Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Hekimoğlu Ismail

Recommended Posts

Talebe imtihana girerken, kitabı dışarıda bırakır. Soruların nereden çıkacağı bilinmez. Müslüman da, mezar denilen imtihan salonuna girerken Kur'an-ı Kerim'i dünyada bırakır.

 

Ve imtihana girer; artık sorular Amme'den mi, Tebareke'den mi çıkar bilinmez. Bundan anlaşılıyor ki Kur'an kitabını, İslam üniversitesinde öğreneceğiz. Çeşitli hadiseler karşısında onu tatbike çalışıp iyi not alacağız.

 

Bu duruma göre "dünya işi ahiret işi" diye bir ayrım yoktur. Dünyaya bakan, ahirete bakan ayetler diye bir ayrım yapamayız. Çünkü bütün ayetler dünya hayatımızı tanzim etmemiz için gelmiştir. Bunlar burada öğrenilir, yaşanır; ahirette mükafatı alınır. Yani dünya hizmet yeri, ahiret ücret yeridir. "Şu ayeti de ahirette tatbik ederiz" diyemeyiz. Bütün ayetler dünyada tatbik edilmek için gönderilmiştir. Mesela ilim tahsil eden bir talebe, ilimleri Allah adına okursa, bu ilmi ibadet hükmüne geçer. Hem dünyası cennet olur hem ahireti. Aynı şekilde İslam esaslarına uygun ticari bir konuşma da ibadettir.

 

Dünyanın neresinde üstün insan, mesut aile, büyük şirket, güçlü devlet varsa bunların hepsi İslamî prensiplerle bu noktalara gelmiştir. Dünyanın pek çok ülkesine gittim. Gördüm ki, İslamiyet'in en büyük mucizelerinden biri de her asırda her yerde üstün insanlar yetiştirmesidir.

 

Bir İslam mütefekkiri, "İslamiyet'i sevmenin saadeti, yaşayamamanın ıstırabı içindeyim." diyordu. Sanat ve düşünce ufkunun zirvesine tırmanmış kişilerin hayatını incelersek görürüz ki, içinde yaşadıkları cemiyetin ölçülerine uymamışlar. Mesela Necip Fazıl, defalarca mahkeme koridorlarını arşınlayarak Yusuf Peygamber'in (as) medresesinde tahsil görmüştür. Binbir çile içinde yazdığı eserlerle cemiyeti saplandığı çıkmaz sokaktan çıkarmaya çalışmıştı. Benim gözümde Necip Fazıl, velidir. "Beni üzen, yalnız İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerdir." diyen Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ömrü sürgünlerde, hapislerde, mahkeme koridorlarında geçmiştir. Buz gibi hapishane hücrelerinde bile bulduğu her kâğıda ilhamını yazarak ortaya koyduğu eserler, bugün üniversite profesörlerinin gözlerini kamaştırıyor.

 

Bugün Müslümanlara, evi, yatağı, yastığı batmalıdır. En iyi yemekler, lezzetli tatlılar onu rahatsız etmelidir. Bir kızcağız hostes olmak için günde 100 kelime İngilizce ezberliyor. Müslümanlığı öğrenmek hostesliği öğrenmekten daha zor değil... Akşam eve dönerken görüyorum; sokaklarda kahvelerin, meyhanelerin ışıkları pırıl pırıl parlıyor! Biz de dinî çalışmalarımızda yorulmamalıyız. Kumarbazın kumara bağlılığı ölçüsünde İslam'a gönül verecek adam lazım. Sarhoşun meyhaneye giderken gösterdiği gözü karalığa Müslüman'ın ihtiyacı var. Büyük bir hataya düşülüyor: "İslam'ı karşımdaki yaşasın" şeklinde düşünmek ve insanlarla mücadele etmek...

 

Halbuki her Müslüman'ın kendisini en iyi şekilde yetiştirmesi İslamiyet'e en büyük hizmettir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir emekli adam...

 

Her memurun beklediği bir gündür emeklilik. Emekli olunca mesai yapmayacak (yani çalışmayacak amma maaşı gelecek). Bir bakıma çok iyi fakat emekliliğin psikolojik yanı "yaşlandım" demektir.

 

Acayip bir çöküntü başlar. Hani derler "uslan ey dil uslan artık, ihtiyar olmaktasın." Artık amca, dede diyenler çoğalır. Her kelime insanın belini biraz daha eğriltir. Yavaş yavaş başı toprağa doğru gidiyor. Hürmet bekler, saygı bekler. Aradığını bulamayınca gönlü sızlar.

 

Cahit Sıtkı'nın dediği gibi,

 

"Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir, gittikçe artıyor yalnızlığımız..."

 

Her emekli, terk edilmiş maden ocağına benzer. Ondaki bilgi birikimi, ondaki tecrübeler işe yaramaz amma yerli yerinde durur, o da buna çok sıkılır. Hayatı film gibi gözünün önünden geçer, hayatını seyrederken şu fırsatı kaçırmasaydım, şu işi yapmasaydım, şöyle çalışsaydım... der. Pişmanlıklar dağ gibi büyür. Döner istikbale bakar, pek de bir şey yok. Çünkü ne sermayesi ne de gücü var. Adeta bir ses beyninde çınlar: Ne yapabilirim?

 

Konuşmaya ihtiyacı var. Yakınları dinlemiyorsa kahvenin yolunu tutar. Gider kahveye oturur. Bedava çay içmek isteyenler aynı masaya yaklaşır. Çaylar gelir sohbet başlar. Gönül ne kahve ister ne kahvehane... Gönül sohbet ister kahve bahane...

 

Bir günde konuşulanları gözden geçirseniz işe yarayan çok az kelime bulursunuz. Önemli değil. Kalkar, beli bükülmüş, başı önünde evin yolunu tutar. Yemek istirahat ederken bugün de akşam olur uyku zamanı yatar. Bu şehirde hal böyledir.

 

Almanya'da yaşlı bir Türk'e sordum. Günün nasıl geçiyor? Dedi ki: "Sabah kalkarım, namazımı kılarım. Biraz okurum. Camide vaaz varsa onu dinlerim. Eve giderim. Kahvaltı ederim sonra kütüphaneye bakarım. Bir kitap çekerim, onunla meşgul olurum. Masanın üzerinde davetiyeler var. Onlardan biri Kur'an kursunun açılışıymış. Biliyorum kursa para toplayacaklar. Giderim, hiç saymadan cebimdeki paraların tamamını veririm. Camide toplananlar hacı hocadır. Çok hoş şeyler anlatırlar. Vakit su gibi geçer gider. İkindi namazından sonra sohbetler başlar ve akşam olur. Almanya'da eve gitmek zordur. Bir arabadan diğerine ondan öbürüne eve kavuşurum. Yorulurum, dinleneyim diye uzanırım. Sabah namazına çağırırlar işte hayatım böyle."

 

Dedim ki: "Sen Medine'de de olsan da böyle yaşayacaktın." "Elbette" dedi. "Bizim hayatımızı yaşayış tarzımızı Allah tanzim etmiş Peygamber göstermiş. Nerede olsa aynı hayat."

 

Aklıma bir tanıdığım geldi. O çok üzgündü. Dedim ki: "Ne oldu?" Dedi ki: "Oğlumla kızım karşıma oturdular. Baba sen hayatını yaşadın, şimdi de biz hayatımızı yaşayacağız." "Ne olacak", dedim. "Emekli maaşını bize vereceksin. Arabayı bize vereceksin, kullanamazsın zaten. Artık biz canımızın istediği gibi yaşayacağız. Sen dememiş miydin, 'Herkesin hayatı kendine aittir.' Şimdi bizim hayatımız bize ait. Sözünü tutuyoruz.

 

Uzatmayalım, ben yalnız kaldım. Senden ricam bana bir aile bul, gelip benimle otursunlar. Onların geçimi bana ait. Ekmeğimi getirirler. Beraber oturur yeriz, bu da bana yeter."

 

Hayat düz bir çizgi değil. İniş yokuşu çok. Biri Almanya'da düzlüğe çıkmış yürüyor, diğeri yokuşun başına çıkmış, yorulmuş oturuyor. Bir başkası yokuştan yuvarlanmış. Hayat böyle.

 

Adamın biri yaptığı binaya demiş ki "Ey bina, sana çok emek verdim, seni yaptım. Yıkılacağın zaman bana haber ver." O da söz vermiş. Fakat bir gün tavan çökmüş. Adam demiş ki, "Hani yıkılacağın zaman bana haber verecektin?" Bina demiş ki: "Her ağzımı açtığımda bir top çamurla onu kapattın. Ben ne yapayım?"

 

Ömür sarayının her gün bir tuğlası düşüyor. Takvim yaprağını kolayca koparıp atıyoruz. Halbuki attığımız bir gündür yahut aydır veya senedir. Çöpe atılan takvim yaprakları mazi derelerine atılan ömrümüzdür...

 

 

 

 

 

 

15 Ocak 2011, Cumartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Müslüman'ım demek başka, Müslümanca yaşamak başkadır!..

 

Bir gün yanıma bir genç geldi. Dedi ki: "Ağabey, biliyorsun askerliğimi yaptım ve bir işe girdim. Ben istedim ki hayatımı bir gayeye vereyim, onun peşinde koşayım.

 

Onun için üzülüp onun için sevineyim. Bu sebeple yerli yabancı pek çok kitap okudum. Gazeteleri takip ettim. Siyasetle uğraştım. Yine de aradığımı bulamadım. Şimdi elimde olmayan sebeplerle sinirleniyorum, yakınlarıma zarar veriyorum. Hatta bazen uyku hapı cinsinden müsekkinler alıp komaya girmişçesine yatıyorum."

 

Ona dedim ki: "Anladığım kadarıyla kendini bir gayeye verememişsin; çalışmaların da boşa gitmiş gibi... Nasıl bir gaye aradığını da bilmiyorum amma Müslüman'ın esas gayesi Allah rızasını kazanmaya çalışmaktır. En büyük gaye budur. Bu gaye yeryüzündeki bütün insanlara yeter; her insanı tek tek meşgul eder.

 

İnsan, hayatını meydana getiren unsurlarda Allah'ın emirlerini ve yasaklarını aramalıdır, o emirlere en iyi şekilde uymaya çalışmalıdır. Bunları yaparken cemiyete de tamamen yabancı düşmemelidir. Bugünün insanı yorulmadan maddi manevi kazanç sağlamaya çalışıyor. Halbuki bir gaye uğrunda terlemek, yorulmak hatta bazı hususlarda çile çekmek hayatın esasıdır; böylece insan hayatın tadını çıkarır."

 

O genç ile sohbet ederken aklıma bir ihtiyarla yaptığımız sohbet geldi. Romatizmalarından, vücut ağrılarından, geleceğe güveni olmadığından bahsetmişti. "İlaçlarla fazla meşgul olma. İnsanı gençleştirecek bir ilaç keşfedilmedi. Şayet dinç kalmak, hayattan lezzet almak istiyorsan vücudun tahammül etmese bile yine de çalışmak zorundasın." dedim.

 

İnsanlar, rahatlıktan rahatsız olmaya başladı. Şimdi suni dertler peşinde koşulmaya başlandı. Rahatlık zannettikleri o hayat kendileri için hastalık oldu.

 

Sandalye bulan, haline şükretmeyip koltuk takımı alamadığı için gözyaşı döküyor. Bir de iman zayıflığından dolayı istikbal endişesi belirmiş, herkes halinden şikayetçi. Şunu unutmamak lazımdır ki, suni dertlerle dertlenene, tabii dertler gelmeye başlar.

 

Barla Lahikası'nda, Bediüzzaman Hazretleri bir doktora yazdığı mektupta diyor ki: "Mevcudat içinde en kıymettar hayattır; ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir; hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı hayat-ı faniyenin hayat-ı bakiyeye inkılap etmesi için sa'y etmektir."

 

Allah rızası için yaşanan bir ömür, hizmetin ta kendisidir. Ahirete, bir ömrün hesabını vermeye gidiyoruz, öyleyse kendimizi şimdiden hesaba çekelim... Çünkü çok zaman isimler ve sıfatlar insanı kurtarmaz. Önemli olan ameller ve hareketlerdir.

 

Yani... Müslüman'ım demek başka, Müslümanca yaşamak başkadır!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çekirdek aile, dünya çapında bir aile nasıl olur?

 

Bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Dedim ki: "Arkadaşlar arsa, daire aldıkça çoluk çocuğunu haberdar ediyorlar.

 

Onları sevindirmek istiyorlar. Yaş ilerliyor, mal artıyor... Ahiret yolculuğu başlıyor. Hiç değilse malımdan bir kısmını hayır işlerine vereyim dediği an, kıyametler kopuyor. Çocuklar büyümüş, hepsi düğün parası, sermaye vs. istiyor. Hepsinin arabaya, yazlığa ihtiyacı var. Hepsi konfor içinde yüzmek niyetinde. Kaç kişi hayra hasenata razı olur? Adamcağız da bu yaşta kavgayı gürültüyü göze alamaz. Dolayısıyla kendi malını dilediği yerde kullanamaz. Anlar ki, esirim..."

 

Yanımdaki arkadaş dedi ki: "Ağabey, ben senin anlattığın gibiyim. Beş kuruşumu bir yere veremiyorum."

 

İçimden asrî köleler ibaresi geçti. Pek çok kimse kasada can veren zengine benziyor. Kimisi maddeten kimisi manen ölüyor.

 

Minyeli Abdullah romanı çıktıktan sonra Mahir İz hocam bana bir mektup yazıp göndermişti. Mektupta şöyle diyordu: "Minyeli Abdullah hamallığa devam edemez, sosyal seviyesini yükseltmek zorundadır. Apartmanlara karşı çıkılamaz. Parası olan apartman yapsın, mobilyalar alsın, bunların zekatını versin."

 

Hocamın mektubu doktorun attığı neşter gibiydi; acıttı amma şifa oldu...

 

Para bir alettir, kullanıldığı yere göre değer alır.

 

Para kazanıldığı yere ve harcandığı yere göre değer alır. Materyalistlerin putlaştırdığı parayı Müslümanlar esir alıp İslam'ın emrine sokacak...

 

Aile çerçevesi içinde kalmak... Ev, mobilya, araba, yazlık, arsa, servet... Komünistler, din düşmanları, masonlar, dünya çapında aile olmaya çalışırken, Müslümanlar çoluk çocuğun arasında kayboluyor... Misafirlik denilen evcilik oyunlarını da hizmet sanıyorlar. Halbuki "kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir."

 

Ziyafetler ziyareti öldürdü. Bir arkadaşı ziyarete gideceğiz, düşünüyoruz, ziyaretimiz öğleye akşama denk gelmesin. Çünkü yemek zamanı gidersek, arkadaş kalkıp pirzola, tatlı, yoğurt alacak ki bize yedirsin. Şahane bir sofra hazırlıyorlar, yiyoruz içiyoruz, kalkıp eve dönüyoruz. Biz gidince, evin hanımı bulaşıkları yıkıyor, evi derleyip topluyor. Kocasına diyor ki: "Bir daha kimseyi çağırma!" Kocası da diyor ki: "Bu hizmettir, böyle devam edecek!" O da, "Devam etmez!" diyor, başlıyorlar inatlaşmaya... Sonra da dargınlık.

 

Müslüman aile İslam'ın derdini kendine dert edinirse dünya çapında aile olur. Bir insan ulvi dertleri kendine dert edinmiyorsa, süfli dertler kendisine müptela olacaktır!.. En büyük meselemiz, imanımızı kurtarmaktır...

 

Bediüzzaman Hazretleri, "Karşımda bir yangın var, içinde evladım yanıyor." derken, Müslümanların evinde kaybolması anormalliktir.

 

"Ne baş yedi, ne kan içti bu meydan...

 

Bu meydan âşıktan canını ister...." (Necip Fazıl)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir namaz hatırası...

 

Avrupa ülkelerinde bulunduğumda etrafımdaki hiç kimse namaz kılmıyordu. Çünkü onlar Hıristiyan'dı. Kendi kendime sordum: Ben neyim? Ben Müslüman'ım..

 

Neremden belli Müslüman olduğum? Şahsi hayatımda Müslümanlığım belli. Fakat sosyal hayatta belli değil. Öyleyse namaz kılmam şart!

Amerika'da bulunduğum 60'lı yıllar... İzne çıkmıştık. Bir öğle namazı vaktinde okuldan uzaktaydım. Cami yok, kilise kapalı. Parka gittim. Orada ağaçların arasında, çimenlerin üzerinde namaza durdum. İçimde bir sevinç, bir ses... Çok şükür. Namaz kılıyorum.

 

Namaz kılacağım yeri seçtim. Gölgeye bakıp kıbleyi tayin ettim. Acayip duygular içindeyim. "Niyet ettim öğle namazının sünnetini kılmaya", demedim... Dedim ki: "Allah'ım ben öyle bir yerde bulunuyorum ki Amerikalı öğretim üyelerine itaat ediyorum. Onlara itaat edip sana itaat etmemek olur mu? Kalbimi çalıştıran, bana hayat veren, sağlığımı devam ettiren, tahsil yapmak için bana akıl veren Allah'ım; Sana hamd için Sana şükür için namaz kılıyorum. Başımı toprağa koyacağım. Esmaül hüsnanın tecellisine karşı kendimi bir hiç hükmünde sayıp kainatın, her şeyin kumandan-ı azamı olan Allah'ım, Sana secde edeceğim. Allahu ekber..." tekbir aldım.

 

Hayalim diyor ki, yeryüzü bir mescit, Kâbe mihrap, Resul-ü Ekrem Efendimiz (sas) mânen imam, ben de cemaatim. Çevremde bulunan mahlukat namına Allah'a secde ediyorum...

 

Böylesine acîp bir duyguyla rükua eğildim, secdeye gittim.

 

Başımı secdeden kaldırmak istemedim. Amerika büyük bir devlet. O devletin büyüklüğü Allahu ekber yanında nokta bile olamaz.

 

Secdeden doğruldum. Bir de baktım, bir sürü insan dolmuş etrafıma. Büyük bir kalabalık. Onların ortasında ben namaz kılıyorum. Namazı bitirinceye kadar kalabalık dağılmadı. Selam verdim, kalktım. Kalabalıktan bazı insanlar secde ettiğim yere geldiler. Çimenlerin arasına bakıyorlar. Burada ne vardı ki, bu adam kafasını buradan kaldırmıyor? Sonra önümdeki ağacın gövdesine baktılar. Burada ne var ki bu adam yattı kalktı önünde? Sonunda biri gelip sordu, "Ne yapıyorsun?" Dedim ki: "Ben Müslüman'ım, namaz kılıyorum." Bu sözü söylerken sanki dünyanın tepesine çıkmışım, herkese ilan ediyorum. "Ben Müslüman'ım! Namaz kılıyorum!"

 

Namaz, çok uzakta yabancı bir ülkede, gayrimüslimlerin içinde beni İslam sancağı gibi ayakta tuttu. Namaz kıldığımı gören, yanıma gelirdi. Sen Müslüman mısın, derdi. Namaz, hayatıma nurunu serpiyordu...

 

Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildir. Zor şartlarda namaz kılmanın çilesi varsa, Allah için çile çekmek en büyük saadet. "Çeşitli sebeplerle namaz kılmıyoruz." diyorlar. Onlara diyorum ki: "Hiç değilse bazen, bir vakit namaz kılmak lazım. O namazla ne oluyor? Müslüman, Müslümanlığını ilan ediyor.

 

Midenin gıdasını vermeyince açlığın acısını çekiyoruz. Aynı şekilde adam diyor ki: "Sıkıntıdan patlıyorum!" Niye sıkılıyoruz? Beynimiz ilim ister, kalbimiz ibadet ister. Onların gıdasını vermeyince insan sıkılır. Hiçbir şey yapamazsa televizyonun karşısına oturur, saatlerce kalkmaz. Tabii o halin getireceği bazı psikolojik hastalıklar da olabilir. Ben hastalanmadan önce bir gayem vardı: İstanbul'un bütün camilerinde namaz kılmak!.. Bir gün Ortaköy'de, bir gün Eminönü'nde, bir gün Levent'te... 10 yıl önce hastalandım. Camiye gidemiyorum. Yaş ilerliyor, seneler geçiyor. Nereye gidiyoruz? Ahirete. Benim ak saçlarım ahiret biletidir. Yolcuyuz biz. Çantamızı almış gidiyoruz. Çantamızda sevaplar olsun. Namazlarımı yeniden camide kılacak kadar yürüyebilmeyi isterdim.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Neden yeniden dirileceğiz?

 

Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki: "Sizi (aslınızı) ondan (topraktan) yarattık." (Taha, 55) İnsanın yapısında 16 element vardır. Bu 16 element aynen toprakta da vardır. Anatomik bakımdan insanın yapısıyla toprağın yapısı aynıdır. Hayat da Allah'ın hayat sıfatındandır. Bu sebepten beden ölür, ruh ölmez.

Mahkeme-i Kübra'da hesap verecek olan ruhtur. Bu ölmüş, kemikleri çürümüş insanlar nasıl dirilir, diyorlar. İnsanı topraktan yaratan Allah ikinci defa yine yaratır. İnsan cenazesi, tohumlar ve çekirdekler gibi toprağa girer; bitkiler dünyaya döner, insan, ruhuyla ahirete gider.

 

Neden dirileceğiz?

 

Dünyada adalet yerini bulmuyor. Halbuki Allah'ın adalet sıfatı vardır. Ölenler dirilecek, muhakeme edilecek. Zalimler ceza alacak. Mazlumlar mükâfatlandırılacak. Böylece Allah'ın adalet sıfatı tecelli etmiş olacak. Nasıl ki hastalık Allah'ın şafi sıfatını ister, acıkmak rezzak sıfatını ister. Ölmek de Allah'ın adalet sıfatını ister. Allah rahman ve rahimdir. Yani bir insan Allah'ın hangi sıfatına iltica ederse öyle muamele görür. Biz Allah'ın rahman ve rahim sıfatına sığınıyoruz, yani affına sığınıyoruz.

 

İbadetimize, ilmimize, hizmetimize asla güvenmiyoruz!.. Günah işlemeyen insan olamaz. Çünkü Allah melekleri yaratmış, günah işlemezler. Şeytanları yaratmış, sevap işlemezler. İnsanları yaratmış, hem sevap hem günah işlerler. Yani her yaratık yapısıyla uygun bir hayat yaşıyor. Melek günahı bilmez. Şeytan sevaba yaklaşamaz. Çünkü yapıları böyle. Fakat insanın organizması haram işlemeye müsaittir. İnsanları sevk eden, zevkleri ve menfaatleridir. Her insanda bu hal vardır. Mesela birisi diyor ki: "Ben içki içeceğim." "Neden?" diyoruz, "Canım istiyor." diyor. Bir başkası diyor ki, "Ben camiye gideceğim." "Neden?" diyoruz; "Allah emrettiği için." diyor. Bu tabloya çok dikkat etmek lazım. İki insandan biri canının istediğini yapıyor. Yani onun Rabb'i canıdır, nefsidir. Çünkü Rab kelimesinin manası terbiye edendir.

 

Bir insan ya Kur'an ahlakıyla ahlaklanacak veya nefsine göre yaşayacak. Kur'an dışındaki hayat Müslümanca yaşamanın dışındadır. İslamiyet gün gün hatta saat saat yaşanır. Çünkü her an ölme ihtimalimiz var. Öyleyse İslamiyet'i yaşarken ölmek cennetin yolunda ölmektir. Şuur, heyecan, cezbe; onlar bizim elimizde olmayan şeylerdir. Bizim elimizde olan iradedir. Geçmişi bırak geri döndüremezsin. Geleceği bırak hükmedemezsin. Bulunduğun ânı İslam'a uydur. Eğer ayağın kaymış günah işlemişsen tövbeyle temizlen. Derler ki harama bakan göz, gözyaşıyla gusül abdesti alır. Her haram bir bataklıktır. Bataklıklar insan yutan kumsallara benzer... Ona düşen perişan olur.

 

19 Şubat 2011, Cumartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hayatın zevkini arayanlara...

 

İnsanın vücudunda ruhla bedenin savaşı vardır. Ruh, İslamiyet'le ilgili her şeyi ister.

 

Vücudumuz ise maddî olduğu için maddeye taliptir. Ruh, İslamiyet'e bağlı olduğu için helal-haram ölçüsünden zevk alır; bedenimiz ise maddeye âşıktır...

 

Bedenimiz maddeye âşık olduğu için, gözümüz güzeli, kulağımız şarkıları, ağzımız yiyecekleri ister. Eğer ruh, bedenin esiri olmuşsa beden dilediğini yapar, ruh sesini çıkaramaz, bedenle ruhun savaşı böyle sürüp gider...

 

Pek çok dindar, bu noktada olduğu için, ahlardan uflardan kendini kurtaramaz. İnsanoğlu, bir yanda denizlerin dibinde dolaşma imkânı buldu, öte yanda göklerin derinliklerine ulaştı. Fakat bir türlü kendi iç dünyasına ulaşamadı. İçindeki sıkıntılara, hayatındaki karışıklıklara bir çare bulamadı. Tarihin en medeni devirlerini yaşamamıza rağmen hayatı beğenmeyip intihar edenlerin sayısı pek çoktur. Makineleri tamir eden insan şimdi arızalanmıştır.

 

Dikkat edilirse, huzursuz olan insanların, ruhlarını İslamiyet'le uyum içine sokamadıklarını görürüz. Bunlar, ufak şeyleri büyütür. Yeni yeni dertler icat eder. Gülmesini unutur.

 

Söylemek istesem gönüldekini

 

Dillere sığmayan bir hitap olur

 

Yazsaydım derdimin ben bir tekini

 

Ciltlere sığmayan bir kitap olur.

 

Aslında derdin esası, ruhun İslamiyet'le uyum içinde olmamasıdır.

 

Bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Dedi ki; "Ağabey, Allah benden rahmetini kesti." "Kardeşim, insan düşüncelerinin kölesi değil, efendisi olmalıdır. Rahmetini kesti de ne oldu?" dedim. "Canım namaz kılmak istemiyor." dedi. "Kardeşim, canımız istediği için namaz kılmayacağız, Allah istediği için namaz kılacağız. Sen manen terfi etmişsin. Canının isteğinden Allah rızasına geçmişsin." dedim. Arkadaş rahatladı.

 

Nasıl ki bir çekirdek, ağaç olana kadar pek çok haller geçirirse, aynı şekilde çekirdek halindeki ibadetlerimiz de zamanla dünya ve ahiret saadetinin meyvelerini verecek bir ağaç haline gelir.

 

Risale-i Nur'da buyrulmuş ki; "Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz; hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."

 

Ehl-i dünyanın zevklerine bakarsak eğlenceler, plajlar, gezmeler... Bu zevklerin her biri gelecekte insana büyük felaketler hazırlıyor. Ayyaşlar, kumarbazlar, perişan olanlar, yuvası yıkılanlar; bunların ekserisi zevklerin ve eğlencelerin kurbanı olmuştur. Öyleyse hakiki zevk imandadır. İslamiyet, insana zararlı olan her şeyi haram kılmıştır. Haramlardan kaçanın dünyası cennet oldu ve olur.

 

Mesela ben kendi hayatıma bakıyorum. Fakirlik, meslek hayatımda yaşadığım zorluklar, hastalıklar, ailevi problemler... Bunların hepsi hayatımda tattığım kederler... İslamiyet, bu kederleri sefaya çevirdi. Onları keder olarak görmedim. İkaz-ı İlahî olarak gördüm.

 

Uhud muharebesinden yaralı olarak dönen Peygamberimiz (sas), buyuruyor ki; "Küçük bir cihattan büyük bir cihada döndük." Sahabe soruyor, "Ya Resulallah, bu savaştan daha büyük olan nedir?" Buyuruyor ki; "Nefisle olan mücadeledir."

 

İnsanın noksanlarını, terk etmesi gereken hallerini bırakabilmesi, İslam'a uymayan huylarını değiştirebilmesi pek de kolay değil.

 

Amma cennet ucuz değil!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...