Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Recommended Posts

ilk yazı yavuz bahadıroğlu'nun, İranın güvenilmezliği ile alakalı tarihsel gerçekler ışığında yazılmış bir yazı. ikinci yazı da faruk köse'nin İran'ın her daim kendi menfaatleri ve şiilik doğrultusundaki siyaseti ile alakalı. okunmasında fayda var...

 

İran ve söz

 

Bizim Başbakan, İran’ı yönetenlere hitaben, “Sözünüzde durmazsanız itibar kaybedersiniz” deyince, içim “cız” etti, sevgili dostlarım...

Neden derseniz, İran’ın verdiği sözleri tutmadığına ilişkin çok bilgi var tarihte...

Yıl 1559: İstanbul’un fethinin üzerinden 106 yıl sonra...

Kanuni’nin son yılları...

Osmanlı hâlâ en parlak dönemini yaşıyor...

Devletin muktedir kadroları, yenilmez bir ordusu, sağlam bir maliyesi, ülke çapında yoksul bırakmayan bir sosyal yapısı var...

Ama aynı tarihte bir büyük olumsuzluk gelişiyor: İran’daki Safevi Devleti tehlike arz etmeye başlıyor...

Osmanlı barış arıyor, ama mümkün değil. Safevi Şahı, Çaldıran’ın intikamını alma sevdasında..

İlle de babasının (Yavuz) sert yumruğunu oğluna (Kanuni’ye) iade edecek...

Bunun çarelerini ararken, Kanuni ile oğlu Şehzade Mustafa’nın araları açılıyor. Mustafa Bey, “Artık babamız kocadı, şanlı dedemizin babasına yaptığını yapmak zamanıdır” diyerek, babasına meydan okuduğunu ilân ediyor. Safevi (İran) Şahı Tahmasb’dan yardım istiyor. Tahmasb, yardım sözü veriyor, ama babasının karşısında Şehzade’yi yalnız bırakıyor.

İran’a güvenip yola çıkan Mustafa Bey bu yolda hayatından oluyor (1553).

Bir süre sonra bu kez Şehzade Bayezid’le Şehzade Selim arasında kavga patlıyor. Şehzade Bayezid, babasının emrini dinlemiyor, tayin edildiği Amasya’ya gitmekte ayak sürçüyor. Bir taraftan da ordu topluyor.

Nihayet Şehzade Selim ile Şehzade Bayezid’in orduları Konya Ovası’nda kapışıyor. Osmanlı Ordusu’yla takviye edilen Şehzade Selim’in ordusu, Bayezid’in ordusunu iki günde perişan ediyor. Bayezid, Padişahlık umudunu Konya’da bırakıp önce valilik yaptığı Amasya’ya, oradan da Kağızman’a çekiliyor.

Artık her şey bitmiştir. Babasından yedi kıtalık bir şiirle özür diliyor:

“Ey seraser âleme Sultan Süleyman’ım baba,

“Tende canım canımın içinde cananım baba...

“Bayezid’ine kıyar mısır benum canım baba?

“Bîgünahım Hak bilür devletlü sultanım baba.”

Aynı ölçü ve kafiyeye sadık kalan Kanuni, idam fermanını yedi kıtalık bir şiirle tebliğ ediyor:

“Ey demaden mazhar-i tuğyan u isyanım oğul,

“Takmıyan boynuna hergiz tavk-ı fermanım oğul...

“Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul?

“‘Bîgünahım’ deme bari tevbe kıl canım oğul.”

Şehzade Bayezid, öldürüleceğini anlayınca, Kağızman’dan Safevi (İran) topraklarına giriyor. Revan Beylerbeyi Nizamüddin Şahkulu’ndan, kendisinin ve ailesinin hayatının garanti edilmesi şartıyla, sığınma talebinde bulunuyor...

Osmanlı şehzadelerinin arasına kılıç girdiği günden beri, bundan nasıl yararlanabileceğini düşünen İran Şahı Tahmasb’a sığınma talebi ilâç gibi geliyor. “Fırsat ayağımıza geldi” diyor ve hayat garantisi vererek Şehzade’yi topraklarına kabul ediyor. Kazvin’de büyük bir törenle karşılıyor. Padişah muamelesi yapıyor. Hatta sarayında ağırlıyor.

Ama el altından da Kanuni’yi haberdar ediyor: “Şehzadeniz bizim şerefli misafirimizdir.”

Bunun Şehzade’nin idam hükmü olduğunu elbette biliyor. Verdiği sözü unutmuş, durumdan yararlanmaya çalışıyor.

Kanuni ile İran Şahı Tahmasb arasında zorlu bir pazarlık başlıyor. Sonunda anlaşma sağlanıyor: Şehzade Bayezid, 1 milyon 200 bin altın ve Kars Kalesi karşılığında Kanuni’ye satılıyor.

Ayrıca Şehzade Selim padişah olduğunda (çünkü tahtın başka varisi kalmamıştır), İran’la dost kalacaktır.

İran verdiği sözü yine unutmuş, çoktan sözünün üstüne yatmıştır.

İran’a güvenerek yola çıkan Şehzade böylece babasının cellâtlarına teslim ediliyor (25 Eylül 1561).

Tarih, “ders” almasını bilene ders, “ibret” almasını bilene ibrettir!

 

Yavuz Bahadıroğlu

 

http://www.habervakt...-soz-49547.html

 

 

İran: İslam Cumhuriyeti mi, Fars Cumhuriyeti mi?

İran Anayasası, “İran devletinin yönetim şekli İslâm Cumhuriyeti’dir” der. Ardından, İslam Cumhuriyeti’nin hangi inançlar üzerine kurulu olduğu sıralanır. Bunların başında “La ilahe illallah” yer almaktadır. Madde-3’te ise, 2. maddede zikredilen gayelere ulaşılması amacıyla gerçekleştirilecek hususlar sayılır. İşte bu hususlardan üç tanesine, İran’ın bugün yürüttüğü iç ve dış politika ve tutum açısından dikkat çekmek istiyorum:

 

1- “Her türlü diktatörlük, keyfi idare ve tekelcilik ruhunu kaldırmak.”

 

Anayasasının aksine İran, Suriye’deki Alevi-Nusayri diktatörlüğünü alenen destekliyor, hatta diktatörü ayakta tutmak için cepheye silah ve adam gönderme düzeyine varacak kadar yardım veriyor. Bu, anayasada vurgulanan “La ilahe illallah” ilkesine de aykırı. Çünkü kendini ilah olarak gören ve genel Şia ekolü içinde olsa da, gulat kesimden olup, “liderin ilahlaşabileceği inancı”na sahip bir anlayış taşıyan zümrenin önderi olan Esed zaliminin desteklenmesi, hatta yaptığı kıyımlarda ona yardım etmesi başka neyle izah edilebilir?

 

2- “İslâm kardeşliğini ve genel yardımlaşmayı bütün halk arasında yaygınlaştırmak ve sağlamlaştırmak.”

 

Her ne kadar İslam kardeşliğinden söz edilse de İran’da Şahlık döneminden bu yana bir devlet politikası olarak, Fars olmayan halkların kimliklerini izhar etmeleri tehdit sayılmış, kendi kimliğini ve dilini koruma talepleri “yönetime sadakatsizlik” olarak algılanmış ve Farslaştırmaya devam edilmiştir. Yine, Azeri kimliğinin giderek kuvvetleneceği endişesiyle, kendileri gibi Şii Müslüman olan Azerbaycan’ın bir kısmını işgal eden Hıristiyan Ermenilere maddi ve manevi destek verilmiştir. İran’da Şia dışındaki diğer Müslüman topluluklara tanınan haklar siyasi değil, kültürel düzeydedir. İran’da yaşayan dini azınlıklardan Zerdüşt, Musevi, Asuri ve Keldani Hıristiyanları ile Ermenilerin parlamentoda birer temsilcisi olduğu halde, Şiilik anayasada devletin resmi mezhebi olarak belirlendiğinden, İran Sünnileri azınlık da sayılmaz, temsil hakkı da tanınmaz. Yani İran’ın uyguladığı “İslam kardeşliği”, aslında etnik olarak Farslılaştırmayı zorunlu kılan “Şii kardeşliği” şeklinde tezahür etmektedir.

 

3- “Dış siyaseti; İslâmi ölçüler ve bütün Müslümanlarla kardeşlik taahhütlerine bağlılık ve dünyanın bütün mustaz’aflarını himaye temelleri üzerine tanzim etmek.”

 

İran, anayasasındaki bu ilkeyi de uygulamıyor. İran’ın desteklediği herhangi bir Sünni İslami hareket yoktur. Hatta, nerede bir İslami hareket varsa, orayı önce kendi kontrolüne almaya, “Şii kütürünün hakimiyeti”ni kabul ettirmeye çalışmış, bunu sağlayamamışsa oradaki İslami hareketin başarısızlıkla sonuçlanmasına yönelik çalışmalarda bulunmayı ihmal etmemiştir. Örnek verelim:

 

Cezayir’de İslami hareket başarıya kavuştuğunda İran hemen “İslam Devriminin sedası”ndan ve başarısından söz eden beyanatlara başladı. Zaten İran’a tahammül edemeyen Avrupa, hemen dibinde “İranvari bir devlet” daha kurulacağı korkusuyla harekete geçti ve Cezayir’de İslami yönetimin kurulması önlendi.

 

Afganistan’daki İslami hareket bugün bu noktaya gelmişse, bunun baş sorumlusu İran’dır. Oradaki Gulat Şii varlığını başat unsur haline getirmeye çalışan İran, bunu başaramayınca, Ehl-i Sünnet bir İslam devletinin kurulmasına engel olacak politikalar yürütmüştür.

 

İşte Yemen... Halk yönetimi devirme noktasına geldiğinde, oradaki Şii varlığını harekete geçiren İran, İran etkisinin yayılmasını istemeyen ABD ve Batı’nın etkin müdahalesine sebep oldu ve Yemen’deki Ehl-i Sünnet varlığı yönetim karşısında başarısız kaldı.

 

Lübnan’da Ehl-i Sünnet ile ittifaktan ısrarla kaçındı. Suriye’deki Sünni İslami hareket karşısında Gulat Şii ekolü içinde bulunan Alevi-Nusayri yönetimi açıkça destekliyor. İran’ın bölgedeki etkisinin genişlemesini istemeyen güçler, gözden çıkardıkları Esed’i şimdi başta tutmanın formüllerini arıyorlar.

 

Bütün bunlara bakıldığında denebilir ki, herhangi bir yerde Şii varlığı varsa, İran’ın müdahalesi sonucu oradaki İslami hareketin başarı kazanma şansı kalmamakta. Yani İran nereye el atsa, oradaki Ehl-i Sünnet varlığı başarısızlığa uğruyor. Üstelik İran, anayasasına da aykırı olarak, tevhid inancı dışındaki Gulat Şii ekollerini desteklemeyi, Ehl-i Sünneti desteklemeye tercih ediyor.

 

Bir başka husus: Geçtiğimiz haftalarda İran, “zina ve livata suçlarına uyguladığı recm cezası”nı kaldırdığını ilan etmişti. Şunu sormak lazım: Eğer recm İslami bir hüküm değil idiyse, bu zamana kadar “İslam Cumhuriyeti”nde niçin uygulandı? Yok, eğer İslami bir hüküm ise, nasıl olur da bir “İslam Cumhuriyeti” İslami bir hükmü kaldırır?

 

Bana öyle geliyor ki İran, başlangıçta belki İslami bir devlet olarak kurulmuş olabilir, ama bugün gidişatı Fars Cumhuriyeti olmaya doğru hızla ileriyor.

 

Yanılıyorsam, biri izah etsin!

 

Faruk Köse

 

http://www.habervakt...i-mi-49546.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

İran kime hizmet ediyor?

 

İran'ın, "İslam Cumhuriyeti"nin kurulduğu günden bu yana "Farisi Şiası"nın bölgede "başat unsur" olmasından başka bir çalışma içinde olduğu görülmemiştir. Müslüman coğrafyasında "İslam'ın otoritesi" için çalıştığına, "gulat"ıyla "ehl-i kıble"siyle bir bütün olarak kabul ettiği "Şii" unsurların dışında bir "İslami varlık"ın hayat bulmasına rıza gösterdiğine, özellikle de "Ehl-i Sünnet"e dayalı bir "İslami sistem"in kurulmasına gönlünün yatkın olduğuna şahid olunmuş değil.

Bu cümleleri "mezhebi taassup"la yazıyor değilim. Bugün Ümmet-i Muhammed'in birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç var; "ayrılık lüksü"müz yok. Esasen "Ehl-i Sünnet"ten olduğunu söyleyip de "Kerbela duyarlılığı"ndan, "Hüseyni Kıyam"dan bihaber olanların, buna duyarsız kalanların ne derece "Ehl-i Sünnet" olacağını da sorgulamak gerektiğine inanıyorum.

Ancak bunu yapmanın, "Ehl-i Sünnet yolu"nun, yani "Peygamber ve Ashabının yolu"nun terk edilmesi demek olmadığını; gücü eline geçiren bir ailenin yaptığı zulmün faturasının bütün Ehl-i Sünnet mensuplarına çıkarılmasının adil ve doğru bir yaklaşım olamayacağını, "Emevi zulmü"nü onaylamayanlara karşı "Şii değil diye" "ideolojik yaklaşım"la cephe alınması gerekmediğini hatırlatmak lazım.

"Ehl-i Sünnet"ten olup da "Kerbela Faciası"nı onaylayan bir tek kişi gösterebilir misiniz? Bütün Ehl-i Sünnet topluluğunu Kerbela katliamının faili gibi görmeyi, Kerbela'daki "acı katliam" karşısında doğru tutumu göstermekten korkanlarla, olaya bir dahli olmayanları aynı kefeye koymayı "fıtri vicdan"a havale ediyorum. İnsanların korkularını itikadlarına bağlayan bir yaklaşıma da, "kıyam duyarlılığı"nı es geçen bir anlayışa da son vermek lazım. Çünkü bugün, ümmetin vahdet içinde olmasını gerektiren birlik ve beraberlik günü.

Bu ana çerçeve içinde tekrar İran'ın "tutum"una dönersek; İran'ın, İslam Devrimi'nden bu yana Suriye konusunda "kesintisiz yanlışlık" içinde olduğunu görürüz.

Hatırlayalım, merhum Humeyni 1 Şubat 1979'da İran'a dönüp dini liderliği üstlendi. Bundan 3 yıl sonra, 2 Şubat 1982'de Suriye'nin Hama şehrinde İhvan-ı Müslimin'in önderliğinde "Alevi-Nusayri Baas Rejimi"ne karşı ayaklanan Suriye Müslümanları, dünyanın gözleri önünde Baba Esed yönetiminin katliamına uğradı; 50 bin Müslüman şehid edildi.

Suriye Hama'da katliam yaparken, "İslam Cumhuriyeti" İran'dan ne beklenirdi? Hiçbir şeye gücü yetmiyorsa, en azından Hama katliamını yapan Suriye yönetimiyle ilişkilerini gözden geçirmesi, katliamı kınaması, onaylamadığını ilan etmesi falan, değil mi?

Ama hayır! Tam tersini yapan İran, Hama Müslümanlarının değil, katil Baas rejiminin yanında yer aldı. Tıpkı bugünkü gibi. Bugün de katil Baas rejimini ayakta tutmak için bütün gücünü sarf ediyor. Son hamle olarak, Halep'i kaybetmek ve böylece yıkılmak üzere olan Baas rejimini ayağa kaldırmak için Halep'te katliam yapan oğul Esed yönetimine askeri destek veriyor. İran Genelkurmayı'nın "Suriye'ye desteklerinin askeri boyuta dönüşebileceği" açıklamasının ardından, Halep'de tutunamayan Esed'e destek için 4 bin kişilik askeri gücü Suriye'ye gönderiyor.

Yani İran, Suriye konusunda kuruluşundan bu yana istikrarlı bir politika izliyor. Ama bu istikrar, maalesef İslam'ın ve Müslümanların yararına değil. Çünkü İran'ın amacı, görünen o ki, "Fars yayılmacılığı"nı sağlamak. Bunun için mazlumun yanında yer almaktansa, zalimle işbirliği içinde olmayı, zulmüne devam edeceği belli olduğu halde zalimi desteklemeyi yeğliyor. İslam sadece bunun "ideolojik altyapı"sı gibi kalıyor.

Amarikan emperyalizminin ve siyonist güçlerin İran'ı yok etmek istedikleri malum. İran'ın, hayatiyetini sürdürebilmek için bölge içinden ve dışından destekçilere ihtiyaç duyduğu, bu açıdan kimi ittifaklara yöneldiği, Rusya, Çin ve Suriye ile ilişkilerinin bu kapsamda değerlendirilip anlayışla karşılanması gerektiği söylenebilir.

Ancak bu, "mazluma karşı zalimin yanında olmak" şeklinde mi tezahür etmeli? İran, Baas rejimine karşı Suriye Müslümanlarının yanında yer alsaydı, bunu yaparken de Baas sonrası kurulacak bir İslami devlet ile ittifak ve destek anlaşmalarını şimdiden yapsaydı, kuruluşuna katkı sağladığı yeni Suriye ile ilişkilerini daha güçlü temellere dayandırsaydı da aynı sonucu elde etmiş olmaz mıydı? Bu noktada İran'ın, "mezhebi taassup"la hareket ettiğini söylesek, Şia dışında bir İslam devletini görmek istemediğini ifade etsek yanılmış mı oluruz?

İran'ın, "Suriye tutumu" ile kime hizmet ettiğinin sorgulanması lazım. Görünen o ki, İran'ın tutumu İslam'a ve Müslümana hizmet etmiyor. Peki, İslam'a ve Müslümana hizmet etmeyen bir tutum, genelde küfre ve kâfire, özelde ise günümüz şartları itibariyle İsrail'e ve ABD'ye hizmet etmiş olmaz mı?

 

Faruk Köse - Yeni Akit

Share this post


Link to post
Share on other sites

İran'ın derin Osmanlı korkusu

 

Devletlerin ve toplumların kimi zaman aktif kimi zaman da pasif derin korkuları vardır; aktif olduklarında çevrelerini yıkıcı olma, pasif olduklarında ise uyanma istidadı taşırlar.

Derinlerdeki korkular devlet ve toplumların gelecek tercihlerini belirlemede rol oynar. Siyasiler ve kanaat önderleri de tarihten tevarüs edilen bu korkulara duyarlı şekillenmiş toplumsal algıyı ihtiyaç hâlinde harekete geçirirler.

Meselâ Türkiye'nin yılan hikayesine dönüşen Avrupa Birliği'ne girmesinin önüne çıkarılan engellere bakın. Birliğe giriş müktesabatı dedikleri yerine getirilmesi gereken şartları, yerine getirmeyen ülkeler bir bir birliğe alınırken o şartları yeni üyelerden fazlasıyla yerine getiren Türkiye ısrarla askıda tutulabiliyor.

Avrupa'nın Osmanlı'yla özdeşleşmiş "derin Türkiye ve Müslüman korkusu"nun bunda etkisi açıktır. Bugün "Osmanlı uyanıyor" sloganı, Avrupa'nın lokal ve bölgesel nice siyasi açılımlarının kaldıraç gücüne dönüşmüştür.

Daha dün Avrupa'nın ortasında bir Müslüman ülke kurulmasın diye Bosna'yı Müslüman Boşnaklardan - onlara göre Türklerden - temizlemek amacıyla soykırıma gittiler.

"Türk / Müslüman" korkusunun Avrupa'da ne kadar derinlerde olduğunu görmek isteyenlere Viyana'yı bir günlüğüne ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Müzelere, kiliselere, ders müfredatına ve hatta sokaklara bu korkunun resim ve heykeller üzerinden efsane hikayeler eşliğinde nasıl yansıtıldığını ve nasıl canlı yaşatıldığını görebilirsiniz.

Güncel politik argümanlarda ve buna binâen geliştirilen siyasette Osmanlı korkusunun yeni Türkiye üzerinden kullanıldığını da rahatça görebilirsiniz.

Norveç'te başkent Oslo ve Ütoya Adası'nda düzenlediği saldırılar ile 77 kişiyi katleden aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik Avrupa'yı Türklerden korumak için bu eylemi yaptığını geçenlerde mahkemede açıkladı. Daha alarm verici olanı ise, bu adamı yargılayan mahkemenin Breivik'i "deli" göstermeye çalışıp aklamaya kalkışmasıydı.

Amerika'da da Ak Parti sonrası "Yeni Osmanlıcılık" diye bir tartışma başlattılar. İsrail ve neoconlar bu tartışmayı ısrarla körüklüyor, bu da malûm. Yeni Osmanlıcılık kodlamasıyla hem kendi halklarını, hem kukla Arap rejimlerini Türkiye aleyhine kışkırtarak Türkiye'nin Ortadoğu'da oyun kurucu bir ülke olmasını engellemeye çalışıyorlar. Osmanlı korkusunun Türkiye üzerinden sürdürülmesine dikkat edin lütfen.

Batı'da bol bol kullanılan bu korkuyu İran'ın da kullanmaya başlaması câlibi dikkat bir meseledir. Suriye meselesinde kılıçlar çekileli beri önceden alenen dillendirilmeyen bu "derin korku" artık açıkça dillendirilmeye başlandı.

İran medyası, önemli devlet ricali Türkiye'nin Suriye politikasını lanetlerken, "Türkiye'nin yeni Osmanlıcılık siyaseti"ne vurgu yapmaktan kaçınmıyor artık. Lanetlenen Osmanlı ruhu üzerinden Türkiye'nin Suriye politikasının şeytanlaştırılması ise "direniş hattı" iddialarını açığa çıkartıyor. Emperyalistlerle antiemperyalistler Osmanlı korkusunda niye birleşir ki!?..

Batı'da tanık olduğumuz bir derin korkunun İran'da da kendisini göstermesi ciddi analizlere muhtaçtır elbet. Bir taraftan kendi halkına, bir taraftan kukla Arap rejimlerine, bir taraftan da Batı'ya Osmanlı'yı hatırlatarak mesaj vermek, neocon söylemlerle nasıl buluşulduğunu gösterir maalesef.

İnsan sormadan edemiyor; Türkiye'nin Osmanlı ruhuna geri dönme ihtimali İran'ı neden rahatsız etmektedir? İran Türkiye karşıtı Batılılarla aynı korkuda neden buluşmaktadır?

İran'daki aklı başında otorite sahiplerine sadece şunu hatırlatalım; bu tür çıkışlar İran'ı yalnızlaştırır.

 

http://www.habervaktim.com/yazar/iranin-derin-osmanli-korkusu-53115.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

şii üst tanımlamasının öğelerinden olan ve (haşa) hazreti ali (k.v.) ye ilahlık izafe edip kendisine tapınan, sapık üzeri sapık bir düşünceye ve inanışa sahip olan nusayriler azınlık olmalarına rağmen Suriyede yönetimi ellerinde bulundurmaktadırlar. Hafız Esad ve şimdi oğlu Beşşar Esad denilen zavallı "belhüm adal" örneğinin sünni düşmanlıkları yılardır güttükleri mezhep taassubuna dayanmaktadır. Bu adamların kendilerinden başkasına tahammülü yok.(tipik yahudi mizacı). varsa yoksa kendileri ve kendi saltanatları. İran da aynı. her zaman şiiliğin yayılması için çalışmış ve tarihinde hep sunnilerle savaşmış. Osmanlı ne zaman Batıya yönelse arkasında Şii hançerinin acısını hissetmiş. O kadar ki Kanuni devrinde İran şahı Tahmasb, Haçlılara Osmanlıya karşı birlikte hareket etmeyi bile teklif etmiştir. İran eğer İslam devleti ise bu esad denilen aşşağılık şerefsize ve yaptıklarına sessiz kalmazdı. Bu mu müslümanlık, bu mu İslam ahlakı. hergün yüzlerce müslüman kardeşimiz ölüyor, katlediliyor acımasızca. 20000 leri geçmiş öldürülen kişi sayısı. ama yok İran suriyenin yanında neden çünkü esad nusayri, yani şii üstbaşlığı içerisinde. bu kadar büyük alçaklık, namussuzluk, şerefsizlik, haysiyetsizlik, onursuzluk, adilik, hayvanlık ancak kendinden başkasını düşünmeyenlerde olur. İrana da suriyeye de israile de avrupayada burmadaki budistlere de iyi bir Osmanlı tokadı lazım ama yok işte yok...

 

O tokadı atacak Osmanlıyı tarihe gömdüler...

Share this post


Link to post
Share on other sites

İRAN'IN VARLIK ZEMİNİ

 

Ebubekir SİFİL

 

Her yeni gün İran, Sünni coğrafyadaki ve bu cümleden olarak ülkemizdeki kredisini biraz daha tüketiyor. Bilhassa Suriye meselesinden sonra “İslam Cumhuriyeti” imajının içinin hızla boşaldığını görüyoruz.

Suriye, İran’ın samimiyetinin test edildiği bir turnusol kâğıdı oldu; hatta sadece “samimiyetinin” değil, “makuliyetinin” ve “makbuliyetinin” de…

Bir yandan Sünni-Şii kardeşliğinden dem vururken diğer yandan kitabî Şiilik içinde bile “gulat”tan sayılan bir fırkaya inat ve ısrarla destek;

Bir taraftan anti-emperyalist bir çizginin bayraktarlığını dillendirirken diğer taraftan Rusya ve Çin gibi iki emperyalist devletle iş tutmak; hatta Irak ve Afganistan’ın işgalinde bizzat Amerika ve Batı’yla fiilî işbirliklerine gitmek…

Bütün bunların izah edilebilir yanı olmadığını gün geçtikçe daha fazla sayıda insan görüyor ve anlıyor.

Peki İran bütün bunları niye yapıyor?

Devrim’den sonra kendisine kalbî ve fiilî destek sağlayan Ümmet’in nefretini üstüne çekme pahasına bu çıkmaz yolda niçin ısrar ediyor?

Bu sorunun benim bulabildiğim bir tek cevabı var: İran, tarihsel Şii refleksiyle hareket ettiği için…

Şöyle bir geriye dönüp tarihe baktığımızda önümüze çıkan iki fotoğraf bugün yaşadıklarımızı yeterince ikna edici biçimde açıklıyor: Fatımî tecrübesi ve Safevî tecrübesi.

Her iki tecrübe de açık bir şekilde gösteriyor ki tarihte Şii refleks sürekli biçimde Ümmet’e yönelik yıkıcı, bölücü, tahrip edici bir karakter taşıyor. Fatımîler İsmailî batınîliği niçin destekledi? Karmatîlikle Ehl-i Beyt’in ne alakası vardı?

Keza Safevîlik! Niçin Safevî daileri sürekli biçimde bünyeyi içeriden kemirmenin ve zayıf düşürmenin peşinde oldular?

Makul ve mantıklı düşündüğümüzde İran’ın, Ümmet’e Şiilik ihracı yerine Ümmet’in diğer kesimleriyle ortak noktaların çoğaltılmasına çalışması gerektiği sonucuna varıyoruz. Özellikle de uluslar arası arenada tek başına bir İran’dansa, Ümmet’in fiilî ve kalbî desteğini arkasına almış bir İran’ın daha muvaffakiyet şansının daha fazla olduğu gerçeği ortadayken…

Ama -yukarıda da söylediğim gibi- İran için tarihsel Şii refleksleriyle hareket etmek, yegâne varlık alanını tahkim etmek anlamına geliyor. Şii karakteri muhafaza ederek hareket alanını genişletmek Ümmet adına değil, ama Şiilik adına hareket eden İran için daha anlamlı geliyor.

Bütün bunları anlamak mümkün de, bunca çıplak gerçeğe rağmen İran meftuniyetinden kurtulamayan Sünnîlerin durumunu izah etmek mümkün değil. Ayetullah Fadlullah’tan, Ahmed el-Kâtib’den ve diğer Şiilerden daha fazla Şiilik meftunu Sünniler’den bahsediyorum…

 

"Kaynak"

Share this post


Link to post
Share on other sites

İran devleti zaman zaman israil ve abd aleyhindeki çıkışlarıyla müslümanların gözünü çok iyi boyamaktadır. Tarihleri boyunca Osmanlıya düşman bir siyaset izleyen, osmanlının müslümanların halifesi, 3 kıtanın hakimi olmalarını içlerine sindirememiş ve hala da bu ezikliğin ve düşmanlığın bir neticesi olarak sadece ve sadece müslümanlar nazarında popülarite kazanabilmek ve müslümanların liderliğine haddi olmayaraktan soyunma teşebbüsüne zemin oluşturmak için büyük bir çaba içindelerdir. Bunda da başarılı oldular. Müslümanlar İrana sempati duymuyorlar mı? Ama şunu çok iyi bilmek lazım ki eğer İran günün birinde nükleer silah kullanırsa ilk vuracağı ülke Türkiye olacaktır. İsrailmiş, Amerikaymış bunlar hikaye ve danışıklı döğüşten ibaret...

 

Taylasanlıların sırrı!

 

Nejad'ı Washington'da yeni yüzüyle tanıdık. Bu yüz Batılılara Mehdi'yi anlatan yüzüne benziyor. Gayet munis ve müşfik. İçeride Mehdi kesecek biçecek diyor, dışarıda ise Mehdi'yi gayet sevimli göstermenin derdinde. Eski Nejad'dan hiç eser yok. 2012 versiyonu farklı.

 

Hangi Nejad'a inanacağız?

O da farklı bir mesele. New York'ta tam da Batılıların duymak istedikleri dilden konuşuyor. Dersiniz ki itidal abidesi! Aşırı tepkilere karşı olduğunu söyledi ama, İran'daki bazıları Selman Rüşdi'nin kelle ödülünü 3.3 milyon dolara çıkardılar. İyi de kelle bedelini artırmak için niye 20 yıl, özellikle de film günlerini beklediler!

Nejad, Siyonizme karşı çıktı ama Siyonist olmayan dini bütün bir Yahudiyi gelin veya damat görmekten gocunmayacağını söyledi. Bu yönde sabıkalarına bir sabıka daha kattı.

Birincisi; muhalifleri kendisinin aslen Yahudi olduğunu ve sonradan bu ismi aldığını ileri sürüyorlar.

Hitler'in Yahudi olduğu ve annesinin zengin bir Yahudi ailenin hizmetinde bulunduğu sırada hamile kaldığı ve dolayısıyla bir yönüyle Yahudi olduğu yaygın bir kanaat.

Nejad'ın kökenini ortaya koyan Sabourjian ismi veya lakabı kumaş, bez ve çuha dokuyucusu anlamıına geliyor. Siz bunu siyaset dilinde veya dünyasında 'çorap ören' olarak da anlayabilirsiniz. Asıl sır ise Sabourjian adının İbranice karşılığında. İbranice karşılık Nejad'ın sırlarını çözmemize imkan veriyor. Sabourjian adının İbranice karşılığı Tallit shawl. Yani Taylasanlı.

Nejad'ın doğumundan sonra aile Müslüman olarak Ahmedinejad kimliğini alıyor. Aile Aradan'lı ve 1950'li yıllarda Tahran'a göç ediyor.

¥

Anlaşıldığı kadarıyla Taylasan ifadesi Arapça'ya İbranice'den geçiyor. Delili şu: Eşkinazi veya Yiddiş lehçesinde Taylasan, tallitot, talleisim, tallism olarak ifade ediliyor (http://en.wikipedia.org/wiki/Tallit). Taylasan İbranice'de sabah ibadetlerinde dışa giyilen elbise anlamına geliyor.

Arap İran Araştırmaları Merkezinden Ali Nurizade, Ahmedinejad'ın geçmişinin onun hakkında birçok bilinmeyene ışık tuttuğunu söylüyor. Özellikle geçmişlerini şiddetle karalayanların, geldikleri yerde tutunma ve yükselme şansına sahip oldukları bir gerçek.

'Radikal' bir toplum içinde kendine yer edinmenin en iyi ve kestirme yolu Yahudilik hakkında en keskin laflar etmekten geçiyor. Ondan sonra da L formülüne geçebilirler.

Londra'da İsrailli diplomatlardan Ron Gidor konuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınıyor ve kendilerini ilgilendirmediğini söylüyor.

Nejad, ailesinin isim değiştirdiğini reddetmiyor (http://www.telegraph.co.uk/ news/worldnews/middleeast/iran/6256173/ Mahmoud-Ahmadinejad-revealed-to-have-Jewish-past.html ) Lakin değişen ismine veya ne sebeple değiştiğine değinmiyor. Sır gibi saklıyor. Demirci ustası olan babası, Mahmut Ahmedinejad dört yaşında iken yarı dini nedenlerle yarı ekonomik nedenlerle soy ismini veya aile ismini değiştiriyor. Başkanlık seçimleri sırasında bir televizyon tartışmasında isim değişikliğini itiraf etse de geçiştirdi. İnternet blogcusu Mehdi Khazali, Ahmedinejad'ın aliesinin geçmişini araştırırken kendisini hapiste buldu.

¥

Nejad geçmişte, İsrail için çok net eleştiriler yaptı. Holokost'un yaşanmadığını söyledi.. Aynı zamanda İsrail'in soykırım, barbarlık ve ırkçılık yaptığını ifade etti. İsrail'i haritadan sileceklerini söyledi.

Ama hep gürledi, hiç yağmadı. Bunlar hepsi güzel de bu ifadelerinde ne kadar samimi? Zira Putin-Medvedev gibi birlikte ikili siyasi matruşka sistemi kurmak istediği dünürü İsfendiyar Meşşai, ABD ve İsrail'in en dost milletler arasında saymıştır.

Dahası Nejad gibi Pers milliyetçisi olarak biliniyor.

BM Genel Kurul toplantılarına katılmak için gittiği ABD'de CNN'de Piers Morgan'ın Tonight programına konuk olan Nejad kendisinin Siyonistlere karşı olduğunu ama Yahudilere karşı olmadığını tekrarladı. Buraya kadar bildik eski söylem. İtiraz yok.

Lakin onun ötesine de geçerek çocuklarının veya neslinin Yahudilerle evlenmesine de karşı çıkmayacağını söyledi. (http://edition.cnn.c...view/index.html)

Film konusunda da Washington'da farklı bir Nejad karşımıza çıkıyor. Filmi doğru bulmamakla birlikte aşırılığın her çeşidini kınadıklarını söylüyor! Muhammed Ali Caferi de, zaten Libya'daki Amerikan elçisinin öldürülmesini doğru bulmadığını söylemişti.

Anlaşılan o ki, bu dil veya söylem iki taraflı çalışıyor! Bazen radikalizmi bazen de itidali oynuyor. Vaktiyle 'Osmanlı'da oyun bitmez' demişler.

Nejad ve benzerlerinde ise hiç tükenmez. Washington'da karşımıza tuhaf bir Ahmedinejad tiplemesi çıkıyor. Vize kuyruğunda dökülenlere rağmen adeta bir çıkarma yapıyor.

Düşman bir ülkeye bu kadar meraklı olmak niye? İran Meclisindekiler de bunu sorguluyor. Nejad da onları 'b...yemeyin' diye tersliyor (http://www.alarabiya.../25/240152.html).

Yahudiler, Birinci Dünya Savaşından sonra üç yeni rejimin ve ülkenin kurucusu olduklarını söylerler.

Birisi İsrail diğeri Rusya.

Üçüncüsünü ise anmaya gerek yok.

Acaba günümüzde Netanyahu'dan başka dünyanın kaç ülkesinin başında Yahudiler bulunuyor ve bu ülkeleri yönetiyorlar?

http://www.habervakt...irri-54833.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

İran'ın arsızlığı

 

 

Humeyni sonrası İran, Safevilik yolunda dolu dizgin ilerliyor. Arap Baharı ve Suriye köşesiyle birlikte Türkiye'nin birinci düşmanı haline gelmiştir. Halbuki, Türkiye uluslararası mahfillerde İran'ın hamiliğini yapmıştır. Buna mukabil, Tahran bize her gün tehdit üzerine tehdit savuruyor.

 

 

Velinimetine nankörlük ediyor. İran neden böyle? Bu sorunun tek bir cevabı var. İran'ın kimyası budur ve başkasını yapamaz. 'Adım Hıdır, becerdiğim budur' tekerlemesinde olduğu gibi kimyası gereği İran'ın elinden gelen budur. Halis Çelebi İran'ın pozisyonunu şöyle izah eder: "Hizbullah ve İran, Suriye devrimi konusunda müspet ve yapıcı davransaydı belki de Sünni dünya ile yeni bir siftah yapabilir ve köprü kurabilirlerdi. Tarihi yarık, ayrık ve mesafe kapanabilirdi. Sıffin'den beri olan tarihi yarık ve mesafe aşılabilirdi. Safevilerle tarihi bağı kesebilirlerdi. Halbuki, onlar İslam adına dünyanın en katı laik rejimlerinden birisine (direniş bahanesiyle) sahiplendiler ve arka çıktılar. Böylece tarih üzerinden tarihi bir fırsatı heba ettiler ve teptiler. "Şimdi de bu destek nedeniyle açığa düşmenin sıkıntısıyla arsızlığa başvuruyorlar. Suriye halkına karşı yaptıkları bir arsızlıktır. Türkiye'ye karşı yaptıkları artı bir arsızlıktır. Bahreyn'e karşı yaptıkları da ayrı bir arsızlıktır. Hala Ali Ekber Salihi gibi adamlar Suriye ve Bahreyn'de meselenin reformla çözülmesi gerektiğini savunuyorlar. Bahreyn ile Suriye arasında tek benzerlik, Şiilik adına birinde muhalefete diğerinde iktidara sahip çıkmalarıdır. Başka hiçbir benzerlik yoktur. Kaybeden tarafta yer almak İranlıları çıldırtıyor. Hazımsızlıkları bundandır.

 

*

 

Nejad, Başbakan Erdoğan'ı Çin'e giderken ve gelirken uğradığı İran'da hastalık numarası yaparak karşılamamış ve görüşmekten kaçınmıştı. Sonra Başbakan Erdoğan Suriye halkının hatırına Nejad ile Bakü'de görüşmüş ve Suriye konusundaki tavırlarını tadil etmelerini telkin etmiştir. Lakin bu İran yanlısı basına farklı bir şekilde aksettirilmiştir. Lübnan'da Hizbullah'a yakın El Ahbar gazetesinde yazan Eli Şahlup adlı düzenbaz ve paralı kalem Erdoğan'ın Suriye'de kaybettiği çıkarlarını korumak ve Beşşar rejimiyle kanal kurmak için Nejad ile görüştüğünü ileri sürmüştür. Sıfır komşudan sonra sıfır imtiyaz ve çıkarla karşı karşıya kalan Türkiye'nin imtiyazlarını korumak için Nejad'ı aracı yaptığını ileri sürüyordu. Bu yorumunu da İranlı yakın kaynaklara dayandırıyordu!

 

Bu hem paralı hem de efendileri gibi palavracı olan Eli Şahlup, üstelik Erdoğan'ın Esat'ın çatısı ve vesayeti altında muhaliflerle Suriye rejimi arasında diyalog çatılmasına razı olduğunu yazmıştır (http://www.tartous2day.com/news/show_news.php?id=3426 ). İran böyle bir ülkedir.

 

*

 

İran ne tarihte ne de bugün yapıcı ve güvenilir bir ülke değildir. Gücü yıkıcılığından gelmektedir. Bunu en iyi tahlil edebileceklerden birisi olan tarihin duayenlerinden Halil İnalcık ne dün ne de bugün İran'ın güvenilir bir ülke olmadığını söylemektedir. Halil İnalcık hiçbir şekilde İran'ın güvenilir bir ülke olmadığını ortaya koymaktadır (http://www.todayszaman.com/ newsDetail_get NewsById. action?newsId=297291 ). Birileri de, Türkiye'de bu tarihi birikime rağmen hala İran'a ortak gözüyle bakmakta ve onu ortak olarak bellemektedir. Bu politika çoktan iflas etmiştir. Yavuz ve Kanuni, İran tehlikesi geçene kadar hiçbir İran elçisini huzuruna kabul etmemiştir. Hiç açık kapı ve hiçbir menfez bırakmamıştır. Ali İzzetbegoviç 'tarihte kalma tarihi de unutma' demiştir. İran tarihte ve sınıfta kalmıştır ve Halis Çelebi'nin deyimiyle tarihin olumsuzluklarını yeniden yüklenmiş ve diriltmiş ve güncellemiştir. Bize düşen de Aliya'nın tavsiyesi doğrultusunda tarihi güncellemek değil, unutmamaktır. Türkiye'de birileri İran'a çok fazla bel bağlıyor. Bu bir yanılsamadır. Şeb-i Arus vesile yapılarak Nejad Türkiye'ye çağrılmıştır. Mevlana bile onlara göre ortak bölen değil ayırandır. Mevlana bile İran ile aramızda köprü olamaz. Çünkü onların Mevlana'sı bizimkisine benzemez. Ya da Mevlana'ya kulak vermek yerine onu kullanma eğilimindedirler. Yine bir istiskalle Nejad önce kabul ettikten sonra neden göstermeden ziyareti iptal etmiştir. Onların yaptığını Putin bile yapmamıştır. Türkiye ile ne konuşacaktır? Sözleri bitmiştir ve kendilerine güvenleri de bitmiştir. Kaybedecekleri bir şeyleri kalmadığından ve sıfırı tükettiklerinden dolayı Beşşar gibi önüne gelene tehdit savurmaktadırlar. Bu yüzden 'kazan kazan' değil 'kaybet kaybet' politikası izlemektedir. Çünkü bu güne kadar izlemiş olduğu politikalar onu çıkmaza sürüklemiş ve İslam dünyası önünde özelikle Suriye politikalarıyla birlikte savunulamaz bir pozisyona düşürmüştür. Yeis girdabında çırpınmaktadırlar.

 

Tarihin haritası bellidir. Salahaddin Eyyübi hattı Fatimileri tasfiye ettikten sonra Kudüs'e yönelmiştir. İran tarihteki eski rolüne (Fatimi) dönerken Suriye yeni bir Salahaddin çizgisine gebedir. İran ve İsrail'in Esat sonrasından korkusu bundandır. İddiaları da varlıkları da tehlikededir. ABD ile gizli dostluk ve aleni düşmanlıkla büyüdükten sonra kum saati gibi eriyip gidiyorlar.

 

Mustafa Özcan - Yeni Akit

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu yazıda Suriyenin tavrı ele alınmış, İranın tutumuna da kısaca değinilmiş;

 

 

Dostun sillesi!

 

 

Yumurtayı hangi tarafından kırmalı ya da İsrail’in Suriye ve Lübnan saldırısına nasıl bakmalı? İran ve Suriye’nin Lübnan büyükelçisi Abdulkerim Ali, İsrail’e sürpriz cevap vereceklerini söylüyor. Tabii ki halkı sindirmekten vakit bulabilirlerse! Bu sürpriz cevap gerçekten de Şam rejimini bilenler için gerçek bir sürpriz olacak! Lakin sürpriz beklemeyenler de var. Suriye rejimi 1973 yılından beri hala beklenen sürprizini yapacak! 2006 yılında Hizbullah’ın direnişi karşısında Arap liderlerine dayılandı ve onların adam bozuntuları olduğunu söyledi. Biz de konuşmasından dolayı Beşşar’ı bir şey zannettik. Babasının yolundan ayrıldığı zehabına kapıldık. Tam bir yıl sonra İsrail, Suriye rejimini test etti ve Deyri’z Zur yakınlarındaki nükleer tesislerini vurdu. Nedense Beşşar rejimi sürpriz yapmadı. Yalan rüzgarı ve bütün zamanlarda yalan ve yalancıların üstadı ve muallimi, Velit Muallim hemen Türkiye’ye damladı ve dayanışma gösterisinde bulundu ve ‘bizi koruyun’ mesajını verdi. Şimdi Türkiye kapısı kapalı ve İran ile birlikte verecekleri cevaba hazırlanıyorlar! 2007’de ‘cevap hakkımızı saklı tutuyoruz’ dediler. Biz de öyle sandık. Cevap hakkı kullanılmadan üzerine başka saldırılar geldi. İsrail defalarca uçaklarını başkanlık saraylarının üzerinden uçurdu. Suriye yol oldu. Suriye hiçbirine cevap vermedi ve İsrail’in alacağı cevaplar birikmeye başladı. Lübnan’da Vesim el Hasan’ı vuranlar hala İmad Muğniye’nin, Deyri’z Zur saldırısının rövanşını alabilmiş değiller. En son İsrail, Beşşar’ın harimi ismetine dalarak; saraylarının 6.5 kilometre yakınına sokularak (ruhu duymadan) Cemraya’daki tesislerini vurdu. Muhaliflerine göre, bu tesisler kimyasal silahlar üretiyor. Hizbullah’a giden konvoydaki S-17 füzelerini vurduğu da ileri sürülüyor. Türk uçağını fark edenlerin radarları nedense İsrail uçaklarına karşı köreldi? Hem de üç dalga halinde gelen filoyu göremedi? Suriye hava savunma mekanizması acaba İsrail uçaklarını dost olarak mı algıladı?

*

Bu vesile ile Suriye’yi vuran İsrail ile Suriye rejimiyle savaşan muhaliflerin aynı safta olduklarını da öğrenmiş olduk! Suri ve düz mantık böyle emrediyor! Neden, Golan Tepeleri 40 yıldır suskun ve ses vermiyor? Neden, İsrail’den rövanş alamayanlar halktan rövanş alıyor? 1982 Hama katliamları sırasında Mısır’da bulunuyorduk. Yine bugünlere denk gelen bir biçimde (Şubat ayı)Hama katliamı yaşanıyordu ve bazı dergiler ve gazeteler şu başlığı atmışlardı: Esedün ala şa’bihi ve naametü’n ala a’daihi. Halkına aslan kesilir düşmanlarına ise devekuşu ve kuzu. 30 yıl sonra Suriye rejimi aynı noktada. Düşman güllesine gül atıyor! Nasır gibi armut topluyor! 40 yıllık tarihlerinde bunun hilafı görülmüş müdür? 2006 yılında Hizbullah’ın İsrail ile mevzii kapışması hariç İran ile Suriye rejimleri İsrail ile kayıkçı kavgasının dışında ciddi bir çarpışma ve vuruşmaya girmiş midir? Neden sürekli İsrail vuruyor? İran-Suriye cephesi nal topluyor? Bu işte bir bit yeniği yok mu? İran isterse Lübnan üzerinden çok Suriye üzerinden ve Golan Tepeleri üzerinden İsrail’e ulaşabilir. Nejad’ın dediği gibi haritadan da silebilir. Sahte pehlivan değilse bunu yapabilir. İslam dünyasının yüreğini soğutacak gerçekten de kahramana ve kahramanlara ihtiyaç var. Halep oradaysa arşın burada! Gösterin kendinizi! Bu bir şamata değil. Sadece İsrail karşısında gerçek, ivazsız ve garazsız kahramanları görmek istiyoruz. Serdengeçti ve burnunu budaktan sakınmayan cinsten.

*

Bu saldırının üzerinden o cephe şu yorumu yapıyor: Suriye rejimine karşı çıkanların İsrail’in dostu olduğu tescillendi! Nasıl? İkisi de aynı hedefe saldırmıyor mu? Tabloyu biraz da tersinden okuyalım ve soralım: Halkını vuran ama İsrail’e sesini çıkarmayan ve cevap hakkını kullanmayan iktidar İsrail’in düşmanı mıdır? Halkıyla iki yıldır savaşan bir rejim İsrail ile kaç gün savaştı? Suriye rejiminin İsrail’le çarpışması, iki savaşta (1967-1973) birkaç günü geçmez! Ama halkıyla iki yıldır amansız bir şekilde savaşıyor ve onları her türlü silahla öldürüyor. Meşruiyetini de İsrail’le düşmanlıktan alıyor! Kimse kimseyi kandırmasın? Irak Baas’ına lanet yağdıranlar Suriye Baas’ıyla omuz omuza! Gerekçeleri de direniş rejimi olması. İşte fırsat, işte direnişçiliğini gösterme zamanı. Tabii ki halkını bombalamaktan vakit bulabilirse! Bir rejimin meşru olması için iki özelliğe sahip olması gerekir. Manevi olarak şer-i şerife dayanması ve siyasi olarak halkından onay alması. Suriye rejimi ikisinde de özürlü. Üstelik bir de köktenci laikliğiyle övünüyor. Bütün bunları örtbas eden İran, rejimi direniş edebiyatı üzerinden aklama paklama peşinde! Milletin gözlerine direniş perdesi çekmeye çalışıyor. Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle İsrail öldürmeyi iyi bilir. Özellikle Filistinli olursa. Bunun tamamlaması şudur: Suriye rejimi de halkını öldürmesini iyi bilir. Bundan dolayı da geçinip gidiyorlar.

İsrail’in Suriye hedeflerini vurmasını değerlendiren Esat rejiminin mağdurlarından karikatürist Ali Ferzat bu olay sorulduğunda şunu söylemiş: Dost sillesi! Bu konuda bir Arap deyimini hatırlatıyor: Darbu’l Habibi mislu ekli’z zebib. Dostun sillesi, kuru üzüm tanesi! Nasreddin Hoca’nın deyimiyle, Beşşar’a zorla helva yediriyorlar. Beşşar aksini ispat edinceye kadar sözlerimiz geçerlidir. Aksi ispat olacaksa peşinen özür diliyorum. Bizi yanıltmalarını dilerim. Yoksa üzüm yemenin zevkiyle yan gelip yatacaklar mı? Muhalif karikatürler çizdiği için bu benzetmeyi yapan Ali Ferzat’ın ellerini ezmişlerdi. Yine de Havadis dergisinin sahibi Selim Luzi’ye yaptıkları gibi parmaklarını kestikten sonra öldürmediler. Lakin bu defa, hele bu yorumundan sonra İbrahim Kaşuş’a yaptıkları gibi kesin hançeresini keserler. Tabii ki, yakalayabilirlerse!

 

Mustafa Özcan / Yeni Akit

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yeryüzünde PKKyı en iyi izleyen devlet İsrail... Teröristlerin kamplarını elektronik gözlerle sürekli olarak izliyorlar, telefon görüşmelerini düzenli olarak dinliyorlar ve kayda alıyorlar. İsrail uyduları hep bu bölgede. Ayrıca tanımlanamayan insansız hava araçları bölge semalarında zaman zaman görünüp, kayboluyor.

İsrail PKK kamplarını BBG evine çevirmiş durumda . Bırakınız önemli manevraları, örgüt üyelerinin tuvaletten çıkarken çektiği pantolona kadar canlı olarak izliyorlar. Çektikleri halaylar, yedikleri yemekler ve elbette Türkiye sınırına dönük hareketlenmeleri hep kayıtlarda... Buna bir de canlı sızmalardan gelen bilgileri ve yönlendirmeleri ekleyin...

Peki, İsrail PKK ile neden bu kadar yakından ilgileniyor dersiniz? Neden bu örgüt İsrail için bu kadar önemli?

İsrailden sonra örgütü en fazla izleyen ülke ABD. Hatta ABDnin kapasitesi İsrailinkinden çok daha fazla. Ancak şu günlerde ilgisi İsrailinki kadar yüksek değil. Ama onlar da diledikleri an istedikleri hatta girebiliyorlar, kim nerede ne yapıyor eğer isterlerse büyük oranda izleyebiliyorlar. Ayrıca ABDnin elinde PKK mağaralarını kısa sürede yerle bir edebilecek, yer altına nüfuz edebilen silahlar da var. Fakat vermiyorlar, Türkiye için de kullanmak istemiyorlar...

Dahası ABD ve kısmen İsrail ile İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin bölgedeki uzantıları arasında sıkı dostluklar var. Birinin gördüğünü çoğu kez bir diğeri de görüyor. İstihbarat paylaşımı üst düzeyde, adeta ortak havuz gibi çalışıyorlar...

Bölgesel aktörler

Arap Baharı Kürt sorununa yerel aktörleri daha fazla soktu. Özellikle Suriyedeki tutumu nedeniyle İranmerkezli olarak Türkiye karşıtı bir blok oluştu. Irakta Maliki, Suriyede Esad Rejimi ve Lübnanda Hizbullahbu bloğun doğal üyeleri. Küresel düzlemde ise Rusya ve Çin grubun partneri.

İran çeşitli nedenlerden dolayı Türkiyeye doğrudan tavır almakta zorlanıyor. Dolaylı tutumda ise en masrafsız araç şüphesiz terör. Bu sayede Irak, İran ve Suriye toprakları PKK için serbest bölgeye döndü. Ayrıca bahsettiğim blok Kürt politikasında PYD, Maliki ve PKK üzerinden sürekli olarak Türkiyeyi sıkıştırıyor. Türkiyenin Barzani ve Kuzey Irak hamleleri bir anlamda bu ataklara birer cevap niteliğinde.

İşin tuhaf yanı Türkiyenin Kuzey Iraktaki Kürt hamlelerinden ABDnin çok rahatsız olması. SankiAmerikalılar İran+Kürtler formülünden daha çok Türkiye+Kürtler formülünden rahatsız oluyorlar . Belki onlar da biliyor, eğer Türkiye tüm Kürtleri yanına almayı başarabilirse kontrol edilemez bir güç haline gelebilir.

PJAKa ne oldu

Bir diğer izahı güç hal ise PKKnın İran kolu olan PJAKın adeta buharlaşmış olması. İranlılar PJAKı kaba güçle yok ettiklerini söylüyorlar. PJAK dediğimiz ABD ve İsrailin silahla, istihbarat ve parayla desteklediği bir üçüncü koldu. Dolayısıyla insan sormadan edemiyor, ABD ve İsrail PKKnın İran kolundan İranın lehine olacağını bile bile neden vazgeçtiler acaba? PJAK ortadan kalkınca PKKnın sadece Türkiyeye yükleneceğini tahmin etmemiş olabilirler mi?

Devamı için aşağıdaki linkte tıklayabilirsiniz.

http://haber.stargazete.com/yazar/pkk-sorununun-uluslararasi-baglantilari/yazi-718439

Share this post


Link to post
Share on other sites
Herzliya protokolleri

İsrail’in kurulmasına giden yolda Siyonist kongreler tertip edilmiştir. Bunlardan ilki Basel’de olup, Siyonizm’in yol haritasını çıkarmıştır. Theodor Herzl liderliğinde 29 Ağustos 1897 tarihinde Basel’de ilk Siyonist kongresi tertip edilmiştir. Bilahare lüzum oldukça bunlara devam edilmiştir. Bu kongrede ilk 50 yılda İsrail devletinin kurulacağı öngörülmüştür. Gerçekten de İkinci Büyük Harpten sonra gördükleri rüya tahakkuk safhasına girmiş ve 1947 yılında taksim planı ilan edilmiş ve 1948 yılında da İsrail devleti kurulmuştur. Bununla birlikte kehanetlerinin ikinci şıkkı gerçekleşmemiştir. O da ikinci elli yılda Büyük İsrail devletinin teşekkül edeceği varsayımıdır. Siyonizm’in birinci yüzyılında yani 1997 yılında Büyük İsrail’in kurulması tasarlanmıştır. Lakin bu plan kuvveden fiile çıkamamıştır. Bilahare Yahudiler bütün mesailerini kurdukları devleti yaşatmaya adamışlardır. Son yıllarda Siyonizm kongrelerinin yerini Herzliya fikir panayırı almaktadır. İlki 2000 tarihinde yapılan ve bu yıl da on üçüncüsü icra edilen konferansta her yıl olduğu gibi İsrail’i kuşatan tehlikeler masaya yatırıldı.

¥

On üçüncü konferansın başlığı veya konusu Arap Baharı idi. Herzliya Konferansının on üçüncüsünde tavsiye kararlarında Arap Baharı kuşatmasını yarmak için Şii-Sünni ekseninin veya çekişmesinin derinleştirilmesi umudu dile getiriliyor. İsrail’in yaşama şansını artıran hususların başında Şii-Sünni çekişmesi geliyor. Burada İsrail bir rüya daha görüyor. Bu rüya da bölgede daha ziyade Şii eksenli bir ‘Şer cephesine’ mukabil ‘Sünni barış ekseni’ kurmak. İsrail’in tasavvurundaki Sünni barış ekseni içinde olmaya aday ülkeler arasında Mısır, Türkiye, Ürdün ve Körfez ülkeleri var. Ramallah’ı da buna katmak gerekiyor. Karşı eksende ise İran, Hizbullah ve Suriye’den geriye kalan Nuseyri unsurları sayılıyor. Peşinen şunu söylemek gerekir: İsrail’in Türkiye’den özür dilemesinin hakiki sebeplerinden birisi yalnızlığıdır. Bunu Türkiye üzerinden kırmak istiyor. Ve bir de Türkiye ile İsrail arasında süren ilişkileri onarmanın imkan dahilinde olmasıdır. İlişkilere sıfırdan başlanılmıyor. Sekse de yürüyen ilişkiler var. İsrail’in şu aşamada diğer bölge ülkelerine ulaşması zordur. Ilımlı eksen meselesi İsrail’in eski bir rüyasıdır. Bununla birlikte tatbiki mümkün değildir. Filistin meselesinde ilerleme kaydedilmeden ılımlı eksen adı verilen bir kuşak meydana getirmek mümkün değildir.

¥

John Kerry ve ABD de yeniden böyle bir hevesin peşine düşmüştür. Kategorik olmayan ülkeleri bir araya getirmeye yeltenmektedir. Sözgelimi bugün Körfez ülkelerinin ve Ürdün’ün en büyük korkusu 2004 veya 2005’te olduğu gibi Şii eksen değil İhvan eksenidir. Dolayısıyla Ürdün’ün yakın tehlike tasnifinde Irak’taki gelişmelerin yerini Suriye ve bölgedeki gelişmeler almıştır. Katar hariç Körfez ülkelerinin yaklaşımı da benzerdir. Bundan dolayı Ürdün kralı bölgede Katar, Mısır ve Türkiye ekseninden ürkmektedir. Suriye ve onu destekleyen Şii eksenin korkusu da aynıdır. Lakin ABD ve İsrail faylarda suni kaydırmalar yapmak istiyor. İsrail yeni tehditlere karşı yeni dengeler oluşturmak istiyor. Yeni tehlike ve riskleri Şii-Sünni çekişmesi üzerinden bertaraf etmek istiyor. Lakin karşılık bulmadan bu senaryo işler mi?

¥

Peki! bu senaryonun karşı ağırlığında kim var? Elbette İran. Propaganda ile İsrail’i yıksa ve İslam birliğine çağırsa da fiiliyatta durum ters işliyor. Mütefekkir ve alim Gazi Tevbe ‘İran siyasetinde gerçekler ve vehimler’ başlıklı makalesinde bu karşı ağırlığı analiz ediyor. Adeta İran’ın kurucu mitlerinden veya efsanelerinden bahsediyor. Propaganda yönünü bir tarafa bırakacak olursanız İsrail ve İran’ın fiilleri birbirine yarıyor ve İslam dünyasını bölen ve çözen çekişmenin uçlarını ve karşı ağırlıklarını temsil ediyorlar. İran, Bahreyn-Suriye gergefi üzerinden Arap Baharını Şii-Sünni çekişmesine çevirmiştir. Sisteminin gereği ve bildiği budur. Hoca bildiğini okur misali. İnsanın tabiatı da muktezasını üretir. İsrail sadece bu meseleyi kaşıyor ve derinleştirmeye çalışıyor. İran veri oluşturuyor İsrail de bu veriyi derinleştirmeye çalışıyor. Gazi Tevbe dört mit veya vehimden bahsediyor. Ona göre, İran Devrimi Fars milliyetçiliğinden ziyade mezhepçiliği ve yayılmasını esas almıştır. Humeyni’nin İran’da yeni rejimin Caferilik üzerinden tanınmamasını isteyenlere kulak asmadığını ve bildiğini okuduğunu ifade ediyor. İran’ın kurucu mitlerinden bir diğerinin vahdet ve İslam birliği olduğunu lakin fiiliyatta Şii-Sünni çekişmesi üzerinden bunu yıktığını yaptığını ifade ediyor. İsrail’i heveslendiren de budur. İran’ın müdahaleleri sonucu Yemen, Lübnan ve Irak gibi ülkelerde mezhepler arasında uyum ortadan kalkmış ve yerini çekişme ve fiili çatışma almıştır. Amerikalılar sözde Sünni eksen üzerine ılımlı eksen oturtmak isteseler de 11 Eylül ve sonrasında büyük kitlenin Sünniler olduğunu görerek İran ile alttan alta flört etmiştir. Gazi Tevbe bu nedenle İran’la ilgili üçüncü efsanenin ABD düşmanlığı olduğunu ifade etmektedir. Halbuki gizli ve açıktan ve tezgah altından ilişkiler sektirmeden yürütmektedir. İrangate skandalı sonrasında Irak ve Afganistan işgallerinde hem İran hem de onun uydusu mesabesindeki Iraklı Şii örgütler ABD ile işbirliğine gitmişlerdir. Cheney Şia’nın Protestanlığa tekabül ettiğini ve gelişmeye açık bir mezhep olduğunu Sünniliğin ise aksine kapalı ve gelişmeye mani olduğunu ileri sürmektedir. Bu sözler Bernard Lewis’in yankılarıdır. Sünnilerin terörizme yatkın olduğunu ileri sürmektedir! Bazı Iraklı Şii yazarlar da Sünniliğin terörizmin taşıyıcısı olduğunu söylüyorlar.

Tevbe’ye göre İran’ın dördüncü efsanesi Kudüs’ü kurtarmak ve Filistin meselesini çözmektir. İran’ın Sünni dünyada tek sermayesi İsrail düşmanlığıdır. Bu da muvazaadır. Sünni dünyaya ulaşabilmesi için başka bir kartı bulunmamaktadır. Her şey zıddıyla kaimdir derler İran’ın iddiaları da zıddıyla kaimdir. İslam birliği adı altında mezhebi çekişmesi üretiyor. Hem mezhebini yaymaya çalışıyor hem de direnç görünce bunu karşı tarafın mezhepçiliğine bağlıyor! Anayasasından davranışlarına kadar her şey mezhepçiliğini doğruluyor. Amerikan düşmanlığı da stratejik çıkarları karşısında muvazaaya dönüşüyor. Dolayısıyla bu politikalar sonuçta İsrail’in araçları haline geliyor. Herzliya protokolleri budur.

 

Mustafa Özcan / Yeni Akit 15 Nisan 2013

 

Share this post


Link to post
Share on other sites


MEZHEPÇİLİK VERSUS ÇOĞULCU İSLAM

 

Prof. Hayreddin Karaman hoca geçtiğimiz süreçte kaleme aldığı birkaç yazıda "Ümmet'in birliği" temasını işledi. 23 Ağustos tarihli yazısı da aynı konuya tahsis edilmişti. İhvan-ı Müslimin'in devrim sonrası İran'a bakışını muhtelif alıntılarla ortaya koyan yazı şu satırlarla sona eriyordu: "Mezhepçilik ve mezhebî siyaset ümmeti parçalar, birbirine düşürür ve tüketir. Mezhepçilik yerine -her grubun farklı mezhep inançlarını kendilerine bırakıp- ortak İslam imanında kardeş olmaya bakmak gerekiyor."

Sağduyulu, aklı başında her müslümanın altına rahatlıkla imza atacağı bu satırlar ne yazık ki "kulağa hoş gelen temenmniler" olarak kalmaya mahkûm. Temenni ile gerçeği birbirinden tefrik ederek baktığımızda Sünni kesimin "birlikte hareket etme" adına attığı hemen her adım, (daha önceki birçok yazıda görüşlerine değindiğim Ayetullah Fadlullah, Ahmed el-Kâtib gibi iyi niyetli ve mutedil Şiiler dışında kalan) belli bir hedefe kilitlenmiş Şii kesim tarafından tepe tepe kullanılan bir "fırsat" olarak değerlendiriliyor. Yazık ki Şii dünya içinde baskın tarafı bunlar oluşturuyor.

Muhammed Gazalî'nin şu satırlarını alıntılamış Karaman hoca: "Öteden beri siyasi ihtiraslar, Müslümanların inançlarını da etkilemiş, dinden olmayan bazı hususları inanca dahil etmiştir; bunun sonucunda Müslümanlar -küçükleri dışında- iki büyük gruba ayrılmışlardır: Sünnîler ve Şîîler. Halbuki bu iki grup Tek bir Allah'a ve Onun Resulü Muhammed'e (s.a.) iman ediyorlar; her iki grubun inancı içinde Müslüman olmak ve kurtuluşa ermek için gerekli olan unsurlar mevcuttur."

Bu ve benzeri tesbitlerin son tahlilde asıl maksattan sapma anlamına geleceğini görmek için kehanete gerek var mı? Bu genellemeci tesbit, Ehl-i Sünnet itikadının içinde siyasi ihtiraslar neticesi oluşmuş hususlar bulunduğunu anlatması dolayısıyla hakikati rencide etmekten başka bir anlam ihtiva etmez. Kendi konumunu muhafazayı, kendi kabullerini mutlaklaştırarak "din" haline getirip Ümmet'i bunlarla ilzam etmeyi hedeflerinin ilk sırasına yerleştirmiş bir ideolojinin mensuplarıyla "sizde bir türlü, bizde bir türlü" edası içinde işbirliği yapmanın gerçekçiliği yoktur. Söz gelimi Karaman hocanın "Ben Muâviye'yi sevmiyorum" demesi hangi İmamî şiiyi Ehl-i Bünnet'e yaklaştırmıştır? Evet, Hoca "Bin bunu Şiilerle yakınlaşma adına söylemedim" diyecektir. Ama netice olarak bunun Şiilerin tutumunu doğrudan ilgilendiren bir tutum alış olduğu ortadadır. Buna mukabil herhangi bir İmamî şiinin "Ebû Bekr ve Ömer'in saygıdeğer iki büyük sahabî olduğunu kabul ediyorum" dediği duyulmuş mudur, ya da böyle bir şey mümkün müdür? İran Devrimi'nin yetiştirdiği nesiller içinde Humeynî'nin Sahabe hakkındaki tavrının yanlış olduğunu söyleyen birilerinin çıkmasını beklemek ne kadar gerçekçi bir tavır olur? Dolayısıyla Şia'ya yaklaşma adına atılacak her adımın bizi götüreceği nokta Din anlayışında çoğulculuktan başkası değil! Tabii Ümmeti Şiileştirme politikalarının etkisinden tam anlamıyla koruyabilirsek!.. Bir yanda "mezhepçilik" diye yaftalanan tavır, diğer yanda ondan kurtulmak adına sergilenen "çoğulculuk" durumu. Bu ikisinin ortası yok mu? Elbette var. Ayetullah Fadlullah gibi, Ahmed el-Kâtib gibi sağduyulu Şiilerin sesi. Onlardan önce İmam Zeyd'in çizgisinde kristalleşen ideal tavır. Dolayısıyla İmamî Şiiliğe zeytin dalı uzatanlar, gerçekçi hareket etmek istiyorsa adres olarak burayı göstermeli.

Ebubekir Sifil


Share this post


Link to post
Share on other sites

BAZI KARDEŞLERİMİZ AKLINI BAŞINA ALANA KADAR YAZACAĞIM



Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Şia, İslam Ümmeti'nin "azınlık" bir kesimini teşkil ediyor. Dinden çıktığı sadece Ehl-i Sünnet tarafından değil, diğer Şiiler tarafından da itiraf edilen Batınî fırkaları da hesaptan düşersek Şia'nın gerçek ağırlığının, bugünün dünyasında sahip olduğu özgül ağırlıktan çok daha az olduğu görülecektir.


Öte yandan özellikle gençler arasında etkisini gittikçe artırdığı gözlenen Vehhabi propagandası da denklemin diğer kısmını oluşturuyor. Bu fırkanın da -Kerrâmiyye gibi fırkaların devamı olduğunu dikkate alarak söylersek- özgül ağırlığıyla gerçek ağırlığı arasında dağlar kadar fark var.


Dikkat edilirse bu iki fırka (Şia ve Vehhabiyye) garip bir biçimde birbirinden beslenen, birbirine hayat veren iki oluşum olarak varlıklarını sürdürüyor. Şia, Amerikan ve Batı emperyalizmi söylemi ile Müslüman gençleri en azından duygusal olarak kendi safına çekerken, Vehhabiler, Şia'nın Ehl-i Sünnet karşıtı karakterini ön plana çıkararak kendi saflarını tahkim etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ister onlar başarılı olsun ister bunlar, bu oyunun "kazanan" tarafını yine kendileri oluşturuyor.


Peki bu oyunun "kaybeden" tarafı var mı?


Ne yazık ki var: Ehl-i Sünnet. Yani bu ümmetin ana gövdesi, temel dinamiği, aslı, kökü...


Sanki Ehl-i Sünnet çizgi bu ümmetin temel karakterini oluşturmamış gibi, sanki bu ümmet, Ehl-i Sünnet'in 1400 yıl boyunca sahabe ve selef ekseninde kurduğu dünyayı hiç tanımamış gibi...


Ne garip bir tecellidir bu! Bu topraklarda yaşayan insanlar, bizler, Osmanlı gibi bir mirasa emanetçi kılınmamışız gibi davranıyoruz. Osmanlı'nın bu ümmete bıraktığı ilim, itikad, medeniyet... mirası, yeni nesiller tarafından hakkı verilmiş bir miras mıdır? Bu mirasın neresine ne kadar vakıf olduk da onun "işe yaramaz" olduğunu ilan edercesine farklı mecralara sapıyoruz?


Hadise, bu ümmetin köklerinden kopartılması, aidiyetlerine yabancılaştırılması meselesidir. Defalarca yazdım, bir kere daha yazayım: Her iki fırkanın da arkasında devlet desteği var. Her iki fırka da kendi propagandalarını yapan ekipleri yetiştiren, bu iş için kurulmuş özel müesseselere sahip. Devasa bütçelerle ve son derece bilinçli, planlı, programlı hareket ediyorlar. Basılı, sesli, görüntülü medyasıyla, internetiyle ve diğer vasıtalarıyla dört koldan çalışıyorlar.


Sadece Ehl-i Sünnet bu anlamda derin bir mahrumiyet yaşıyor. Osmanlı'nın ilmî/itikadî çizgisine ve mirasına sahip çıkan, onu ihya ve idame ettirmek gibi özel bir amaçla icra-yı faaliyet eden bir müessese biliyor musunuz?


Bu topraklarda yaşayan insanların, bizlerin, bu mirasa karşı hiç mi borcumuz yok? Amede mahkûm ettiğimiz ya da edilmesine göz yumduğumuz bu miras bize bir emanettir. Bu ümmetin gerçek varlık zemini bu mirasta gizlidir ve bizdeki bu aymazlık devam edecek olursa, bir süre sonra İslam Dünyası baştanbaşa bizim varlığımıza kast eden "Müslüman"ların işgali altına girecek. Bu ümmet, Ehl-i Sünnet Kelamı deyince, Osmanlı deyince yüzünü buruşturan gençlerin sayısındaki hızlı artışı fark edip üzerine düşeni yapmaya başlayana kadar bu meseleyi yazmaya devam edeceğim...



Ebubekir Sifil



Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/haber/Bazi_kardeslerimiz_aklini_basina_alana_kadar_yazacagim/245898#.UWzZ6KLJTwQ

Share this post


Link to post
Share on other sites

SURİYE MESELESİ VE İRAN'IN ROLÜ

 

Adına "Arap Baharı" denilen bu süreç ilk başladığında temkin telkin eden yazılar yazan birisi olarak diyorum ki, bilhassa Mısır'daki gelişmelerin bu çerçevede değerlendirilemeyeceği gerçeğini görmemiz lazım. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî'nin açık beyanları ve İhvan iktidarını hazmedemeyen Batı'nın Mısır'da uygulamaya koyduğu tezgâhlar ve Hüsnü Mübarek kalıntısı laikçi bürokrasinin gösterdiği direnç bunu açık biçimde gözler önüne seriyor. Tabii bu gerçeği görebilmek için, İhvan'ın da "Batıcı/Amerikancı" olduğunu söyleyen İran propagandasının etkisinden kurtulmak gerekiyor.

Burada en az bunun kadar önemli ikinci bir gerçek daha var: Artık sağır sultan bile biliyor ki ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgali ayan-beyan İran'ın örtülü-açık desteğiyle olmuştur. Bunu hem İran hem ABD açık bir şekilde dile getirdi. Şu anda Irak'ta yönetimin ağırlıklı olarak Şiilerin kontrolünde bulunması da bunun açık bir göstergesi. Bunun anlamı şudur: ABD Irak'taki Şiileri Saddam'dan daha çok sevdiği için orada onları iktidara getirecek süreci kendi elleriyle hazırladı. Üstelik bu Şiiler, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimî'nin yaşadıklarının da açık bir şekilde gösterdiği gibi işbaşına gelir gelmez ilk icraat olarak oradaki Sünnileri sindirme politikasını hayata geçirdiler.

İslam dünyasında mezhep kavgasını körüklemek kadar büyük bir ihanet olamaz. Aklı başında hiçbir Müslüman Sünni-Şii çatışmasını arzu etmez. Ama bu gerçek, bir başka gerçeği görmemize engel olmamalı: İran kaynaklı Şii ideolojinin, İslam dünyasında kendi hâkimiyet ve hareket alanını genişletmek gibi bir hedefi vardır ve bu da gayet normaldir. Sünni ülkeler tarafından çevrelenmiş bir İran, Sünni dünya ile birlikte hareket etmeye mahkûm bir İran demektir. D–8 Projesi’nin içinde İran'ın da yer alıyor oluşunun hikmetini burada aramak gerekir. Hem nüfusu ve imkânları bakımından istifade edilecek bir güç, hem de 7 büyük Sünnî ülke tarafından çerçevelenmiş tek başına bir İran. Bu elbette son derece akıllıca idi.

 

Geldiğimiz noktada, bilhassa İslamî değerleri hayata aktarmak gibi bir hedefi olan ve bunu Allah’ın izniyle ve arkasına aldığı büyük halk desteğiyle yapabilecek konumda bulunan Mısır, İran’ın, “İslam dünyasında Batı’ya kafa tutan tek ülke” söylemini boşa çıkartması dolayısıyla dikkatle takip edilmelidir. Bu aşamada gerek içeriden, gerekse dışarıdan Mısır’ı köşeye sıkıştırmaya çalışan güçlerin tezgâhlarına özellikle dikkat edilmelidir.

 

Öte yandan BOP, eğer ABD’nin bölgedeki hâkimiyet alanlarını güçlendirmesi ve genişletmesi anlamına geliyorsa şu soruyu kendimize tekrar tekrar sormamız lazım: ABD’nin, Irak’ı, İran’a yakınlığı ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açık olan Şii yönetime bırakıp gitmesini nasıl yorumlamak gerekir? Niçin bu noktaya gözlerimizi kapatıyoruz?

Ve nihayet Suriye’de olanların BOP’la ilişkilendirilmesi de büyük ölçüde İran propagandasına dayalı bir vehimden başka bir şey değildir. Suriye olaylarını BOP’un bir ayağı olarak, “Batı oyunu” olarak görmemizi isteyenlerin cevaplandırması gereken diğer bir soru da şudur: “Arap Baharı” sürecinde olaylar Suriye’ye sıçramadan önce Tunus vardı, Libya vardı, Mısır vardı… Suriye söz konusu olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bu ülkeler konusunda niçin göstermedik? İran, Suriye’ye verdiği limitsiz desteği niçin bu ülkelerden esirgedi?

Bu soruları sorduğum zaman genellikle “Türkiye ne yaptı?” tarzında bir mukabeleyle karşılaşıyorum. Bunun “köşeye sıkışmış bir düşünce tarzının manevrası” olmaktan başka bir anlamı yok. Ben bütün bunları söylerken ne “Türkiye şunu yaptı; İran bunu yapmadı” gibi bir denklem üzerinden hareket ediyorum, ne de İran’ın tutumunu eleştirirken Türkiye’nin izlediği politikalara yaslanıyorum!

Merhum hocamızın Suriye’nin bölünmesi konusundaki tespiti, Arap Baharı denilen sürecin çok öncesine aittir. Mamafih İsrail’in güvenliğinin ne şekilde sağlanacağı sorusunun cevabı bağlamında Batı ve ABD tarafından geliştirilen senaryolar bağlamında mutlaka hesaba katılması gereken bir seçenek olarak akılda tutulmalıdır.

Bugünün konjonktüründe ve özellikle de Suriye olaylarının nasıl geliştiğini hatırda tutarak bakıldığında bu tespitin bugüne bir şablon gibi oturtulmasının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Geldiğimiz noktada kendi içinde çatırdayan, birbiri ardından ekonomik krizin pençesine düşen Avrupa Birliği ülkeleri için İsrail’i aralarına almak doğrusu çok da akıllıca bir seçenek olarak durmuyor.

Öte yandan Ortadoğu’da ülkelerin bölünmesi meselesi gündeme geldiğinde üzerinde öncelikli olarak durmamız gereken ülke Türkiye’dir. İçinden geçmekte olduğumuz “barış süreci” öncesinde PKK’yı veya daha doğru ifadesiyle PKK içindeki birtakım güçleri gerektiğinde Türkiye aleyhine devreye sokan ülkelerden birinin de İran olduğunu unutmayalım. PKK’nın İran kanadı olan PEJAK’ın, “Büyük Kürdistan”ın İran sınırları içinde kalan kısmının elde edilmesi konusunda çok da istekli hareket etmemesi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Biri bana şu sorunun cevabını verebilir mi: İran’ın PEJAK’la mücadelesi adına bugüne kadar ortaya koyduğu pratik ile Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin PKK ile “mücadelesi” arasında nasıl bir farklılık var?..

Bugün Suriye’de yönetime karşı mücadele edenler arasında “Suriye’nin bölünmesi” meselesini dillendiren kimse yok. Hatta Suriye yönetimi İsrail’e karşı kullanmadığı tankıyla, topuyla, uçağıyla kendi halkını soykırıma tabi tutmadan önce yönetime karşı mücadele edenler hiçbir yerden yardım talebinde bulunmadıkları gibi, Suriye’nin bölünmesi yönünde herhangi bir irade de ortaya koymadılar. Tam tersine bu meseleyi dillendiren birileri varsa, Esed yönetimi ve onun arkasında duranlardır.

3. “Suriye’de yönetime kaşı ayaklananları Batı silahlandırıyor ve destekliyor” şeklindeki argümana gelince, birkaç kere yazmıştım, tekrar edeyim: Suriye’de bugün yönetime karşı silahlı mücadele veren halk, “Arap Baharı” sürecinin başlangıcında silah kullanmamak için hayli direndi. Sadece Esed yönetiminin yıllardır vaat ettiği reformları hayata geçirmesi talebiyle gösteri yapan insanlar vardı meydanlarda. Ancak yönetimin bu gösterilere mukabelesi kan dökmek şeklinde olunca ve bu tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşınca silah kullanmak zorunda kaldılar.

 

Suriye’de yönetime karşı direnenlerin Batı tarafından silahlandırıldığı meselesine gelince; yönetime karşı mücadele edenlere silah yardımı yaptığı doğru. Ancak silah yardımının bütün gruplara değil. Belli gruplara yapıldığını özellikle belirtmekte fayda var.

Eğer denirse ki: “Bir taraftan Batı’nın Suriye’deki muhalefete silah yardımı yaptığını söylüyorsun, diğer taraftan da bu muhalefetin desteklenmesi gerektiğini söylüyorsun. Bunda bir anormallik yok mu?”

Ben de derim ki: Hayır, bunda bir anormallik yok. Düşünün: Koca bir devlet tankıyla, topuyla üstünüze geliyor. Havadan rast gele şehirleri bombalıyor. Kadın, çocuk, yaşlı demeden bütün bir halkı soykırıma tabi tutuyor. Siz olsanız ne yapardınız? Elbette nereden alabiliyorsanız oradan silah alır, kendinizi müdafaa ederdiniz.

İran Rusya’dan silah alırken doğru yapıyor; ama Suriye halkı nefsi müdafaa için Batı’dan silah alırken yanlış yapıyor öyle mi? Ne yapacaklardı peki? Tanka, topa, uçağa karşı sopayla mı direneceklerdi, İran’a mı yalvaracaklardı?..

4. “Suriye’de kardeş kardeşi öldürüyor. Bu bir “fitne”dir ve bu fitneye alet olmamak gerekir” şeklindeki söylemin de gerçeğe hiçbir şekilde tekabül etmediğini söylemek durumundayız. Zira Suriye’de kardeş kardeşi katletmiyor; Müslümanlık iddiası İmamiyye Şiası’nın kaynaklarınca bile itibara alınmamış heretik bir grubun Müslümanlara karşı uygulamaya koyduğu bir “soykırım süreci” yaşanıyor. el-Butî’nin ve “müftü” Hassun’un, eli kanlı Nusayri katillere yönelik saçma sapan nitelemelerinin elbette hiçbir önemi ve gerçekliği yok.

Bütün bunlar bir yana, halkına böyle bir soykırım uygulayan yönetimin “sünni” tandanslı olması da bir şeyi değiştirmezdi. Zira böyle bir barbarlığın Sünnilikle en küçük bir irtibatı söz konusu edilemez. Orada sergilenen o vahşet manzaralarının altına imza atanlar kendilerini “sünni” olarak dahi ifade etmiş olsalardı, ben yine sesimi yükseltirdim. Kadınlara, hatta çocuklara tecavüz eden, insanları diri diri yakan, diri diri toprağa gömen, Müslümanların mukaddes mekânlarına, evlerine, mahremlerine karşı işlenebilecek en saygısız ve vahşice cürümleri işleyenlerin bırakın şünniliğini-şiiliğini, “insanlığı” tartışmalıdır!

Dolayısıyla hadisenin adını iyi koyalım: Bu, Nusyri Esed yönetiminin, İmami İran yönetiminin limitsiz desteğiyle acımasızca yürüttüğü bir “soykırım”dır. Bosna savaşında Sırpların Boşnaklara nasıl muamele ettiği hala hafızalardadır. O neyse, bu da odur!

Bu itibarla Suriye’de olup bitenler konusunda “taraf olmak” değil, “tarafsız kalmak” fitnedir! Zira geldiğimiz noktada “tarafsızlık” diye bir şey söz konusu olamaz. Ben tarafsız kalıyorum dediğiniz anda, istemeden de olsa, dolaylı da olsa oradaki soykırıma destek sağlanmış olacaktır...

 

Ebubekir Sifil

 

Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yine_Suriye__3/14447#.UWzci6LJTwQ

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites
güzel yazı...
Şia’nın küresel müttefikleri

Ünlü işadamı Jak Kamhi bundan bir müddet önce Hürriyet’ten Vahap Munyar ile bir konuşma yapmıştı. En dikkate değer bölümlerinden birisi İran devrimiyle alakalı bölümüydü. Kendisinin karşı çıkmasına rağmen Batı’da umum havanın ve genel eğilimin bu devrimi desteklemekten yana olduğunu söylemekteydi! Neden acaba? İslam dünyasının enerjisine içine boşaltması için mi?
Hamaney Suriye rejiminin laik bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Şimdi onun sözleriyle Baas rejimi İslamcı mı oldu? Öyle ise Saddam’la 8 yıl niye savaştılar? Daha önce de Hamaney, Beşşar için mazlum ifadesini kullanmıştı. O mazlum ise dünyada zalim kriterine uyan kimdir? Herhalde öldürülen Suriyeliler olmalı! Burada Şii dailiği ile saha gerçekleri birbirinin yerine geçiyor. Tam bir simya savaşı. Jak Kamhi’nin tespitlerine mümasil İslam dünyasında İsrail’in karşısında asıl potansiyel düşmanın Türkiye olduğunu fark eden Bernard Lewis hem Netanyahu’dan Türkiye’den özür dilememesini istemiş hem de birkaç yıl önce şu sözleri sarf etmiştir: Yakın gelecekte ve 10 yıl geçmeden Türkiye bölgede İran’ın yerini alacaktır. Bunlara taze bir ilave de, İsrailli stratejik uzmanlardan General Amus Gilad’ın sözleridir. İsrail, Arap Baharı ülkeleri tarafından çevreleniyor ve kuşatılıyor. Bizim için en büyük ve acil tehdit Sünni kapan tarafından kuşatılmaktır. Fas’tan başlayıp Mısır’ı geçip Türkiye’de son bulacak bir kuşak. Buna kimileri Sünni kuşak kimileri de Osmanlı kuşağı demektedir.
*
2003 yılından beri Türkiye’de Soli Özel gibiler Türkiye’nin Irak’ta Sünnilik yaptığını ve Sünnilik yanlısı politikalar izlediğini yazıyor. İnanmayan arşivlere baksın. Böyle olmadığı halde böyle gösterilmesinin hikmeti nedir? Azınlık politikaları iç çekişmeyi artıracak bir faktördür ve bütün sömürgecilerin emniyet sibobudur. Bütün sömürgecilerin potansiyel müttefiki siyasal Şiliktir. Suudi Arabistan’dan yargılanan Şii din adamlarından Nimr Nimr, 2008 yılında Amerikan elçisiyle görüşmesinde İslam aleminde hakiki müttefiklerinin Şiiler olduğunu söylemiştir. Bu gibi kimseleri şımartan ve azgınlaştıran da küresel himayedir. Laik zeminden Hüseyin Nasr’ın oğlu Veli Nasr, Şia Uyanışı adlı eserinde aynı şeyi söylemektedir. Amerika’daki Humeyni devrimi karşıtı Şii odaklar bile netice itibarıyla siyasi veya kültürel nedenlerle İslam aleminde Şii merkeziyetini ve Şiiliğin yayılmasını istemektedirler. Kadimen söylendiği gibi tutumları bir sözü tedai ettirmektedir: La lihübbi Ali bel libuğzi Ömer. Yani molla muhabbetinden ziyade kökleşmiş Sünni düşmanlığı laik Şiileri bile İran rejiminin katarı haline getiriyor. Bizanslıların Katolik başlığı yerine Osmanlı sarığını yeğlemeleri gibi. Bizdeki ulusalcılar ise tam tersi onlar da İran’ın katarı haline geliyorlar. Hepsinin çıkış noktası, kaybetme öfkesi ve nefret duygusudur.
*
İslam dünyasının birlik bütünlüğünü istemeyen ve ittihad-ı İslam’dan korkan herkes bunun nüvesi ve potansiyeli olan Sünni dünyanın İsrail veya Şii eliyle parçalanmasını arzu ediyor. Direniş aldatmacası eksen ile onların sözde hedefi İsrail, İslam dünyasını meşgul edecek bir iç kargaşayı yeğlemektedir. Bu noktada İran bu güçlerin ekmeğine yağ sürmektedir. İran 30 yıl boyunca İsrail karşısındaki şark cephesini bloke etmiş ve atıl hale getirmiştir. İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüş ve milyonlarca insan telef olmuştur. Yine Esat’lar rejimini destekleyerek 30 yıl boyunca İsrail sınırının stabil halde kalmasını sağlamıştır. Rafsancani ise doğruyu söyleyerek İsrail ile savaş halinde olmadıklarını hatırlatmıştır. Neden Rusya, Çin ve hatta ABD İslam dünyasında çoğunluk teşkil eden Sünniler yerine Şiileri yeğliyor ve tercih ediyor? Amaçları, sekterizm silahıyla İslam aleminin potansiyelini heder etmektir. Bu nedenle, İran’a ve Şia’ya görünmez bir küresel destek uzanmaktadır. Suriye’de Esat rejimi bırakın mezhepçiliği ve sekter politikaları, onun ötesine geçerek mezhep arındırması yapıyor. Buna mukabil, Yahudi asıllı Amerikalılar Türkiye’yi mezhepçilikle suçluyor. Bunlar neden Osmanlı’ya karşılar da Safevi projesine karşı değiller? Çünkü Ali Şeriati’nin de ikrarıyla Safevilik Batı’nın parçalama araçlarından birisidir. Modern Safevilik de böyledir. ABD’nin eski Ankara büyükelçileri Morton Abramowitz ve Eric Edelman’ın başkanlığında Washington’da kurulan “Türkiye Görev Gücü”, Türkiye uzmanlarından oluşan 11 kişilik heyetle hazırladığı, Beşar Esad sonrası Türk-Amerikan işbirliğine dair 36 sayfalık raporda, Türkiye’yi mezhepçilikle suçluyor. ABD başkentinin hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Partili üyelerce desteklenen önde gelen düşünce kuruluşlarından Bipartisan Policy Center’ın oluşturduğu görev gücünün 36 sayfalık raporunda, Türkiye’nin Suriye’de mezhepçi politikalar izlediği ve Sünni tabanlı Müslüman Kardeşler örgütü ile özdeşleştiği de savunuldu. Bu durumun bölgede daha geniş bir tabana hitap etmeye çalışan ABD’nin politikaları ile örtüşmediği belirtilirken, iki ülke arasında Hillary Clinton’ın Dışişleri Bakanlığı sırasında da bu konuda bir kırılma yaşandığı ileri sürülüyor. Bipartisan Policy Center, raporun açıklanması dolayısıyla Washington’da Abramowitz ve Edelman’ın katılımıyla aynı zamanda bir panel organize etti. Türkiye’nin Suriye politikasında Sünniliğe dayalı bir mezhepçilik yaptığı iddiası burada da dile getirildi. Türkiye’nin Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap aleminde uygulamaya başladığı dış politikalarıyla, bu ülkelerdeki Müslüman Kardeşler faaliyetleri arasında bağlantı kuruldu. Edelman bu vesile ile Amus Gilad’ın endişelerini paylaşmış oluyor. Küresel Yahudilik veya eski tabiriyle beynelmilel Yahudilik İran’ın arkasında duruyor. Yahudi asıllı Abramowitz ve Edelman’ın bu hususta öne çıkması tesadüf mü? Bilindiği gibi, Edelman Bush’un Haçlı Seferinin baş neferlerinden birisiydi. Şimdi Türkiye’yi Sünnicilikle suçlamak onlar açısından tehlikenin merkezine işaret ediyor. Korku ortak korku ve bu korku onları Beşşar’la ve İran’la aynı zeminde buluşturuyor!

 

Mustafa Özcan / Yeni Akit

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Burada en az bunun kadar önemli ikinci bir gerçek daha var: Artık sağır sultan bile biliyor ki ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgali ayan-beyan İran'ın örtülü-açık desteğiyle olmuştur. Bunu hem İran hem ABD açık bir şekilde dile getirdi. Şu anda Irak'ta yönetimin ağırlıklı olarak Şiilerin kontrolünde bulunması da bunun açık bir göstergesi. Bunun anlamı şudur: ABD Irak'taki Şiileri Saddam'dan daha çok sevdiği için orada onları iktidara getirecek süreci kendi elleriyle hazırladı. Üstelik bu Şiiler, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimî'nin yaşadıklarının da açık bir şekilde gösterdiği gibi işbaşına gelir gelmez ilk icraat olarak oradaki Sünnileri sindirme politikasını hayata geçirdiler.

İslam dünyasında mezhep kavgasını körüklemek kadar büyük bir ihanet olamaz. Aklı başında hiçbir Müslüman Sünni-Şii çatışmasını arzu etmez. Ama bu gerçek, bir başka gerçeği görmemize engel olmamalı: İran kaynaklı Şii ideolojinin, İslam dünyasında kendi hâkimiyet ve hareket alanını genişletmek gibi bir hedefi vardır ve bu da gayet normaldir. Sünni ülkeler tarafından çevrelenmiş bir İran, Sünni dünya ile birlikte hareket etmeye mahkûm bir İran demektir. D–8 Projesi’nin içinde İran'ın da yer alıyor oluşunun hikmetini burada aramak gerekir. Hem nüfusu ve imkânları bakımından istifade edilecek bir güç, hem de 7 büyük Sünnî ülke tarafından çerçevelenmiş tek başına bir İran. Bu elbette son derece akıllıca idi.

Öte yandan BOP, eğer ABD’nin bölgedeki hâkimiyet alanlarını güçlendirmesi ve genişletmesi anlamına geliyorsa şu soruyu kendimize tekrar tekrar sormamız lazım: ABD’nin, Irak’ı, İran’a yakınlığı ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açık olan Şii yönetime bırakıp gitmesini nasıl yorumlamak gerekir? Niçin bu noktaya gözlerimizi kapatıyoruz?

Ve nihayet Suriye’de olanların BOP’la ilişkilendirilmesi de büyük ölçüde İran propagandasına dayalı bir vehimden başka bir şey değildir. Suriye olaylarını BOP’un bir ayağı olarak, “Batı oyunu” olarak görmemizi isteyenlerin cevaplandırması gereken diğer bir soru da şudur: “Arap Baharı” sürecinde olaylar Suriye’ye sıçramadan önce Tunus vardı, Libya vardı, Mısır vardı… Suriye söz konusu olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bu ülkeler konusunda niçin göstermedik? İran, Suriye’ye verdiği limitsiz desteği niçin bu ülkelerden esirgedi?

Bu soruları sorduğum zaman genellikle “Türkiye ne yaptı?” tarzında bir mukabeleyle karşılaşıyorum. Bunun “köşeye sıkışmış bir düşünce tarzının manevrası” olmaktan başka bir anlamı yok. Ben bütün bunları söylerken ne “Türkiye şunu yaptı; İran bunu yapmadı” gibi bir denklem üzerinden hareket ediyorum, ne de İran’ın tutumunu eleştirirken Türkiye’nin izlediği politikalara yaslanıyorum!

Merhum hocamızın Suriye’nin bölünmesi konusundaki tespiti, Arap Baharı denilen sürecin çok öncesine aittir. Mamafih İsrail’in güvenliğinin ne şekilde sağlanacağı sorusunun cevabı bağlamında Batı ve ABD tarafından geliştirilen senaryolar bağlamında mutlaka hesaba katılması gereken bir seçenek olarak akılda tutulmalıdır.

Bugünün konjonktüründe ve özellikle de Suriye olaylarının nasıl geliştiğini hatırda tutarak bakıldığında bu tespitin bugüne bir şablon gibi oturtulmasının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Geldiğimiz noktada kendi içinde çatırdayan, birbiri ardından ekonomik krizin pençesine düşen Avrupa Birliği ülkeleri için İsrail’i aralarına almak doğrusu çok da akıllıca bir seçenek olarak durmuyor.

Öte yandan Ortadoğu’da ülkelerin bölünmesi meselesi gündeme geldiğinde üzerinde öncelikli olarak durmamız gereken ülke Türkiye’dir. İçinden geçmekte olduğumuz “barış süreci” öncesinde PKK’yı veya daha doğru ifadesiyle PKK içindeki birtakım güçleri gerektiğinde Türkiye aleyhine devreye sokan ülkelerden birinin de İran olduğunu unutmayalım. PKK’nın İran kanadı olan PEJAK’ın, “Büyük Kürdistan”ın İran sınırları içinde kalan kısmının elde edilmesi konusunda çok da istekli hareket etmemesi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Biri bana şu sorunun cevabını verebilir mi: İran’ın PEJAK’la mücadelesi adına bugüne kadar ortaya koyduğu pratik ile Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin PKK ile “mücadelesi” arasında nasıl bir farklılık var?..

Bugün Suriye’de yönetime karşı mücadele edenler arasında “Suriye’nin bölünmesi” meselesini dillendiren kimse yok. Hatta Suriye yönetimi İsrail’e karşı kullanmadığı tankıyla, topuyla, uçağıyla kendi halkını soykırıma tabi tutmadan önce yönetime karşı mücadele edenler hiçbir yerden yardım talebinde bulunmadıkları gibi, Suriye’nin bölünmesi yönünde herhangi bir irade de ortaya koymadılar. Tam tersine bu meseleyi dillendiren birileri varsa, Esed yönetimi ve onun arkasında duranlardır.

 

 

Ebubekir Sifil

 

Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yine_Suriye__3/14447#.UWzci6LJTwQ

Kalın puntolarla alıntıladığım yerler bence bu yazının en önemli kısımlarıdır.

Üzerinde düşülmesi gerekenler yazılmış.

teşekkür ediyorum.

Hocanın dediği gibi, bunları söylediğin zaman, seni mezhep bölücülüğüyle suçluyorlar.

Ama kimse buna cevap veremiyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lebensraum ya da Kasir-Hermel hattı

 

İran, bölgede izlemiş olduğu politikaların sonuçları itibarıyla, postmortem BOP’un fiili aracı haline gelmiştir. İran’ın katkılarıyla Yemen’de Husi devletinin temelleri atılıyor. Şam’ın düşmesi halinde hem Esat’ı giyotinden kurtaracak bir formül olarak Nuseyri devleti tasarlanıyor hem de bu devletin Hizbullah’ın arka bahçesi olması murat ediliyor. Bir taşla çift kuş.

Bu durumda şu soru akla düşüyor: İran, İsrail için mi Hizbullah’ı yaşatıyor? Bu soru ister istemez bağlantılı başka bir soruyu akla getiriyor: Husileri de mi İsrail için besliyor ve büyütüyor? Elbette iki şık ta doğru değil. Nasır İsrail’le hesaplaşmak yerine Yemen’le hesaplaşıyor ve bunu İsrail’le hesaplaşmanın bir mukaddimesi olarak pazarlıyordu. Bundan dolayı Nasır öldüğünde geride sadece İsrail karşısındaki hezimetleri kalmıştı. Saddam ise ‘İsrail’e ulaşamazsak, varsın Kuveyt’e ulaşalım’ mantığıyla hareket etti. O da İsrail’e ulaşamadan işgal ona ulaştı. Halbuki, İran rejimi 1982 yılından beri Hizbullah üzerinden ve ayrıca Suriye ile ittifakı ve dolayısıyla Golan üzerinden İsrail’le temas hattında bulunuyor. İsrail bahane o da önce Sünni dünyaya ulaşmak istiyor. İstilayı tamamlarsa İsrail’i düşünebilir. İstilayı değil, kargaşayı artırıyor.
İran, “Araplar savaşsınlar biz arkadan yetişiriz!” modunda.. Araplar savaşsa da arkalarından gelecekleri yoktur. Zira bugüne kadar İsrail’den fazla Araplarla kavga ettiler. Afganistan ve Irak’ta işgale yardım ettikleri gibi Suriye cephesinde de silahlarıyla ve uzmanlarıyla binlerce insanın kıyımına katkı sunmuşlardır. Şimdi de Suriye’nin parçalanması planlarına önayak oluyorlar (http://www.telegraph.co.uk/ news/worldnews/middleeast/syria/10037798/Syria-America-and-Israel-can-no-longer-look-the-other-way.html). Suriye rejimi ile birlikte İran Kasir-Hermel Hattını kurmak istiyor. Bir taşla iki kuş. Suriye’den bölünecek parçayla birlikte Lübnan’daki de facto Hizbullah bölgesini bu hat üzerinden birleştirecekler. Demek ki İran, Irak’ta Amerikan projelerine destek vererek işgal sonrasında Irak’ta bölünmeye amade cılız bir yapının vücuda gelmesine hizmet ettiği gibi şimdi de Esat sonrasında Suriye’nin kendi lehine bölünmesinin hesaplarını yapıyor. Peki neden? Mezhep ve stratejik dürtüleri adına. Stratejik hesaplarını mezhep dürtüleri yönlendirmektedir. Şiiler Amerikan işgaline yardım ettikleri gibi şimdi de ABD onların Sünnileri ezmesine yardımcı oluyor veya en azından Türkiye’ye mezhepçilik suçlaması gibi Maliki’ye öyle bir isnatta bulunmuyor. Sahi hiçbir Amerikalı yetkilinin ağzından böyle bir ifadeye rast geldiniz mi? Acaba siyaseten Amerikalılar da Ruslar gibi Şii mi?
¥
Kasir-Hermel hattını kurmak için Hizbullah, Suriye rejimi ve İran bölgede Sünni arındırması yapıyor. En son olarak Banyas bölgesinde Beyza köyünde katliam yaptılar. Amaç halkı korkutarak, arındırarak bu ayrılıkçı hattı ikame etmek. Sırpların, Banya Luka planı Suriye’de Banyas üzerinden yürüyor. Burada Kasir-Hermel hattı olarak işliyor. Zaten rejimin elinde kala kala Tartus limanı ile Lazkiye kalmıştır. Suriye’deki Şii ittifak gelişigüzel katliamlar irtikap ediyor. Nasrullah belki de Tahran’da bir kovukta ‘Beşşar’ı kimse deviremez’ diye naralar atarken patronlarıyla cetvelle Şii-Nuseyri devletinin sınırlarını çiziyor olabilir. Zira Beşşar, Sünni kuzey-batı, güney ile kuzeydoğudaki Kürt bölgelerinin kontrolünü kaybetti. Dolayısıyla sekter hayat alanına geri dönüyor. Beşşar’ın hayat alanı aynı zamanda İran’ın hayat alanıdır. İran ekseninin Sünnileri ezme ve sürme ve katletme politikalarına karşı ABD ve dünya ise seyirci kalmanın ötesinde iki yıldan beri Sünnilere ‘İslamcılıktan vazgeçin, yardım verelim’ şantajı yapıyor. ABD’nin derdi de geleceğin tehlikelerine karşı İsrail’i korumak. Beşşar gibi Amerikalı Yahudiler de Türkiye’nin İhvan’ı desteklediğini ileri sürerek Türkiye’nin politikalarından şikayet ediyorlar. Bu meseleyi daha önce David Ignatius da kaleme almıştı. ABD ve Amerikalı Neoconların istediği yeni Suriye rejiminin niteliği şu: Azınlık ağırlıklı rejim. Esat gitsin ama Esadizm kalsın. Demokratik ve tarafsız bir hükümet düşlüyorlar. Bu nasıl olacak? Tarafsızlık, Batı ve Rusya’nın çıkarlarını gözetmenin ötesinde İran’ın ve İsrail’in menfaatlerine açık bir yapı demektir. Mort Abramowitz ve Eric Edelman’ın kontrolünde Bipartisan Policy Center’in hazırladığı 36 sayfalık raporda, Türkiye’nin istikrarlı ve çoğulcu bir Suriye rejimi yönünde ikna edilmesi isteniyor. Yani İslamcı yerine laik, Sünni ağırlıklı olmak yerine azınlıklara dayalı. Son sıralarda İran’ın açık oyunları ve Suriye rejiminin saldırganlığı karşısında Türkiye’den ses çıkmıyor. Lafın bittiği ama icraatın gelmediği bir noktada mıyız? Eğer öyleyse konuşsak ne olur?

 

Mustafa Özcan / Yeni Akit

 

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

İSRAİL’İN İRAN DESTEK KITALARI AKTİF GÖREVDE

İran ne zaman siyaseten manevra kabiliyetini kaybetse İsrail devreye girip, önünü açmıştır. İran devrim muhafızlarının ve “Hizbullah”ın Esed’i korumak için oluşturduğu tugaylar sunni Müslümanların ilerlemesini durduramayınca İsrail, Esed güçlerine bağlı bir araştırma merkezini vurarak Sunni Müslümanların kamuoyu desteğine ağır darbe indirmiştir. Zira herkes gibi İsrail de biliyor ki, Siyonistlerin karşı olduğu şahıs ya da rejim hassasiyet derecesi ne olursa olsun her nevi Müslüman tarafından dost ya da mağdur kabul edilir. Bu yüzden Siyonizm’in Esed ve İran destek kıtaları bundan sonra daha da karmaşık roller üstlenecektir.
İsrail, son hadiseyle “sözde düşman” olduğunu göstererek, katil rejimin kamuoyu desteğini artırmak, kendisi için tehdit olarak gördüğü mücahitleri de yalnızlığa mahkum etmek istemiştir. Bombalama -iddia edildiği gibi İsrail tarafından yapıldıysa- kesinlikle bu çerçevedeki bir amaca hizmet etmektedir. Nitekim hadiseden hemen sonra İran severler mikrofona sarılıp, “Bu olay tam da dediğimiz gibi, Suriyeli muhaliflerin arkasında ABD ve İsrail’in olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.” türünden açıklamalar yaptı. Olaydan sonra CNN televizyonuna konuşan Suriye Dışişleri Bakan yardımcısı Faysal El-Mikdad da, "Bu saldırı, teröristlerle İsrail arasındaki ittifakı gösteriyor" dedi. İşte saldırı İslam komuoyuna bu yalanları söylemek için planlandı ve yapıldı.
Siyonizm, İslam dünyasında azınlık olan Şiileri destekleyerek Ehl-i Sünnet’in Türkiye merkezli İslam Birliği hamlesini engellemeyi açıklamaktadır. Hadiseyi bir de tersinden düşünün, İsrail mücahidlere ait bir karargahı vurmuş olsaydı İran ve İranseverler bütün medya desteklerine rağmen ortada kalacaktı.
Türkiye uçağını düşüren Suriye, İsrail’e hala bir taş atmadı. İran da sadece açıklama yapmakla yetindi. Esed rejimine karşı yapılan bir saldırıyı kendine yapılmış kabul edeceğini defaatle söyleyen İran’dan bunun ötesinde bir ameliye ya da hamle bekleyenler yanıldıklarını bir kez daha göreceklerdir. Çünkü bu bir danışıklı dövüştür. Belki bu durum ilerleyen günlerde çok zahir olursa İsrail İran’ın cılız bir misillemesine müsaade edebilir.

Evet, İsrail Esed’in tesislerine attığı bombalarla asıl Mücahidler’in karargahını vurmuştur. Bununla, İran Devrim muhafızları ve Hizbullah’a karşı destanlar yazan mücahidlerin çok sınırlı olan komuoyu desteği ağır darbe almıştır. Mağdur rolüne bürünen katil rejim ve İran prim yapmıştır. Nitekim İranseverlerin yalan borsası coştu.

Bütün bunları anlamakta zorlanan siyaset bilimcilere, analistlere, gazetecilere hasılı bilcümle İran severlere bir hatırlatma yapalım: Ümmeti bölmek için Şia’yı kuran Abdullah b. Sebe Yemen’li bir Yahudi değilmiydi?

Salahaddin Eyyubî’nin İslam ordusu Kudüs’u fethetmeye giderken Şiiler Haçlıların safında Müslümanlara karşı savaşmamış mıydı? Bunlar mı Kudüs müdafileri? Siyonizm’in bütün uğraşıları, Şia’ya Ehl-i Sünnet Müslümanları arasında yeni yayılma alanları açmak ve Türkiye merkezli İslam Birliğini önlemek.

Fakat Allah Azze ve Celle’nin de bir planı var.

 

İhsan Şenocak

 

https://www.facebook.com/ihsansenocakhoca/posts/562141337140931

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites
Serdar Demirel güzel tespitlerde bulunmuş. İran kazansın Ümmet kaybetse de olur

İran, “Büyük Şeytan Amerika” ile nükleer anlaşma yaptı. Şaşırdık mı? Hayır. Hizbullah İngiltere üzerinden ABD ile görüşüyormuş. Şaşırmalı mıyız? Hayır.
Niye şaşırmamamız gerektiğini izah sadedinde biraz yakın tarihte neler yaşandığını hatırlatalım.

1979 yılında “İran İslâm Cumhuriyeti” kurulduğunda Şiî dünya kadar Sünni dünya da heyacanlanmış, büyük umutlar beslemişti. Osmanlı sonrası dünya Müslümanlarını koruyup kollayacak bir devlet ortaya çıkıyor umuduydu bu. İran’ın Şiî kimliği, anayasasını Şiîlik esaslarına göre yapması da fazla önemsenmedi. Bunu önemseyenler ise dışlandı.

İlk büyük hayâl kırıklığı Suriye’de yaşanacaktı. Devrimden 3 yıl sonra, önemli ölçüde de İran Devrimi’nin mesajının etkisiyle Suriye İhvanı ayaklandı. Baba Esed Hama’da bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı.

Baas rejimi 30 bin Sünniyi katlettiğinde İran bunu destekledi. Yenilir yutulur bir destek değildi bu. Ama Devrim’in yaşaması için geniş Sünni kitleler bunu sineye çekmek zorunda kalacaklardı.

Afganistan’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan Ermenistan savaşında İran’ın yanlış yerde durması hep tevil edildi. Afganistan’da Taliban hükümetini ve Irak’ta Saddam rejimini yıkan ABD nasıl oluyorsa İran’ın muhaliflerini bertaraf ederek neredeyse onu bölgenin hâkimi kılıyordu. Afganistan’dan başlayan ve Lübnan’a kadar uzanan Şiî hilali ABD olmadan kurulamazdı.

Mânidar olan Ümmet’in kaybettiği yerlerde İran’ın hep kazanmasıydı.

İran’ın hiç mi sevapları yoktu? Vardı elbette. Başta da Filistin davası. Ancak Filistin meselesi de yukarıda değindiğim kabullenilemez gelişmelerin üstünü örtmeye, Müslüman sokakların kalbini kazanmaya sebep oluyordu. İsrail’e karşı diklenmenin bedeli İran’ın bölgedeki nüfuzunu kabullenmek oluyordu.

Arap Baharı başladığında Suriye halkı siyasi sistemde reform yapılması talebiyle sokaklara çıktı. Baas rejimi yine katliamlar yapmaya başladı. İran, emperyalizmin bir oyunu bahanesiyle mukavemete karşı çıktı. Tarih bir daha tekerrür etti. Sonra Esed rejimi yıkılmaya doğru hızla ilerleyince bilfiil müdahale etti ve rejimi kurtardı.

Önce oradaki varlığını inkâr etti. Hizbullah da inkâr ediyordu. Muhaliflerin yakalayıp teşhir ettiği İranlı ve Hizbullahçı askerler, masum sivil “Hacılar!” diye geçiştirildi. Başarılı bir algı çalışmasından sonra orada olduklarını deklare ettiler. Mukavemet hattı iddiası her şeyi mübahlaştıran bir manivelaydı.
İran ve Hizbullah “Tekfirci El Kaide”’ye karşı savaştıklarını iddia ediyor, Batı’ya düşmanımız ortak diyorlardı. Hâlbuki Esed katliam yapana kadar orada El Kaide falan yoktu.

Şimdi “Büyük Şeytan”la anlaştı. Biz şaşırmadık. Ne diyelim, hayırlı olsun! Suriye halkı buna feda olsun! Peki biz neden şaşırmadık?

Tarihte kurulmuş Şiî devletlerin İslâmî fetihlerde yeri nedir? Bu devletlerin İslâm toprakları Moğol ve Haçlı işgalleriyle yüz yüze kaldığında tavrı ne olmuştur? İşgalcilere karşı direnişte Şiî uleması nasıl tavır takınmıştır? Bu soruların cevabının peşine düştüğünüzde belki siz de fazla şaşırmayacaksınız.

İran’ın “Büyük Şeytan” ile kavgası başından beri ideolojik kılıf giydirilmiş bir çıkar kavgasıydı. Eğer ABD İran Devrimi’nin emperyal taleplerini kendi talepleriyle örtüştürebilseydi karşı karşıya gelmezdi.

İran’ın ulus devlet çıkarları uğruna emperyalist Rusya ve Çin’le Müslümanların aleyhine işbirliği yapmasını sınırsız toleransla karşılayanlar elbette ki “En Büyük Şeytan”la yaptığı anlaşmayı da büyük bir başarı olarak vereceklerdir. Ne de olsa isminin arkasında “İslâm Cumhuriyeti” yazıyor...

 

http://www.habervaktim.com/yazar/62486/iran-kazansin-ummet-kaybetse-de-olur.html

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

"İrandan Filistine askeri yardım hazırlığı"

 

kimi kandırıyorsun İran? sana söylenecek tek söz "gölge etme başka ihsan istemez". sen tarihin boyunca ehli sünnet dışında kiminle savaşmışsın ki şimdi menfaat birlikteliği içinde olduğun İsraile saldırma palavraları atıyorsun. yıllar önce de saldırıyordun, ne oldu? işin gücün palavra, tabi burda bu palavraları boşuna atmıyorsun, sözde İsraile "höt" diyen ülke konumuna gelmek istiyorsun Müslümanların nazarında. Eziksin ezik. yüzyıllarca osmanlıyı kıskandın ve hatta sözde Müslüman bir ülkeyken Haçlılara, Osmanlıya karşı ittifak edelim diyerekten beraber hareket etme teklifinde bulundun. Osmanlı atının yönünü Batıya çevirmişken, her daim senin zehirli hançerini sırtında gördü. İşin gücün fitne fesat takiyye yalan dolan. Senin batıl inancın bu. elinde fırsatın olsa ehli sünneti bir kaşık suda boğarsın. biz Osmanlı torunları senin ciğerini bileriz...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Alkış ve ciğerden :) helaaaaallll tazir bilader müthiş. iran= tek kelimeyle hain ve 1 kuruş etmez .. öz annemizdende ileri anamıza! söven şia itikadınızla sizde kahrolun.......

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...