Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
remz

Hasan Karakaya

Recommended Posts

Eğilecek-bükülecek, ezilecek-büzülecek değilim... Bir “aşağılık kompleksi”ne girip, hiç kimseye yaltaklanacak da değilim...

“38 yıllık meslek hayatı”mda; her “insan”ın olduğu gibi, benim de çok “hata”larım, çok “yanlış”larım olmuştur... “Olgu-algı” meselesinde, bir olayı yanlış algılayıp, yanlış yorum yaptığım da olmuştur...

Ama, hepiniz biliyorsunuz, hepiniz şahidimsiniz ki, yaptığım yanlış yorumlarla, insanları yanlış kanaatlere sevkettiğimde hemen “özür” dilemiş, yazının muhatapları tarafından gönderilen “açıklama”ları hiç çekinmeden yayınlamışımdır.

Zira, bu konuda, son derece “titiz” bir insanım... Çünkü ben, “bu dünya”nın ötesinde, bir de “ahiret” hayatı olduğuna iman ediyorum... “Hesap günü”nde; “kulluk görevleri”nde yapılan “hata”ların, “yanlış”ların ve hatta işlenen “günah”ların Cenab-ı Allah tarafından belki “affedilebileceğini” ama “kul hakkı”nın asla affedilmeyeceğini gayet iyi biliyorum...

Bunun için de; ahirete “kul hakkı” ile gitmeyeyim diye, sık sık “helâllik” diler, “haklı” bile olsam, “özür” dilemeyi bir erdem sayarım...

“Kendimle” ilgili hiçbir “öfke”ye kapılmam, hele de, asla “kin” tutmam.

Affederim... Unuturum.

ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM!

Amaaa...

Mensubu olmaktan şeref duyduğum “din”ime, bu dinin mensubu “Müslüman”lara ve bu dinin emrine uyup “örtünen” kadınlara “dil” uzatan olursa, hiç çekinmem, “anladıkları dilden” veririm cevabını!..

“Eleştiri” ise, eleştiri!..

“Hakaret” ise, hakaret!..

“Sövgü” ise, sövgü!..

Dediğim gibi;

“Şahsım” hakkında ne yazılırsa yazılsın, belki kızarım ama, “küfür” yağdırmam!..

Amma velâkin;

“Allah... Din... Peygamber... Din büyükleri... Takke... Sakal... Başörtüsü” hakkında, “küfür dolu bir yazı” yazılırsa, işte orada zıvanadan çıkarım!..

Tutamam kendimi;

Sövene söverim!..

Hakaret edene, hakaret ederim!..

Küfredene misliyle cevap veririm!..

Uzun lâfın kısası;

Eğer küfrediyorsam,

Vardır bir sebebi!..

Hani, merhum Mehmed Akif der ya;

“Zulmü alkışlayamam,

Zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için

Geçmişe kalkıp sövemem,

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!..

- Boğamazsın ki!

- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üçbuçuk soysuzun ardından

Zağarlık yapamam;

Hele hak namına

Haksızlığa ölsem tapamam.

(....)

Yumuşak başlı isem;

Kim demiş uysal koyunum

Kesilir belki,

Fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü

Yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için

Kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırma da geç git,

Diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim,

Hakkı tutar kaldırırım!

Zalimin hasmıyım amma

Severim mazlumu...

İrticaın,

Şu sizin lehçede ma’nası bu mu?”

Merhum Mehmed Akif, söylenmesi gerekeni 90 yıl önce söylemiş işte;

“Zulmü alkışlayamam,

Zalimi asla sevemem.”

Benim yaptığım da bu!..

Bu ülkede “başörtülü öğrenciler” başta olmak üzere, bütün “başörtülü” kadınlar, çok “zulüm” gördüler!..

Okullardan atıldılar!..

Ağızları kapatıldı!..

Bileklerine kelepçeler vuruldu!..

Sokaklarda sürüklendiler!..

Sırtlarına coplar indirildi!

Yerlere yatırılıp, tekmelendiler!

İstikballeri katledildi!..

Bunları yapanlar “zorba” idi!..

Bunları yapanlar “zalim” idi!..

“Zalim”diler, çünkü;

Bu ülkede “başörtüsünü yasaklayan” hiçbir kanun yoktu!.. Onlara zulmedenler, “keyif”leri için yasaları çiğnediler!..

Ben, işte o “yasadışı zorbalık”lara kafa tuttum...

İşte bu “zalim”lerle mücadele ettim!..

Yeri geldi, “hakaret” ettim,

Yeri geldi, “küfür” yağdırdım!..

Bedelini de ödedim!..

“Gözaltı”larla ödedim,

“Hücre”lerde yatarak ödedim!..

Açık ve net söylüyorum;

Bundan sonra da öderim!..

Kıvırmam!.. Kıvranmam!..

Hiçbir zalimden de, “özür” dilemem!..

O YAZIYI YİNE YAZARIM!

Biliyorum, merak ediyorsunuz;

“Bu yazı da nereden çıktı?”

Efendim, Oktay Ekşi; malumlarınız olduğu üzre, “Bu ülkenin Başbakanı ve Hükümet üyeleri” hakkında, “Bunlar analarını bile satarlar” dediği için “istifa” etti.

İşte bu istifayı “hazmedemeyen” ve “Oktay Ekşi’nin hıncını” benden çıkarmak isteyen çevreler, benim üzerimden Başbakan Tayyip Erdoğan’a çakmak istemişler.

Gazetelerin “sürmanşet”lerinden ve “köşe”lerinden saldırıp, demişler ki;

“Küfretti diye bir gazetecinin kellesini alan Başbakan Tayyip Erdoğan, bir gazeteciye “O... çocuğu” diyen yazarı hiç yanından ayırmıyor!..

Fatih Altaylı için ağza alınmayacak küfürler eden Akit yazarı Hasan Karakaya, Tayyip’in uçağından inmiyor!”

Çok doğru...

Ben, Fatih Altaylı’ya gerçekten de “küfür ve hakaret” dolu bir cevap verdim!..

O yazı, “hayatımın yazısı”ydı!..

Öyle sanıyorum ki; bir daha “o yazıyı aşacak” bir yazı yazamam!..

Yazmak da istemem!..

Ama hemen söyleyeyim;

“Başörtülü” kadınlara yine “hakaret” edilirse, yine “iftira” atılırsa ve yine “sövülür” ise; “uysal koyun” olmaktan çıkar, yine “aslan” kesilirim!..

Hiç çekinmem, söverim!..

HAKETTİ, CEVAP VERDİM!

Gelelim “Fatih Altaylı meselesi”ne...

Aslında, ben o defteri yıllar önce kapatmıştım... Çünkü, Şimdiki Fatih Altaylı, 11 yıl öncesine göre, “başörtülü”lere karşı “daha anlayışlı” bir tavır sergiliyor...

Ama, “o günkü Fatih Altaylı” böyle değildi... “Başörtülü” öğrencilere “çok ağır hakaretler” yaptı, çok ağır “iftira”lar attı!..

Ben de, 10 Ekim 1999 tarihli Ayna’da hakettiği cevabı verdim.

Benim o yazımı 11 yıl sonra hatırlatıp, benim üzerimden Tayyip Erdoğan’a çakmak ve böylece “Oktay Ekşi’yi aklamak” isteyenler, yazımdaki “küfür ve hakaret”leri yazarken, “Fatih Altaylı’nın o günlerde neler dediğini” de yazsalardı, millet, niye küfrettiğimi anlardı...

Sormadılar mı hiç;

“Fatih Altaylı nasıl bir hakarette bulunmuştu ki, Hasan Karakaya bu yazıyı yazmak zorunda kaldı..”

Evet, o yazıyı yazdım, çünkü;

Fatih Altaylı, bir radyo programında, “Başörtülü” öğrenciler için; çok çok affedersiniz, “kevaşe” demişti!..

“Fahişe” demişti!..

“Sizi gidi alçak fahişeler sizi!.. Bellenmesi gereken fahişeler” demişti!..

Daha da hızını alamayıp;

“Başörtülü öğrenciler” için, “200 milyonu bastır soyunsunlar, 300 milyonu ver başka şey yapsınlar” diyerek, son derece “bayağı” ve “iftira” dolu “hakaret”ler savurmuştu!..

Ben, işte buna cevap verdim!..

Aynı şeyleri bugün desin,

Aynı cevabı yine veririm!

ALTAYLI DA KAYBETTİ!

Fatih Altaylı dünkü yazısında, Oktay Ekşi’nin hiç olmazsa “özür” dilediğini söyleyip, eklemiş;

“Hasan Karakaya, benim için çok daha ağırını kaleme aldı. (...) Üstelik özür bile dilemedi... Hakkımı mahkemede aradım... Kazandım da!”

Sorarım kendisine;

Sen “iftira” attığın “başörtülü”lerden “özür” diledin mi ki, benden özür bekliyorsun!

Sen, “başörtülü hanımlar”dan özür dile ki, ben de senden özür dileyeyim!..

“Tazminat” meselesine gelince...

Doğru, o dâvâyı kazandın... Hatta evime “haciz memurları”nı bile gönderdin... Ama, “başörtülü öğrencilerin de senden tazminat kazandığını” niye söylemiyorsun!..

Yoksa, “dâvâyı kaybettiğini” söylemekten utanıyor musun?

Benden aldığın parayı,

Sen de “başörtülü”lere ödemedin mi!..

Onu da söyle ki; benden kazandığın parayı başörtülülere ödediğini millet bilsin!..

........

Her neyse... “Müflis tüccar”ların “eski defterleri karıştırması” gibi, yeniden o günlere dönmek istemiyorum.

Kendileri yazdılar, cevap verdim...

Milletimiz “gerçekleri bilsin” diye!..

Uzun lâfın kısası;

“Küfrediyorsam, vardır bir sebebi!”

Ben, Oktay Ekşi’nin yaptığı gibi, durduk yerde, hiç kimseye sövmem!..

Eğer sövmüşsem,

Mutlaka haketmişlerdir!..

Hakederlerse, yine söverim!..

Sağlık

kontrolü de ÖSYM’ye verilsin!

Gazeteler, “En sıkı KPSS” diye başlık atmışlar... Pazar günü sınava giren adaylar öylesine “sıkı bir arama”dan geçirilmişler ki, aramalarda “dedektör” bile kullanılmış!..

Hatta, “dedektör”e bile itibar edilmemiş, adayların “kulak”ları bile kontrol edilmiş... Tepeden-tırnağa arandıkları yetmiyormuş gibi, “kulak içleri”ne ve “kulak dışları”na bile bakılmış... Öyle ya; “kulaklık” maskesi altında “dışarıyla bağlantı” kurabilecekleri bir cihaz taşıyabilirler!..

Gazetelerdeki haberleri okuyunca, “Ergenekon sanıkları” geldi aklıma...

“Acaba” dedim;

“Ergenekon sanıklarının sağlık kontrollerini de ÖSYM’-ye mi versek?!?”

Öyle ya;

“Sınav kontrolü”nde kılı kırk yarıp, bu kadar başarılı olan bir kuruluş, pekalâ “Sağlık kontrolü”nde de başarılı olur!

Düşünebiliyor musunuz;

Bir ÖSYM görevlisi, almış “Ergenekon sanığı”nı karşısına; “dedektör”le tepeden-tırnağa arama yapıyor!.. Yetmiyor, “kulaklarının içine” bakıyor!.. O da yetmiyor; bir “kardiyolog” gibi “kalp ritmi”ni inceliyor!..

Hele söyleyin;

Böyle bir “kontrol”den sonra, “hasta numarası” yapan bir Ergenekon sanığı çıkar mı?..

Böyle “sıkı bir kontrol” yapılmadığı içindir ki; “Ergenekon sanıkları”nın çoğu, “cezaevi” yolu göründüğünde, hemen “hastayım” ayaklarına yatıyor!..

“Hasta” dediğin adam, hastanede yatar... Ama “Ergenekon hastaları”(!)nın çoğu “hasta yatağında” yatmak yerine, “dans pistleri”nde figür üzerine figür sergiliyor!..

Geçenlerde, “Balyoz Darbe Plânı”nın 1 numaralı sanığı Çetin Doğan’ın, Bodrum’daki bir etkinlikte “dans” ederkenki fotoğrafını yayınlamış, altına da; “Hapiste hasta, dışarıda dansta” başlığını atmıştık ya, diyorum ki; “Çetin Doğan, eğer ÖSYM görevlilerinin kontrolünden geçmiş olsaydı, acaba piste çıkabilir miydi?”

Tepeden tırnağa aranır, bütün vücudu taranır ve rapor verilirdi: “Hapiste yatmasında sakınca yoktur!”

Dolayısıyla, Çetin Doğan da “pistte” değil, “hapiste” olurdu!..

İşte bunun için diyorum ki;

GATA’yı - MATA’yı boşverin,

“Sağlık kontrolü” işini de bir an önce ÖSYM’ye verin!..

Onlar, hapisten dışarı “kuş” uçurtmazlar!

Hele, “Kerkenez”, “Atmaca” ve “Doğan”ları hiç uçurtmazlar!..

“Organize İşler”den mi?

Birileri kulaklarına “kar suyu” mu kaçırdı, yoksa “düğme”ye mi bastı, ya da “suflör”ler devreye mi girdi?.. Bu işte bir “bit yeniği” arıyorum, çünkü Hahambaşı İzak Haleva olayını hiç unutmam...

Hatırlarsınız; “Akit’in haberleri”nden ve yazarımız Abdürrahim Karakoç’un “İsrail aleyhtarı” yazılarından rahatsız olan Hahambaşı Haleva, bazı yazarlara “mektup” yazıp; “şunlara haddini bildirin” mealinde ifadeler kullanmıştı... O mektubun ardından, “5-6 yazar” hemen kaleme sarılmış, hem de “aynı gün”de, “Akit ve Karakoç’u kınayan” yazılar yazmışlardı.

“Acaba” diyorum; “Yine böyle bir organizasyon” mu var?..

Baksanıza; “11 yıl önceki yazım”dan dolayı, “bana ve gazetem Akit’e” yönelik “4 gazete” birden taarruza geçmiş!..

Hürriyet’inden Habertürk’üne, Akşam’ından Sözcü’süne ve Posta’sına kadar, hemen herkes; bana ve gazeteme saldırıp, “Oktay Ekşi’nin küfürbazlığı”nı haklı çıkarmaya çalışmışlar!..

İster istemez, işkilleniyor insan;

Bu da “malûm odaklar”ın “organize” işlerinden midir?..

Ancak, şunu bilsinler: Biz, “dik duruşumuzu” değiştirmeyiz!..

 

 

 

3 Kasım Çarşamba

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Assange aranıyormuş... Ben de inandım!

 

Herhalde hatırlarsınız... Bundan birkaç yıl önce; Büyük İskender ile bir “korsan” arasında geçen bir “diyalog”tan bahsetmiştim.

Denizlerde uzun süre “korsanlık” yapıp, “gemi”leri soyan, “ahali”yi canından bezdiren bir adamı yakalayıp, Büyük İskender’in huzuruna getirmişler.

İskender, fena haşlamış adamı:

“Nedir bu ahalinin senden çektiği?.. Kadınlarını kaçırır, mallarını gasbedersin... Korsanlık yapmaya utanmıyor musun.”

Korsan, derin bir iç çektikten sonra şu tarihi cevabı vermiş:

“Aslında senin yaptığın işle benim yaptığım işin özü itibariyle bir farkı yok sayın imparatorum! Benim bir tek gemiyle yaptığım işi, sen koca bir donanmayla yapıyorsun. Bu sebeple de bana korsan, sana ise imparator diyorlar.”

Öyle değil midir;

“Tek gemi” ile baskın ve soygun yapan adama “korsan” diyorlar, aynı işi “donanma” ile yapan adama da “imparator” diyorlar!..

Bugün de öyle değil mi?..

Sudan’da yol kesen, “gemileri rehin” alıp mürettebatını “esir” edenlere “korsan” diyorlar ama “Filistin’e insani yardım” götüren Mavi Marmara gemisini basıp, “9 Türk’ü katleden”ler “İsrailli askerler” olunca; onlara “korsan” değil, “devlet” diyorlar!..

Yani, bu işi “küçük botlarla” yaparsan “korsan”sın ama “donanma” ile yaparsan “devlet”(!)sin!..

Aslında, yapılan iş aynı;

“Korsanlık!”

“EN İĞRENÇ HALK!”

Ama, “İsrail’den korkuları”ndan; birçok ülke, İsrail’in yaptığına “korsanlık” diyemiyor!..

Tıpkı, “iğrenç” diyemedikleri gibi!..

Dünkü gazetelerde bir haber vardı...

Belçika Devlet Televizyonu URT’de bir “bilgi yarışması” yapılmış...

Yarışmacılardan biri de, Flaman Parlamentosu Başkanı Peter Paumans’mış...

Peter Paumans’a; Fransız düşünür Woltaire’in; “yeryüzündeki en iğrenç halk” olarak “hangi milleti tanımladığı” sorulmuş...

Woltaire, aslında “en iğrenç halk” olarak “Yahudileri” tanımlıyor ve şöyle diyormuş;

“Yahudilerin cahil, barbar, cimri, batıl inançlı ve onlara tahammül eden herkesin nefretini kazanmış bir halk olduğunu düşünüyoruz... Yeryüzündeki en iğrenç halk Yahudilerdir ama öldürülmelerine karşıyım!”

Evet, Woltaire’in “en iğrenç halk” olarak tanımladığı aslında “Yahudiler”miş ama, Peter Paumans bunu bile bile “Türkler” şıkkını seçmiş!..

Sormuşlar kendisine;

“Neden Türkler dedin?”

Demiş ki;

“Aslında bilerek yanlış şıkkı seçtim... Çünkü Yahudiler diyecek cesaretim yok... Bir zamanlar Yahudiler için bir şeyler söyledim, başıma gelmedik kalmadı... Çok çektim!”

O halde, vur abalıya!..

Nasıl olsa, Türkler katlanır!..

DİPLOMAT EŞİTTİR CASUS!

Görüyorsunuz değil mi;

“Donanma ile soygun” yapan adama “imparator” diyenler, bu işi “tek gemi ile” yapan adama “korsan” diyorlar!..

İsrail’e “iğrenç” diyemeyenler, kalkıp Türklere hakaret ediyorlar.

Aslında, “Wikileaks belgeleri”ni de bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Herhangi bir adam; bulunduğu ülkede, bir başka ülke hesabına “bilgi” topluyorsa, onun yaptığı faaliyetin adına ne diyoruz?..

Elbette “casusluk” diyoruz!..

Çünkü bu adamın yaptığı iş “gayrımeşru”dur, üstelik “yasal izni” de yoktur!..

Peki, bu işi “açıkça” ve “resmî kimlikle” yapan adama ne diyorlar?..

“Diplomat!”

Buradan hareketle diyebiliriz ki;

“Diplomasi; açık ve resmi casusluk mesleği”nin adıdır!..

Uluslararası arenada; ülkeler, “kendi haklarında bilgi toplayan” kişiyi, eğer “resmî hüviyeti” varsa “diplomat” olarak görür ve “yasal” kabul eder!..

Ama, “bilgi” toplayan adam eğer “diplomat” değilse, onun yaptığı iş “casusluk”tur!..

Aynen Büyük İskender ve İsrail örneğinde olduğu gibi;

Soygunu tek başına yaparsan “korsan”sın!.. Eğer “donanma” ile yaparsan “devlet”sin, “imparator”sun!..

“Hakaret” edeceğin ülkenin adı İsrail ise, “iğrenç” diyemezsin, ama “Türkler” için ağzına geleni söyleyebilirsin!..

Tek başına “bilgi” toplamaya kalkar ve üstelik yakalanırsan, “casus” derler, anında “kodes”e atarlar!..

Ama, bilgi toplama işini “diplomat” kimliğinle yaparsan, büyük itibar görürsün!..

Kavanoz dipli dünyada, işler böyle yürür!.. “Gariban”san, yüzüne bakan olmaz, ama sırtında “kürk” varsa; merhum Nasreddin Hoca’nın dediği gibi;

“Yer kürküm ye!”

KİM BU ASSANGE?

“Wikileaks belgeleri” de;

“Amerikalı casuslar”ın, pardon “diplomat”ların kaleminden çıktığı içindir ki, büyük ilgi gördü.

Meselâ, aynı belgeler “Tanzanyalı diplomatlar” tarafından kaleme alınsaydı; bırakın “gürültü” koparmayı, hiç kimseden “çıt” çıkmazdı!..

Ben, ilk gün ne demişsem, hâlâ o iddiamın arkasındayım:

“Bu belgeler, ABD veya CIA tarafından değil; büyük bir ihtimalle ABD Derin Devleti’nin elemanları Neoconlar, onları yöneten İsrail ve MOSSAD tarafından sızdırılmıştır!”

Bu belgeler, özellikle “ABD Başkanı Obama’ya gözdağı verme” amaçlıdır!..

Belgelerin, özellikle “Füze Kalkanı Projesi’nin kabulünden sonra” sızdırılması, İsrail’in Obama’dan “intikam” almaya çalıştığını göstermektedir!..

Asıl önemli konu;

Belgelerde, “İsrail aleyhinde” kullanılabilecek ifadeler bulunmamasıdır... Daha önce de yazdığım gibi; dünyada fırtınalar kopuyor ama belgelerde, neredeyse “İsrail” hiç yok!..

Buna dikkatinizi çekip, şimdi de olayın bir başka boyutuna gelmek istiyorum:

Bu belgeleri sızdıran ve dünyaya “Diplomasinin 11 Eylül’ü” şokunu yaşatan “Wikileaks’in patronu” kimdir?..

Julian Assange denilen bir adam;

¥ 1971 yılında Avustralya’da dünyaya geldi. Daha 18 yaşındayken baba oldu.

¥ Bilgisayar dünyasıyla yakından ilgilenen Assange, ilk defa 1995’te ‘hacker’lıkla suçlandı.

¥ ‘Hacker’lığın kitabı olarak bilinen “Underground” adlı eseri yazdı.

¥ 2006’da, şu günlerde dünyayı sarsan belgeleri yayınlayan Wikileaks internet sitesini kurdu.

ARANIYOR AMA BULUNAMIYOR!

Dünkü gazetelerde, işbu Julian Assange ile ilgili şöyle bir haber vardı:

“Wikileaks’in patronu aranıyor!”

Haberlerin ayrıntısı şöyleydi:

İnterpol, “tecavüz ve cinsel taciz” soruşturması çerçevesinde İsveç tarafından aranan Julian Assange için kırmızı bülten çıkardı. Assange hakkında İsveç’te 18 Kasım’da, tecavüz suçundan tutuklama kararı verilmişti.

Gizli servislerin hedefinde olan Assange’ın şu an nerede olduğu bilinmiyor.

Mu acaba?..

Julian Assange adlı bu adamın “nerede” olduğu gerçekten bilinmiyor mu?..

İnanalım mı buna?..

Geçenlerde Tamer Korkmaz’ın da yazdığı gibi;

Wikileaks kriptoları; ABD Derin Devleti’nin İsrail’le birlikte düzenlediği bir “istihbarat operasyonu”dur!

11 Eylül filmindeki Bin Laden’in rolünde bu defa Assange oynuyor.

“Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın sayısız gizli belgesini ele geçirip yayınlayan” Julian Assange da aynen Bin Laden gibi bir türlü yakalanamıyor.

İsveç’teki (!) Tora Bora dağlarının sarp kayalıklarında saklanıyor olmalı, Assange denilen bu adam!..

Irak ve Afganistan’ı bombalarla enkaza çeviren, Tora Bora Dağları’nı kalbura döndüren “Amerikalı Neoconlar” Assange adlı adamın “nerede” olduğunu bilmeyecek, öyle mi?..

Siz inanır mısınız buna?..

Elbette inanmazsınız!..

O SALON AJAN KAYNIYORDU!

Çünkü, Julian Assange denilen bu adamın, “Londra’da basın toplantısı” düzenleyip; “ABD’nin ipliğini pazara çıkaracağım” dediği saatlerde, o salon “CIA ve MOSSAD ajanı” kaynıyormuş!..

Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa, kendilerinin “Julian Assange’a sığınma hakkı verdikleri” yönündeki iddiaları cevaplandırırken, demiş ki;

“Assange, son 3 ay içinde Avrupa’nın birçok kentinde basın toplantıları düzenledi. ABD’nin yardımcısı İngiltere’nin başkenti Londra’da da 23 Ekim’de basın toplantısı gerçekleştirdi. O toplantıda birçok İngiliz ve ABD ajanı da vardı, neden hiçbir şey yapamadılar.”

Sizin anlayacağınız;

“Namazda gözü olmayanın, kulağı ezanda olmaz”mış ya; Assange’ı yakalamaya niyeti olmayan CIA ve MOSSAD ajanları da, onu “görmezden gelmiş”ler!..

Demek oluyor ki;

Obama’ya rağmen, “Neoconlar” hâlâ etkili pozisyonlarda, CIA ve MOSSAD hâlâ kontrolleri altında!..

Yoksa, Assange adlı adam, “iğne deliği”ne saklansa, bulurlar ve “casusluk”tan tutuklarlardı!..

BİN LADEN BULUNURSA!!!

Demek ki;

Adam, bu işte “yalnız” değil!..

Arkasında bir “devlet” bulunmalı ve “diplomat” kimliği taşıyor olmalı ki; kimse dokunamıyor ona!..

“Wikileaks” için de diyorlar ki;

“İsveç’te internet sitelerine server sağlayan özel şirket Bahnhof’a ait merkez, Wikileaks’in kalbi. Site 4 aydır, yerin 30 metre altında bulunan ‘Pionen’ adlı merkezin server’larını kullanıyor. Her türlü silahlı saldırıya, nükleer tehlikeye hatta hidrojen bombasına bile dayanıklı olan Pionen’de saklanan verilerin ortadan kalkması imkansız.”

İşte buna inanırım!!!..

Attığı “bomba”larla Tora Bora Dağları’nı kalbura çevirdiği halde, hâlâ Bin Laden’i “bulamayan”(!) Amerika, “yerin 30 metre altındaki site”yi de bulamaz!!!

Bin Laden’i bulurlarsa hiç kuşkunuz olmasın ki Assange’ı de bulurlar!..

Aksi halde;

Bin Laden’in ara-sıra “bildiri”(!)ler yayınlaması gibi, Assange da “belge sızdırmaya” devam eder!..

Biz de, bunları yutarız!..

Mı acaba?!?..

 

 

03/Aralık/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Devrim’den günümüze... “Yerli” ihanetler!

 

Zaman zaman düşünmüyor değilim... “Türkiye, acaba Türkler tarafından mı idare ediliyor?”... Yoksa, “mutfakta biri” veya “birileri” mi var?.. Öyle sanıyorum ki; “Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke” diye düşünen birileri, bugüne kadar Türkiye’yi yönetmiş, Türkiye’ye “rol ve istikamet” çizmiş!.. O birileri her kimse; “Siz düşünmeyin, sizin yerinize biz düşünürüz!.. Siz yapmayın, biz yaparız” diyerek, Türkiye’yi hep “ithalat”a mecbur bırakmış, “yerli üretim” yapmasını hep engellemiş, Türkiye’ye hep “ihanet” etmiş!..

Türkiye o kadar engellenmiş ki;

“Yerli malı Türk’ün malı, her Türk onu kullanmalı” diye kampanya açanlar bile “ithalat baskısı”na maruz kalmışlar, “yabancı”lara sürekli boyun eğmişler!..

“İlkokul çocukları”na, “Yerli Malı Haftası” kutlatıp; “Yerli malı incir, kestane, portakal” yedirtmeyi “yerlilik” sayan zihniyet, ne yazık ki, “kendi uçağını” yapan ve hatta “ihraç” seviyesine gelen Nuri Demirağ gibi “müteşebbis”lerin önüne takoz koyan zihniyettir!..

Bu “zihniyet”in temsilcileri sadece “devlet yönetimi”nde, sadece “siyaset”te değil, maalesef “medya”da da vardır!..

Sadece “Devrim Otomobili” dersek, mes’ele kendiliğinden anlaşılır... Çünkü; “Yüzde yüz yerli Devrim otomobili”ni engelleyen ve Türkiye’yi “ithal otomobil”lere mahkûm eden, maalesef “medya”dır!..

“YERLİ ROKET” DE ENGELLENMİŞ!

Bunun “nasıl yapıldığını” biraz sonra ayrıntılarıyla anlatacağım... Ama önce, “yerli roket ve bazuka üretimi”nin nasıl engellendiğinden kısaca bahsedeyim...

Ayrıntıları, haberimizde okuyabilirsiniz..

Efendim;

Bundan 62 yıl önce, yani 1949 yılında, Yüksek Mühendis Topçu Albay Emin Bozoğlu, kendi imkânlarıyla “roket” ve “bazuka” yapar...

Bu, “ilk yerli imalat”tır!..

Deneme, “başarıyla” gerçekleşmiştir!..

Emin Bozoğlu, bu durumu bir raporla Genelkurmay’a bildirir... Raporun tarihi, 15 Ocak 1949’dur!..

Emin Bozoğlu, özetle der ki;

“İmkân ve yetki verin, bu silâhların seri üretimine geçelim!”

Ne var ki;

Devreye “gizli bir el” girer ve maalesef “yerli roket ve bazuka imalatı”nın yapılmasını engeller!..

Tabiî, bu “gizli el”in kime veya kimlere ait olduğu asla öğrenilemez!..

Türkiye, bir defa daha;

“Silah ithalatı”na mecbur kalır!..

ERDOĞAN’IN YERLİ OTOMOBİL TALEBİ

“Roket ve bazuka üretimi” meselesinde, devreye hangi “gizli el”lerin ve hangi “gizli emel”lerin girdiğini burada kesip, gelelim “Erdoğan’ın teklifi”ne...

Malûm; 20 Ocak günü TÜSİAD’ın Genel Kurulu’nda konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Koç Grubu’na yüzde yüz yerli araba üretme önerisinde bulunmuştu...

“Bu işi halledin” diyen Erdoğan şöyle devam etmişti sözlerine:

“Geçen akşam Sayın Koç’a dedim, ‘Artık soyadınız gibi bir marka ile şurada biz yerli otomobilimizi üretelim ve dünyaya diyelim ki, bak bu da artık bizim otomobilimiz.’ Bunu sunalım, başaralım. Hepsi burada montajı yapılan otomobiller olmasın. Şu anda otomotiv sektörü içinde olan babalar burada... Bu işi halledin.”

Belli ki, “yerli otomobil” işi, Erdoğan’ın içinde bir “ukde”dir!.. Bu meseleyi “dert” edinmiştir... Yoksa, niye “yerli otomobil” istesin ki!..

Yine malûm ki;

Mustafa Koç, Erdoğan’ın teklifiyle ilgili olarak, “Biraz zor ama...” deyip, eklemişti:

“Görüldüğü kadar kolay bir iş değil amma elimizden geleni yapacağız!”

CHP, “YERLİ”YE KARŞI!

Çok enteresandır ki;

“Erdoğan’ın yerli otomobil talebi”nden en çok “rahatsız” olan CHP olmuştu... CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran, Erdoğan’ın talebi için; “Öneri gerçekten üzücü ve kaygı vericidir” diyor ama neden “kaygı verici” olduğunu açıklamıyordu... Tam aksine, Erdoğan’ın talebi ile “alay” ediyor ve bu teklifin “basit ve ucuz çözüm” olduğunu iddia ediyordu...

İyi de;

“Erdoğan’ın derdi, CHP’yi niye gerdi?”

Böyle bir teklifi, “ulusalcı” bir parti olan CHP’nin yapması gerekmez miydi?.. CHP gibi, “yerli” olduğunu iddia eden bir partinin, “yüzde yüz yerli otomobil” teklifine dört elle sarılması gerekmez miydi?..

Umut Oran, acaba “kimin sözcülüğü”nü yapıyordu ki, Erdoğan’ın teklifine karşı çıkıyordu?.. Bu tekliften, acaba niye “rahatsız” olmuştu?..

Yoksa, “Devrim düşmanları”nın günümüz sözcüsü müydü, onun için mi karşı çıkıyordu “yerli otomobil” teklifine?!?..

CHP’li Umut Oran’ın bu “yerli” karşıtlığını “tarihe not” olarak düşüyor ve şimdi “Devrim Otomobili projesinin nasıl öldürüldüğü”nün hikâyesine geçmek istiyorum.

DEVRİM’İ KİM HANÇERLEDİ?

Olayı, az-çok sizler de biliyorsunuz.

“Devrim” olayının özü ve özeti şu:

“Benzin bitti, imalat paydos!”

Ama, “ayrıntı”lar önemli.

Yenişafak’tan ayrıldıktan sonra yazılarına “ara” veren, şu günlerde hiçbir gazetede yazı yazmayan ama “tekliflere de açık” olan Fehmi Koru, bundan tam 11 yıl önce, yani 1 Mart 2000 tarihinde Yenişafak’ta Taha Kıvanç müstear adıyla yazdığı yazıda, “Devrim olayının perde arkası”nı anlatmıştı...

O yazıdan, özetle aktarıyorum:

Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) tarafından yeni yayımlanan “Gelenekten Geleceğe” adlı kitapta, ‘Devrim’ projesinin sahibi sayabileceğimiz Y. Müh. Şükrü Er’in bir notu bulunuyor. Okuyunca Türkiye’nin bir fırsatı elinden nasıl kaçırdığını daha iyi anlıyor insan. Eğer bir oyuna gelinmeseydi, muhtemelen bugünkü kadar çok sayıda fabrikamız olmayacaktı belki, ama az sayıdaki fabrikalarımızda kendi yapımımız otomobiller üretilecekti...

Şükrü Er, şunu yazmış:

“Devrim adı verilen otomobil, TCDD Eskişehir, Ankara ve Sivas demiryolu fabrikalarının işbölümü ve işbirliği ile, projesi dahil dört adet prototip olarak, dünya rekoru sayılabilecek dört ay gibi kısa bir zamanda, 30 civarında mühendisin ve yardımcılarının gece gündüz çalışması suretiyle imal edilmişti.”

Dönemin devlet başkanı Cemal Gürsel, müteşebbislere; “Memleketimize has bir binek otomobil motoru ve örnek bir yerli otomobil imal edilsin” talimatını vermiş... Bu sebeple, üretilen ‘Devrim’ otomobili Cemal Gürsel’in önünde denenmiş... Olayı ve ilk yerli üretim otomobilin başına geleni yine Şükrü Er’in anlatımından takip edelim:

“29 Ekim 1961 sabahı, standartlara uygun yol tecrübelerine bile yeterli zaman bulamadan, iki Devrim, gardan TBMM’ne devlet başkanını almaya gitmişti.

Rahmetli Gürsel’i alan Devrim’in 200 metre kadar gittikten sonra durması üzerine arkadan gelen ikinci Devrim’e binilmiş ve devlet başkanı Anıtkabir’e, oradan da Hipodrum’a Ankara sokaklarında halkın alkışları ve sevinç gözyaşları arasında Devrim’le gitmişti. Benzini biten öteki Devrim, benzin ikmali yapılarak korteji takip etmişti...”

Bu, o tarihî günde ne olduğunun proje sahibi mühendis tarafından doğru anlatımı... Ancak, Türkiye, şu günlere kadar, bu ‘doğru’yu değil, gazetelerin günümüze kadar yazıp durduğu “Devrim otomobili yolda kaldığı için projeden vazgeçildi” yalanını okudu hep.

Şükrü Er, “Ne yazık ki” diyor,

“Olayı açıklamak üzere birçok defalar basın toplantıları yapmama rağmen, basının ‘yerli araba yolda kaldı’, ‘Devrim 200 metre gidebildi’ gibi sloganlarla ve karikatürlerle verdiği idam fermanının imajını silmek mümkün olmadı.”

Denemenin yapıldığı o gün kimbilir hangi hâin niyetlerle deposuna az benzin konulan ilk yerli üretim otomobilin durması, Gürsel arkadan gelen ikinci Devrim’e geçip turunu eksiksiz tamamlamış olsa bile, basın tarafından projenin öldürülmesi için yeterli bir görüntü oluşturmuş sizin anlayacağınız...

Şükrü Er, aradan 38 yıl geçtikten sonra (1999 yazında) Eskişehir’e gidip depodaki Devrim’i yeniden gözden geçirmiş...

“Araba çalışır durumdaydı ve zaman zaman kullanılıyordu” diyor...

‘Devrim’ projesi için Türk mühendisleri kollarını sıvamadan önce, bazı ithalâtçılar, kendilerine ‘sanayici’ statüsünü de kazandıracak ‘otomotiv’ sektörüyle ilgilenmeye başlamışlardı.

Aynı kitaptan, yabancı teknolojiyle üretilecek ilk otomobil fabrikasının temelinin 1958 yılında Bursa’da atıldığını öğreniyoruz. O günden buyana geçen 50 yılda 14 ayrı marka altında yüzbinlerce otomobil üretildi ülkemizde; ancak hiçbiri ‘Devrim’ gibi yüzde 100 Türk mühendisinin alın teri ve vizyonunun eseri olmadı.

VİCDAN MI, CÜZDAN MI?

O günün “medya”sı acaba hangi güdülerle Devrim’i doğmadan boğma kararı almıştı?

Böylesine hayatî bir konuda yalan yazıp Türk sanayiini dışa bağımlı hale getirmenin kapısını açanlar sonradan hiç vicdan azabı duydular mı acaba?

Evet, hiç “vicdan azabı” duydular mı?.. Yoksa onlar, yaptıkları “yalan haberler” karşılığında “cüzdan”larına giren “dolar ve mark desteleri”ne mi baktılar?!?

Hadi diyelim ki;

“Medya”nın derdi “vicdan” değil, “cüzdan”dır; peki CHP’ye ne oluyor ki, 50 yıl sonra bugün “yüzde 100 yerli otomobil” talebine karşı çıkıyor?..

Yoksa, bu “proje”nin hayata geçmesi “Erdoğan’ın önerisiyle” olacağından ve dolayısıyla ona “puan” kazandıracağından mı endişe ediyorlar?..

Ben öyle sanıyorum ki;

Bu ülkede “yerli” olan her şeye karşı çıkan ve Türk insanını “Batı’nın kölesi” haline getiren CHP zihniyeti, işte bir defa daha görüldü ki, “yerli otomobil”e de karşıdır!..

Bunu da bir kenara not edin!..

Şunu da unutmayın;

“Yerli otomobil”e karşı çıkan CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın, “hayat arkadaşım” dediği, ardından gözyaşları döktüğü “ölen köpeği”nin adı da “Oskar”dı, yani “yabancı” idi!..

Köpeğine bile “ithal isim” takan bir adamın, “yerli otomobil”e karşı çıkmasını, doğrusu hiç yadırgamadım!..

Baksanıza, Kemal Kılıçdaroğlu’nun lâkabı olan “Gandi” bile “ithal” bir isim!..

Bu kadar “ithalat düşkünü” olan bir partiden, hiç “yerlilik” beklenebilir mi?..

YAPARSA ERDOĞAN YAPAR!

Ama, “CHP’ye rağmen” ümitler yine de Başbakan Tayyip Erdoğan’da!..

Baksanıza; ilk yerli “roket ve bazuka”yı imal eden, Türkiye’nin ilk yerli otomobili Devrim’i üreten ekibin başındaki isim olan Genelkurmay eski Genel Sekreteri Yüksek Mühendis Topçu Albay Emin Bozoğlu’nun oğlu Atilla Bozoğlu geçenlerde diyordu ki;

“Siyasi düşünce olarak Tayyip bey’i kendime çok uzak bulurum. Ama şu var; bu gibi milli konularda Tayyip Bey çok iyi... Yerli arabayı yaparsa, bir tek Tayyip Bey yapar.”

Bu yazıyı yazdım ki;

“Yerli sevdalıları”nı ve “yerli düşmanları”nı çok iyi tanıyın!..

“Halk düşmanları” aramızda!..

Ve de, “Y-CHP’nin içinde!”

====================

Parti mi, köy kahvesi mi?

CHP; bir “parti” midir, yoksa “köy kahvesi” mi, bir türlü anlayamadım... Malûm, “köy kahveleri”nde, hemen her “parti”den, hemen her “görüş”ten insanlar vardır ve “her kafadan bir ses çıkar!”

CHP de öyle...

Kafalar “çok karışık” olmalı ki, her kafadan “farklı bir ses” çıkıyor... Kılıçdaroğlu ayrı telden çalıyor, Süheyl Batum ayrı telden!..

Bir de, CHP’deki kafa karışıklığına “kafası yatmayan”lar var ki, onlar da ayrı bir grup... Meselâ, CHP’nin “eski müftü” üyesi Muhammed Çakmak diyor ki; CHP normalleşirse, Türkiye de normalleşir!”

Demek ki, CHP, “normal” değil, “anormal” bir parti!..

“Türkiye’yi anormalleştiren” de, CHP’den başkası değil!..

Ya; “AK Parti’nin başarı sırrı”nı çözmek için “casus” sokan Hurşit Güneş ile Binnaz Toprak’ın söylediklerine ne demeli?..

Demişler ki;

“AK Parti, geçmiş hükümetler gibi popülist davranmadı!.. Parayı çarçur etmek yerine Türkiye’nin kalkınması için harcadı!”

N’ooluyor bu CHP’lilere Allah aşkına?..

Şu hâle bakın; “candaş medya” bütün nefesiyle “Kılıçdaroğlu rüzgârı” estirmeye çalışırken, bir kısım CHP’li de çıkmış, “Kılıçdaroğlu balonu”nu buruşturmanın peşinde!..

Şimdi, gelin de sormayın; CHP bir “parti” midir, yoksa “köy kahvesi” mi?.. Varsa anlayan, bana da anlatsın!..

 

 

26/OCAK/2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ahkâm Kesenlerin Yedikleri Naneye Bakın!

 

Bir "gazeteci"nin "gözü açık, kulağı delik" olmalıdır... Olup-biteni görmeli, söylenen her şeyi de duymalıdır.

 

Ne var ki; bir "kafa meşguliyeti"nde veya bir "dikkat dağınıklığı"nda, gözleri görmez, kulakları duymaz oluyor insanın!.. Hani var ya; yanında "davul" çalsa veya "Bremen Mızıkacıları"nın çıkardığı gürültü kulakları sağır da etse, duymadı mı, duymuyor işte...

Ben de, son günlerde böyle bir "halet-i ruhiye" yaşıyor olmalıyım ki, kopan "kızılca kıyamet"ten haberim olmadı...

 

Meğer, bir yandan merhum Necip Fazıl Kısakürek etrafında, bir yandan da Eğitim-Bir-Sen üyelerinin derslere "başörtüsü" ile girmesi etrafında öyle "gürültü" koparılmış, öyle "fırtına"lar estirilmiş ki; görmemişim, duymamışım!..

Demek oluyor ki;

En yakın zamanda "kulak"larımdan ve "göz"lerimden muayene olmam gerekiyor.

İşin doğrusu; yazılanları iyi ki görmemişim, söylenenleri iyi ki duymamışım!..

Yoksa, o "öfke" ile oturur, iyi bir "küfür" saydırırdım...

Ne var ki;

"Sonradan" duymuş/görmüş olmam, yazı yazmayacağım anlamına gelmez.

Elbette yazacağım...

Ama, daha soğukkanlı...

 

MENDERES'E MEKTUPLAR

 

Efendim, bendeniz "başka gündemlere" odaklanmışken, bazı gazeteler ve bazı yazarlar "Necip Fazıl'ın mektupları"na takmış kafayı...

Neymiş, Necip Fazıl, dönemin Başbakanı Adnan Menderes'e mektuplar yazmış, ondan "para" istemiş... Adnan Menderes de "örtülü ödenek"ten para vermiş ama Necip Fazıl, bu paraları "kumar"da yemiş!..

 

İyi de;

Star'dan Taha Kıvanç'ın yazdığı gibi, bunlar bilinmeyen ve yazılmayan şeyler değil ki...

Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı Yassıada'daki 'örtülü ödenek' davasında... Yassıada zabıtları Celal Bayar'ın torunu Emine Gürsoy Naskali tarafından yayınlanıyor; ilk cilt 'örtülü ödenek davası' ile ilgilidir.

Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan'ın 6 Eylül 2006 tarihli yazısı "Necip Fazıl'ın Menderes'e Mektubu ve Türk Sağı" başlığını taşır. En son Hürriyet'te, "1960 dönemi belgeleri darbe komisyonunda" başlıklı haberde de geçti mektuplar...

Yani, o olay ıcığına-cıcığına kadar işlendi... Yazılmadık bir şey kalmadı... Kaldı ki; merhum Üstad, tüm bu "günah"larını tek tek saydı, "tevbe" ettiğini açıkladı...

O halde, niye "Necip Fazıl'a çamur atma kampanyası" açıldı?..

Sebebi çok basit:

"Hükümet'e doğrudan çakamayan" gazeteler ve yazarlar, mesela Necip Fazıl'la ilgili "itibarsızlaştırma" kampanyası açıyorlar ki, mesaj açık;

"Kızım sana söylüyorum,

Gelinim sen anla!"

 

ÇÖPLER VE KÖPEKLER!

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan, kendilerinin "Büyük Doğu" ekolünden geldiklerini söyleyip, zaman zaman Necip Fazıl'dan şiirler okuyorlar ya; açtıkları bu kampanyalarla demek istiyorlar ki;

"Alın size Üstad dediğiniz adam!.. Hem Menderes'ten para dilenmiş, hem kumarbaz!"

Oysa, şunu bilmiyorlar;

Biraz önce de yazdığım gibi; Üstad Necip Fazıl, hiçbir zaman "günah" ve "kusur"larını örtbas etmeye çalışmamış, tam aksine hepsini tek tek anlatmıştır ki, arkasında "gizemli bir konu" kalmasın!..

 

"Tevbe" edip, "af" dilediği günahları onu küçültmemiş tam aksine Üstad günahları küçültmüş, hepsini geride bırakarak büyümüştür.

İşte onun büyüklüğünü gösteren bir olay:

Bir "konferans"ından sonra bazı gençler, "Sakarya Türküsü"nün büyük şairi Necip Fazıl'ın etrafında toplanırlar... İçlerinden biri der ki;

"Anlattığınız fikir hayatı içinde sizi de görmek istiyoruz."

Üstad, şu cevabı verir:

"Ben özlenen İslam çiçeğinin sadece gübresiyim."

Bir insan ki, kendisini "gübre" olarak görüyorsa, o insan kendini aşmıştır!..

Belki de, "bugünleri" görmüş ve söylenecekleri tahmin etmiş olmalı ki, şöyle demiştir;

"Ben geçmişimi dürdüm, büktüm ve kaldırıp çöpe attım. Bu çöpleri ise ancak kediler köpekler karıştırır."

 

Umarım, "sözün adresindeki" çamurlar, bu mesajı almışlardır!..

 

ÖLÜNÜN ARDINDAN KONUŞMAK!

 

Bir de, "madalyonun öteki yüzü"ne bakmak istiyorum... Hatırlarsınız; Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Güven Erkaya'nın ölüm haberini verirken, "Hakkımızı helal etmiyoruz" diye bir başlık atmıştık...

 

Ne ilginçtir ki;

"Topyekûn bir saldırı"ya maruz kalmıştık. Herkes, üzerimize çullanmıştı;

"Hiç ölünün arkasından konuşulur mu? Siz ne biçim Müslüman'sınız ki, İslam; ölülerin hayırla yad edilmesini isterken, siz hakkınızı helal etmediğinizi söylüyorsunuz!"

Gereken cevabı o günlerde vermiştik ama "Üstad Necip Fazıl" vesilesiyle bir defa daha soralım kendilerine;

"Ölünün arkasından konuşulmayacağını söyleyen sizler, 30 yıl önce vefat etmiş bir adamın arkasından niye konuşuyorsunuz"

Bu mu "ilkeli" yayın?..

Bu mu dürüstlük?..

Ve bu mu tutarlılık?..

Ne yani;

Biz yazınca "tu kaka" oluyor da, siz yazınca "gazetecilik" mi oluyor?..

Açık ve net söyleyeyim;

Bugüne kadar hiçbir "söyleminiz"de dürüst olmadınız, hiçbir iddianızda "samimi" davranmadınız!.. Neye el attıysanız, neyi savunduysanız, lime lime oldu, elinizde kaldı!..

Ne yani; biz de şimdi Türkan Saylan'ın "kilise paraları" ile "çağdaşlık" tasladığını bazı "Ergenekoncu generaller"in "Almanya desteği" ile "ulusalcılık" yaptığını mı söyleyelim?..

Hatta, "daha gerilere" gidip "Burla Biraderler"den, "Nazi paralarıyla kurulan matbaalar"dan ve "İran Şahı'nın desteği" ile kurulan gazetelerden mi söz edelim?..

 

YA SİZİN YAPTIKLARINIZ?

 

İsterseniz, "daha berilere" gelip, Ahmet Kekeç'in sorduğu şu soruları soralım.

"İyi söylüyorsun da aslanım, iyi söylüyorsun da; 'Yaptığınız darbeyi destekleyeceğiz, ihale lazım' diyen medya patronlarının icara çıkardığı kalemleri neden yazmıyorsun?

Şu 'enerji dağıtım ihalelerine' bak bakalım, ne göreceksin?.. Hangi grup, ne karşılığında, 'dağıtım imtiyazını' aldı?

Hangi ara dönemde, hangi medya patronu banka sahibi oldu?

Dağıtım karteli neyin diyetiydi?

Hangi meslek büyüğü, karargahta, 'Açtır muslukları, al gazetelerimin ve televizyonlarımın desteğini' pazarlığı yaptı?

Hangi gazeteci maden işletmelerine 'murahhas aza' seçildi?

Hangi genel yayın yönetmeni ilgili bakanlığı arayıp, 'Karton fabrikamız için kredi istiyoruz! Vermezseniz...' diyerek kolpa yaptı? Kolpayı tutturamayınca ana avrat dümdüz gitti? (...)

Madem rakip kuruluşun satın aldığı televizyon ve gazeteleri dert ediyorsun ve 'etik, ahlak, namus' dersi veriyorsun, kendi patronuna sor bakalım 'ilk dört yılı ödemesiz, düşük faizli devlet kredisini' başka hangi medya patronu kullanmış ve elinde '500 milyonluk çek'le 'Bu televizyonu ve gazeteleri isterim. Vermezseniz...' diyerek TMSF'nin kapısında rezalet çıkarmış?"

Hem bütün bunları yapacaksın, hem de merhum Necip Fazıl'ın, o da "dergisini çıkartmak" için Menderes'ten istediği paraya takacaksın kafayı!..

Adama derler ki;

"Alan da gaçan mı?"

Sen, Necip Fazıl'a, onun üzerinden de Gül ve Erdoğan'a çamur atmadan önce, kendi paçandan akan "necaset"e ve arkanda sallanan "çakıldak"lara bir bak!..

Tamam, sizler "bu mahalle"de yaşayan insanların "günah"larını seversiniz bilirim ama, bir de "kendi mahallenizdeki" insanların kursaklarından midelerine inen "haram"lara da bir bakıverin!..

Çünkü, çoğunuz;

"Haram çukuru"nda yüzüyorsunuz!..

Çoğunuz, "yetim hakkı" yiyorsunuz!..

 

ÇGD ADLI KURULUŞ!

 

Dedim ya;

Bunlar, hiçbir iddialarında "samimi ve dürüst" değil!..

"Olaya göre tavır" bunlarda!..

"Gazeteye göre tepki" bunlarda!..

Tam bir "ikiyüzlülük" içindeler.

Önceki gün, Ankara Büromuzdan Furkan Altınok, şöyle bir haber geçmiş;

"Hoşlarına gitmeyen her haberimize 'hedef gösterme' diyen Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Başkanı, ikiyüzlülükleri yüzlerine vurulunca sus pus oldu

'Öğretim yuvası Fakülte'nin örgüt evine çevrilmesi' ve 'Marksizm propagandası yapan Öğretim Üyesi'yle ilgili haberlerimize 'hedef gösterme' diye tepki gösteren Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Başkanı Ahmet Abakay, kendisine yönelttiğimiz soru karşısında bocaladı... Sorduk kendisine; 'Bizim yaptığımız hedef gösterme ise, kimi gazeteler daha düne kadar üniversitede türban avı yapıyordu; bugün de hemen her gün okulda türban haberi yapıyor. 'Derse türbanlı girdi' başlıklarıyla öğrencilerin, öğretmenlerin fotoğraflarını yayınlıyor. Bu ne peki?' şeklindeki soru karşısında zor anlar yaşadı.

Abakay, bu soruya; 'Bana ne o haberlerden. Hem görmedim de. Bilmiyorum yani' şeklinde cevaplar verdi. Başkan 'Bir gün olsun, o gazeteleri de bu haberlerinden ötürü kınadınız mı, onlar için de 'hedef gösteriyorsunuz' dediniz mi?' şeklindeki soru üzerine ise, bir hayli sinirlenerek, çareyi telefonu kapatmakta buldu."

Görüyorsunuz ya;

Tam bir çifte standart!..

Hani bir söz var ya;

"Evin hanımı kırarsa kaza,

Hizmetçi kırarsa ceza!"

Eğitim Bir-Sen üyelerinin "sivil itaatsizlik" kapsamında derslere "başörtüsü" ile girmelerinin fotoğraflarını çarşaf çarşaf yayınlayan gazetelerin yaptığı "hedef gösterme" olmuyor ama Akit'in yayınladığı bir haber veya fotoğraf "hedef gösterme" oluyor!..

Bu "çifte standart"lar, bu "ikiyüzlü-lük"ler devam ettiği sürece, bu ülkede "empati" de olmaz, "sempati" de!..

İstiyorlar ki;

Onlar bize vursun, biz susalım!..

Kusura bakmayın ama;

Bizim elimiz armut toplamıyor!..

Hele bir vurun;

Cevabını misliyle alırsınız!..

 

Telefonda doğru söyler, Savcı'da şaşırır!

Sen neymişsin be Karadayı?.. "Darbe borazanları" dediğimizde kızan, ama "darbeciye çanaklık" yapmaktan vazgeçmeyen gazeteler, senin için demişler ki; "Görev yaptığı dönemde Irak'ın kuzeyine yapılan Çelik Harekatı ve 28 Şubat sürecindeki irticaya karşı dik duruşuyla Amerika'nın hedefi oldu!.. Karadayı, ABD'ye vurulan 2 darbenin mimarıdır!"

Belgeler ve hatta internete düşen "5 ayrı ses kaydı"nda "bizzat kendisi" de diyor ki; "27 Mayıs'tan 12 Eylül'e, 28 Şubat'tan 27 Nisan'a kadar tüm darbe ve müdahalelerde bulundum!"

O ses kayıtlarında "Cumhurbaşkanları"nı, "Başbakanları" ve "parti başkanları"nı nasıl "tehdit" edip, "hizaya" soktuğunu da övünerek anlatıyor... Çevik Bir; "BÇG faaliyetleri Karadayı'nın emir, direktif ve bilgisi dahilinde yapılmıştır" derken, Güven Erkaya da; BÇG'nin "Karadayı'nın talimatıyla kurulduğunu" söylemişti!..

Gelin, görün ki; gözaltına alınmadan önce "efelenen" komutanların çoğu, yakalandıktan sonra bir anda "hafıza kaybı"na uğruyor ve her şeyi unutuveriyor... Anlayacağınız; "unutkanlık" modasına Karadayı da uydu!.(2013-01-06)

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ya “Süt Bankası”nın başındaki adam “sütü bozuk” ise!

 

 

 

Aslında, bu tartışmalar geçen yılın Mayıs ayında başlamıştı... Uzun süre Doğan Grubu’nun çıkardığı “Anneyiz Biz” adlı dergide çalışan Derya Taşdiken adlı bir hanım, o günlerde ekranlara çıkıp, “proje”sini şöyle anlatıyordu:

“Anne sütü olanlar,

Olmayanları bulsunlar!”

Biz, işte o günlerde;

“Peki nasıl olacak bu iş?” diye sorup, “tereddüt”lerimizi dile getirmiştik.

Demiştik ki;

Eğer “süt veren” kadının da bir çocuğu varsa, çocuklar otomatikman “süt kardeşi” olacaklar ki, normal kardeşe “haram” olan, süt kardeşe de “haram” olacaktır... Peki, o çocuklar büyüyüp de “aynı memeden süt emdiklerini” bilmeden, meselâ “evlenmeye” kalkarlarsa ne olacak?..

Ortaya; “kardeşin kardeşle evlenmesi” gibi bir “sapıklık” çıkmayacak mı?

Bankadan “sperm” almakla, meçhul bir anneden “süt” emzirtmenin hiçbir farkı yoktur!..

Çünkü, bu işin “kontrolü” ve “takibi” mümkün değildir, en azından imkânsıza yakın zordur!.. Hele hele, “İslâmi şuuru” olmayan biri, bu kontrolü hiç yapamaz!..

Dolayısıyla “nesep”ler karışır!..

Zaten, birçok konuda “kân dâvâsı” yaşıyoruz, bir de “Süt Dâvâsı” çıkarmayın başımıza!..

SAĞLIK BAKANI NE DİYOR?

Geçen yıl söylediklerimiz özetle bunlardı... Bugünlerde görüyoruz ki, bu konu yeniden ısıtılmış ve yeniden gündeme getirilmiş.

Önceki gün Bursa’da temaslarda bulunan Yeni Sağlık Bakanımız Mehmet Müezzinoğlu, gazetecilerin ‘’Anne sütü bankası oluşturma yönünde bir çalışmanız vardı. Bununla ilgili din adamlarının ‘süt kardeş’ konusunda sıkıntı olabileceği yönünde haberler yer aldı. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?’’ şeklindeki sorusunu şöyle cevaplamış:

‘’Böyle bir çalışma var... Yanılmıyorsam 8 Mart’ta İzmir’de ilk Süt Bankası’nın açılışını yapacağız... Bir defa anne sütü çok önemli. Anne sütünün yerini alabilecek dünyada bir ürün yok. Dolayısıyla bir defa merkeze anneyi, anne sütünü, bebeği ve bebeğin sağlıklı gelişimini alıyoruz. Bebek için, hele hele anne sütü bulamayan bebek için en iyi nimeti ona sunmamız lazım.

Bu en iyi, en doğal, en tabiî nimeti sunabilmek adına inançlar gereği bazı sıkıntılar varsa, buradaki nedir; kayıt sistemidir.

Bugün parmağın ucunda milyonlarca işlemi yapabildiğin bir teknolojide, hangi anne sütü hangi bebeğe verildi, bu bebeğin künyesi nedir? Sütünü aldığımız annenin künyesi nedir? Bütün bunları paralel bir şekilde yürütebiliriz. Dolayısıyla bu konuda duyarlılığı olan insanımıza da bu süt nüfus cüzdanını eline veririz.

Dolayısıyla bunda bir sıkıntı olacağı kanaatinde değilim. Kesinlikle kayıt olacak.

Banka cümlesi, bir defa sistemin A’dan Z’ye kayıt sistemidir. Bir dernek sistemi değil, banka sistemi. Bu konuda bir sıkıntı olacağı kanaatinde değilim ama tabii ki bütün duyarlılıkları da önemsiyoruz. Hele hele bu konudaki duyarlılıklara teşekkür ediyoruz. Onların da vicdanen rahatlayacağı sistemi onlara da anlatırız. Onlara da bu sistemin yine varsa açıkları, o açıkları da telafi edecek tedbirler alırız.’’

Sayın Bakan’ın açıklamaları böyle...

8 Mart’ta İzmir’de “İlk Süt Bankası” açılmaya karar verilmişse, bu demektir ki;

“Tartışmaya gerek yok... Biz kararımızı verdik, açacağız bankayı!”

YA “SÜTÜ BOZUK”SA!

Sayın Bakan’ın bu kararı vermeden önce kimlerle “istişare” ettiğini, bu işin “sakınca”larını araştırıp araştırmadığını bilmiyorum.

Lâkin, Nisa Sûresi 23. ayette “sütanne” ve “sütkardeş”lerle evliliğin “haram” olduğu açıkça belirtiliyor... Bunun, sayın bakan tarafından da bilindiğinden şüphem yok.

Ne var ki;

“Parmağın ucunda milyonlarca işlem” yapabilen “teknoloji”ye aşırı güven duyması, “süt alan bebek” ile “süt veren anne”nin kayıt altına alınacağını açıklaması, yine de “tereddüt”leri gidermeye yeterli değil...

Zira, “teknoloji” ne kadar gelişmiş olursa olsun, nihayetinde onu kullanacak olan “insan”dır!..

O teknolojiyi kullanacak olan insan; eğer “samimi, dürüst ve dindar” ise, herhalde “duyarlı” davranır ve bir süt ile diğer sütü karıştırmaz!..

Peki, ya o adam;

“Sütü bozuk” biri ise!..

“Kanı bozuk” biri ise!..

Hem sonra;

“Teknoloji” ne kadar “ileri” olursa olsun, ne kadar “tedbir” alınırsa alınsın, “insan”ın olduğu her yerde “karışıklık” olur.

Ne yani;

Hastanelerde, yeni doğan bebeklerin bileklerine “kimliği” yazılıyor da ne oluyor?.. Hiç mi “bebek karışıklığı” yaşamadık?..

Bunca “teknoloji”ye rağmen, insanlara verilen “kan”da karışma olmadı mı?.. “Tahlil” yapılmadan verilen kanlar yüzünden insanlar AIDS’e ve daha başka hastalıklara yakalanmadılar mı?..

Hadi, bunlardan vazgeçtik;

Bu ülkede, “röntgen”ler ve “film”ler karışınca “ameliyat”lar da karışmadı mı?.. Meselâ; “guatr”dan ameliyat olacak bir hastanın “rahim”ini almadılar mı?.. Rahmi alınacak hastanın da guatrını almadılar mı?

Bunlar gibi;

Yığınla örnek var.

AT ETİ SKANDALI!

Alın size son örnek:

Biz, şimdi “süt”ü tartışıyoruz ya, gazeteler son günlerde “et” haberlerinden geçilmiyor.

Sadece 17 Şubat-22 Şubat arasındaki 5 günde gazetelerdeki “haber başlıkları”nı aktarmak istiyorum;

“Avrupa’nın gündemine oturan at eti skandalı süpermarket reyonlarından okul, hastane ve otel gibi kurumların yemekhanelerine sıçradı... İngiltere Parlamentosu’ndaki restoran, lokanta ve kafelerin mönüsünde bulunan dört et ürününün at eti içerdiği belirlendi... Skandalın son yaşandığı ülke Çek Cumhuriyeti oldu. Pizen’deki Tesco marketlerde satılan lazanyalarda at eti tespit edildi... Romanya’da at arabalarının yasaklanmasıyla boştaki atların kesiminin ardından, Belçika’da yarış atlarının et ürünü yapıldığı anlaşıldı... Avrupa’yı sarsan at eti skandalına Nestle’nin de adı karıştı. Dünyanın önde gelen gıda şirketlerinden Nestle, İtalya ve İspanya’daki bazı ürünlerini raflardan kaldırdı... Romanya’da kayıp 50 bin atın kesilerek market raflarına çıktığı; afiyetle yendiği iddiası ortalığı karıştırdı... İngiltere’de toplatılan etlerde ağrı kesiciler tespit edilmesi, yarış atlarının da kesilerek piyasaya sürüldüğünü ortaya koydu... Skandal, İngiltere Kraliyet Ailesi’ni de vurdu... Kraliçe II. Elizabeth’in de at etinden yapılmış kıymayı yediği ortaya çıktı.”

Niyetim, “midenizi kaldırmak” değil... Ama, görüyorsunuz işte; “teknoloji”nin ileri olduğu Avrupa’da bile, insanlara “at eti” yediriliyorsa, Allah bilir, bizim insanımıza neler yediriliyordur?.. Artık, “nallı kuzu” denilen “eşek eti”ni kanıksadık da, yediğimiz “et, sucuk ve sosis”lerin ne kadarı “domuz eti”dir, bilmiyoruz!..

AVRUPA’NIN KAYGISI YOK!..

Demek istiyorum ki;

Bunca ince eleyip sık dokumaya rağmen, hele de Avrupa’daki etlere “at eti” karıştırılıyorsa, Türkiye’de “anne sütlerinin karışmayacağını” kim iddia edebilir?..

Unutmayalım ki;

“Teknoloji”yi de kullanan “insan”dır!..

“Sütü bozuk”, ya da “kanı bozuk” bir insan, nasıl ki diğer insanlara “at eti, eşek eti, domuz eti” yedirmiştir, “Süt Bankası”nın başına geçirilecek bir insan da “sütü bozuk” olursa, ayıkla pirincin taşını!..

Malûm;

İlk anne sütü bankası 1909’da Viyana’da kuruldu, 1940’larda tüm Avrupa’da yaygınlaştı. Avrupa’daki süt bankalarının oluşturduğu ağa HUMANE adı verildi. 1985’te Kuzey Amerika Anne Sütü Bankası Birliği’nin (HMBANA) kurulmasıyla ABD, Kanada ve Meksika’da profesyonel bir yönetmelik oluşturuldu.

Ne var ki;

“Avrupa böyle yapıyor” diye, biz de illâ Avrupa’yı “örnek” almak zorunda değiliz... Çünkü Avrupa ülkelerinde; “sütlerin karışması” diye bir endişe yoktur.

.......

Haa, bütün bunları yazıyorum diye, “anne sütü”ne ve “süt anneliği”ne karşı çıktığım düşünülmesin.

Karşı çıkamam, zira; Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) de “süt anne”nin sütünü emmiş ve Peygamberimiz, sütannesi Hazreti Halime’ye çok hürmet etmiş, ona “gerçek annesi” gibi davranmıştır.

Bunun da dışında; çok çok iyi biliyoruz ki; “anne sütü”nün bebek için birçok faydası vardır... Hem bebeği astım, obezite, diyabet gibi hastalıklardan korur hem de emzirmek; annede doğum sonrası rahim kanaması, meme ve yumurtalık kanseri risklerini azaltır... Bebek ölümlerini de yüzde 21 azaltır...

KAŞ YAPAYIM DERKEN!

Ne var ki; İslâm Hukuku Profesörü Saffet Köse’nin de dediği gibi;

“Aynı anneden süt emen çocuklar, aynı anne-babadan dünyaya gelmiş gibi kardeştirler... Evlenmeleri de Kur’an ve hadislerde yer alan kesin hükümlerle haramdır... Bu nedenle süt bankası gibi bir çalışmada kimin kimden süt emdiği net bir şekilde belli olmalıdır... Kim kimden ne emdi, net olması lazım... Yani bu şartlar sağlanırsa caiz olur.

Yoksa caiz olmaz.

Buradaki bir diğer konu da süt, temiz kabul edilen bir şeydir. Bu maksatla süt veren kadının Müslüman olması şartı yoktur. Yine de çocuğun annesi gibi olur ve nikâh düşmez. Eğer, bunun kaydı tutulmazsa bebek için çok önemli olan anne sütü hizmeti verilir ama bir harama kapı açılmış olur. O nedenle kaş yapayım derken göz çıkarılmış olur. Sütannelik durumunda süt emen çocuk sütanneden olan bütün çocuklarla evlilik durumu haramdır. Bu sebeple çocuk, sütannesinden olan bütün çocuklarını tanımalıdır.”

PROF. KARAMAN DİYOR Kİ

İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman’ın da uyarısı aynı şekilde;

“Süt bankalarıyla ilgili verilen bilgiye göre bu sütler ayrı ayrı verildiği gibi birbirine karıştırılarak da verilmekte, hangi kadının sütünün hangi çocuğa verildiği bilinmemektedir...

Başka dinlerde ve topluluklarda ‘sütanneliği’ ve bundan doğan evlenme engeli bulunmadığı için böyle bir uygulamada sakınca görülmemiş, bebekler için en uygun gıda olan kadın sütünden yararlanmak tercih edilmiştir.

İslâm’da ise sütanneliği ve bundan doğan evlenme engeli vardır...

Bu sebeple bebek, ilk iki yaşı içinde emdiği kadının ‘süt çocuğu’ olur, o kadınla, onun usulü, fürûu ve bazı yan akrabası ile evlenemez.

Eğer kadın sütü alınacak ve bebeklere verilmek üzere bir yerde bekletilecekse bu sütün kime veya kimlere ait olduğu hem kabının üzerine hem de uygun bir yere kaydedilmelidir. Süt bir bebeğe verilirse bebeğin de kimlik kayıtları sütanneninkinin yanına kaydedilmeli, ayrıca ailesine bilgi verilmelidir.

Bir bebek ayrı zamanlarda veya birbirini takiben birden fazla kadını emse bu kadınların hepsi bebeğin sütannesi olur. Buna göre sütleri karıştırılarak verilmiş kadınlar da verilen bebeğin sütannesi olurlar. Sütanneliğinin oluşmasında etkili/belirleyici olan, sütün bebeğe nereden ve nasıl verildiği değil, sütün bebeğin midesine girmesidir. Süt bankalarından yararlanmak isteyen Müslümanların bu konularda hassas davranmaları gerekir.”

BANKA DEĞİL, BULUŞMA!

Görüşleri aktardığımıza göre, şimdi de kendi önerimizi söyleyelim:

Malûm, şu anda bir “Aile Hekimliği” uygulaması var ve gayet de başarılı yürüyor.

Bundan hareketle diyorum ki;

Bir hasta, nasıl ki; “Belirlenen aile hekimi”nden başkasına gidip, muayene olamıyorsa, “sütü gelmeyen” ya da “yeterli sütü olmayan anne”nin de, “belirlenen süt anneleri”nden başkasına gitmesi engellenmelidir.

Peki, nasıl olacak bu?..

Önemli olan; “Sütü olan anneler ile olmayanları buluşturmak” değil mi?..

O halde, bu buluşturma; “sağlık ocakları”nda olduğu gibi herhangi bir “merkez”de de olabilir, “sütanne”lerin, “belirlenen saatlerde eve gelmesi” ya da “bebeğin onun evine götürülmesi” şeklinde de olabilir...

Böylece, muhtemel karışıklıkların da önüne geçilmiş olur ve herkes rahat eder.

Aksi halde, kuşkular sürer...

Öyle ya;

“Et”lerin karıştığı şu “teknolojik çağ”da, “süt”ler hayda hayda karışır.

Bunlar benim fikrim.

Ama, Sayın Sağlık Bakanı “karar”ını vermiş ve illâ da “Süt Bankası”nı açacaksa, diyecek bir sözümüz yok...

Öyle ya;

“Karar” verilmişse, “tartışma”nın ya da “teklif”te bulunmanın ne önemi var?!?..

Biz istiyoruz ki;

“Vebal”e girilmesin!..

Biz istiyoruz ki;

Muhtemel “sütü bozuk”lar yüzünden “nesep”ler karışmasın... Derdimiz bu!..

Bunu dert edinen varsa!..

 

 

 

Kaymakam Muammer Balcı, Vali Yardımcısı olmuş!

Hatırlarsınız... 30 Ocak günkü Ayna’da; “K.T. isimli genç bir asker eşi” ile “gayrıahlâki ilişki yaşayan Niğde’nin Bor ilçesi Kaymakamı Muammer Balcı’dan söz etmiş ve bunun belgesi olan “fotoğraf”ları yayınlamıştım...

Demiştim ki; “İlgilisinden ve bütün yetkililerden cevap bekliyorum.”

Bir aydır ses-seda yoktu... Adeta yer yarılmış, herkes içine girmişti... Tam, “olayı ciddiye almadıklarını” düşünmeye başlamıştım ki; dün Niğde Muhabirimiz Dursun Suna’dan bir haber aldım... Dursun Suna’ya konuşan Niğde Valisi Alim Barut demiş ki; “Bor Kaymakamı Muammer Balcı, İçişleri Bakanlığı tarafından Karaman iline geçici görevle Vali Yardımcısı olarak atanmıştır... Soruşturma devam ediyor, Bakanlık ne yapar bilemem.”

Bizim Dursun; “Abi” dedi; “Şimdi, Kaymakam Bey terfi mi ettirilmiş oldu?.. Hem gayrıahlâki ilişkiye gir, hem de Vali Yardımcılığı’na atan... Hiç olacak şey mi?”

Dursun’a dedim ki, “Takma kafana... Kaymakam Bey’e süslü kaydırma yapmışlar!.. Dün Bor’un kralıydı, şimdi Karaman’ın bürokratlarından biri olacak!.. Aslında, tenzil-i rütbeye uğramış!”

Gelişmeleri yakınen takibe devam edeceğim.

 

Hasan Karakaya

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hasan Karakaya'nın yazısı olmasaydı belki de, bu olaya takılmayacaktım.

Tamam hükümet belki iyi niyetle bir proje yürütüyor fakat bu konunun sonucunda Hasan Karakaya'nın da üzerinde durduğu gibi, sütü bozuk birisin bulunmasından kaynaklanacak hatayı ne yapacağız.

Sanki Türkiye'de herşey dört dörtlükmüş gibi, hükümetin bence bu konuya eğilmesini manidar buluyorum.

İnşallah bu konuda hata yapmazlar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...