trradomir 206 Report post Posted May 9, 2012 Türkiye Gazetesi, bağlı olduğu oluşum itibarıyla ironi açısından bereketli olmasını beklediğim bir yayın değil. Hatta dürüst olayım, gazetenin bağlı olduğu cemaat 'düz adam' yetiştirme hususunda hayli bereketli. Türkiye Gazetesi'nin genel yazar kadrosu da bol miktarda bu 'düz adam'lardan barındırıyor. Fakat aşağıdaki yazı içerdiği mizahla dikkatimi çekti, paylaşmadan geçemeyeceğim. Malum Üstad'ın vefat yıldönümü yeniden yaklaşıyor, böyle bir zamanda bu yazıyı okumak yapılan konuşmalara karşı bizi daha tetikte tutacaktır sanıyorum. Anma programlarına çağrılan konuşmacıların, kendine anılandan çok daha yüksek payeler biçme gayretini güzel deşifre etmiş yazar. Buyurun. FİLHAKİKA Ethem Mahmut Ziya 24 Eylül 2011 Cumartesi Sene-i devriyesi münasebetiyle... ALKIŞLIYORUZ... Hep birlikte alkışlıyoruz... Evet. Şimdi de değerli konuşmalarını yapmak üzere... Anma günlerine katılanlar iyi bilir. Daha söze başlamadan dudakları titreyen, içini çeken, elinin tersi ile gözlerini sildikten sonra “mazur görünüz efendim, duygulanmamak elde mi” diyen beyler vardır. Diyeceksin “az evvel gülüyor, espriler yapıyordun baba? Böyle birden n’oldu sana?” Olur a, orta mektep talebesini çıkarırsın, heyecanlanır. Halbuki bu amcalar kürsüye alışıktırlar. - Biz rahmetli ile taa talebelik günlerinden tanışır, lokmamızı paylaşırdık. Hiç unutmam bir gece geç vakit gelmişti de annemin memleketten yolladığı kurabiyeleri çıkarmıştım. Bir de çay demlersin, yüzüne renk geldi. Yat dedim, mindere kıvrıldı, zaten ne zaman bunalsa kapımı çalardı. Şak şak şak! - Ben aslında ondan daha zekiydim ama o daha çalışkandı. Yılmadan, usanmadan yazar, sabahlara kadar daktilo tıkırdatırdı. Sonra getirir bana gösterir, soran gözlerle yüzüme bakardı. Tamam olmuş dersem yayınlardı. Tasvip etmezsem yırtar atardı... Şak şak şak - İlk kitabını getirmiş, daha o zamanlar pek tanınmıyor, baktım kendi halinde bir Anadolu delikanlısı. Eserin ticari bir kıymeti yok ama zararı göze aldım, bastım. Çünkü onda bir ışık yakalamıştım. Elinden tutmalıydım. Şak şak şak - Yayınevleri rahmetlinin eserlerini basar, telif olarak önüne beş on kitap koyarlardı. Yazarlıkla geçinmek ne mümkün? “Boş ver koçum” dedim, “sen yazmana bak. Parayı mevzu yapma. Çok şükür üç beş kuruşumuz var, birlikte yeriz icabında!” Şak şak şak - Hakkında tahkikat takibat açıldığında çevresinde kimse kalmadı. Bir gün Cağaloğlu yokuşundan çıkıyoruz, en yakın arkadaşı -adını vermeyeyim şimdi, siz onu anladınız - tanımazlıktan geldi önüne baktı. Ama ben o zor günlerde daima... Şak şak şak - Bir de mahkemede dikine dikine konuşması yok mu? Durup dururken başını yakacak. Baktım kimse ilgilenmiyor davasını aldım, sen sus sesini çıkarma dedim. “Müvekkilim öyle demek istemedi hakim bey” deyip işi oluruna bağladım... Şak şak şak - O gece Beyazıt’ta takılmıştık, minibüse binmek için sallandık aşağıya. Kadırga’da karşı cenahın militanları afişe çıkmış iyi mi? İş alacaz başımıza. Haydi ben kavgaya gürültüye alışığım korkmam da, o çelebi takımından. Bir baktım rahmetli aslanlar gibi yürüdü aralarından geçti. Şaştım valla... O sıradan kalem efendisi değildi, mertti, yiğitti, gözü kara... Şak şak şak - Rahmetli son günlerinde çok yalnız kalmıştı. Parasızdı ara sıra yoklardım. “Abi senden başka ne arayanım var” derdi “ne soranım.” Hiç unutmam öksürüyordu. Gureba hastanesine götürdüm. Reçeteyi kıvırıp cebine koydu, biliyorum parası yok almayacak. Tam eczanenin önünden geçerken içeri iteledim, “Abi ben sonra şettirirdim.” Fırsat vermedim. “Çıkar reçeteyi!” 50 yüz lira bir şey tuttu zaten... Söylemesi ayıp uzattım eczacıya. Şak şak şak! - O günlerde dergiyi basacak... Yazılar hazır da... Kağıt bulamamış kıvranıp duruyor. “Derdin ne senin” dedim. “Yok abi bir şey...” -Söyle söyle bir sıkıntın var? Bilirsiniz ağzından kerpetenle lâf alınmaz. Ama ben anladım...”Bak bizde kağıt çok” dedim, “eğer mesele oysa?” Şak şak şak - Bugün burada söz alan değerli üstâtlarımız, hocalarımız onu mükemmel anlattılar. Bize söyleyecek söz bırakmadılar. Ancak ben müsaadenizle gözden kaçan bir hususa parmak basmak istiyorum. Filan şiirinde şöyle diyordu merhum: Ama o derinlikte kaç kişi var ki İstanbul’da? Feşmekan yazısı da tenkit almıştı mâlum, affedersiniz ben onlara şöyle cevap vereceğim “eşek hoşaftan ne anlar?” Sözümü yine onun şiirinden bir dörtlükle bitirmek istiyorum... Görüyorsunuz di mi? Zaten gerekli cevabı vermiş onlara! Hasılı anma günlerinde söz alan “bazı” hatipler tribünlere oynar. Gazetecilere şirin görünür, her karede bulunmaya çalışırlar. Anılan zattan ziyade kendilerinden bahs açar, ne kadar cefakâr, fedakâr, vefakâr olduklarını anlatırlar. Hazır mikrofonu ele geçirmişken, kitaplarını da tanıtır, ona buna laf sokar fırsatı kullanırlar. “Ayıp oluyor ama” diyesiniz gelir, “ölü gömücülüğün de bir hududu var!” Halbuki ben, bizzat, şahsen öyle yapmam. İnsan mütevazı olunca... 2 Share this post Link to post Share on other sites