Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

NFK-Fan

Sezai Karakoç

Recommended Posts

SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE - IV

 

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği

Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında

Sana geldim

Ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim

Affa layık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Güneşi bahardan koparıp

Aşkın bu en onulmazından koparıp

Bir tuz bulutu gibi

Savuran yüreğime ah

Uzatma dünya sürgünümü benim

Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil

Ayaklarımdan belli

Lambalar eğri

Aynalar akrep meleği

Zaman çarpılmış atın son hayali

Ev miras değil mirasın hayaleti

Ey gönlümün doğurduğu

Büyüttüğü emzirdiği

Kuş tüyünden

Ve kuş sütünden

Geceler ve gündüzlerde

İnsanlığa anıt gibi yükselttiği

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Bütün şiirlerde söylediğim sensin

Suna dedimse sen

Leyla dedimse sensin

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım

Salome'nin belkis'in

Boşunaydı saklamaya çalışmam; öylesine aşikarsın bellisin

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini

Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini

Ey gönüllerin en yumusağı en derini

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta

Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında

Çatı katlarında bodrum katlarında

Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba

Hep kanlıca'da emirgan'da

Kandilli'nin kurşuni şafaklarında

Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında

Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

 

Ey çağdaş kudüs (meryem)

Ey sırrını gönlünde taşıyan mısır (züleyha)

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Dağların yıkılışını gördüm bir venüs bardağında

köle gibi satıldım pazarlar pazarında

günesin sarardığını gördüm konstantin duvarında

senin hayallerinle yandım düşlerin civarında

gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında

ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

verilmemiş hesapların korkusuyla

sana geldim

ayaklarına kapanmaya geldim

af dilemeye geldim

affa layık olmasam da

sevgili

en sevgili

ey sevgili

uzatma dünya sürgünümü benim

 

ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır

yoktan da vardan da ötede bir var vardır

hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

o şarkıya özenip söylenecek mısralar vardir

sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

senden ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çınar vardır

sevgili

en sevgili

ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

SEZAİ KARAKOÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Erdem Beyazıt kendisiyle yapılan bir söyleşide, ‘Belki bir romanın konusudur Sezai Karakoç. Ve yazabilmek için de Dostoyevski gibi biri olmak lazım. Onun mizacından kaynaklanan bazı şeyler var’ diyerek Karakoç’un bu zor insan oluşunu vurgulamaktadır. Üstad’ın hep güçlüğü omuzlayan bir yaratılışı vardır. Hayatı boyunca hep zor işlere talip olmuştur. Rejimin hemen hemen dışladığı bir davaya sahip çıkışı, sermayesiz, parasız pulsuz dergi, hatta günlük gazete çıkarması, Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’da yaşaması... Üstad, daha çok şair ve edebiyatçı yönüyle tanınsa da o büyük bir düşünce adamıdır. Diriliş sahibidir.

 

Rivayet-i mahsusaya göre, daha dört yaşındayken zihnini meşgul eden bir düşünce var: Allah. Üstad’ın duygu dünyasının yerine oturması yirmi yaşında adeta ‘infilaklerle’ olmuştur. Otuz yaşında ise, düşüncelerinin her biri, ‘sanki gerçekliğini cehennem ve cennet arasındaki gerilim atmosferinde’ aramış; ‘her fikri tek tek yeniden muayene ve duygu cenderesinde dönerek’ yaşamaya başlamıştır. İnançlar, idealler, ta ruhun en iç bölgelerinde, yeniden elden geçmektedir. O’na göre idealsiz yaşamak ölümdür. Çünkü, ‘idealin güçlükleri, hayatın kolaylıklarından daha büyük haz verici bir manevi zenginliğin kaynağıdır. ’Onun en önemli hedeflerinden biri, kendi uygarlığının, yani inandığı, hakikat olarak benimsediği ve ta özünden kavrayarak ruhuna ve hayatına geçirdiği, tüm insanlık için de niyet ve arzu ettiği İslam medeniyetinin tam anlamıyla yaşadığımız çağa yansıtılmasıdır. Sezai Karakoç, tabiri caizse, kendine özgü bir ekol kurmuş ve bu ekolün temsilciliğini yürüten,yürütmekte olan bir bilge kişidir. Bu ekolün temel dinamiğini oluşturan düşünce sistemi ise İslamdır. O, dini, ‘varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi, dünya görüşü ve metafizik bir sistem’ olarak anlamış, benimsemiş, bu şekilde anlaşılması için çaba sarf etmiştir.

 

Diriliş

 

Geliştirdiği bu düşünce akımına da Diriliş adını vermiştir. Dirilişi, herhangi bir dergi yada gazete olarak görüp değerlendirmek de eksik ve yanlış olur. Öyle ki, diriliş başlı başına bir mekteptir. Ki Karakoç, Diriliş düşüncesini hayata geçirmek için parti bile kurmuştur.Bu partinin adı da Diriliş Partisi’dir. Sanatkar ruhlu birinin, dahası şair bir insanın parti kurması gerçekten çok garipse de Üstad şöyle izah ediyor: ‘Bizim parti kurma düşüncemiz yeni değildir ve bu birden bire olmamıştır. Parti bizim düşüncemizin bir parçasıydı. Düşüncelerimiz, belli bir olgunluğa ulaşınca, bunları eyleme dökecektik. Eğer ben kurmasaydım benden sonra bu düşünceyi sahiplenenler tarafından kurulacaktı. Bize nasip oldu, biz kurduk’

 

O Diyor:

 

Yabancılarca işgal edilip, toprakları gittikçe daraltılan bir ülkenin, çatısı kırmızı kiremitli tahta evlerinde oturan basma entarili kız çocukları, elinde oyuncak mantar tabancası, şalvarlı ve yalınayak erkek çocukları, Allah tarafından sürekli kurtarıcı bir sahip gözleyip duran ve yabancıların tango'lukları karşısında bütün mahareti kendine zarar verdirmeksizin bir akrebin neresinden tutulacağını bilmekten ibaret olan ve tabii ölülerin dervişlerle konuşabileceğine, yağmuru, bir demir parçasının üzerine oturmuş meleklerin yağdırdığına bütün kalbiyle inanan mü'min ve mütevekkil doğulu; işte şairin halkı ve ülkesi...

 

Diriliş Muştusu

 

Yeşil sarıklı ulu hocaların öğretmediğini, şair, eşya ve olayların gözlemine kendi ilhamını, halkın sezgisini katarak kendi kendine öğrenip dilinde bir “Diriliş Muştusu” olarak gelecek kuşaklara taşımaktadır. Özellikle “Hızırla Kırk Saat” adlı önemli eserinde en yoğun biçimde dile getirilen şairin “Diriliş Muştusu” ya da öğretisi baştanbaşa İslâmî motif ve imajlarla dolu, gerçekten bir dâvanın en yeni en çağdaş destanı niteliğindedir.

“Safahat”tan ya da Mehmed Akif şiirinden en önemli farkı, Karakoç şiirinin ne edip edip ucundan kıyısından mistisizm ile kurduğu sağlam irtibattır. Mistik bir atmosferde teneffüs etmeye alışmış bir toplumun şairi olarak, İslâm'ı Türk tasavvufu penceresinden tanımış bir şair için bu doğal olsa gerek. Oysa Akif bizzat tasavvufu toplum için damarlara zerkedilmiş bir “Olgun şıra” olarak görmekten hiç geri durmuyordu.

Sezai Karakoç, toplumunun yaşadığı bozgunun sebeplerini belki de metafizik bağların kopmasında, bunun sonucu olarak da batılılaşıp materyalizme kaymasında arıyordu. Oysa Akif bu toplumun metafizik ilgilerinin, mistik bağlarının çürüklüğünden, sorgulanması gerektiğinden sözediyordu. Kuşkusuz Sezai Karakoç'un salt mistik bir şair olarak görmek ve değerlendirmek yanlış olacaktır. Çünkü O'nun çağdaş İslâmî sosyal-siyasal sorunlar üzerinde kafa yormuş bir düşünür olarak da kimi eserler verdiği bilinmektedir. Bu yüzden şiirinin iç çelişkilerini, mensubu olduğu toplumun bir yansıması olarak da alabiliriz. O'nun şiiri doğu gizemciliğinin hizasında çoktandır unutulmaya yüz tutmuş bir tadı yeniden yaşatan ve gerçekten gizemli, derûnî ve şarkkârî bir şiirdir.

 

Hayatı:

 

Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Babası Yasin Efendinin koyduğu isim Muhammed Sezai’dir. Nüfus kayıtlarına geçerken bir karışıklık sonucu ağabeyinin ismi olan Ahmet Sezai’nin başına eklenmiştir. Resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai Karakoç’tur. Dedeleri Ergani ve yöresinde bir hayli tanınmış etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi Plevne savaşına katılmış,Gazi Osman Paşanın takdirini kazanmıştır.Ailenin Lakabı Leventoğullarıdır.

 

Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç 6 yaşında ilk mektebe başlar ve 1944te Ergani’de bitirir. Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt olur.1947 de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950’de mezun olur.Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gider. Babasının isteği İlahiyat fakültesiydi.Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.Şayet sınavı kazanmazsa felsefe tahsili yapacaktır.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar.Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atanır. Bu vazifenin bir istikbal sağlayamayacağı düşüncesiyle Maliye müfettişliği sınavına girer, Kazanır ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başlar.1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolörüdür.Bir ara Ankara çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilirse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döner. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezer ve bir çok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur.1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini ifa ettikten sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam eder.1965’ten 1973’e kadar bir çok kez istifa eder. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz. Sevdiği kızdan (ki Mona Rosa şiiri ona ithafen yazılmıştır) karşılık bulamayınca bir daha evlenmedi. Büyük Doğu Hareketi'nin Yaşayan Üstadı...

 

 

Yazarı: Halid Aslan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Sezai Karakoç yaşamasına rağmen değeri bilinmeyen sanatçılarımızdan, hatırı sayılır çaptaki fikir adamlarımızdan. Üstadla yakınlığını ise bilmeyen yok. Üstad'ın onu fikri bakımdan etkilediğini anlayabiliyoruz. Edebi bakımdan Üstadla arasında farklılıklar var. Yani Şiir yazma tarzları farklı. Fakat kendi tarzının en başarılılarından olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kabul gören de bu...

 

Üstadla aralarında, işlenen konular bakımından da bazı farklılıklar var. İşlenen konuların yanında, olayların ruhî boyutunu inceleyişlerinde de birtakım farklılıklar göze çarpıyor. Fakat fikirde, temelde aynı olduklarını görebiliyoruz.

 

Dileğim, kendisine ölmeden önce gereken değerin verilmesi... Muhtemelen Öldükten sonra şiirleri kapışılacak ve her yerde anılır olacak. Fakat kendisi aramızda olmayacak...

 

Toplumumuzun en büyük hatalarından birisi yaşayan kıymetleri farketmemesi... Umarım hak ettiği değer kendisine verilir ve o da, ömrünün sonbaharında İslam davacılığı noktasında daha aktif olur, daha çok ses getirir.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

En sevdiğim şiirlerden biridir,bu gün aklımdan geçti ve tekrar okumuş oldum burda.Sağolun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Sezai Karakoç 'un en güzel şiirlerindendir.

 

Kapalılığı ve birkaç farklı anlama yorulabilmesi yönüyle Üstad'ın Kaldırımlar'ına benzetirim ben bunu.

 

Alanının en başarılı şiirlerinden... Ayrıca "Sezai Karakoç'un en başarılı 3 şiirinden birisidir" de diyebilirim kendi fikrimi beyan ederek.

 

Normalde bu tarz şiirleri okumaktan hoşlanan birisi olmasam da, benim beğenimi kazanabilmiş nadir bir şiirdir.

 

Şiirin Mekke'ye, İstanbul'a, bir kadına, Hz. Muhammed S.A.V'e, hatta Allah C.C'a yazıldığı konusunda çeşitli fikirler var. İlk ikisi daha mantıklı gibi geliyor bana. Fakat net bir bilgim yok yine de...

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Keyfiyet

Ahmet Selim

Siir ve hayat

Bir derginin (eski) ozel sayisini karistirirken, Sezai Karakoc'un Necip Fazil'a ait su misralari sik sik tekrarladigini okudum:

 

Sondurun lambalari uzaklara gideyim

 

Nur'dan bir sehir gibi ruhumu seyredeyim.

 

Irkildim, bir hos oldum. Hafizamda nasil yer etmemis, bilemiyorum. Cile'nin isaretlenmis bolumlerine goz gezdirdim, yok. Yoksa da varsa da ben on sayfasina yazdim.

 

Herkesin yaradilisi ve zihni-kalbi hassasiyet durumu farkli... Bu misralar bir insani nasil etkilemez? Oyle bir anlatim ki bu; alinir, serhedilemez... Dolar icinize, ama neyin doldugunu aciklayamazsiniz. Ilk akla gelen, kolay. Sonrasi var. Mecazi var, mecazinin gercegi var, hepsinin butunlenisi var, olmeden olmek var, olumun bir dogus olmasi var; suurun, ruha, "muhatap kilinan" olma ozelligini kazandirisi var; bu boyle gider... Bu iki misra, bana yuzlerce yazi yazdirabilir. Fakat yazdiklarim "aciklama" olmaz. Siir, gercek siir, bir mana zenginligini isaretleme san'atidir. Buradaki isaretleyis elektrik temasi kurmak cinsinden bir seydir. Ilk akla gelen zahiri mana, meselenin "vesile" tarafidir...

 

"Sondurun lambalari uzaklara gideyim

 

Nurdan bir sehir gibi ruhumu seyredeyim."

 

Hangi lambalar? Hem kafesi aydinlatan, hem kapisini kapatan lambalar!.. Ruhu goremezsin orada. Kivam zaruretinin sirri orada oyle tecelli eder... Dunyanin isigi, gormeye tahammul edeceginiz kadarini gosterir. Hem isiktir, hem perde!

 

Mecaz planinda, nefs-i emmarenin lambalarini sondurebilirsiniz; ruhunuz, kazanacagi irtibat lutfuyla daha cok hissedeceginiz hale gelebilir.

 

Ama Imam-i Rabbani ne guzel soyluyor... Emmaresiyle ugrasirsiniz; fakat nefsin asli mahiyeti yine kalacaktir. Hayatin zarureti o. Siz osunuz. Baslangicta var olusunuza taalluk eden ruh; ayrilista, bazen "nefs" diye de ifade edilen kalici ve sorumlu bir suurun sahibi olmak sifatini haizdir... "Ruhumu seyrediyorum..." lambalar sondugunde o bir yerde olacak da, sen onu seyretmek icin bir baska yerde mi bulunacaksin? Ondan ayri bir "sen" kalacak mi o zaman? Degil ama, bugunden bakinca oyle soylemek yanlis degil. "Bir incelik, bir derinlik" ifadesinin guzelliginde; "mana", senin icinde, adeta programlanmis gibi gidip ait oldugu yere oturuyor. Aciklayamasan ne cikar? Bazi manalar aciklamasiz anlasilir ve siirin dili iste burada asli karakterini gosterir. Siirin dili, Hal Dili'nin oz kardesidir.

 

Siir aciklanmaz. Mana ve duygu yukuyle bir ayri guzellik halinde dolar icimize... Bazilari bunu manasizlikla karistirip siirsiz aciklanmazligin boslugunda "aksini ispat et!" kurnazligindan medet umuyor.

 

Aciklanacak seyin olmayisiyla, aciklamaya sigmayacak zenginligi bir tutmak; kendini aldatmanin ne garip bir tezahurudur? Nicindir bu inat, bu zahmet, bu beyhudelik? "Kendini aldatma" nefsani fayda icin yapilir? Siirde, sanatta boyle bir tercihe kapilmak, gafletin mantigiyla da bagdasmaz!

 

Ustadin ayni konuya yakin misralarini hatirlamaya calisiyorum...

 

"Pencereme vurmayin odum patlayabilir

 

Dokunmayin vucudum bosluga kayabilir." Nasil bir duygu bu? Hassasiyetin zirve noktalarindaki incecik dengede yasanan bir ozel hal... O ozel halin tabii hayatta hic kimseye anlatilamayacak deruni arzusu, bekleyisi, ozlemi. Saygi ricasi, rikkat bekleyisi, sezgi umudu... Gelir biri pencerenize de vurur, vucudunuzu da zipkinlar... Odunuz patlamaz ama, oyleymis gibi olur. Vucudunuz kaymaz ama, oyleymis gibi olur. Ve bir gun, "gibi"si de kalmayabilir!.. O hali anlayamamak, iz'anla ilgili, irfanla ilgili bir vebalin konusudur. Isaret bunadir... Kendini anlatmak icin yazmiyor onu, anlamaniz gereken bir hal icin yaziyor... Boyle anlamayanlar icindir sitemi: "Lafzimin dostusunuz, cilemin yabancisi!"

 

Siiriyet, insanin ve hayatin ozune, Islam'in ruhuna cok yakin bir hal... Yazilmis siirden ayri bir genellik icin soyluyorum bunu...

 

Yenisehirli Avni'nin bir beyti var ki, cok sik tekrarladigimi yakinlarim bilirler: "Ruz-i mahserde sorarlarsa nemiz var denecek / Biz bu dunyada gunah etmedik insancasina."

 

"Insanca gunah" ne demek? Ne demek islenen gunahin insanca olmamasi? Oyle iyi anliyorum ki ve o kadar bol orneklerin yogunlugu var ki yuregimde; onun icin anlatamam!

 

Ustad bir yerde diyor ki: "Bugun agla cocugum yarin aglayamazsin / Simdi anladigini sonra anlayamazsin." Ama bir baska yerde parantez aciyor: "Yaradan, rahmetini kahrindan ustun saydi / Ne olurdu halimiz gozyasi olmasaydi."

 

Tekamulun onemli bir sarti, insanin icindeki (derunundaki) cocugu canli tutmasidir. Onu oldururseniz, fitratinizin elmas bir sutunu yikilir. Siire kapanirsiniz, kendinize yabancilasirsiniz... "Gunah etmedik insancasina"nin sirri buradadir. Sevene karsi, sevgiye karsi, derunundaki cocugu kutsal bir emanet gibi yasatanlara karsi islenen gunah, "Yaziklar olsun sana" dedirten gunah... Siirsiz anlatilir mi bu?

 

 

(ZAMAN-Arşiv)

Share this post


Link to post
Share on other sites

İNCİ DAKİKALARI

 

 

 

Sen bana yeni yılsın her dakika

 

Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

 

 

 

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni

 

Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın

 

Ben bin parçaya bölündüm her parçasında

 

Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın

 

Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın

 

Erkek ağlar mı diyeceksin

 

Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı

 

Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum

 

Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında

 

Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden

 

Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey

 

Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya

 

Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde

 

Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya

 

Sen benim ağlamamı erkeklığıme

 

Uyanan ölmeyen yenilenen

 

Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan

 

Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say

 

 

 

Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu

 

Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say

 

 

 

Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam

 

Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım

 

Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım

 

Şehrin ölümünü yanlış anlama

 

Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar

 

Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar

 

 

 

Senin odan günışığı en güzel müzik bana

 

Farklılıklar odası

 

Giden tren buharları içinde örümcek ağı

 

Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak

 

Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş

 

Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı

 

 

 

Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum

 

Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır

 

Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim

 

İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum

 

Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur

 

Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler

 

Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur

 

Oldukları yerde bile

Share this post


Link to post
Share on other sites

MASAL

 

Doğuda bir baba vardı

Batı gelmeden önce

Onun oğulları batıya vardı

 

Birinci oğul batı kapılarında

Büyük törenlerle karşılandı

Sonra onuruna büyük şölen verdiler

Söylevler söylediler babanın onuruna

Gece olup kuştüyü yastıklar arasında

Oğul masmavi şafağın rüyasında

Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri

Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere

Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı

Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

 

İkinci oğul Batı ülkesinde

Gezerken bir ırmak kıyısında

Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde

Bal arılarının taşıdığı tozlardan

Ayna hamurundan ay yankısından

Samanyolu aydınlığından inci korkusundan

Gül tütününden doğmuş sanki

Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu

Saçlarını güneş destelemiş

Yıllarca peşinden koştu onun

Kavuşamadı ama ona

Batı bir uçurum gibi girdi aralarına

Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr

Alıp götürdü onu

Ve ikinci oğulu

Sivri uçurumların ucunda

Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda

Baba yağmurlardan anladı bunu

Yağmur suları acı ve buruktu

İşin künhüne varsın diye

Yolladı üçüncü oğlunu

 

Üçüncü oğul Batıda

Çok aç kaldı ezildi yıkıldı

Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada

Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı

Fakat batinin büyüsü ağır bastı

İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı

Sonra büsbütün unuttu onları

Şef oldu buyruğunda birçok kişi

Kravat bağlamasını öğrendi geceleri

Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler

Patron oldu ama hala uşaktı

Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü

Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda

Ondan hesap sordu o da

Sırf utançtan babasına

Bir çek gönderdi onunla

Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi

Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı

Bu yüklü çeki

İyice yaşlanmıştı ama

Vazgeçmedi koyduğundan kafasına

Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

 

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu

Kendi oymak ve ülkesini

Kendi görenek ve ülküsünü

Günü geçmiş bir uygarlığa yordu

Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı

Batı bilginleri bunu kutladı

O da silindi gitti binlercesi gibi

Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle

Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

 

Beşinci oğul bir şairdi

Babanın git demesine gerek kalmadan

Geldi ve batının ruhunu sezdi

Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır

Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair

Topladı tomarlarını geri dönmek istedi

Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini

Kum gibi eridi gitti yollarda

 

Sıra altıncı oğulda

O da daha batı kapılarında görünür görünmez

Alıştırdılar tatlı zehirli sulara

İçkiler içti

Kaldırım taşlarını saymaya kalktı

Ev sokak ayırmadı

Geceyi gündüzle karıştırdı

Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

 

Baba ölmüştü acısından bu ara

 

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara

Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda

Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda

Bir de o talihini denemek istedi

Bir şafak vakti Batıya erdi

En büyük Batı kentinin en büyük meydanında

Durdu ve tanrıya yakardı önce

Kendisini değiştiremesinler diye

Sonra ansızın ona bir ilham geldi

Ve başladı oymaya olduğu yeri

Başına toplandı ve baktılar Batılılar

O aldırmadı bakışlara

Kazdı durmadan kazdı

Sonra yarı beline kadar girdi çukura

Kalabalık büyümüş çok büyümüştü

O zaman dönüp konuştu :

Batılılar !

Bilmeden

Altı oğlunu yuttuğunuz

Bir babanın yedinci oğluyum ben

Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden

Babam öldü acılarından kardeşlerimin

Ruhunu üzmek istemem babamın

Gömün beni değiştirmeden

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben

Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :

Karşınızdakini değiştirmek

Beni öldürseniz de çıkmam buradan

Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki

Fakat değişmeyecek ruhum

Onu kandırmak için boşuna dil döktüler

Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler

O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı

Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı

O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı

Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı

Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar

En onulmaz yarası olanlar

Ta kalplerinden vurulmuş olanlar

Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar

 

Sezai KARAKOÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sezai Karakoç sadece bunu yazmak için şair olsaymış yetermiş. Olup biten ve bizi diri tutan umudumuz ancak böyle tatlı bir şekilde anlatılabilirdi.

 

Ağına düşeni ezen, yok eden, etkisiz hale getiren Batı canavarına şerefini kaybetmeden, boyun eğmeden, tüm gücüyle direnebilenlerden başkasına onurlu bir devlet denir mi? Bilge bir adamdan başkası mıdır o yedinci oğul?

 

Elbet hayır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gerçekten de çok farklı bir şiir.. Trradomir'in de dediği gibi nefis çizilmiş bir tablo. Böyle bir şiir zaten, batı canavarına direnen bir yürekten çıkar ancak. Boyun eğmeyen, direnen. Alttaki mısralardaki gibi, ruhi temizliğini kaybetmeyen.Ruhunu satmayan..

 

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben

Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :

Karşınızdakini değiştirmek

Beni öldürseniz de çıkmam buradan

Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki

Fakat değişmeyecek ruhum

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Turan Karataş da bu şiire atfen yazdığı Sezai Karakoç Biyografisi diyebileceğimiz 900 küsür sayfalık kitabına "Doğunun yedinci oğlu: Sezai Karakoç" ismini vermiştir.

 

Benim de en çok beğendiğim Karakoç şiirleri arasındaydı bu ve dün paylaşmak istedim.

 

Batılının uyutma, sindirme, değiştirme metodlarını aynen aktarıp namuslu bir tutumu göstermiş burada büyük şair. Gerçekten ağızları açık bırakacak bir tasviri var.

 

Daha önce de söylendiği gibi Allah Tanzimattan beri süregelen batı taklitçiliğimizin sonunun gelmesini ve sonuncu oğulun namusunu taşıyabilmeyi nasip eylesin....

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mecnun, Mum ve Pervane

 

Bir gece Mecnun'un yaktığı

Bir mumun etrafında

Dönüyordu

Zavallı incecik bir pervane

Mumsa devrilmek istiyordu

Pervane yerine

Mecnun'un üstüne üstüne

Sevgili mum

Dedi Mecnun

Sevdim seni

Acıdığın için pervaneye

Bende önerirdim

Kader izin verseydi

Beni yakmanı

Onun yerine

Ama acele etme vakit var

Sayılıdır saatler dakikalar

Azrail bile senden sabırlıdır

Burada sencileyin benim de işim var

Ben herkes için

Değişik ve ayrı dozda

Soyut bir otobiyografyayım

Herkesin yaşadığı bir iç tarih

Hekesin yüreğinden geçen bir coğrafya

Gidip gidip varacakları

Fakat ulaşamayacakları

Bir panorama

Kaderin zaman zaman

Kabaran kanlara uyguladığı

Nirengi noktaları batmış

Beyaz bir karanlığa batmış

Mutsuzca mutlu bir topoğrafya

 

Sonra gece bitti mum söndü

Bu söyleşilerle tan atarken

Pervane Mecnun'a

Mecnun pervaneye döndü

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çocukluğumuz

 

Annemin bana öğrettiği ilk kelime

Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

 

Annem bana gülü şöyle öğretti

Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

 

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus

Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

 

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde

Binmiş gelirdi Ali bir kırata

 

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından

Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

 

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

 

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü

Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

 

Ali olmak bir hedef her çocukta

 

Babam lambanın ışığında okurdu

Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık

Fetihlerde bayram yapardık

İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

 

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık

Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

 

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

 

Kediler mangalın altında uyurdu

Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı

İnanmış adamların övüncüyle

Sabırla beklerdik geceleri

 

Şimdi hiçbirinden eser yok

Gitti o geceler o cenk kitapları

Dağıldı kalelerin önündeki askerler

Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi

 

 

 

 

selamlar.

Sezai Karakoç Üstad'ın çok değişik bir stili var.

Bizim aşinası olduğumuz, Necip Fazıl'ın icra ettiği ve 'Poetika'sında kimyasını sunduğu şiir tarzıyla örtüşmüyor olsada şiirlerindeki hava ve sırlı anlatım bize bunları unutturuyor gibi..

 

Ben bu şiirin NFK-Fan 'ın bahsettiği en güzel üç şiiri arasında olduğunu düşünüyorum :(

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sürgün Başkent ten başkentler Başkentine .....

 

Gerçekten çok harika...Benim şiir ezberimde uzun şiirler bölümünde ilk yerini alan bir şiirdir.Okurken insana yaptırdığı muhakemeleri de çok beğendirir bana.Peygamber'imize yazılmış olması bana en mantıklı geleni..

Öncelikle bize bu feraseti kimler depolamışsa onlardan ve bizim (diriliş erlerinin) lalezarımızdan bunun gibi lalelerden bir laleyi bizimle paylaşanlardan ALLAH razı olsun.....

Share this post


Link to post
Share on other sites

KARAYILAN

 

Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum

Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını

Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum

Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeye

Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini

Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin

 

Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk

Günahlarım kadar ömrüm vardır

Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum

Saçlarımı acının elinde unutuyorum

Parmaklarımdan süt içemeye çağırıyorum seni

Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk

 

Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı

Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum

Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın

Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum

Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum

 

Seni süt içmeye çağırıyorum parmaklarımdan

Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yine akşam oldu,

 

Yalnızlık omuzlarıma çivisini çaktı yine,

 

Uzaklık aynı gerçi,

 

Heryerdeyken olan uzaklığın pek değişmedi,

 

Yine akşam oldu orda olduğu gibi,

 

Görebiliyorum seni burdan da,

 

Aynısıydı ordayken de,

 

Uzaklıktan korkmuyorum belki de,

 

Orada da aynıydı uzaklık gerçi

 

Donuklaşmış oldu artık bu,

 

Bir o kadar da hüzünlü romanlar gibi,

 

Galiba ben baştan kaybetmişim,

 

Belki de ben baştan kazanmışım, insanlık kaybetmiş...

 

 

Sezai Karakoç

Share this post


Link to post
Share on other sites

skarakoc.jpg

 

 

RÜZGÂR

 

 

Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!

 

Gelin duvağından kopan bir rüzgâr...

 

Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;

 

Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar...

 

 

 

O ceviz dalları, o asma, o dut,

 

Gül gül, mektup mektup büyüyen umut...

 

Yangından yangına arda kalmış tut.

 

Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar.

 

Sezai KaraKoç

Share this post


Link to post
Share on other sites

Konular tek başlık altında toplanmıştır..

yeri gelmişken..şiirleri, estetik ve mana keyfiyeti için olabildiğince ilgili başlıklar altında toplamaya gayret edelim..

saygı ve selamlarımla..

Share this post


Link to post
Share on other sites

MONA ROZA

 

Mona Roza, siyah güller, ak güller

Geyvenin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Ah, senin yüzünden kana batacak

Mona Roza siyah güller, ak güller

 

Ulur aya karşı kirli çakallar

Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa

Mona Roza, bugün bende bir hal var

Yağmur iğri iğri düşer toprağa

Ulur aya karşı kirli çakallar

 

Açma pencereni perdeleri çek

Mona Roza seni görmemeliyim

Bir bakışın ölmem için yetecek

Anla Mona Roza, ben bir deliyim

Açma pencereni perdeleri çek...

 

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi

Bende çıkar güneş aydınlığa

Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi

Seni hatırlatıyor her zaman bana

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

 

Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar

Işıksız ruhumu sallar da durur

Zambaklar en ıssız yerlerde açar

 

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi

Ellerinden belli oluyor bir kadın

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların

 

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Saat onikidir söndü lambalar

Uyu da turnalar girsin rüyana

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

 

Akşamları gelir incir kuşları

Konar bahçenin incirlerine

Kiminin rengi ak, kimisi sarı

Ahh! beni vursalar bir kuş yerine

Akşamları gelir incir kuşları

 

Ki ben Mona Roza bulurum seni

İncir kuşlarının bakışlarında

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar su kenarında

Ki ben Mona Roza bulurum seni

 

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Henüz dinlemedin benden türküler

Benim aşkım sığmaz öyle her saza

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

 

Artık inan bana muhacir kızı

Dinle ve kabul et itirafımı

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı

Artık inan bana muhacir kızı

 

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış

Bir gün gözlerimin ta içine bak

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

 

Altın bilezikler o kokulu ten

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne

Bir tüy ki can verir bir gülümsesen

Bir tüy ki kapalı gece ve güne

Altın bilezikler o kokulu ten

 

Mona Roza siyah güller, ak güller

Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!

Mona Roza siyah güller, ak güller

 

--------------------------------------------

akrostişle yazılmış en güzel şiirmi bilemem ama akrostişle yazılmış en güzel aşk şiiri olduğu kesin..kıtaların baş harfleriyle muazzez akkaya ismi çıkıyor ki bu isimde şairin üniversitede aşık olduğu hanımmış..

 

selam ve dua ile...

Share this post


Link to post
Share on other sites

kar şiiri olmadan olmaz galiba :)

 

 

 

KAR ŞİİRİ

 

Karın yağdığını görünce

 

Kar tutan toprağı anlayacaksın

 

Toprakta bir karış karı görünce

 

Kar içinde yanan karı anlayacaksın

 

 

 

Allah kar gibi gökten yağınca

 

Karlar sıcak sıcak saçlarına değince

 

Başını önüne eğince

 

Benim bu şiirimi anlayacaksın

 

 

 

Bu adam o adam gelip gider

 

Senin ellerinde rüyam gelip gider

 

Her affın içinde bir intikam gelip gider

 

Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

 

 

 

Ben bu şiiri yazdım aşkın çeşidi

 

Öyle kar yağdı ki elim üşüdü

 

Ruhum seni düşününce ışıdı

 

Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

 

bugün Sezai Karakoç için günümüzün Necip Fazıl'ı dendiğini duydum-tabi ki ben böyle bir cümlenin anlam olarak doğru olup olamayacağını sormayacağım- sadece gerçekten böyle söyleyenler var mı merak ettim aydınlatırsanız sevinirim

Share this post


Link to post
Share on other sites

Anneler Ve Çocuklar

 

Anne ölünce çocuk

Bahçenin en yalnız köşesinde

Elinde bir siyah çubuk

Ağzında küçük bir leke

 

Çocuk öldü mü güneş

Simsiyah görünür gözüne

Elinde bir ip nereye

Bilmez bağlayacağını anne

 

Kaçar herkesten

Durmaz bir yerde

Anne ölünce çocuk

Çocuk ölünce anne

 

 

Sezai Karakoç

Share this post


Link to post
Share on other sites

Köşe III

 

Sen geldin benim deli köşemde durdun

Bulutlar geldi üstünde durdu

Merhametin ta kendisiydi gözlerin

Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu

Bulutlar geldi altında durduk

 

Konuştun güneşi hatırlıyordum

Gariptin yepyeni bir sesin vardı

Bu ses öyle benim öyle yabancı

Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı

 

Dişlerin öpülen çocuk yüzleri

Güneşe açılan küçük aynalar

Sert içkiler keskin kokular dişlerin

İçinden geçilen küçük aynalar

 

Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı

İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı

Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak

Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı

 

Sen geldin benim deli köşemde durdun

Bulutlar geldi üstünde durdu

Merhametin ta kendisiydi gözlerin

Share this post


Link to post
Share on other sites

MONA ROSA II-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

 

 

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;

Gece kar yağacak sabaha kadar.

Toprakta et, kemik çıtırtıları...

Yarı ölüleri bir korku tutar

Değince bir taşa kafatasları.

-Ölüler ki yalnız tırnakları var,

Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...-

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;

Açıyor elini göğe bir kadın.

Uzuyor, uzuyor altın saçları

Uğrunda ölünen güzel kızların...

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;

Esmer delikanlı, hatıra ve kan.

Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları

Sızıyor bir kapı aralığından;

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı.

 

 

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;

Çocuklara açar mağaraları

Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.

İlân-ı aşk eden dil balıkları

Aşina suları çabuk terkeder..

 

 

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;

Bakıyor ateşe, küle böcekler.

Köpekler parçalar kanaryaları,

Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.

Baykuşlar ötüyor harabelerde;

Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı.

Bir kaza kurşunu bulur her yerde

Süvarisiz şaha kalkan atları...

Bir ruhun ışığı vardır göklerde,

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;

Ötüyor baykuşlar harabelerde.

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;

Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.

Bekledi arzuyla karanlıkları

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Ta içinde duyar ani bir ağrı,

Bir hüzün şarkısı tutturur gider

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

 

 

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;

Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.

Bir neşe şarkısı tutturur gider

 

 

Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;

Kurşunlar sıkılır göklere doğru,

Serçe yavruları yuvada titrer.

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı...

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;

İnce yelkenleri alıyor yeller.

Titretir kalpleri ve bayrakları

Gemiden toprağa uzanan eller.

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gizli hazineler, su yılanları...

 

 

İnce yelkenleri alıyor yeller;

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.

Beyaz pelerinli hür tayfaları

Kendine bağlıyor siyah kediler;

Titriyor gönüller ve kara bayrak,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gemiden toprağa uzanan eller

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.

 

 

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı,

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...