Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Ekrem Dumanlı

Recommended Posts

Şeb-i Arus kutlamaları yapılıyor. Mevlâna'nın, Mevlâ'sına yürüdüğü vuslat gecesinin üzerinden 737 yıl geçti. O büyük buluşma vesilesiyle hayatı, ölümü; var olmanın sebeb-i hikmetini konuşuyoruz. Ve Mevlâna'yı büyük bir hürmetle, hasretle yâd ediyoruz.

 

Peki, 'büyük düşünür' son nefesini verirken aynı takdir ve taltifi almış mıydı? O çile dolu hayatı yaşarken birtakım vefasız davranışlara, hatta hoyrat tepkilere maruz kalmamış mıydı?

 

Bir kere Mevlâna'nın yaşadığı dönemi bir kenara kaydetmek gerekiyor. Tam bir fetret dönemi. Anadolu, Moğol işgalcileri tarafından zapt edilmiş, yakılmış, yıkılmış; barbarlığın en vahşi örnekleri sergilenmiş. Ulemanın, Yecüc-Mecüc gözüyle baktığı kavim, ne kütüphane bırakmış ortada, ne medrese. Ümmet-i Muhammed umutsuzluk içinde. Belki de bu yüzden Anadolu'nun dört bir yanından gönül sultanlarının huzur bahşeden sesi duyulmuş. Tekkeler insanlara sabrı tavsiye etmiş, azmi tavsiye etmiş... Nasıl olmasın ki Selçuklu devleti çatırdıyor, iç savaş büyük bir karmaşayla devam ediyor.

 

Mevlâna'nın sedası daha bir gür duyulmuş; çünkü o, içten, derinden gelen bir nidayla insanlara hitap etmiş. Dertli, hüzünlü; öteki âlemi önceleyen bir ses... İnsan kalbine odaklanan o billur nağme, vicdanlarda yankılanmış. İnsanları sevgiyle, saygıyla, ötekini anlama gayretine davet etmiş. Yangının tam orta yerinde 'kevser' dağıtma gibi bir şeydi Mevlâna'nın yaptığı. Ancak o kâseyi ikram etmenin ağır bir bedeli vardı kuşkusuz.

 

Dönemini iyi okumuştu

 

Hazreti Mevlâna'nın mülayim tavrını eleştirenler de oldu; üstelik bu tenkitler en mukaddes değerlerin hükümleri eşliğinde yapıldı. İşgalci Moğollara karşı fazlaca yumuşak davrandığını söyleyenler oldu. Mevlâna'nın Moğollara karşı gösterdiği müsamahanın iki sebebi vardı aslında. (1) Zâhiren Moğollarla baş edecek bir devlet yoktu ortada. (2) Bâtınen görülmüştü ki, temsil ve tebliğ yoluyla bu vahşi güruhu iman potasında eritmek mümkündü. Nitekim öyle de oldu. Bu ufku göremeyenler onu 'Moğol ajanı' sandılar ve ağza alınmayacak laflar söylediler. Hâlâ da aynı teraneyi homurdanan dar bir zümre vardır.

 

Oysa Hazret, o günkü konjonktürü çok iyi okumuştu. Selçuklu'nun zevalini de aczini de fetret dönemini de gerçekçi bir gözlemle analiz etmişti. Ağır şartların rasyonel dayatmalarını gayet iyi biliyor, planını çağları aşacak bir ufukla yapıyordu. Mesela biliyordu ki Anadolu toprakları işgal maksadıyla gelenleri bile dönüştürecek, kendine benzetecek büyük bir ocaktı. O ocağa giren demirler eriyecek, Anadolu kıvamına erecekti. Dergâhını ona göre inşa etti ve herkesi, "Hamdım, piştim, yandım." dedirtecek bir yola çağırdı. Nitekim o çağrı kulaktan kulağa, kalpten kalbe yankılandı ve değişim meltemleri her bir ferdi Mevlâna'nın arzu ettiği iklime taşıdı.

 

Tevazuda geri kalmamak

 

Olaylara şartların getirdiği umutsuzluk içinde bakan ve hırçın yaklaşımlarıyla o gün bir hayli taraftar toplayanların uyardığı heyecana inat, Mevlâna'nın iniltisi asırların insan ruhuna ördüğü çeperleri yıktı geçti.

 

Mevlâna farklı din mensuplarıyla diyalog kurdu, onların konumlarına saygı gösterdi, kendi konumunu onlara sevgiyle nakletti. Başka din mensuplarıyla karşılaştığında hep tevazu ile muamele etti, görüşmeler yaptı. Etrafındaki insanlara bu tür durumlar için örnek teşkil etti. Sokakta, eğilerek kendisine hürmetini ifade eden bir papazın karşısında daha da aşağıya eğilip, "Tevazuda papazdan geri kalmayalım." buyurdu.

 

Kervana yukarıdan baktı

 

Şaşırmaktan öteye geçip Mevlâna hakkında ileri geri konuşanlar, onun manevî dünyasını göz ardı edecek kadar haddi aşanlar, hatta tekfir edecek kadar akaid dairesinin hudutlarını zorlayanlar oldu. Mevlâna buna da aldırış etmedi. Çünkü o, Kur'an ve sünnetin kendine biçtiği çerçeveyi iyi biliyor, onun dışına çıkmıyordu. Ona karşı saygısız ifade kullananlar Kur'an'ın bazı ayetlerini göz ardı ediyordu. Hatta o nadanlar Asr-ı Saadet'te yaşasa ve aynı katı tutumlarını sergileseydi, başta Resûllullah (sav) olmak üzere, Hülefa-yı Raşidîn ve Ashab-ı Güzîne de itiraz edecek, belki onlar hakkında da ağır ithamlarda bulunup suizan edecek ve gıybet bataklığına dalacaklardı. Hâlbuki o görüşmeler sayesinde hem Hz. İsa'nın gerçek manasıyla anlaşılması, hem de Hz. Muhammed'in gönderiliş sebebinin idrak edilmesi sağlanıyordu.

 

Ne var ki her mevzua huşûnetle yaklaşan bir zümre, dinler ve kültürler arasındaki bütün köprülerin yıkılmasını, sonsuza kadar harb-u darp yaşanmasını arzu ediyordu. Savaşın zaruretler neticesinde ortaya çıktığını, temsilin tebliğden önce geldiğini vs. göz ardı eden bir kitleye karşı Mevlâna'nın kendini anlatabilmesi, "Kim olursan ol gel..." deyip durduğu yeri tastamam anlatabilmesi, "Umutsuzlar dergâhı değil..." deyip tavrını şerh etmesi çok zordu.

 

Mevlâna, zoru seçti. İğneyle kuyu kazmayı, kazmayla kömür aramaya tercih etti. Tohumlar ekti ki sevgi çiçekleri yeşersin. Köprüler kurdu ki karşı yamaçlardan birileri gelip gönül diyarımızı ziyaret edebilsin.

 

O güzel insan, yalan-yanlış sözlerden; hatta kimi zaman iftira boyutlarına ulaşan dedikodulardan bîzar kalmış, bîtap düşmüş müdür? Elbette! Onun da sarsıldığını, üzüldüğünü, kalbinin kırıldığını söyleyebiliriz; zira dostlar bağından atılan güller gönül erbabını her daim kan revan içinde bırakmıştır. Ne var ki o, içinde bulunduğu kervana yukarıdan nazar ediyordu. Önden üç beş adamı, arkadan üç beş kişiyi görüp itişip kakışmayı mücahede sayanların o mutedil yaklaşımı anlaması çok da kolay değildi. Kuşaklar boyunca dinlenebilecek bir beste yaptı üstat. Aynı çağında atmosferinden beslenen ancak Mevlâna'nın aksine, olumsuz gelişmelere odaklanarak kendine bir yol haritası çizenlerin uzun vadeli bir planları yoktu. O yüzden Mevlâna'ya öfke duyuyorlardı.

 

Zamanında anlayabilsek...

 

Bugün Mevlâna'nın sevgi çağrısı dünyanın dört bir yanında yankılanıyor. Halbuki on üçüncü asrın dağdağalı atmosferinden olumsuz etkilenenler, o gün "Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin..." hükmüne kulak tıkamışlardı. Allah'ın Musa Peygamber'e Firavun'la görüşmeye giderken, "Ona yumuşak söz söyleyin..." dediğini göz ardı edenler, Mevlâna'yı da linç etmişlerdi. Hâlbuki bugün, 737. kez onun vuslatını dilimize doluyor, ölümle başlayan mesut hayatın ilk nefesini idrak etmeye gayret ediyoruz. Bugün dünyanın hangi ülkesine gitseniz ve orada büyük bir kitapçıya/kütüphaneye girseniz karşınızda Rumi'ye ait eserler çıkacaktır. Bir dönem o bilge insanı hedef tahtasına koyanlar, bugün dirilip gelseler Mevlâna'nın ektiği tohumların nerede nasıl serpilip geliştiğini rahatlıkla göreceklerdi. O zaman öyle yapanlar, Mesnevi müellifinden bugün utanırdı herhalde.

 

Tarih, çağını aşanlar ile çağına takılıp kalanlar arasında çetin bir sınavdan ibaret. Kimin vicdanlarda ne kadar iz bıraktığını anlamak için bazen asırların geçmesi gerekiyor. Keşke her şeyin değeri zamanında anlaşılsa da büyük bir utanç dünyada da ahirette de insanı gölge gibi, kâbus gibi takip etmese...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...