyor. İngiltere'nin anayasası ise devlet gelenekleridir. Biz ilk anayasayı 1876'da yürürlüğe koyduk; sonra değişik anayasalar yaptık; fakat hâlâ huzuru ve istikrarı bulamadık.

 

Bir topluma nasıl bir anayasa yapılacağına dair kararı hukukçuların vermeyeceğinin altını çizmek lazım. Toplumun yapısını sosyologlar, sosyal psikologlar tespit ederler; şu tip bir anayasa gereklidir diye karara vardıktan sonra devreye hukukçular girer; yani hukukçular bu konuda teknisyendirler. Ne gariptir ki bugüne dek anayasa yapmak için kurulan komisyonlarda bir tane sosyolog, sosyal psikolog bulunmamıştır.

 

Batı gelişmiş, biz geriyiz. Gelişmişliği ve geriliği sadece yönetimle ilgili görüyor, oradaki bir kurumun veya bir metnin bizde bulunmamasını sorunlarımızın kaynağı sanıyor, ona sahip olmak için adeta histeriye yakalanıyoruz. Anayasamızın olmadığını fark edince, bütün sorunlarımızın buradan kaynaklandığına inandık; ona sahip olmakla kurtuluşa ereceğimizden şüphe etmedik. En yeninin en güzel olduğunu kabul ettiğimizden de 1832 tarihli Belçika Anayasası'nı aldık; ona Prusya Anayasası'ndaki devlet başkanlığı maddesini monte ettik. Parlamentomuz iki meclisten oluştu; birisi halkı, diğeri zadeganları temsil edecekti. Oysa biz milletçe ayrılıkların milli bünyeyi dinamitleyeceğini bildiğimiz için doğmaması uğruna azami dikkati tarih boyunca gösterdik. Hatta böyle bir zümreleşmenin gerçekleşmesini önlemek maksadıyla hanedan mensuplarının tanınmış ailelerin kızlarıyla evlenmelerini yasak etmiştik. Bu anayasa ile sosyal bünyemize farklılıkların tohumu ekiliyordu. Osmanlı-Rus Savaşı, anayasanın yürürlükten kalkmasına sebep oldu; 1908'de bazı maddeleri değiştirilerek tekrar yürürlüğe konuldu.

 

İlk ve son milli anayasamız Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin yaptığı kısa, özlü anayasadır. Onunla milli mücadele yıllarını geçirdikten sonra 1924'te meclis hakimiyetini öngören anayasamızı Almanya'dan adeta iktibas ettik. Atatürk'ün, İnönü'nün döneminde meclis sisteminin hakim olduğunu aklı başında bir insan söyleyebilir mi? Süper başkanlık sistemi yok mu idi? İşin garip tarafı milli şeflik sisteminin kurulmasını sağlayan anayasanın kılına dokunmadan çok partili hayata geçtik. Aynı anayasa ile hem milli şeflik sistemini, hem de çok partili demokrasiyi uyguladık. Sonra da Menderes'i, anayasayı ihlal etti bahanesiyle idam ettik. 27 Mayıs darbesinin ardından, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Alman Anayasası'nı esas alıp anayasa yaptık. Fakat onu tanınmaz hale getirdik. Demokratik bir rejime "Tabii senatörlük", "Kontenjan senatörlüğü" gibi kavramlar ilave ettik. Almanya savaştan yeni çıkmıştı; devlete, vatandaşına iş bulmak mecburiyeti yüklenirse, yerine getiremez düşüncesiyle projedeki maddeyi metne geçirmemişlerdi. Fakat biz o maddeyi metne aldık; milyonlarca işsizle devletimiz anayasamızı ihlal etmek zorunda kaldı. İdeolojik gayretlerle içtihatlar yaparak da kanun koyucuyu ve yürütmeyi yargının, yani bürokrasinin denetimine aldık; ona da "Hakimiyet milletindir" dedik. 1982 Anayasası'nın sıkıntılarını yaşadığımız için yeni bir anayasanın ihtiyacını duyuyoruz.

 

Atinalıların kanununu yapan Solan'un "Üstün kanunlar yaptığına inanıyor musun?" sorusuna şu cevabı verdiğini unutmayalım: "Hayır, Atinalıların ihtiyacı olanı yaptım." Ve sonra ideal yasayı yapmanın kolay, uygulamanın zor olduğunu zihnimizden çıkarmayalım. Bu da ancak uygulayıcılarda vicdan teşekkül etmesiyle mümkündür. Vicdanın temel kaynağı dindir; metafiziktir. Elbette ateistlerin arasında da yüksek ahlaklı insanlar çıkabilir; ama bunlar istisnaidir. Tatbikatçılarda vicdan oluşmazsa, en adil kanunlar ideolojinin, menfaatin maymuncuğuna dönüşürler. Nitekim 367 yorumu buna somut örnektir. Bir adayın son gün mahkûm olduğunu, ama bir başkasının iki buçuk yıldır tasdiki bekleyen cezasına ait dosyanın ele alınmadığını gazetelerde okuduk. Ünlü bir yeğenle ilgili evrakın da zamanaşımından bir gün sonra bulunduğu yine yayın organlarına yansımıştı. Bir başsavcıyı kurtarmak için neler yapıldığını milletçe ibretle seyrettik. Beynini hukuk bilgisiyle donattığımız evladımızı dinî bilgilerle, eğitimle vicdan sahibi yapmazsak, daha çok ucubeliklere şahit olur, şehitler diyarı ülkemizde huzuru, güveni bir türlü bulamayız.

 

 

11 Temmuz 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Stratejik derinlik

 

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" adlı eseri ilk yayımlandığında haklı bir ilgiyle karşılanmıştı.

 

Maalesef bu kitap çeşitli kesimler tarafından ele alınıp yeterince değerlendirilemedi; arzu edilen oranda yaygınlaştırılmadı. Elbette ilmi bir eser roman gibi okunmaz; bir seviye ister. Ama unutmamak gerekir ki milletçe bu eserin açtığı ufka ihtiyacımız var. Dünyanın kalbini andıran bir bölgede yaşamaktayız. Tarihî, coğrafî ve dinî sebeplerden dolayı da çeşitli tuzaklarla çevriliyiz. İç sıkıntılarımızın pek çoğunda dışarının parmağı bulunmaktadır. Son yüzyıllarda yaşadığımız dramatik olaylar sebebiyle de milletçe politikaya çok düşkünüz. Bütün bunlar için Davutoğlu'nun eseri aydınım diyen her insanımızın başucu kitabı olmalıydı. Eser çok önemli boşluğu dolduruyor; ilmî bir idrakle realiteler dünyasını değerlendirmesi, durgun suya atılan taşın dalgaları gibi geniş çevrelere lüzumunu duyuruyor. Arapçaya çevrilmesi, şimdi de İtalyanların üzerinde çalışması bize çok şey anlatmalıdır.

 

Son dönemlerde Batı ile aramızda birkaç ciddi fark belirmiştir. Bunların en önemlilerinden birisi, Batı'da ilimden siyasetin çıkması, bizde ise siyasetten ilmin çıkmasıdır. İnönü bir paşadır; Osmanlı döneminde eğitim ve öğretimini almış bir askerin solculukla ne ilgisi olabilir? Fakat dünyanın şartlarından dolayı "Ortanın solundayım" deyince, onu siyasi lider kabul eden bilim adamları kaleme sarıldılar; ortanın solunun milletimiz için önemini anlatmak amacıyla makaleler, kitaplar yazmaya başladılar. Çünkü siyasî önder hedefi göstermiştir; ilim adamlarının görevi ise ona gerekçe bulmaktır. Muhafazakâr, millî kesim bakımından da durum farklı değildir; zira aynı toplumun çocuklarıyız; zaaflarımızın da bir olması tabiidir. Oysa ilim adamlarımız ülkemizin durumunu, imkânlarını değerlendirip uygulanacak politikayı proje olarak öne sürmelidirler. İşin pratik yönünü sürdürecek siyasiler de konumlarına ve dünya görüşlerine göre, bunlardan birini tercih etmelidirler. İlk defa bilim adamı olarak Davutoğlu'nun siyasilerden önce ilgi alanındaki konuya dair analizler yaptığına, ihtimalleri sergilediğine, tabir caizse onlara yol gösterdiğine şahit oluyoruz.

 

Yazı zekânın fotoğrafıdır, derler; fakat "Stratejik Derinlik" kitabı, Davutoğlu'nun bilgisini, tarih şuurunu, değerlendirme yeteneklerini de göstermektedir. Eserde Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya, Avrupa, Amerika, Afrika hatta Uzakdoğu ile ülkemizin arasındaki ilişkileri irdelemektedir. Elbette ki dünyanın şartları stratejik değildir; zamana ve zemine göre dış politika değişecektir; fakat önemli olan bunu bir çerçeveye oturtmak, uygulayıcılara bakış açısı kazandırmaktır. Bu özelliklere sahip bu eseri bazıları "Kutsal Kitap" diyerek hafife almak istemektedirler. Kim ne derse desin "Stratejik Derinlik" muhtevası itibarıyla dünyada kaleme alınmış birkaç jeopolitik kitaptan biridir. Yalnız diğerlerinden farklı olarak yazan ve uygulayanın aynı şahıs olması teori ve pratiği birleştirmektedir. Bu durum görebildiğim kadarıyla son dönemlerdeki dış politikamızın geniş ufuklu bir vizyona taşınmasında ciddi rol oynamıştır.

 

Sürdürülen dış politikanın meyveleri sadece milletlerarası kuruluşlarda mevki elde etmek değildir. Dış politika bizi dünyadaki yalnızlıktan kurtarmalı, tabii müttefiklerle buluşturmalı, ihracatımızın önünü açmalı, bizi ekonomik dinamizme kavuşturmalıdır. Son dönemlerde uygulanan politika sayesinde kültür havzamızdaki problemlerden arınmaya, ekonomimizde gözle görülür bir hamle yaşamaya başladık. On yıl önceye göre ihracatımız yüz milyar dolar arttı. Payın çoğunu gelişmiş ülkelerden almamızın onlarla bizi karşı karşıya getirmesi tabiidir. Bu devletler ve içimizdeki uzantıları önümüzü kesmek için Türkiye'nin Osmanlı rüyası gördüğünü her vesileyle işlemektedirler. Davutoğlu, böyle bir şey olmadığını, politikamızın eşitliğe, karşılıklı menfaate dayandığını konuşmalarında dile getirmektedir. Ne yazık ki bazı akademisyenler de köşe yazılarından örnekler vererek aynı iddiayı sürdürmektedirler. Köşe yazarlarının sırtında yumurta küfesi yok; istedikleri fikri öne sürebilirler. Onların anlayışlarını esas alıp sürdürülen dış politikayı izaha çalışmak maksatlı değilse gaflettir. Osmanlı ceddimizdir; fakat ayrı dünyalarda yaşadığımızı idrak edebilecek donanıma Davutoğlu fazlasıyla sahiptir.

 

Davutoğlu, konusunda otoriter bir bilim adamıdır. Devletin gücü ile gayesi arasında orantı bulunması lazım geldiğini bilmektedir. Bir devletin gücünden büyük gayelerin peşinde koşması, mumdan gemi ile güneşi fethetmeye gitmeye benzer. Bir milletin, gücünden küçük gayeleri hedef alması, o milletin aktivitesini pasifize eder; o da uzun vadede milletin başına dertler açar; önemli olan güç ile gaye arasında denge kurmaktır; bu da ilimle mümkündür.

 

18 Temmuz 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...