Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
buyukdogu

İbrahim Tenekeci

Recommended Posts

Kardeşlik ahlakı

 

Arkadaşlık ve dostluk ahlakı da diyebiliriz. İş ahlakından, aşk ahlakından, isyan ahlakından bahsedilir de, kardeşlik ahlakından pek bahsedilmez. Oysa imanın ve İslam'ın olduğu gibi, kardeşliğin, arkadaşlığın, dostluğun da şartları bulunmaktadır. Her geçen gün eksikliğini hissettiğimiz şeylerden birisi de maalesef ve maalesef budur.

 

Sühreverdi, dostluk bahsini, Kur'an'ın emirleri arasında görür. Buna bağlı olarak da, dostluğu bir 'amel' kabul eder. Ona göre, dostluğun şartları vardır ve o şartlardan birkaç tanesi şöyledir: Ayrılıktan şiddetle kaçmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek. Dostun hatalarını görmezden gelmek, kusurlarını örtmek. Dost aleyhinde kalbe gelen vesveseleri kovmak için gayret sarfetmek. Elindekinin yarısını dostuna verip ondakinin yarısını istememek...

 

Evet, kardeşlik ahlakı... Mehmet Kaplan, "Birbirine yalan söyleyen ve birbirini aldatan insanlar haydut çetesi bile kuramazlar" der. O halde, 'kardeşlik ahlakı'nın birinci maddesine 'itimat' bahsini yazabiliriz. Malum, 'itimat, itikattan önce gelir' denilir. Bir de Hadisi Şerif: Mümin, güven yurdudur.İtimat duvarı yıkılırsa, insana mahsus birçok incelik o duvarın altında kalır, kalmıştır. O andan itibaren, mümin müminin kardeşi değildir, insan insanın kurdudur.

 

İtimat bahsinin hemen altına veya yanına 'vefa'yı yazmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bana kalırsa, en önemli kusurlarımızdan biri, 'kendini kurtaran' veya birkaç adım öne çıkan kişinin, dönüp geriye bakmamasıdır. Kardeşlik ahlakı, ileriye değil, geriye bakmayı uygun görür. Bu ve buna benzer şeylerin (himmeti ve hizmeti unutmamak vs) toplamına 'vefa' diyoruz. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne göre, arkadaşını geride bırakmak, bedenin afetlerinden biridir. (Marifetname, Sayfa 1296) Afetler bahsini hafife almayalım derim. Yine, birçok büyüğümüz, kesin bir dille şunu söyler, söylemiştir: "Vefasızlık, ahlaksızlıktır." Bize de atalar sözünü hatırlatmak düşsün: Vefası olmayanın sefası olmaz! Emek olmadan yemek olmaz gibi bir şeydir bu... Peki, kardeş bildiklerimizden bir vefasızlık görürsek, ne yapacağız? Elbette Hüseyin Kazım Kadri'nin şu nasihatini dinleyeceğiz: "Dostlarından bir vefasızlık görürsen, onları sakın kırma; üslup ile geri çekil."

 

Bir de emanet bahsi var. Kardeş kardeşin, arkadaş arkadaşın emanetidir. Sadece bedenen değil elbette. Sözler, ameller ve mahrem meseleler de kardeşler arasında karşılıklı emanetlerdir. Emaneti korumak ile korumamak arasındaki yakıcı farkı herhalde bilmeyenimiz yoktur. Yine de 'küçük' bir uyarı yapalım: "Sırrı ifşa etmek, dilin afetlerindendir."

Kardeşlik ahlakının vazgeçilmez başlıklarından birisi de hürmet meselesidir. Konuyla ilgili, İsmail Kara hocamızın bir sözünü hatırlatmak, sanırım yeterli olacaktır: "Dostluk ve hukuk, biraz da karşı tarafın hissiyatına ve hassasiyetlerine hürmet etmektir." (Ezel Erverdi Kitabı, Sayfa 5)

 

Kuşkusuz, örneklerimizi madde madde çoğaltabiliriz. Etkili olur mu, olmaz mı, orasını bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da, bunların ilk defa söylenmiyor, yazılmıyor oluşudur.Artık devir değişti deniliyor. Dost ararsak, cebimize bakacakmışız vb. Ben de, üzgün ve yorgun zamanlarımdan birinde, şunu demiştim: 'Artık her insanın son kullanma tarihi var. Çünkü karşımızdakine insan olarak değil, imkân olarak bakıyoruz.' Bu da bir şairimizden: "Arkadaş adreslerinde eskiden / İncecik ve güzel şeyler vardı."

"Eşyayı dahi incitme" diyen medeniyetin mensupları, bugün, özellikle siyaset ve sosyal medya üzerinden, birbirlerini incitme yarışı içindeler. "Bunu düşman yapmaz" diyebileceğimiz birçok şeyi, maalesef birbirimize reva görmekten çekinmiyoruz.

 

Bütün bu olumsuzlukları hızlı bir şekilde geçelim ve şunu diyelim: Çok kuvvetli bir biçimde kardeşlik ahlakına ihtiyacımız var. Hesapsız ama kitaplı dostlara, arkadaşlara, kardeşlere...

 

İsmet Özel, "Titizlik, ahlakın ta kendisidir" diyor. (Henry Sen Neden Buradasın, Sayfa 14) Demem o ki, bu titizliği, dolayısıyla bu ahlakı, önce insan ilişkilerinde göstermemiz gerekiyor.Bu hayati meseleler, hem kişiseldir, hem toplumsal. Sözgelimi son zamanlarda yaşanan olaylara ve gerilimlere de kardeşlik ahlakı penceresinden bakmamız icap ediyor. "Ayrılıktan şiddetle kaçmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek" nasihatine veya prensibine, ülke olarak, en çok bugünlerde ihtiyacımız var. İsmail Kara hocamızın o önemli tespitini de unutmayalım, tekrar ve tekrar hatırlayalım...

(22.08.2012, Yeni Şafak)

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hatırla ve sıkı tut

 

Malazgirt Savaşı'nın yapıldığı ovaya ayak bastığımda, henüz yirmi yaşındaydım. (Ağustos, 1990) Oturmuş ve uzun süre ovayı dinlemiştim. Genç aklımla neler düşünmüştüm, tam olarak hatırlamıyorum. İnsanı yoran bir ıssızlık, dersine çalışmış bir rüzgâr ve diz boyu sararmış otlar. Aklımda bunlar kalmış. Sonradan ise şunu anladım: Orada sadece İslamlık vardı.

 

Evet, o yıllarda, Doğu Anadolu'da birçok il ve ilçede bulundum. Gezdiğim ve kaldığım yerlerde ilk dikkatimi çeken şey, yoksulluk olmuştu. Yokluğu ve yoksulluğu az-çok bilen insanlardık; fakat buralardaki yoksulluk, Şeref Bilsel'in de yazdığı gibi, başka bir şeydi: "Biz yoksulluğu doğuya gelin verdik." (Mecnun Dalı, Sayfa 33)

Muş'ta, bir pazar sabahı, saat sekiz gibi, çarşıya gitmiştim. Yaşlı bir kadın, duvarın dibine çömelmiş, bir bağ karalâhanayı satmaya çalışıyordu. Öğle veya akşam olmuş olsaydı, satmış, elinde sadece bu kalmış diyebilirdik. Bu manzara, gözümün önünden hiçbir zaman gitmedi. O bir bağ karalâhanayı satacak, eline geçen iki-üç lirayla kim bilir ne alacaktı? Daha doğrusu, ne alabilirdi?

 

Yoksulluk, bazılarında öfkeye dönüşebilir, dönüşmüştür de. Buna rağmen, çok sık telâffuz edilen "geri kalmışlık" ve "ekonomik nedenler", bana hitap etmiyor. Ülkemizin başka yerlerinden örnekler verip yoksulluk yarıştırması yapacak da değilim. Sadece biraz geriye gitmek istiyorum.

İngiliz yüzbaşı Freud Burnaby'nin At Sırtında Anadolu kitabında müthiş bir sahne var. Bu yüzbaşı, 93 Harbi'nin seferberlik zamanında, İstanbul'dan Batum'a kadar at sırtında yolculuk ediyor. Kitap, işte bu yolculuğun notlarından oluşuyor. Erzincan civarındaki gözlemlerinden biri de şu: "Yolda üç yüz Kürt'e rastladık. Bunlar Erzurum'a yürüyen redif askerleriydi. Yanlarında subay yoktu. Erzurum'a giden yolu kendi başlarına bulacaklardı mecburen. İğneli tüfekleri vardı ama üniformasızdılar, çoğunlukla hırpani giyimliydiler. Çoğunun ayağında ne bir ayakkabı ne de bir çarık vardı, karda yalınayak yürüyorlardı. Adamlardan birkaçı katırlara binmişti, yakından bakınca zavallıların soğuktan donmuş olduklarını gördüm. Kimileri yürüyüş esnasında ayak parmaklarını yitirmişti." (İletişim Yayınları, Sayfa 252)

 

Diyelim ki, yoksulluk hâlâ ailemizin bir ferdi. Peki, o günden bugüne ne değişti de, toplu bir akıl, hatta vicdan tutulmasının içine girdik? Sorumuz bu.

 

***

Şimdi, bir yere geldik. Kabul edelim ki, iyi bir yere gelmedik. Adeta, birbirimizi yanlış anlamaya şartlanmış gibiyiz. Ne söylersek söyleyelim, tartışma programlarındaki o sevimsiz klişeyle karşılaşıyoruz: "Bu şekilde hiçbir yere varamayız."

'Hangi şekilde varabiliriz' sorusunun ise ortak kabul görmüş bir cevabı henüz bulunamadı. Kimlik üzerinden yapılan tartışmalar ise bizi sadece nüfus müdürlüğüne götürmez. Şaka desek değil; 'vatan' kelimesi bile hamaset edebiyatı kapsamına girdi. Sanki vatan, sadece gazete veya bir şirket adıymış gibi.

Bugüne kadar yapılan yanlışların artık herkes farkında. Bunu, devlet ricali de yüksek sesle dile getiriyor.

Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler kitabında, Doktor Nazım'ı anlatırken şöyle der: "Hayatın her türlü zahmetlerine tahammül edebilir, lâkin kendi kanaatlerinden başka türlü kanaatlere tahammül edemezdi." (Yapı Kredi Yayınları, Sayfa 91)

 

Kesin bir şekilde biliyor ve söylüyoruz ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uzun süre, böyle bir zihniyet tarafından yönetilmiştir. Her türlü zahmete katlanılmış, fakat farklı görüşlere ve görünüşlere asla tahammül edilmemiştir. Bu zihniyetin veya tutumun açtığı yaralar, pansumanla kapanacak gibi de görünmüyor. Unutmayalım ki, yakın zamana kadar, çocuklara Furkan adının verilmesi de yasaktı veya mümkün değildi. Belli bir yaşın üzerinde olup da Furkan adını taşıyan kaç kişi gördünüz?

Kendi adıma, Nurettin Topçu'nun devlet anlayışını savunuyorum: "Otoriter ve adil." Abartılı bir şekilde otoriter olunmuş, buna karşılık hiç adil olunamamıştır. Bu adaletsizlik ve inkâr, sadece bir kesime yönelik değildir. Daha az veya daha çok, Anadolu'nun her köşesi, acıklı hikâyelerle doludur.

Bana kalırsa, asıl mesele, birbirimizi yeniden kazanmak değil, milli hafızamıza tekrardan kavuşmaktır. Çalışılması gereken yer, tam olarak burasıdır. (Milli hafıza meselesi, bir sonraki yazımızın konusu olsun.) Bir de şu var: "Kötü niyetliler suçlu arar, iyi niyetliler çözüm."

Nurettin Topçu, "Anadolu'nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmamıştır" der. Biz buna, 'içimizdeki yoksulluk' diyoruz. Yaşanan sorunların ve karşılıklı biçimsizliğin birinci nedeni, işte bu yoksulluktur. İçimizdeki yoksulluk, artık görünür bir hale gelmiştir. Sözünü ettiğimiz akıl ve vicdan tutulmasının kaynağı budur.

 

***

Bugün, ülkemiz, büyük ve yıkıcı bir kuşatmanın altındadır. Öte yandan, ilk kez böyle bir kuşatma altında olmadığımızı da biliyoruz. Mareşal Fevzi Çakmak'ın rakamlarına göre, Birinci Dünya Savaşı boyunca, Türk tarafına, 6.000.000 tam teçhizatlı düşman askeri saldırmış. O yıllardaki nüfusumuz ve ağır şartlar dikkate alınırsa, bundan daha korkuncu olamaz diye düşünüyorum. Dolayısıyla, aziz milletimiz ve mübarek vatanımız, inşallah, bu kuşatmadan da alnının akıyla kurtulacaktır. Toparlayacak olursak: Anadolu, Malazgirt'ten bu yana kader birliği yapanlar için gelinen son noktadır ve gidilecek, kalınacak başka yer yoktur. Dolayısıyla, çıkmaz sokağımızdır.

 

Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi Hazretleri, Ehl-i Sünnet İtikadı (Bedir Yayınları, 1988) isimli eserinde bir soru sorar ve cevabını yine kendisi verir. "Soru: Hangi ortaklar, isteseler de taksim yapamazlar? Cevap: Aynı çıkmaz sokağı kullanan komşular." (Sayfa 185)

Bunu da hatırlatmış olalım.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Herkes gider, şiir kalır

 

Şiir, bu milletin ve bu vatanın kurucu unsurlarından birisidir. Sadece Yunus Emre'ye bakmak bile bize çok şey söyleyecektir. İsmail Kara, "Yunus olmasıydı işimiz kötüydü" der. İsmet Özel, "Türk şiiri Yunus Emre'yle başladı ve Türkiye'de din, ilk hızını şiirle aldı" tespitinde bulunur. Bu da Süleyman Çobanoğlu'na ait: "Türkçe, Yunus Emre'nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir."

Etkisi her geçen gün artan Yunus Emre, o çok arzu ettiğimiz 'milli mutabakat' bahsinde de en öndedir. Bunu anlamak için, onunla ilgili kimlerin kitap çıkardığını bilmemiz yeterlidir. Şiirin, millet hayatımızdaki yerini sadece bugüne bakarak görme imkânımız olmadığı için, yazımıza Yunus Emre örneğiyle başladık.

 

"Osmanlıdan geriye ne kaldı" diye sormuşlardı da, şu cevabı vermiştim: 'Şairler, camiler ve padişahlar.' Birçok mühim padişahın divan sahibi olduğunu düşünürsek, işimiz daha da kolaylaşıyor: Şairler ve camiler. Yani, şiir ve din.

 

Türk şiirine bakarak, tarihimizi de rahatlıkla takip edebiliriz. Çanakkale'yi, Mütareke'yi, Büyük Taarruz'u ve nihayet İstiklal Harbi'ni tam manasıyla sadece şairler yazabilmiştir. Yahya Kemal'in 1918 başlıklı şiirini terazinin bir kefesine, Mütareke hakkında yazılan diğer bütün eserleri de öbür kefesine koyalım. Bakalım ne olacak? Bu topraklarda, düşünce de şiir ve şair üzerinden ilerler, ilerlemiştir. Namık Kemal'den Ziya Gökalp'e, Mehmet Akif'ten Necip Fazıl'a, Sezai Karakoç'tan İsmet Özel'e kadar bu böyledir. Birkaç istisna hariç, örneklerimiz ve öncülerimiz hep şairler olmuştur. Şiir, bir anlamda, geçidi beklemiştir. Şiir ve düşünce ise bir bütündür, birbirlerinden ayrılamazlar. Bir şair için, 'şiirleri iyi ama fikirleri sığ' diyemezsiniz. Şiirlerinin iyi olduğunu kabul ettiğiniz anda, fikri derinliğini de onaylamış olursunuz.

 

Son yıllarda, hayati meselelerin, özellikle şairlerden kaçırıldığına şahitlik ediyoruz. 'Onlar ne anlar' gibi bir yanlış bakış söz konusu. Siyasetçilerin tavrı da maalesef pek farklı değil. Konuşmalarını şiirle süslüyor, fakat o şiirlerin sahiplerine hiçbir konuda danışmıyorlar. Kültür politikalarında bile.

Güzel ve anlamlı bir örnekle yazımıza devam edelim. Birçok insana göre, Boğaziçi köprüsü, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli projesidir. Çünkü Osmanlının yapmak isteyip de yapamadığı bir şey başarılmıştır. 1973 yılı, daha yeni bir tarih olmasına rağmen, "köprünün açılışını hangi başbakan yapmıştır" sorusuna kaçımız doğru cevap verebiliriz. Bu soruyu, siyasetle yakından ilgilenen insanlara soralım; sonuç pek fazla değişmeyecektir. Buna karşılık, şiirle ilgilenmeyenler bile birçok şairin ismini rahatlıkla sayabilirler. Şiirle ilgilenenler ise yetmişli yılların vasat şairlerini dahi bilirler.

Demem o ki, sistem değişse de, 'kalanlar' değişmez, değişmeyecektir.

***

İslamcılık tartışmaları sırasında, bir köşe yazarımız, genelde edebiyatçıları, özelde ise şairleri suçlayıcı cümleler kurdu. Yazarımıza göre, İslamcı söylem, şairlerin (ve öykücülerin) inhisarı (tekeli) altındaydı. Bu ise İslamcılığın en büyük handikabı ve zaafı sayılmalıydı. Çünkü işin içine duygu karışıyordu; karışmamalıydı. Oysa Abbasi modelinde böyle değildi vs.

 

Konumuz şiir ve şair olduğu için soralım: Sezai Karakoç ve İsmet Özel'i çıkarırsak, son çeyrek yüzyıldan geriye ne kalır? Şunu da unutmayalım: Başka modeller ve tecrübeler elbette bizi ilgilendirir. Fakat insanlar gibi, toplumların da bir karakteri vardır. Yazımızda adı geçen bütün bu şairlerin 'bilgi' ve 'hikmet' sahibi olmadığını ise kimse iddia edemez. Bilgi ve hikmet olmazsa eğer, şiir, bir gençlik hevesinin ötesine geçemez.

 

Yazımızı, Hacı Hasan Efendi'nin Sohbetler kitabında yer alan bir hadis-i şerifle bitirelim: Şairlerin kalbi, Allah'ın hazinesidir.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir insanı tanımak

 

Dünyanın içinde, insan sayısı kadar dünya daha var. Bu dünyaların her biri soru işareti olarak karşımızda duruyor. Sözgelimi ağaçları tanırsınız; çiçek açar, meyve verir, yaprak dökerler. Peki, bir insanı tam manasıyla tanımak mümkün müdür? Yıllarca beraber olursunuz da, sonra öyle bir şey yapar ki, şaşırır kalırsınız. Yazık dersiniz, tanıyamamışım.

 

Biliyoruz ki, hiç kimse kendisini sonuna kadar saklayamaz. Bir gün, gerçek mizacını mutlaka ele verir. Sarımsağı gelin etmişler de, kırk gün kokusu çıkmamış. Devamı yok. Çok sayıda güzel insan tanıdım, fakat ne kadar tanıdım, işte orasını bilemiyorum. "Başkalarının derinliği" diye bir şey var. O sularda yüzüyor veya yüzmeye çalışıyor, lakin derinliğini göremiyorsunuz.

 

Orhan Okay, hocası Nurettin Topçu'yu anlatırken, "hiç olmazsa tanıyabildik mi" diye sorup devam eder: "Onda anlamakta güçlük çektiğimiz, yaklaşamadığımız bir taraf vardı." (Silik Fotoğraflar, Sayfa 25) Galiba böyle. Bir noktadan sonra, insana yaklaşmak pek mümkün olmuyor. Hele büyük insanlara, hiç.

 

Denilir ki, bu dünyanın en güzel iki kokusu, bebek ve eski kitap kokusudur. Bunlara, dost kokusunu da ilave etmek isterim. Sözgelimi, Muzaffer Serkan Aydın'la karşılaştığımız vakit, ondan gelen dost kokusunu hemen aldım. Bu kokuyu gördüm bile diyebilirim. Burada, belki de bir ilhamdan veya yüksek kaderden bahsediyoruz. Fakat çoğu zaman, hatta her zaman, işler ve ilişkiler bu denli kolay yürümüyor. Süheyl Ünver'den ödünç alarak, 'yüksek kader' deyişim bundan.

 

Dost kokusuna rağmen, Muzaffer Serkan Aydın'ı ne kadar tanıyorum, tanıyabildim? Elimde, ipucu olarak, sadece şu söz var: İnsan, taştan pek, gülden naziktir.

 

Bir insanla tanışmak, tanış olmak, hatta onu anlamak; o insanı tanımak anlamına gelir mi? Elbette gelmez.

 

Sufiler, "ilk hatır önemlidir" der. Şimdilerde buna, "izlenim" diyoruz. Dünyanın hatır üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, izlenim, bir anda anlamını yitiriyor. O ilk karşılaşmada, gözümüzün tutması, birinci şarttır. Göz tutar, gönül ısınır. Öte yandan, ilahi ölçü, kırkta birdir. Muhtemelen, kırk kişiyle tanışıyor, bir kişiyle dost oluyoruz. "Bir gül için bin dikene su vermek" gibi bir şeydir bu...

 

Sonuç itibariyle, dost da olsanız, kırk yıl birlikte de yaşasanız, bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz? Artık çözdüm, bütün hususiyetlerini biliyorum, diyebilir misiniz? Kendi adıma, evet, diyemem. Tanıdığımızı sandığımız kişiyi bazen tanımakta zorlanırız ya, aslında bu, bütün meselenin özüdür, özetidir.

 

Biz şehirliler, her sabah, sivri uçlu insanlar olarak evden çıkıyor ve akşama kadar birbirimizi acıtıp duruyoruz.

İnsan olmanın basit ve ince özellikleri bile, artık meziyet sayılıyor. Böyle bir devirden geçiyoruz. İnsan ilişkileri dahil, her şey doğal mecrasından, yani aslından uzaklaşıyor. Adeta, hep birlikte yalnızlık çekiyor; toplu bir burukluk yaşıyoruz. Hayatımıza her gün yeni insanlar giriyor ve hızla çıkıp gidiyorlar. Hesaplar ve hayatlar günübirlik olunca, öncelikler sıklıkla değişince, ilişkiler de uzun soluklu olamıyor. Bir insanla kalbî münasebet kurmak, neredeyse mucizelere kalmış görünüyor.

 

Yunus Emre, "Derya benim katremdir / Zerreler umman bana" diyor. İnsanın derinliğini yahut karmaşasını, bu dizelerden daha iyi ne anlatabilir?

 

Evet, insan kısım kısım, yer damar damar. İnsanları yakından tanıdıkça, kiminin altını, kiminin üstünü çizmek zorunda kalıyoruz. Aslına bakarsanız, 'yakından tanımak' da meseleyi çözmüyor. Birlikte olduklarımızla ilgili bunca şaşkınlığı, bunca üzüntüyü, onları yakından tanıdığımızı sandığımız için yaşıyoruz. Belki de bundan dolayı, hiç kimseyi yakından tanıdığımı iddia edemem, edemiyorum. Sadece kendimi tanımaya çalışıyorum. Henüz ciddi bir gelişme kaydettiğimi söyleyemem. Ne yazarsak yazalım, eksik kalıyor, yeterli olmuyor. Tesellim ise şu: İnsanları tanımak da ancak bu kadar olabiliyor.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Böyle konuşmamıştık

 

Fedakârlık, bütün güzel şeylerin temelidir. Fedakârlık ile ahmaklık bir tutulmaya başlanmışsa, o güzel hatır dahil, birçok şey yıkılır, bir daha da onarılamaz.

 

Bir de mesuliyet bahsi var. Biliyoruz ki, mesuliyet duygusu olmayanın hem mahcubiyet, hem de mensubiyet duygusu olmaz. Çünkü mesuliyet, 'imana dayanan bir duygudur.'

 

Mesuliyet hissiyle yaptığınız her fedakârlık, maalesef, sizi daha üzgün bir insan haline getiriyor. Nihayetinde, kararları, Berat Demirci'nin o eşsiz ifadesiyle söylersek; 'sıkışınca özgürlükçü, acıkınca toplumcu, zenginleşince serbest piyasacı, kendini gizlemesi gerekince millici' olanlar veriyor.

 

Çiğnenmiş bir vasiyet gibi üzgünken, 'şu saatten sonra ancak bir dilsizin sözüne itimat edebilirim' diye not ettiğimi hatırlıyorum. Fakat insanız ve itimat hususu, ihtiyaç listemizin en başında duruyor.

 

Öte yandan, gayesi yarına kalmak değil de bugün bir şey almak olanlardan anlayış bekliyorsunuz. Sizi bir tenhaya çekiyor ve 'suya sabuna dokunma' diye nasihat ediyorlar. Sormak istiyor, fakat soramıyoruz: Suya sabuna dokunmazsak, nasıl temiz kalabiliriz?

 

Onca insanın hayatıyla oynayıp da hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edenlere bir bakın. Yüzlerinde herhangi bir mahcubiyet ifadesi görebiliyor musunuz?

 

'Dünyalık karşısında değişmelerine rağmen, hâlâ dünyayı değiştirme iddiası içindeler' ve gerçekten de acınacak haldeler.

 

Cahit Okurer, kırk sene evvel, 'içinde ahlaki bir nizam tesis edemeyen insanda samimiyet aramak beyhudedir' demiş. Böyleyseniz eğer, bir hafta önce kara dediğinize bugün ak diyebiliyorsunuz.

 

Bu arada, olan, fedakâr insanlara, dava delisi Kerimlere, mesuliyet gömleği giymiş kolsuz mücahitlere oluyor. Yani, 'çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam' diyenlere.

 

 

* * *

Edebiyat, büyük oranda, yerini bulma hadisesidir. Aynı şey, siyaset dahil, hayatın her alanı için geçerlidir. Yerinizi bulamadığınız vakit, söyledikleriniz bile, doğru dahi olsa, yersiz oluyor.

 

Tesellimiz ise Hüsrev Hatemi'nin şu sözü: 'İnci ve kıymetli taşın değerini herkes bilebilir. Fakat insanın değerini ancak insan olan bilir.'

 

Unutmayalım ki, sadece insanın acısı değil, acımasızlığı da üzüntü vericidir.

 

Nasıl bakarsak, öyle görürüz. Örneğin, menfaat penceresinden bakan, herkesi menfaatçi olarak görür. Hangi pencereden baktığımızı anlamak için bir soru: 'Kendini kurtarmak' deyince, aklımıza ilk olarak maneviyat mı geliyor, yoksa maddiyat mı?

 

Belki de bundan dolayı, sadece işlerimizin değil, ilişkilerimizin de bereketi kalmadı. En muhterem insanların bile çevresi sürekli değişiyor. Adeta toplu bir 'çevre felaketi' yaşıyoruz.

 

Evet, davaların, hatta yardımlaşmanın bile sektöre dönüştüğü günlerden geçiyoruz. Sühreverdi, 'hizmet önemlidir, hizmette edep daha önemlidir' der. Gelin görün ki, herkes meyve ağacına hizmet etme telaşı içinde. Diğer ağaçlara dönüp bakan yok. Kırılmışsın, etmişsin, kimin umrunda...

 

Jean Paul Sartre, 'insanlar, yalnızca yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludurlar' diyor. Bunu da hatırlatmış olalım.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ötesini söylemeyeceğim

 

Selam, selamet demektir. Gecenin bir yarısında, sokakta yürürken, tanımadığınız bir insanın size selam vermesi yahut selamınızı alması, güvende olduğunuzun işaretidir. Hemen rahatlar, kendinizi emniyette hissedersiniz. Gece için bu böyledir. Fakat gündelik hayatta, iş ortamlarında vs, selamı veren de, alan da, ilginçtir, birbirine itimat etmiyor, edemiyor. Galiba ortak bir 'güven bunalımı' yaşıyoruz.

 

İki insan karşılıklı olarak konuşabilir, dertleşebilir, iş yapabilir, kavga edebilir; fakat namaz kılamaz. Namazın kılınması için, birinin diğerine sırtını dönmesi icap eder. Böyle bir şeyin birinci şartı ise itimattır. Tekrar ve tekrar hatırlatalım: İtimat, itikattan önce gelir. Sıralama, güvenmek ve inanmak şeklindedir.

Benden mi kaynaklanıyor, bilmiyorum. Bildiğim, son yıllarda, itimat ettiğim insan sayısında ciddi bir azalma olduğudur. Oysa 'mümin güven yurdudur' ve her mümine itimat etmemiz gerekir. Fakat edemiyoruz.

 

İtimat etmediğimiz veya ettiğimize pişman olduğumuz bir kimseye saygı da duyamayız. Tersi de doğrudur: İnsan, saygı duymadığına itimat da edemez.

Mehmet Kaplan, 'Saygı, insanlar arasında maddi ve manevi bir uzaklığı gerektirir' diyor. Kaplan'a göre, iç içe yaşayan insanlardan, özellikle şehirlilerden, saygı adına pek bir şey beklenemez.

 

Doğru söze ne denir? İlla bir şey diyeceksek, şunu söyleyelim: Mütedeyyin camiada her şey iç içe girince, saygı da sessiz sedasız ortalıktan çekildi.

Görünen o ki, bu yakınlıktan yahut karmaşadan, itimat bahsi de fazlasıyla payını aldı. Dünyevî konularda birbirimize o kadar yaklaştık ki, karşılıklı olarak, kusurlarımızı, zaaflarımızı, hırslarımızı falan görmeye başladık. Gördükçe de, en yakın arkadaşlarımıza bile itimat edemez hale geldik. Bu arada, safları sıklaştırmak uyarısının konumuzla bir ilgisinin olmadığını da belirtelim. Çünkü burada, omuz vermekten değil, omuz atmaktan bahsediyoruz.

 

Bu, meselenin yalnızca bir yönü. Bir de şu var: Özellikle son yıllarda, herkes kendisine dikkat kesilmiş görünüyor. Sosyal medyaya, siyaset sahnesine yahut edebiyat dünyasına biraz dikkatli bakarsak, gidişatı rahatlıkla görebiliriz. Önceliği kendimize verirsek eğer, diğer insanlar pek umrumuzda olmaz. Böylece, itimat telkin etmeyen biri olup çıkarız. Konuyu açmak adına başka örnekler de verebiliriz. Vermeyelim. Sonuç olarak; itimat ve saygı duvarı yıkılınca, insana mahsus birçok incelik de o duvarın altında kalıyor.

 

Bana kalırsa, bu inceliklerden biri, hatta birincisi, itimatla neredeyse aynı anlama gelen emanet bahsidir. Emanet dairesi, canımızdan başlar ve tabiatın son dalına kadar devam eder. Özetle; hepimiz, hak ve hukukumuzla beraber, birbirimize emanetiz. Peki, bize emanet edilen sözleri, mahrem şeyleri, dahası kardeşlerimizi ve onların haklarını, doğru ve dürüst bir şekilde koruyabiliyor muyuz? Bir soru daha: Neden kimse kimseyle dertleşemiyor? Peygamber Efendimiz, 'emaneti, sana güvenen kimseye teslim et' buyurmuşlardır. Farkındaysanız, bir anda işin rengi değişti. Şimdi biraz düşünelim: Çevremizde, tam manasıyla bize itimat eden, edebilecek olan kaç insan var? Bu duyguyu yahut teminatı onlara verebilmiş miyiz? Belki de veremediğimiz için, emaneti, yani sözümüzü, derdimizi, mahremimizi, hatta yetkimizi teslim edecek birilerini bulmakta zorlanıyoruz.

 

Özetin özeti: Esas sorun, başkalarından değil, bizden kaynaklanıyor. Toparlayalım: Asıl mesele, itimat edecek bir insan bulmaktan ziyade, itimat edilecek bir insan olmaya çalışmaktır. Kısaca, budur.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İsmet Özel, daima...

 

İsmet Özel'le ilgili ne zaman yazı yazmaya niyetlensem, aklıma şu dizesi geliyor: 'Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor.'

Dağlarca'ya göre, milletler, büyük evlatlarıyla nefes alırlar. İsmet Özel, bizim için, o büyük evlatlardan biridir, birincisidir. Çeyrek yüzyıldır sesimiz ve soluğumuz olmuştur.

 

İsmet Özel, herkes için beklenmedik bir şeydir. Etkisi o kadar güçlü olmuştur ki, farklı alanlardan birçok isim bile bu etkiden nasibini almıştır. Sözgelimi Hasan Aycın, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der: 'Çizgiye İsmet Özel'le karşılaşmamla başlamadım; çizgimin kimliği onunla karşılaşmamdan sonra oluşmaya başladı. Eğer karşılaşmasaydım, belki yoz bir çizgiyi sürdürüyor olacaktım, belki de çoktan bırakmış olurdum.'

 

Karşımızda, 'titizlik ahlakın ta kendisidir' diyen bir şair var. Sadece işlerinde değil, ilişkilerinde de titiz olan bir şair. Bu titizlik, doğrusu, onu biraz daha yalnız kılmıştır. Tabii şu satırların da altını çizmek gerekiyor: 'Mekânımız piyasadır. İnsanlar dost değildir. Hayatta hiç kimsenin akrabası kalmamıştır. İnsan kılığında gördüklerimizin hepsi müşteridirler.' (Henry Sen Neden Buradasın?)

 

Nurettin Topçu, 'öğrenmek zekânın, yapmak ahlakın işidir' der. İsmet Özel de zekâ ve ahlakı, yani meziyet ve şahsiyeti bir bütün olarak görür. Öte yandan, 'kendi başına bir şeyler başaramazsan, başkalarıyla da işe yaramazsın' uyarısında bulunma ihtiyacı hisseder.

Yeri gelmişken şunu da hatırlatmak isterim: Her iki isim de, 'büyük ahlak' sahibidir.

* * *

İsmet Özel'in karşısına ilk olarak 1989 senesinde çıkmıştım. Sadece iyi bir okuyucusu olmaya çalıştım. Tanpınar'ın dediği gibi: 'Sanatın başladığı yerde her şey susar ve hürmetle el bağlar.' O günden bu yana, birçok sözüne ve tavrına şahitlik ettim. Bazen yakından, bazen uzaktan. Siyasi konular dahil, yanıldığını hatırlamıyorum. Örnek veremediğim için, sadece şu dizesini mırıldanmak istiyorum: 'Sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde.'

Örnek vermeyeceğim. Fakat bir insanlık dersini de anlatmadan geçmek istemem.

 

Bir proje vardı: İsmet Özel'le ilgili olumlu yazı yazıp da daha sonra olumsuz yazı yazanların tespit edilmesi ve bu yazıların karşılıklı sayfalarda yayınlanması. İsim, tarih ve yer. Cevabı kesin ve keskin oldu: 'Bir ayıbı ortaya çıkarmak da ayıptır.'

 

* * *

İsmet Özel, 'sahicilik arayışı' da diyebileceğimiz büyük bir mücadelenin adıdır. Ona göre, hayat, tasarruf edilemez; sarf veya israf edilir.

Beş sene evvel kurulan İstiklal Marşı Derneği, hem bu sahicilik arayışının bir sonucudur, hem de vatan savunmasının bir diğer adıdır. Çünkü derneğin kuruluş gerekçesi, Türkiye'nin varlığının tehlike altında görülmesidir. İstiklal Marşı, aslına bakarsanız, İsmet Özel'in ilk günden beri 'olduğu yer'dir. Onun sözleriyle söyleyecek olursak: 'Kendi tavsiyeme uyacağım ve olduğum yerden başlayacağım. Olduğum yer, öldüğüm yerdir. Buna isterseniz uğruna ölümü göze aldığım yer de diyebilirsiniz.'

 

İstiklal Marşı demişken, Türklük bahsiyle ilgili de birkaç şey söylemek gerekiyor. Arayan, fakat bulmaya niyeti olmayan insanlar haline geldik. Sanki birbirimizi anlamaya değil, anlamamaya çalışıyoruz. İsmet Özel, Türklükten kastının ne olduğunu tartışmasız bir şekilde ifade etmiştir: 'Türk hayatı, İslâm hayatıdır. Biz, milli varlığımız başta olmak üzere, her şeyimizi İslam'a borçluyuz.' Yıllar evvel, Neyi Kaybettiğini Hatırla derken de, bundan farklı bir şey söylemiyordu.

 

Son noktayı, Suut Kemal Yetkin'in 1963 tarihli bir yazısıyla koyalım: 'Bir zamanlar Yahya Kemal'e saldıranların bugün adlarını bile hatırlayan yok. Bunlar hâlâ yaşıyor mu, bilmiyoruz. Ama Yahya Kemal yaşıyor. Bütün bunlar, bir sanat ve edebiyat buhranı karşısında değil, bir ahlak buhranı karşısında bulunduğumuzu gösteriyor.' Evet, bu hâlâ böyledir.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İsmet Özel hakkında son günlerde pek çok yazı okuyoruz ve yine güzel bir anlatım İbrahim Tenekeci varolasın ,seviyoruz İsmet Özel'i ,

 

tamda dediği gibi İbrahim Ağabeyin son nokta çok iyiydi .

 

 

'' Son noktayı, Suut Kemal Yetkin'in 1963 tarihli bir yazısıyla koyalım: 'Bir zamanlar Yahya Kemal'e saldıranların bugün adlarını bile hatırlayan yok. Bunlar hâlâ yaşıyor mu, bilmiyoruz. Ama Yahya Kemal yaşıyor. Bütün bunlar, bir sanat ve edebiyat buhranı karşısında değil, bir ahlak buhranı karşısında bulunduğumuzu gösteriyor.''

Evet, bu hâlâ böyledir.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Güzel insanlar ikiside. Ama İsmet Özel anlaşılmamak için mi konuşuyor bazen bunu anlayamıyorum açıkcası. Ama ne olursa olsun düzgün ve bir derdi olan insanlar. Buda yeterli bence. Allah razı olsun...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geçtim dünya üzerinden...

 

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir isimli eserinde, 'Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler, ona mutlaka türkülerden gitmelidirler' diyor. Tanpınar, kendi ifadesiyle söyleyecek olursak; İç Anadolu türküleriyle ilk defa seferberlik içinde, yani 1916 yılının yaz sonunda karşılaşmış.

 

Seferberlik deyince, aklıma iki şey birden geliyor: Türküler ve Yahya Kemal'in 24 Mayıs 1921 tarihli 'Eğil Dağlar' başlıklı yazısı.

 

Eğil Dağlar türküsü, 1897 Türk-Yunan Harbi'nde neredeyse marş olarak kullanılmış. Bunu biliyoruz. Gerisini Yahya Kemal'den okuyalım: 'Yirmi dört sene evvel ilk çıktığı zaman vatanın bütün sokaklarında, Tesalya'ya doğru redif taşıyan Anadolu ve Rumeli trenlerinde yalnız bu türkü işitiliyordu: 'Eğil dağlar eğil üstünden aşam / Yeni talim çıkmış varam alışam!' O harbin redifleri bu türküyü geçtikleri bütün şehirlere bıraktılar.'

 

Seferberlik (harp zamanı) türkülerinin bizdeki yeri elbette ayrıdır. Milletimizin yazdığı veya yaktığı tarih, adeta, bu türküler üzerinden ilerler. Mesela Yemen'i bu kadar dokunaklı ve unutulmaz kılan, orada yaşananların yanı sıra, türküsüdür de. Yemen türküsü olmasaydı, yaşananlar, bu kadar sıcak bir şekilde günümüze ulaşabilir miydi? Sanmıyorum. Unutmayalım ki, birçok başka cephede daha büyük kayıplar verilmiştir. Bir de Çanakkale türküsü var. Orada olan biteni kitaplar dolusu yazsanız, bu türkü kadar etkili olmaz. Seferberlik yıllarının sadece türküleri değil, ninnileri de acı doludur. Bir örnek: 'Uyu yavrum, yine sabah oluyor / Şehit baban gelmiş camdan bakıyor / Yarasından kızıl kanlar akıyor / Sen ağlama, ben ağlayayım, nenni.' (Bu ninninin başka versiyonları da vardır.)

Gündüz Aktan, 'yasımızı tutamamış bir milletiz' der. Bana kalırsa, o büyük yas, türkülerle, ninnilerle tutulmuştur.

* * *

Bir kültür politikası olarak, belli bir tarihe kadar, türküye ve türkücülere örtülü bir sansürün uygulandığını biliyoruz. En mühim âşıklar bile, bir küçük görme ifadesi olarak, 'mahalli sanatçı' diye takdim edilmişlerdir. Sonuçta, her şey aslına döner, dönmüştür. 'Bugün ağam sudan soğuk bakıyor' gibi muazzam bir güzelliğin üstünü örtmeye kimin gücü yetebilir? Bir de buna bakın: 'Felek çakmağını üstüme çaktı.' Öte yandan, zaman, sadece onarmıyor, bazen de bozuyor. Sözgelimi seferberlik zamanında yazılan ve aslında ağıt olan bir türkü, bazılarının elinde 'oynak bir parça'ya dönüşebiliyor. Yani, bir neslin ağladığına, bir başka nesil gülebiliyor.

'Çıkayım dağlara kurt yesin beni' diye sevgilisine sitem eden âşık gidiyor; yerine, 'Allah belanı versin, Allah seni kahretsin' diye beddua eden bilmem ne gelebiliyor.'Ben ahlakın beğendim, cemalinde gözüm yok' inceliği, yerini, '90 60 90 vücudum var' kabalığına bırakabiliyor.

 

Sonuçta, bütün bu gariplikler gidecek, incelikli ve derinlikli olanlar kalacaktır.

* * *

Neşet Ertaş, işte bu inceliklerimizden biriydi. Abdullah Papur, Aşık Mahsuni Şerif, Muhlis Akarsu gibi türkücüleri severek dinleyen biriyim. İçli bir hatıra olarak, Karslı Murat Çobanoğlu'nu yüzünden dinleme imkânım oldu. Fakat Neşet Ertaş hepsinden başkaydı. Kırklar dergisini çıkarırken, bozlak özel sayısı yapmıştık. Yıl 2001.

Bozlak için, 'bozkırdan yükselen ses' tanımını kullandık. Bu vesileyle, Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan, Neşet Ertaş gibi bozlak ustalarını daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. O özel sayıdan sonra, 'yaşayan son büyük bozlak ustası' olan Neşet Ertaş'ı daha dikkatli takip etmeye çalıştım. Can kulağıyla dinlemek gibi bir şeydi bu.

Onu ne zaman görsem, beraberinde, Cihan Aktaş'ın şu kitap ismini hatırlıyordum: Acı Çekmiş Yüzünde. Karşımızda, 'Ben fazla kelime bilmem. Bilmem azdan çok anlar mısınız' diyen bir abdal vardı.

 

Hikmet ehliydi. Dünyayı 'gurbet hayatı' olarak görüyordu. Bu yüzden, dünyaya ait hiçbir şeye tenezzül etmedi. Türkülerine bile sahip çıkmadı. Şu sözler ona aittir: 'Dikkat ediyorsanız, hiçbir türkünün içinde adım, soyadım yok benim. Babam da aynıdır. Hiçbir türküsüne sahip çıkmamıştır. Benim dememiştir.'

 

Mütevazıydı. Sanatını ve gayretini, Dadaloğlu ve Köroğlu'nun yazdıklarını havalandırmaya çalışmak olarak nitelendiriyordu. Kusurları örten bir üslubu tercih etmesi, onu kıymetli kılan güzelliklerden yalnızca bir tanesiydi. Diyebilirim ki, Sezai Karakoç'un 1953 yılında yazdığı 'Biz mahcup ve onurlu çocuklarız' dizesi, en çok ona yakışıyordu.

'Gönlümüzün hizmetçisini' kaybettik. Mekânı cennet olsun.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Açıklayabilirim

 

Dikkat ettiniz mi, bilmiyorum. Ben ettim. Son zamanlarda, sağduyu çağrıları bile öfkeli bir ses tonuyla yapılıyor. Adeta herkes herkesin gücüne gidiyor. Söz söylemek yerine, laf yetiştirmenin telaşı içindeyiz. En hayati konularda bile hemfikir olma ihtimalimiz neredeyse sıfır. Bakınız: Doğu Anadolu, Suriye ve yeni anayasa meseleleri. Revaçta olan, haddini bilmek değil, haddini bildirmek. Sen benim kim olduğumu biliyor musun diyenlerin sayısında ciddi bir artış var.

 

Özetle; karşılıklı olarak, birbirimizi anlamaya değil, anlamamaya çalışıyoruz. Hatta bunun için özel çaba sarfettiğimiz bile söylenebilir.

Dolayısıyla, hem anlamıyor hem anlatamıyoruz.

* * *

Doğrudur. Anlam; zamana, mekâna ve insana göre değişebilir. Mesela bir antikacıya girip 'yeni bir şey var mı' diye sormak ile bir bilgisayar firmasına girip 'yeni bir şey var mı' diye sormak arasında en az yüz senelik fark vardır. 'Gördüğünü çalmak' ifadesini bir hakem için kullanırsak, onun adına iyi bir şey söylemiş oluruz. Bu söz, o hakemin namuslu bir insan olduğuna işaret eder. Aynı sözü sabıkalı bir kimse için söylediğimizde ise işin rengi değişir.

 

Çoğu zaman, haller de böyledir. Bir âlimin rüyasında kıtlık görmesi ile bir fakirin görmesi aynı şeyi söylemez. Fakat burada, daha çok, durumlardan bahsediyoruz. İsmet Özel, 'yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir' diyor. İşte bu durumdan! Birbirimizi anlamamakta ısrar ettiğimiz için, hiçbir yere varamıyor, yıllardır yerimizde sayıyoruz. Hemen ilave edelim: Maddiyat bahsi hariç!

* * *

Yazılar yazıyor, sözler söylüyoruz. Kabul ediyorum; belirleyici olan, senin ne anlattığın değil, karşındakinin ne anladığıdır. Çünkü herkes anladığı kadardır. İtirazım şuna: Satırları değil de satır aralarını okumaya çalışanların sayısı her geçen gün artıyor. Metinlerin değil, niyetlerin peşindeyiz. Buna, 'öğrenmek yerine, açık aramak' da diyebiliriz. Tartışma programlarına bir bakın. 'Bu şekilde hiçbir yere varamayız' sözü, neredeyse kural olmuş. Sanki başka şekilde varacaklar. 'Anladık ve aldık' diyenler bile, mutlaka şerh düşme ihtiyacı hissediyorlar.

 

Tamam da... En hassas konular dahi, mesela dini meseleler, 'bu iş bakış açısına göre değişir' denilerek yorumlanıyor. Bu, 'anlam karmaşası'nın da ötesinde bir şeydir. Unutmayalım ki, 'herkesin doğrusu kendine' dediğimiz vakit, yanlışları çoğaltmaktan başka bir iş yapmış olmayız.

* * *

Anlamak yahut anlayış göstermek, maalesef, uzak bir hatıraya dönüşmüş görünüyor. Bana hep 'anlamlı' gelmiştir: Mustafa Özel yönetiminde çıkan Anlayış dergisi vardı. Ülkemizin en seçkin, en derinlikli dergilerinden biriydi; hatta alanının birincisiydi. Kapanmak zorunda kaldı. Çünkü hitap edilen 'kitle'nin hassasiyetleri yerinden oynamış, öncelikleri değişmişti. Örneğin, ne söylerseniz söyleyin, kimse üzerine alınmıyor. Ne anlattığınızdan çok, hangi kurumu veya kişiyi ima ettiğiniz, daha çok merak ediliyor. Belki de bu yüzden, konuşan kişi, sıklıkla, 'bilmem anlatabildim mi' diye sormak zorunda kalıyor. Bana öyle geliyor ki, anlaşılmak, hiç bu kadar kıymetli olmamıştı.

 

Tesellimiz ise Sezai Karakoç'un şu dizesi olsun: 'İnsandan insana şükür ki fark var.' Dikkat ederseniz, iyi ki demiyor, şükrediyor.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kâğıda, kaleme ve kitaba yürümek...

 

'Müfredata 'kâğıt ve kalem bilgisi' diye bir dersin konulacağı günler de gelecektir.'

 

Öğretmen arkadaşlarımızdan Ahmet Edip Başaran'ın bu cümlesini okuyunca, ister istemez, kâğıt ve kalem üzerine düşünmeye başladım.

 

Çok önceden, şunu yazmıştım: Her birimiz, 'rahatı kaçan ağaç' gibiyiz. 'Nereye gidelim, sıkıntımızdan' diyor ve kâğıda, kaleme, kitaba yürüyoruz.

 

Bugün için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Galiba hayır. Klavyeye yürümek, maalesef, daha kestirme bir yol gibi görünüyor. Bu da bizi, Süreyya Berfe'nin şu dizelerine götürüyor: 'Kâğıtlara ayıp / Kalemlere günah.'

 

Yakın tarihe kadar, sadece talebelerin değil, şair ve yazarların da ciddi kırtasiye masrafı olurdu. Güzel yazı defterleri, iyi kalemler, kaliteli mürekkepler ve mektuplaşmalar...

 

Bilgisayar kullanımı yaygınlaştıktan sonra, edebiyatçılardan müsvedde çıkmaz oldu. Arşivcilik açısından, hatta edebiyat tarihi bakımından, büyük bir kayıp bu.

 

Kırklar dergisini yayına hazırlarken, şair ve yazarlardan mektuplar gelirdi. O yıllardan geriye, hatıra olarak, Alâeddin Özdenören'den Nazir Akalın'a kadar çok sayıda edebiyatçının el yazması kaldı.

 

Şimdi İtibar'ı çıkarıyoruz. Sadece e-mail geliyor.

 

Yetmiş yaşını geride bırakmış bir pul tüccarıyla söyleşi yapmıştım. Özetle, şunları söylemişti: 'Mektubun yerini elektronik posta, cep telefonu mesajı gibi şeyler alınca, pullar da sessiz sedasız bir şekilde hayatımızdan çekildi. Yeni nesiller, neredeyse pul görmeden büyüyor. Bu yüzden, pul koleksiyonculuğu bitme noktasına geldi.'

 

Mecburi kullanımlar dışında, kâğıt ve kalem, mektup gibi, günlük hayatımızdan hızla çekiliyor. Notlar bile artık başka türlü alınıyor.

 

Bazen, bir topluluğun içinde kalem arıyorsunuz da, bulamıyorsunuz.

 

 

* * *

Otuzlu, kırklı yıllarda doğmuş birçok edebiyatçıyla tanışma, çalışma imkânım oldu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kâğıt ve kalem sevgisi, birinci ortak yönleriydi.

 

Bu sevginin kaynağı, bana öyle geliyor ki, yazının kutsiyetine olan inançtı.

 

Hep anlatılır: Kâğıt oradan geliyor diye, İmam-ı Azam Hazretleri, Mısır'a doğru ayaklarını uzatmazmış.

 

Ve Kalem Sûresi. O sûrede, kalem üzerine yemin edilir.

 

Hattatlar, işte bundan ve bundan dolayı, kamış kalemlerini yonttukları vakit, çıkan talaşı yere atmazlarmış. Devamını tırnak içinde verelim: 'Hattatlar, açtıkları kalemlerinin talaşlarını saklarlardı. Öldüklerinde cenazeleri için kullanılacak suyun onlarla ısıtılması için.'

 

Bilgisayara, akıllı tahtalara, birtakım projelere vs elbette itirazım yok. Sadece şunu söylemek istiyorum: Kâğıt ve kalem, daha insanî, daha bizden.

 

Yeni bir bilgisayar alınca, büyük bir merakla, hemen onu kurcalamaya başlarsınız. Kâğıt ve kalem ise öyle değildir. Alırsınız ve bir müddet kullanmaya kıyamazsınız.

 

Böyle birçok örnek verebilirim. Mesela kalemin koleksiyonu olur, elektronik cihazların ise modası.

 

Hiç unutmuyorum; Süleyman Çobanoğlu, sadece şiir yazmam için dolmakalem hediye etmişti. O kalem, yol arkadaşım oldu. Bilgisayar hediye etseydi, bu kadar kıymetli ve kalıcı olmazdı.

 

 

* * *

Kitap bahsine de kısaca değinelim.

 

Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles H. Duell'ün, 1895 yılında, mucit adaylarına şu sözü söylediği rivayet edilir: 'Boşuna uğraşmayın, her şey icat edildi, artık icat edilecek bir şey kalmadı.'

 

Sevgili yayıncım, e-kitap meselesini açınca, doğrusu, ne diyeceğimi bilemedim. Daire başkanının sözü ise sonradan aklıma geldi.

 

Varını yoğunu nadir ve imzalı kitaplara yatırmış biri için, e-kitap, fena halde can sıkıcı bir icat.

 

E-kitaplarla bir kütüphane kurmak nasıl mümkün olacak?

 

Kitapların o güzelim kokusu, albenisi, hatırası; bunları söylemiyorum bile.

 

Haberlere göre, ülkemiz, 'kitap üretimi'nde dünya on üçüncüsü olmuş. Üretimin karşılığı tüketimdir. Buradan yola çıkarsak, eserlere değil, raf ömrü olan nesnelere varırız.

 

Evet, bir yanda devasa boyutlara ulaşan yayıncılık sektörü, bir yanda da sayıları her geçen gün azalan sahaflar...

 

Bütün bu çelişkiler, başka bir yazımızın konusu olsun.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

  • Herkes bir parçamı alıyor hatıra diye... Çöpçü çöpümü,dünya vaktimi ve ölüm beni...

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nerede o eski insanlar?

 

Söz tükenir, konuşma başlar. Bayramdaki yoğun mesaj trafiğine bakacak olursak, konuşacak fazla bir şeyimiz de kalmamış.Üç yıldır, neredeyse her gün, Yahya Kemal'in şu dizesini mırıldanıyorum: 'İnsanlar anlaşıldı. Cihânın da sırrı yok.' Unutmadan; 'Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını' dizesi de aynı şiirde geçiyor. Son zamanlarda, ancak evde veya tenha bir yerde kendimi güvende hissedebiliyorum. Eskiden, yanlarındayken güvende olduğum ağabeyler ve kardeşler vardı. Üzülerek söylemeliyim ki, her geçen gün azalıyorlar.

İnsanların hesap makinesi gibi ortalıkta dolaştığı bir dünyada, 'yakın çevre' deyince, artık aklıma kuş, çiçek, çocuk, ağaç, kitap gibi şeyler geliyor. Bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum. Peki, insan nerede? Hepimiz birden nereye gittik?

***

 

Peygamber Efendimiz'in özelliklerini okurken, şu cümle dikkatimi çekmiş ve hemen altını çizmiştim: 'Sıradan değildi, fakat sıradan insanlar gibi yaşardı.' 'Biz insanın dışına bakmayız' diyen Esad Coşan hocamızı da yeri gelmişken anmak isterim. Rahmetli Nusret Özcan'ı hatırlıyorum. Tam da bu şekilde yaşadı ve öldü. İnsaniyet namına. Şahitlik ederim ki, hakkaniyet ve hatır, nezaket ve merhamet üzerine oldu. 'Heyecan ticareti' yapmadı. Emanet ve insaf ehliydi.

Bir de Mahmut Bekkine Ağabey var. Vefat ettiği vakit, özel eşyaları ve diğerleri, küçük bir poşetin içine ancak sığmıştı. 'Kendine ait' bir mezarı bile olmadı. Mehmet Akif'in dediği gibi: Sessiz yaşadım; kim, beni, nereden bilecektir? Şimdi böyle mi? 'İyi görünmek, iyi olmaktan daha fazla önemsenir oldu' diyen İbrahim Paşalı ne kadar haklı.

 

Devamını getireyim: Ambalaj, içindekinden değerli. Hal böyleyken, ikili ilişkilerden bile hoş olmayan kokuların yükselmesi normal. Bir başkasını üzmek veya utandırmak için plan yapan kişilerin varlığına artık şaşırmamalı. Öyle ki, yüzlerce insanı mağdur ve mahcup eden biri, 'süreç insanî ilerliyor' diye açıklama yapabiliyor. Yazık.

 

Murat Sözer'in o harika tespitiyle söylersek; insanlar, diğer insanları, ancak kendi menfaatlerine uyacak kadarıyla anlıyor. Verdiğimiz ve vermediğimiz örnekler gösteriyor ki, neyi kaybettiğimizi hatırlamak dahi istemiyoruz. Ayrıca aramıyor, arıyormuş gibi yapıyoruz.

***

 

Kabul ediyorum, insanın hayatını istekler değil, mecburiyetler şekillendirir. Ve mecburiyetin elleri değil, ayakları vardır. Soralım: Mecburiyet nasıl bir şeydir? Şöyle düşünün: Birbirinden kıymetli ve ustalıklı tespih koleksiyonunuz var. Öte yandan, elleriniz tutmuyor veya yok. Bu örnek, 'aradığımız' şeyi tam olarak karşılıyor mu, bilmiyorum. Bildiğim, mecburiyetin ellerinin olmadığı.

 

Bununla beraber, şunu da daima aklımda tutuyorum: Bazen, yanlışı bile, doğru bildiğimiz için yaparız, yapıyoruz. 'İyi niyetli insanlar asla işin içinden çıkamazlar' sözünün de farkındayım. Fakat bütün bunlar, tam manasıyla mazeretimiz olamaz. Çünkü burada, birkaç kişiden değil, düzenini kurmuş bir düzensizlikten, hatta kendisi olmaya yanaşmayan insanlardan bahsediyoruz. Bir ve beraber olmak, aynı kalıba girmek değildir. Sırayı bozmadan da sıra dışı işler yapabiliriz.

 

İtirazım şuna: Farklı görünmek yahut olmak adına, en büyük farkımızı gözden çıkarıyoruz. İnsanlığımızı. Türkümüz 'ben bir insan olmaya geldim' diyor. Evet, dünyaya insan olarak geliyor yahut gönderiliyoruz. Asıl mesele, 'insan kalmak'tır diye düşünüyorum. Bir de şu: Bir insanı kıymetli yapan, kıymet vermediği şeylerdir.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şimdi uzaklardasın

 

Kıymeti sonradan anlaşılan şeyler, derin bir üzüntüyü de beraberinde getiriyor. Nusret Özcan gibi. Vefatından (22 Haziran 2007) beş yıl sonra, rahmetliyi anlamak ve anlatmak ne derece mümkün? Bir iç kanama gibi sessiz ve derinden giden bir şeyi kelimelerle nasıl ifade edebiliriz? Nusret Ağabeyin her hali, benim için bir ilham kaynağıydı. Evet, öyleydi. Sözgelimi kendisi bir haksızlığa uğramışsa susar; başkası uğramışsa, hemen tepkisini ortaya koyardı.

 

'Çimenler gibi ezik, Ali gibi yürekli.'

Ancak düşmüş birini kaldırmak için eğilirdi.

 

Basın sektöründe uzun yıllar çalışmasına rağmen, kasaya değil, hep kapıya yakın oldu. 'Yükselen değerlere' değil, geride kalanlara hürmet etti. Çünkü vefa ehliydi. Belki de bundan dolayı, emeğinin karşılığını hiçbir zaman alamadı, hak ettiği değeri asla görmedi. Tam da burada, şunu diyelim: İnsanın yerini bulması zordur, fakat Hak, her daim yerini bulur.

***

 

Nusret Ağabey, namazın beş vakit, ahlakın ise yirmi dört saat farz olduğunu bilenlerdendi.Güzel ahlak sahibiydi. Her hali, bize şunu söylüyordu: 'Öyle bir kazanın ki, kimseyi yenmiş olmayın.' Kazanmak derken, dünyada kalacak, kalbimize eziyet edecek şeylerden bahsetmiyoruz. Bakınız: Gönül kazanmak, dua almak... Cebindeki paranın hepsini bir çocuğa yahut ihtiyaç sahibine verebiliyordu. Kendisine yol parası bile ayırmadığı olurdu. Değil mi? Dünyayı kurtarmak istiyorsan, önce dünyanın 'ağırlıklarından' kurtulmalısın. Özelliklerinden biri de, maddi değeri olmayan şeylere ilgi duymasıydı. Mesela taş biriktiriyordu. Gittiğim yerlerden ona renkli taşlar getirirdim. 'Ağabey, bu taş Göynüklü, bu taş Geyveli.'

 

Çocuk gibi sevinir, gözlerimin içine bakarak 'İbrahim' diye başlayan içli cümleler kurardı. Bir diğer önemli özelliği de, meziyet ve şahsiyet sahibi gençleri koruyup kollamasıydı. Kiminde yetenek vardı, fakat ahlaki zaaflara sahipti. Kimi çok ahlaklıydı, fakat yetenekleri sınırlıydı. Yetenek ve ahlak, ne hikmetse, bir araya çok zor geliyorlardı. Buna, 'kıymet bilmek' diyelim.

***

 

Karşımızda, sanki, zamanımıza ait olmayan biri vardı. Mütedeyyin camiaya hitap eden gazetelerin ekonomi sayfalarında, 'krizi fırsata çevirmek mümkün' haberleri okuduk mu? Okuduk. Nusret Ağabey olsaydı, bu anlayış karşısında mutlaka öfkelenir, yüksek sesli eleştirilerde bulunurdu. ('Tavrına hayran olayım.')

Yeni Şafak'ta, merkezinde onun olduğu çok tatlı sohbetler yapılırdı. Ahmet Kekeç, Mehmet Şeker, Hakkı Yanık ve diğer kardeşler, ağabeyler...

Onu dinlemek, şöyle bir şeydi: 'Anlat dedim ağaca, gölgesine uzanıp.' 'Öldükten sonra anılmak istiyorsan, ya bir şeyler yaz ya da yazılacak bir şeyler yap' diye bir söz var. Nusret Özcan, 'kalıcılık' gibi bir derdi olmamasına rağmen, hem ortaya eser koymuş, hem de yazılacak bir hayat yaşamıştır.

(Eserleri: Bizim Mahalle, Sokak Sesleri, Leyla ve Mecnun, Kar Kelebekleri, Beşir Ayvazoğlu Kitabı, Mustafa Kutlu Kitabı, Bir Hüzün Yolcusu.)

***

 

Hastanede yatarken, ziyaretine gitmiştik. Bir kır çiçeğiyken, salon bitkisine dönüşmüştü. Bu durum beni çok üzdü. Halimi hemen fark etti. Karşısındaki kanepede oturuyordum. Yanına çağırdı, yatağının kıyısına oturtturdu. Ve elini omzuma koyup teselli edici sözler söyledi. Bizim ona moral vermemiz gerekirken, o bize moral veriyordu. O ziyaretten, galiba şu iki dize çıktı: 'Yaşamaya elverişli senin her yerin / Güldün, ne iyi ettin.' Vefat ettiğinde kırk dokuz yaşındaydı. Fakat yaşından oldukça büyük gösteriyordu. İyice zayıflayan bedeni ve bembeyaz olan saçları-sakallarıyla? Nusret Ağabey, yerleşik hayata hor bakan biriydi. Yine de doğup büyüdüğü Eyüp beldesinin ondaki yeri ayrıydı. 'O diyarın sakini' idi. Artık hep öyle kalacak.

***

 

Sabaha kadar kar yağmış, her yer bembeyaz olmuştur. Uyanır uyanmaz pencereye koşarsınız. Bu ne güzellik! Sonra araç sahipleri evlerinden çıkmaya başlar. İşe veya başka bir yere gideceklerdir. Arabalar sokaktan ayrıldıkça, kardaki gediklerin sayısı da artar. Onlardan arta kalan boşluklar, karsız bir kara parçası olarak orta yerde durmaktadır. Beyazın içinde büyük ve siyah lekeler? Nusret Ağabeyin aramızdan ayrılışı, bende böyle bir karşılık buldu. Üstelik çok daha büyük bir boşluk olarak...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ah yalan dünyada

 

Dünyanın gerçek bir yer olduğunu düşünmüyorum. Hüseyin Akın'ın deyişiyle, dünyaya değil, rüyaya inananlardanım. Rüyadayız ve uyanacağız. Sonrasında her şey çok daha güzel olacak ya da olmayacak. Şu da var: Hazreti Muhammed'e 'iki cihan peygamberi' derken, meselenin buradan ibaret olmadığını da söylemiş ve kabul etmiş oluyoruz. Bir de şu: 'Huzur İslam'da' deniliyor. Doğrudur. Fakat bu sözün, burası için değil, orası için geçerli olduğuna inanıyorum. Her gün şu kadar yakıcı ve yıkıcı şey olurken, bir Müslüman'ın huzur içinde yaşaması mümkün mü? Değil.

 

Açıkçası, bu dünyada peşinden koşmaya değecek bir şeyin olduğuna inanmıyorum. İkinci otobüsün olmadığını bilsem bile, birincisinin peşinden koşmam.

Dil bahsini de unutmayalım. Dünyanın dilini bilmiyorum ve öğrenmeye de niyetli değilim. Çünkü bu dil, az harf ve çok rakamdan oluşuyor. Rakamlar, ağırlık yapar. Bize söylenen, ağırlıklarımızdan kurtulup öyle gelmemiz yahut gitmemiz. Yasin suresinin elli sekizinci ayetinde, 'Onlara merhametli Rabbin söylediği selam vardır' buyruluyor. Kendi adıma, sadece bu selamın peşindeyim. Yaşama gerekçem, Hay ve haysiyet.

***

 

Şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Bir hatıratta okumuştum. Seksen yaşını geride bırakmış bir edebiyatçı, 'öleceğime üzülmüyorum, fakat doğmasaydım üzülürdüm' diyordu. Bu ifadenin beni götürdüğü yer, 'heves' kelimesidir. Dünyaya geliyor veya gönderiliyor, hevesimizi alıp gidiyoruz. Az-çok. Gözleri görmeyen birinin gezmeye gitmesini düşünün. Belki de böyle bir şey. Sonuç olarak, şairin dediği gibi: Biz gidiyoruz dünya, sen çok yaşa e mi? İnsanın hükmü, ancak gitmeye geçiyor.

 

İşte: Doğduğum vakit, dünya, dört buçuk milyar yaşındaydı. Geldim, gidiyorum, dünyanın yaşını hâlâ dört buçuk milyar olarak kayıtlara geçiriyorlar.

Bu kadar basit.

***

 

Bütün bunları niye yazıyoruz? Açıklayayım: Dünyaya ait hiçbir şey, bir insanın kalbini kırmaya değmez. Tekrar ve tekrar söyleyelim; değmez. 'Amellerin en hayırlısı ise bir müminin gönlüne sevinç sokmaktır.'

 

Fakat böyle mi?

Çevremize bir bakalım: İş ortamlarına, siyaset sahnesine, sanal dünyaya...

Siyasi ikbal uğruna insanları kırarak ve kullanarak ilerleyenlere dikkat edin. Hizmetten, Allah rızasından bahsediyorlar. Ahlak diyenden ahlaksızlık, merhamet diyenden merhametsizlik gördük, görüyoruz. Çok acı. Sanal ortamları biraz kurcalayın. Müstear ismin yıkıcılığına sığınan din kardeşlerimiz, durmadan yaralayıcı 'iş'lere imza atıyorlar. Kötülük yapmak, dünya tarihi boyunca, herhalde hiç bu kadar kolay olmamıştı.

 

Pusu kurmak bile ciddi bir emek isterken; sosyal medya üzerinden insanları karalamak, gönülleri yormak, sadece saniyeler alıyor. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Kardeşlik hukukunu yerine getirip de birbirine düşkün ve tutkun olan insanların hemen 'çete' damgası yemesi de ayrı bir garipliktir. Soralım: Kimler kardeşti?

 

'Emeğe düşmanlık' konusuna girmiyorum bile. Aliya İzzetbegoviç, 'hayat, inanan ve salih amel işleyenlerin dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur' diyor. Öyle. Artık bitirelim: Dünyanın işleri ikiye ayrılıyor; yalan dünyanın yanlış işleri ve yalan dünyanın doğru işleri.

Yanlışı yanlışla sürdürmemek dileğiyle.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zengin çeşit, fakir insan

 

Önce ahlak ve maneviyat diyenlerdenim. Hemen peşinden de şunu söylüyoruz: Adil Düzen. Bu iki düstur, birbirini öyle güzel tamamlıyor ki, başka söze gerek kalmıyor. Ahlak olmazsa, adil bir paylaşım da olmuyor. Yıllar evvel, Mustafa Kutlu'yla yoksulluk üzerine söyleşi yapmıştım. Şunu demişti: Yoksulluğun tek çaresi var; ahlak. İşte bundan dolayı, 'ülkemizdeki yoksulluk, yokluktan değil, hakkına razı olmayanların çokluğundan kaynaklanıyor' diyoruz. Dünya için de bu böyle.

 

'Zengin ile fakir arasındaki uçurum' neredeyse her gün bir yazıya konu oluyor. Fakat nedense, o uçurumun içinde nelerin olduğunu kimse söylemiyor. Söyleyelim: Kan, gözyaşı, emek hırsızlığı ve mazlumların ahı. Açıkçası, içimizdeki yoksulluk ile dışımızdaki yoksulluğun farklı şeyler olduğuna inanmıyorum. Bugüne kadar, dilimiz döndüğünce, içimizdeki yoksulluğu yazmaya çalıştık. Özetlersek: 'İçimizdeki yoksulluk; cömertlik, kanaat, merhamet, şefkat, tevekkül, vefa gibi kavramlardan oluşan ahlak eksikliğidir.' İçimizdeki bu eksiklik, daha yakıcı ve yıkıcı bir şekilde, işlerimize, ilişkilerimize, velhasıl hayatımızın her anına ve alanına, yani dışımıza yansıyor. Atalarımız, 'yokluk taştan katıdır' demiş. Bu, insanlar için de geçerli. Ahlaki değerlerin yokluğunu çeken biri, hakikaten de 'taştan katı' oluyor, olabiliyor.

***

Doksan kuşağına mensubum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, bir liranız da olsa, bin liranız da, alabileceğiniz şeyler sınırlıydı. Mahallenin tek bakkalını hatırlıyorum. İki kavanoz şeker, birer kutu bisküvi ve gofret, bir de gazoz. Kuruyemiş olarak da sadece kırık leblebi. Paranız varsa, bir değil, beş gofret alıyordunuz, hepsi o kadar. Şimdi, leblebinin bile onlarca çeşidi üretiliyor. Çeşit arttıkça, yoksulluğu daha 'iyi' görmeye başladık. Zengin çeşit, fakir insan. Sıcak para, soğuk aş. Bir de şu: 'İhtiyaçlarımızı büyüttükçe, yokluk duygumuzu ve yoksulluğumuzu da büyütüyoruz.' (Lütfi Bergen)

'Doksan kuşağı' ifadesini ise özellikle kullandım. Bana kalırsa, ülkemizdeki yokluğu ve yoksulluğu en derinden yaşayan nesillerin başında doksan kuşağı geliyor. Bu kuşağın büyüdüğü yılların sosyal şartları bugüne kadar pek yazılmadı, tartışılmadı. Hatta seksenli yıllar eğlenceli bir dönemmiş gibi gösterildi, gösteriliyor.

 

Aykırı bir örnek verelim: Varlığın ölçüsü, altındır. Sözgelimi Osmanlıda ilk altın parayı, İstanbul'un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet bastırmıştır. Denilir ki, Osmanlı, gerçek manada, o zaman devlet olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, ekmeğin karneyle verildiği yokluk yıllarında bile altın para basmayı sürdürmüştür. Buna karşılık, 1978-1986 yılları arasında hiç ziynet altın basılmamış, meskûk altın ise sembolik sayıda kalmıştır. Biz, büyük ölçüde, işte bu yokluğun ve yoksulluğun şiirini yazmaya gayret ettik.

***

Yoksulluk konulu bir yazı yazıp da rakamlara girmemek olmaz. Türk-İş'in ekim ayı araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin 'yoksulluk sınırı' üç bin lira olmuş. Küsuratı da var: 121 lira. Ailelerin çoğu dört kişiden fazla olduğuna göre, hesabı kendimize uyarlamamız gerekiyor. 'En az üç çocuk' bahsini de unutmayalım. Garip olan şu ki, ekonomi iyiye gittikçe, işler kötüye gidiyor. Bu nasıl oluyor, anlamıyorum. Kapanan işyeri sayısındaki artış, yoksulluk rakamları, işsizlik oranları vs. İster istemez, iyinin neresi olduğunu merak ediyorum.

 

'Yapılan gökdelen / Yıkılan hatır' gibi bir şey mi bu? Son olarak, bir hatırlatma yapalım: Ülkemizde, yoksullukla ilgili en kapsamlı çalışmayı Deniz Feneri Derneği yapmış ve bu çabalar kitaplaşmıştır. Bulup okumanızda fayda var. (www.denizfeneri.org.tr) Bu kitaplarda, yoksulluk, sadece rakamlarla değil, harflerle de anlatılıyor

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...