Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Aydolu

Bir Dersin Anatomisi

Recommended Posts

Bir Dersin Anatomisi

 

Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.

 

Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.

 

Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.

 

"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:

 

Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazılın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.

 

Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:

 

"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, içimizdeki çocuk Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdırSafiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.

 

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

 

Al eline bir değnek,

Tırman dağlara, şöyle!

Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle.

 

Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!

 

 

Bu, Necip Fazılın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heideggerin dediği gibi, bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz. Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

 

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadoluyu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistandan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesiden gelen Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazılın Yunus Emreye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.

 

Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumînin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emrenin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

 

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emreden bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasrın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.

 

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.

Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

Bozuldu yolcular yollarda kaldı

Edep erkan gitti dillerde kaldı

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

Beklerim yolların gel efendim gel

 

Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.

 

 

Çile, aslında Necip Fazılın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumînin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.

 

Necip Fazılın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazılın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazılın yaşamında bir milattır.

 

Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazılı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve oraya git, senin aradığın orada diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasiyle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.

 

Necip Fazılın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazılda da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

 

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazılda bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

 

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çilede biz bunu görüyoruz.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

 

Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

 

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazılın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çilede kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

 

Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabinin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

 

Mesela Babıalinin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.

 

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.

 

 

Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.

 

Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.

 

Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çilenin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

 

Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

 

Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

 

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

 

Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlikbütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.

Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:

 

 

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

 

Hegelin de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

 

Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)

 

 

Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:

Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...

 

Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!

 

 

İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.

 

Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:

 

 

Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

İşte yakalandık, kelepçelendik!

Çıktınız umulmaz anda karşıma,

Başımın tokmağı indi başıma.

Suratımda her suç bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!

Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!

Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

Nur topu günlerin kanına girdim.

Kutsi emaneti yedim, bitirdim.

Doğmaz güneşlere bağlandı vade;

Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

Günah, günah, hasad yerinde demet;

Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:

Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

 

 

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan;

Beni beklemeyin, o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti.

 

 

Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.

 

Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.

 

Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...

 

Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.

 

Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:

 

Çile

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...

 

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.

 

Ateşten zehrini tattım bu okun.

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok) un,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.

 

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

 

Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.

 

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.

 

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

 

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.

 

Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

 

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.

 

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...

 

Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.

 

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim mesafelerden!

 

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.

 

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.

 

Lûgat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

 

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?

 

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!

 

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

 

Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

 

Açıl susam açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mâverâ dede.

Yandı sırça saray, ilâhî yapı,

Binbir âvizeyle uçsuz maddede.

 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçiçe mimarî, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!

 

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

 

Kaçır beni âhenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

 

Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.

 

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

 

(*) http://www.sadikyalsizucanlar.net/ne-dedi-/bir-dev-olmak-istersen-daglarda-sarki-soyle.html

(**) Bu yazı Sayın Hocam Sadık Yalsızuçanlar ın 11.10.2010 daki edebiyat dersinin anısına kaleme alınmıştır.

 

handan güler

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...