Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
buyukdogu

Derin Devletin Necip Fazıl Operasyonları

Recommended Posts

Kırk yıllık fikir mücadelesi boyunca derin devlet Necip Fazıl’ı hiç rahat bırakmamış, çeşitli operasyonlarla susturmaya çalışmıştı.. Mustafa Yürekli, derin devletin Necip Fazıl operasyonlarını anlatıyor.

 

Necip Fazıl Kısakürek’in, 30 yaşındayken, 1934’te, Abdülhakim Arvasi’ye bağlanması, hayatının dönüm noktası oldu. 1934’ten 1943'e kadar geçen 9 yıl içinde, İslami eğilimi "Şahsi bir zevk ve saklı bir telkin" planında, eserlerinde de arka fon olarak kaldığı için, ne devlet, ne de basında kimseyi ürkütmedi.

 

Dönemin medya düzeninde köşe başlarını tutmuş eleştirmen ve yazarlar, hiçbir anlam veremedikleri, gün geçtikçe belirginleşen Necip Fazıl’daki İslami eğilimi, hazmedememişler ve alaya alıp çeşitli klişe yakıştırmalarda bulunmuşlardı: "İslâm komünisti!", "Hayır! İslâm faşisti", "Yok, yok neo-müzülman", "Sırf züppelik olsun diye müslümanlık taslıyor!", "Sabık şair; şiirine yazık etti!" gibi tanımlamalara başvurdular. Bu alay dönemi, uzun sürmedi, resmi şiddete maruz kaldı: Necip Fazıl, 1942 kışında Erzurum'da askerken, yazdığı siyasi bir yazı nedeniyle ilk kez tutuklandı ve ilk hapis cezasını da Sultanahmet Cazaevi’nde tattı.

 

Bu dokuz yıllık süreç, mücadele dönemine hazırlıktı aslında. Herşey daha yeni başlayacaktı: 1943 yılı, ‘sanatkarın fildişi kulesinden agoraya indiği’; tam olarak Müslüman kimliğiyle kültür, sanat, edebiyat alanında belirdiği tarihtir: “İçini öyle bir sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı kapladı ki, artık çalışamaz oldu ve mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle, basıniyle, hocasiyle, gençliğiyle kendi açtığı bütün cephelerde tek başına sürdüreceği” Büyük Doğu Mecmuası'nın ilk sayısını çıkardı. (17 Eylül 1943)

 

Büyük Doğu dergisinin sayıları ve eserleri, bu kırk yıllık mücadeleyi belgeledi. "Sanatına yazık etti!" diyenlere, cevabı netti: “Küfür, bütün müesseseleriyle bir buzdağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir hareket mevcut değildi. Müslümanlık zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta, "camie girebiliyorum ya, ne devlet!" gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı.(..) Biz ise, mahut buzdağını, karda avuçlarımızı hohlarcasına, ciğerlerimizden kopan sıcak nefeslerle eritmeye çalıştık..” Necip Fazıl, 40 yaşında 1943 yılında ilan ettiği cihadı, ömrünün sonuna, 1983’e kadar, kırk yıl sürdürdü; büyük bir okul oldu, İslam düşüncesini 20. yüzyılda güçlü bir şekilde temsil etti.

 

Necip Fazıl, kırk yıl boyunca Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Adalet Partisi iktidarları dönemlerinde takibata uğradı, devamlı olarak suçlandı, sorgulandı, yargılandı ve cezaevlerinde yattı. Başına gelen bu olayları ayrıntılı bir şekilde yazdı.İktidarların yargıyı kullanarak Necip Fazıl’a göz dağı vermesi, susturmaya çalışması ve sık sık dergisini kapatması yine anlaşılabilir bir durumdu. Çünkü Necip Fazıl bu kırk yıllık mücadele sürecinde, derin devletin operasyonlarına da maruz kaldı. Bu derin devletin operasyonları, onun çilesini ortaya koyduğu kadar, Türkiye’de statükonun iktidarları İslami harekete karşı nasıl yönlendirdiğini de gösteriyor.

 

1950 SEÇİMİ OPERASYONU

Necip Fazıl, yaklaşan seçimler nedeniyle baskı altındaydı.. 1949’dan itibaren iftira ve karalama kampanyalarına maruz kaldı. Emniyet teşkilatı sıkı takibiyle ve göz altına almalarıyla onu yıldıramıyordu. Necip Fazıl, bir yandan Büyük Doğu dergisini çıkarıyor, bir yandan da lideri olduğu Büyük Doğu Cemiyeti’nin faaliyetlerini yürütüyordu.

Büyük Doğu Cemiyeti’nin ilk şubesi, Şubat 1950'de "Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti" açıldı. Bu gelişmeden Cumhuriyet Halk Partisi’nin duyduğu dehşet, son sınırına vardı. Açılışı yaptıktan sonra İstanbul'a dönüşünde, bir yazı bahanesiyle tutuklandı, Türklüğe Hakaret Davasında verilmiş beraat kararı Temyize "tekrar ve topyekün" bozdurulur bozdurulmaz da (21 Nisan) hapse atıldı.

 

Oysa ülkede bir ay sonra seçim vardı.. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler, Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi; 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden CHP iktidarı, halk oyuyla, Demokrat Parti'ye devretti.

İşte o seçim arafesinde, Necip Fazıl Kısakürek eski bir mahkeme kararını temyizde bozdurup cezaevine konarak, Demokrat Partililer, İslamcılıktan ve İslamcılardan uzak durması konusunda adeta uyarılmıştı. Necip Fazıl’ın 21 Nisan tutuklanması, derin devletin yargıyı kullanarak kotardığı ilk operasyonuydu.

 

‘KUMARHANE BASKINI’ KOMPLOSU

Derin devletin ikinci Necip Fazıl operasyonu, basına "Kumarhane Baskını" diye akseden siyasi komplo tertiplendi(24.3.1951). Bu komplo üzerine, üstat Büyük Doğu'nun hemen toplatılan meşhur 54. SAYI'sını çıkarmış ve kendini savunmuştu. Bu sayıdaki bir yazısından dolayı tutuklanarak cezaevine atıldı.

Çıkışında Büyük Doğu Cemiyeti'ni tasfiye etti. Derin devletin "Kumarhane Baskını" komplosu, Büyük Doğu Cemiyeti'ni kapattırma operasyonuydu ve başarılı oldu.

Dindar halkın talep ve isteklerini derleyip toplayacak ve Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarına iletecek tek sivil toplum kuruluşunun kapısına zincir vurulmuştu.

Derin devletin "Kumarhane Baskını" operasyonu Necip Fazıl’ı o kadar etkiledi ki Muhsin Ertuğrul’un sahneleyeceği ‘Reis Bey’ tiyatro oyununu yazdı..

 

MALATYA OLAYI KOMPLOSU

Demokrat Parti iktidarı döneminde, 1952'de, Malatya'da, Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın bir suikast teşebbüsü ile yaralanması (22 Kasım) ise derin devletin üçüncü operasyonuydu..

 

Ahmet Emin Yalman Olayı, tam bir derin devlet tertibidir ve basın da kullanılmıştır. Malatya’da meydana gelen olay, malum basının yaygarasıyla büyütüldü, genişledi ve nihayet Necip Fazıl’ı da azmettirici sıfatıyla, o ünlü savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine çekti.

 

11 Aralık 1952'de, bu Ahmet Emin Yalman Olayı, nam-ı diğer Malatya Olayı üzerine yayınladığı "Müdafalarım" adlı eserinde yer alan "Maskenizi Yırtıyorum" isimli ünlü savunmayla, 1943'ten itibaren başına gelenlerin ve bütün bu olup bitenlerin geniş bir muhasebesini yaptı.

 

12 Aralık 1952'de, yani Malatya Olayı’ndan hemen sonra, daha önceki bir mahkûmiyetin infazı bahanesiyle atıldığı hapisten "taammüden katle teşvik ve azmettirmek, katle teşebbüs fiilini medih ve istihsal eylemek" isnatlarıyla yargılandıktan sonra, 16 Aralık 1953'te Malatya Davası’ndaki suçsuzluğu (!) anlaşılmış olarak çıktı.

Adnan Menderes’in Necip Fazıl’a sevgi ve saygısı biliniyordu. Menderes etkisinde kalmaması için, yargı kullanılarak Necip Fazıl’dan özellikle uzak tutuldu..1954 seçimlerinden önce, CHP Lideri İsmet İnönü, yaptığı seçim konuşmalarında, eline Büyük Doğu dergilerden çeşitli nüshalar alarak; "İşte Menderes, bu yobazlık abidesine yardım eden adamdır. Onu ve partisini seçmeyin!.." diye propaganda yaptı. 1957'de, seçimlerden önce de Necip Fazıl yine etkisizleştirildi ve 8 ay 4 gün hapis yattı.

 

27 MAYIS’TAKİ OPERASYON

1950 - 60 arasındaki on yıllık Menderes iktidarı döneminde, derin devlet, takibatlarla, soruşturmalarla, göz altına almalarla ve tutuklamalarla Necip Fazıl’a soluk aldırmadı. Necip Fazıl, kapatılıp açılan Büyük Doğu Cemiyeti, sık sık kesintiye uğrayan Büyük Doğu dergisi ve eserleriyle bir siyasi parti kadar etkili muhalefet yapıyordu. Büyük Doğu'ların şahlanış döneminde, 1959'da, aleyhine o kadar dava açılmıştı ki, bu davaların yarısı mahkûmiyetle sonuçlansa, 101 sene hapis yatması gerekecekti. Mahkûmiyet kararlarının hızla kesinleşmeye başladığı ve Başbakan Menderes’in emriyle Niğde Cezaevi’nde kendisine tek kişilik konforlu (!) bir hücre hazırlandığı sırada 27 Mayıs 1960 darbesi oldu.

Darbenin ilk radyo duyurularından birinde, zaten çıkmayan Büyük Doğu'nun kapatıldığı ilan edildi. 27 Mayısçılar, Büyük Doğu’yu neredeyse darbe gerekçesi gösteriyordu ve büyük bir düşmanlıkla, kapalı olan dergiyi bir daha kapatıyor, adeta çiğneyip eziyordu.

6 Haziran günü gece yarısı Necip Fazıl Kısakürek evinden alındı. Beş ay müddetle Balmumcu garnizonunda "gerekçesiz" tutulduktan ve yüzbaşılara varıncaya dek en ağır hakaretlere maruz bırakıldıktan sonra, Genel Affa rağmen, Toptaşı Hapishanesi’ne nakledildi.(15.10.1960) ve bir buçuk yıl içerde kaldı.

 

KENAN EVREN CEZAEVİNE ATACAKTI..

27 Mayıs’ta, cezaevinden çıktıktan sonra, 1963 ilkbaharından itibaren Necip Fazıl’ı, konferanslar zinciriyle Anadolu’yu şehir şehir dolaştığını ve milletimizle kucaklaştığını görüyoruz.

Başbakan Demirel’in kayıtlı olduğu Mason kütüğünün fotokopisini Büyük Doğu Dergisinde (27.12.1967) ilk defa olarak yayınlaması, "İdeolocya Örgüsü" isimli eseri, "Mümin/Kafir" diyalogları ve siyasi içerikli yazıları nedeniyle 60’lı yıllar boyunca sürekli olarak suçlandı, sorgulandı, yargılandı.

 

Necip Fazıl, 1968’de yayınladığı “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabının birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere oluşturulan bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Necip Fazıl, bu kitabında, resmi tarih tezinin aksine, Kurtuluş Savaşı’nı, Sultan Vahdettin’in başlattığını yazıyordu: “Sultan Vahdettin’in, Mustafa Kemal‘e yüklü miktarda para yardımı yaparak Anadolu’ya gönderdiği ve Vahdettin’in, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin başarıya ulaşması için İstanbul’da ulemayı toplayarak nasıl dua ettirdiği de kitapta ayrıntılarıyla anlatılıyordu.”

 

Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti ve benzer bir rapor çıkınca da, Necip Fazıl 1971’de beraat etti. 1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” kitabı yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi. 12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi.

 

Kenan Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi. Necip Fazıl, 1983 yılında, 79 yaşında, hapse girmesine az bir zaman kala, son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkum olarak vefat etti. Ölmese, cezaevine girecekti. Bu konuya ben daha önceki yazılarımda da değinmiştim. “Atatürk’ün ölümünde Necip Fazıl ne yazdı?” başlıklı yazımın sonunda ve “Necip Fazıl’ı Kenan Evren’den kim korudu?” yazımda, üstadın 12 Eylül’de yaşadığı baskıyı, sıkıntıları anlatmıştım.

Burada,1968 yılında basılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabının bahane edilerek, daha sonraki 15 yıllık süreçte, özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sürecinde, derin devletin Necip Fazıl’a yargı yoluyla baskı yaptığını belirtmek isterim. Türkiye’nin fikir hayatının en hareketli olduğu dönemde, bu kitap üzerinden, cezaevi tehdidiyle, derin devlet, Necip Fazıl’ı susturmaya çalıştı.

Necip Fazıl, tüm olumsuz koşullara rağmen susmamıştır.

Mustafa Yürekli - Haber 7

  • Like 3

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadımızın hareketinin, aksiyonunun çapını derinlemesine anlamak için kesinlikle okunması gereken bir yazı.

 

Bir de Üstad'ın net olarak kaç yıl hapis yattığı bilen gönüldaşlar tarafınca yazılırsa memnun kalırım. "Hapis hayatı öğrenim hayatından fazla olan bir mütefekkir" ama kaç yıl?

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstad'la ilgili haberleri ve köşe yazılarını kaçırmamaya çalışırım. Ve onun adının geçtiği herşeyide (olumlu/olumsuz) paylaşmayı borç bilirim. Merhum Üstad'ın hapisliğiyle ilgili bir köşe yazısına denk geldim. Türkiye'de hapis yatan edebiyat, siyaset vs. mensuplarıyla ilgili rakam ve yer olarak detaylı bilgiler var yazıda ve tabi sahihliği tartışan kısımlar olabilir. Kısaltarak aktarayım:

 

ŞAİRİN İKİNCİ ADRESİ

Gelelim Nazım Hikmet'e...

Büyük şair de cezaevini ikinci evi olarak belledi. İlk hapis cezasını 1924'te aldı. Ama karar onanmadan Sovyetlere kaçtı. 1928'de çıkan afla geri döndü. Hapse girmekten kurtulmuştu.

1932. Komünizm propagandasından 10 yıl hapse mahkum oldu. 1933'te Onuncu Yıl affından faydalandı.

Şansı iki kez yaver gitmişti. Ama 1938 donanma davasında öyle olmadı. 28 yıl ağır hapis aldı. Ve oldukça uzun bir süre hapiste kaldı. 1950 affına kadar tam 12 yıl Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı.

Bu cezaevlerindeki koğuş arkadaşları da edebiyat ve sanat dünyasındandı. Aynı davadan yargılandığı Kemal Tahir'le Sultanahmet ve Çankırı, büyük romancımız Orhan Kemal ile ise Bursa Cezaevi'nde yattı.

Siyasi olmayan suçlardan giren sanatçılarla da dost oldu. Hint keneviri yetiştirmekten ve ardından cinayetten giren Ressam İbrahim Balaban da bunlardan biriydi.

Bursa Cezaevinde iken Orhan Kemal'e geçelim. 1939 demir parmaklıklarla tanıştı. Yabancı rejimler lehine propaganda suçundan 5 yıl ceza aldı. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde 5 yıl yattı.

1966'da yine tutuklandı.

Suç unsuru oluşmadığı

için 2 ay sonra serbest bırakıldı.

Kemal Tahir ise 12.5 yıl net hapis yatan yazarlarımızdan. Donanma davası ve 6-7 Eylül davalarından ceza aldı. Hapis yattı.

Listeye devam ediyorum.

Sabahattin Ali 1.5 yıl (değişik aralıklarla hapis yattı. Faili meçhul sayılabilecek bir cinayete kurban gitti.)

Doğan Avcıoğlu 1.5 yıl

Yalçın Küçük 5.5 yıl

Uğur Mumcu 1 yıl

Mümtaz Soysal 1.5 yıl

İlhan Selçuk 1 yıla yakın bir süre hapis yattı.

 

Necip Fazıl Kısakürek'in cezaevi serüveni 1942 yılında başladı. İlk Sultanahmet Cezaevi'ne girdi. Kısa süreli girişlerle beraber bir ayağı hep cezaevinde oldu. Necip Fazıl'ın cezaevi serüvenleri başlı başına bir kitap konusu olabilir. Büyük Doğu dergisi defalarca kapatıldı Necip Fazıl defalarca hapse konuldu. Örneğin 1960'ın sonunda hakkında istenen hapis cezası çoktan 100 yılı geçmişti. Hayatının 10.5 yılı hapishanelerde geçti.

 

Gürkan Hacır - Akşam

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dikkat ediyorum iki üç konudur: Üstad'a atfedilen ve sadece O'nun anlaşılması, tanınması, sevilmesi için gayret gösterilen bu sitede Üstad'la ilgili güncelde dile getirilen konular, hatıralar, güzel ve yeni şeylere bakılmıyor, okunmuyor, yorum yapılmıyor, tahlil edilmiyor :huh:

 

Bilen bilir; bunca sene yazarım ve sadece okunsun diye birşey paylaşmam, yazmam, alıntılamam. Ama görüyorum ki: En basit, alakasız ve zaman kaybından başka birşey olmayan bazı konulara onlarca hatta yüzlerce cevap veriliyorken, böyle konuların es geçilmesi acı bir manzara olarak seyirtiyor karşımızda.

 

Biraz öfkeli, biraz kırgın ve birazda tuhaf bularak paylaşmak istedim arkadaşlar, hakkınızı helal edin.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Büyükdoğu öncellikle paylaşım için teşekkür ediyorum.

Bilinen konuları bu şekilde derli toplu şekilde anlatmak çok daha iyi olduğu kanaatindeyim.

Benim sormak istediğim bir konu var da, bilen arkadaşlar söylerse sevinirim.

Belki bu sitede daha önce tartışılmıştır veya bununla ilgili yazılar yazılmıştır fakat ben Üstad'ın 12 Eylül darbesiyle ilgili birşeyler söylediğini ve yazdığını hatırlamıyorum. Üstadın okuduğum kitaplarınad buna rastlamadım.

Üstad bu darbeyi nasıl karşılamıştır, bununla ilgili yazı yazmış mıdır?

Bilen arkadaşlar varsa linkini verirseler sevinirim.

Saygılarımla

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mustafa Yürekli'yi bu titiz, sahih ve emek vererek kaleme döktüğü yazılarından dolayı tebrik ederek, devam etmiş olalım.

 

Mustafa Yürekli, arayışı adanışa dönüştürme tecrübesiyle, varoluş bunalımında bocalayan modern insana kılavuzluk ettiğinden Necip Fazıl’ın, dünyanın her yerinde, her kuşaktan büyük ilgi toplayacağını ileri sürüyor ve Necip Fazıl’ın Büyük Kapı’ya niçin kendini canhıraş attığını ve orada ne bulduğunu anlamaya davet ediyor.

 

Sultanü’ş Şuara, mücahit kalem, büyük düşünür, rahmetli üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in ülkemizde her kuşaktan büyük ilgi görmesi, çok anlamlıdır. Necip Fazıl’ın tecrübesinin çeşitli yönleriyle ülkemiz insanının, hatta genel anlamda modern insanın arayışlarına bir cevap olabileceği söylenebilir. Bu bakımdan Necip Fazıl’ın tecrübesinin yerel olduğu kadar, evrensel özellikler taşıdığı da bir gerçek.

Günümüzde modern insan, neyi aradığını ve nerede bulacağını bilmeden, mecalsiz bir arayış içerisindedir. Necip Fazıl da “İnsan kendini aramaya ve bulmaya memur bir yaratıktır”[1] diyerek, modern insanın sözkonusu durumuna işaret ederken, aynı zamanda insanın her çağda görülen temel problemini de ortaya koyar.

 

Necip Fazıl, hayatın hakikati ve insanın varlık nedenini araştırırken, tasavvufla bu arayışı adanışa dönüştürme başarısı gösterdi. Necip Fazıl, tüm sorularına cevap bulduğu Büyük Kapı’nın yolunu göstererek, modern insana kılavuzluk yapmaktadır. Necip Fazıl’ın hayatı, eserleri, fikirleri ve mücadelesi, kısaca manevi arayışları ve bulduğu cevaplar, yani canını attığı Büyük Kapı ve arayışını adanışa dönüştürme başarısı, böylesine yoğun ilgi toplamasının ana nedenidir. Çağdaş insanın kendini de içinde bulduğu, bu vesileyle kendini tanıdığı bir büyük maceradır, Necip Fazıl Kısakürek’in manevi hikayesi.

 

NECİP FAZIL’IN ARAYIŞI

Tasavvufa baktığımızda, iki kavramın ön plana çıktığını görmekteyiz: Muhabbet ve Marifet. Kainat ve insan, muhabbetin tecelligahı; bu anlamda muhabbet, “Seyr-i Nüzul”ü sembolize etmektedir. Marifet ise zübde-i âlem olan insanın nefsinden Rabb’ine uzanan manevi yolculuğunun, yani “Sey-i Uruc”un sembolüdür. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi de, bu hakikatin ifadesidir.[2] Bu yazıda, Necip Fazıl’ın manevi macerasını, bu iki tasavvufi kavramla açıklamaya çalışacağım..

 

1904 yılında, İstanbul’da, varlıklı bir ailede doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra, 1924’te, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekâleti) tarafından açılan sınavı kazanarak üniversite eğitimi almak üzere Fransa’ya gitti. Necip Fazıl’ın yirmi yaşında başlayan Paris yılları, aynı zamanda onun “kendini arayış” ıstırabını ve kıvranışlarını en kuvvetli ve can acıtıcı şekilde yaşadığı yıllardır.

 

Necip Fazıl, Paris’te, gece hayatına alışır; insanî sefaletin ve zafiyetin bütün çıplaklığıyla yaşandığı kumar masalarına kaçar.[3] Aymazlık içinde dolaştığı Paris sokaklarında, karanlık kaldırımlarda, dudağında hep şu dua vardır: “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar!”[4]

 

Necip Fazıl’ın ruhunu, ne maddî imkanlar, ne de aldığı eğitim tatmin ediyordu. Aksine ruhundaki arayışlar ve gelgitler, gün geçtikçe arttı. Yaşadığı metafizik buhran, tahammül edilemez boyutlara ulaştı. Necip Fazıl, bu psikolojik durumunu çeşitli şiirlerinde dile getirmiştir: “...Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe ./ Deliler köyünden bir menzil aşkın, / Her fikir beynimde bir çift kelepçe...”[5]

 

Necip Fazıl, bu varoluş bunalımı, bu ıstırap ve muhasebe içinde, aylarca, gündüzlerden habersiz bir gece hayatı sürdürdü. Aynaların karşısında yanaklarını tırnaklayarak gözyaşı döktüğü Fransa yıllarını anlatırken “Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicâbım ve İslâmî edebim manidir.”[6] der.

 

Necip Fazıl’ın yirmili yaşlardan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığı 1934 yılına kadarki arayış yılları diye adlandırabileceğimiz on yıllık hayatında, iki ruh hali dikkat çeker: İlki, çocukluk yıllarından beri bir yumak gibi büyüterek getirdiği bir ruh hali, temelinde metafizik bulunan yerlilik duygusu, Anadolu kokan ve ‘iptidâi hassasiyet taşıyan’ tasavvufî şiirlerle açığa vurur kendini. İkincisi, başta Paris tecrübesi, içinde bulunduğu ortam ve ‘büyük şehrin boğan, yutan ve korkutan tezahürünün bir neticesi olarak gaye ve vecdin istikamet bulmaya çalıştığı’ ruh hali, materyalist Batı’ya özenme duygusu ve bunalım yılları. Necip Fazıl, yaşadığı bu iki ruh halinin ilkinin zahiri plandaki göstergesinin “Örümcek Ağı”; ikinci ruh halinin ise “Kaldırımlar” kitabı olduğunu söyler.[7]

 

Necip Fazıl, çevresinde yaşanan bohem hayatını, ‘hayvânî içgüdüler deryası’ olarak nitelendirir ve orada düşünmeden, estetik ve zerafetten uzak, aymazlığa batmış, sözde derin, ancak ‘ye, yut, sık, iç, at, tut, kır’ gibi tek heceli, düşünceden uzak, basit kelimeli bir hayat; bu hayatın kadınını ise, bir türlü olamadığı kadınlığı, sol fikirler çevresinde erkek edasıyla arayan kişi olarak tanımlar.[8] Ona göre bohemlik, serseriliktir; özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşmış bir hayat tarzıdır. Batı’da bohem, ruh çilesi çekerek kenara çekilmek şeklinde değil, serserilik, ‘intibaksızlık’, ‘intizamsızlık’ ve tek kelimeye indirgenecek olursa ‘ruh tefehhüsü’nü ifade etmektedir ve çökmeye başlayan toplumların habercisidir.[9]

 

Necip Fazıl, Fransa’dan döndüğünde, annesi, Heybeliada’da hasta yatağında kendini gözlemektedir; fakat o annesine koşacak duyguyu kendinde bulamaz, kendinden kaçar. Kendini ararken ve bulmayı arzularken hep kendinden kaçar. Kendini bulmaya o denli müthiş bir ‘iştiyak’ duyarken, kendinden o denli uzaklaşır ki kendine kendini bulduracak kapının önünde yığılmış bulur kendini. Kendinden kaçışı, kendine varışın yolu olur; hep Batı’ya doğru giderken, Doğu’dan kendine varır, dünyanın etrafını turlamışçasına. En dibe vurur ve oradan yükseklerin yükseğine sıçrama imkanına ulaşır.

 

Necip Fazıl’ın Paris’te başlayan arayış yıllarının temel karakteristiklerinden biri de hedefsizliktir. Fakat içinde sürekli olarak dillendirdiği, yaşı ilerledikçe büyüyen, anlam kazanmaya başlayan, ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı, kavradığı anda da koşulsuz bir teslimiyetle teslim olmaya hazır bulunduğu “yaşanmaya değer hayat” gizli ve sırlı bir hedef olur. Kendi kendine sorar: “Yaşanmaya değer hayat nasıldır, kapısı nerededir ve bilmediği kapıdan içeri girdiği anda kim mihmandarlık edecektir kendisine?”

 

Necip Fazıl, okuduğu ve hayatlarını tanıdığı batılı düşünürlerin hakikate varmada önlerine çıkan büyük engellerden birinin kendilerine kılavuzluk edecek bir kimsenin bulunmamasını gösterir. Necip Fazıl’a göre, Batı’nın önde gelen düşünürlerinden Paskal, felsefecilerin bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah’ı tanımasına rağmen, Son Peygamber’i (s.a.v.) bulamadığı için hakikate kıl kadar bir mesafede yaklaşmasına rağmen hakikate ulaşamamıştır. Üstelik, “Allah’ın yanık bir pervanesi ve O’nu bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri, fakat ümitsiz cehdini temsil etmektedir.”[10] Sevmesine rağmen, aklı esas alan batılı düşünürler, işte bu yönleriyle de Necip Fazıl’ı tatmin edemiyorlardı; hep eksik kalan bir nokta ve yön vardı, kılavuzluk etmesi istenen akıl, yol gösteriyor, ne var ki ruhun dilinden anlamıyordu.

 

Necip Fazıl, bu arayış, tatminsizlik, muhasebe ve arayışın adanışa dönüşeceği teslimiyet kapısının önünde durup dingin hale gelme iştiyakını şu çarpıcı sözlerle dile getirir: “Beş hassemin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir melankoli duygusundan ibaret. Bana konaktaki çocukluğumdan kalan ilerdeki basamaklarda gittikçe kıvamlaşan bu hassasiyet, sonunda Büyük Velî’nin eşiğine yüz süreceğim ana kadar- otuzuna yaklaşıncaya dek- mücerred, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş, hayat üstü bir hayat, ideal hayat hasretinin kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı... Kendimi günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısıltıyı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın ruhumda dâima ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükleyen çarkına takılıyor ve ona: Haydi beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et! diyordum. Otuz yaşına kadar muhasebem budur.”[11]

 

Otuz yaşına yaklaştığında fikirleri daha net ve hedefi daha belirgin hale gelen Necip Fazıl, “Hayatım başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini. O, kim? Allah’ın sevgilisi: Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı. Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”[12] diyerek, arayışını sonuna kadar götürmeye çalışır.

 

Necip Fazıl, kılavuzsuz olmanın zorluğuna dikkat çekerken, ilerde çok iyi şekilde öğreneceği tasavvufî hayattaki ‘Mürşid’in kılavuzluk işlevine de işaret etmektedir ve doğru bir şekilde onu, Allah’a giden Rasülü’nün (s.a.v.) yürüdüğü yolda bir adım önde yürüyen kılavuz olarak tanımlamaktadır. Kılavuz, bir amaç değil, kutlu bir araçtır..

 

Necip Fazıl’ın ustaca çizdiği, adanışa dönüşecek arayışın bu manevi manzarası üzerinde durmaya değer: Çocukluk çağından itibaren aklını ve ruhunu kemiren iç muhasebe, yaşadığı bütün gelgitler ve görünenin arkasındakini görebilme, hakikati yakalayabilme konusundaki arayışı, aklını ve ruhunu tatmin edebilecek billurlaşma, her taşın yerine oturması ve haddini tanıması için yaşadığı iç yolculuk onu Efendisinin kapısına hazırlarken; Efendi’si de onu beklemektedir.

 

Necip Fazıl’ın çektiği bunalımlar, ne bir “ruh doktoru” tarafından, ne de bir hoca tarafından[13] anlaşılabilirdi; üstat bu durumu, “yangını resimde seyredenlerle, yananlar arasındaki mesafe...” kadar uzak iki tarafın birbirini anlamaya çalışması şeklinde açıklamaya çalışır. Ancak, bu halini anlayacak birisinin mutlaka var olduğuna inanır ve şöyle der: “Bu işin mutlaka bir hocası vardı, ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka manalar alemindeydi, ama nasıl bulmalı?”[14]

 

BÜYÜK KAPI MACERASI

Yıl, 1934. Yaş, otuz. Ve bir Cuma günü, Beyoğlu Ağa Camii’nde ilk karşılaşma. Abdülhakîm Arvâsî ile ilk konuşma ve derin izler bırakan yakıcı bir bakış. Onun durgunluğa ve dinginliğe ilk adımı: Deli dolu akan bir nehrin denizle vuslatı gibi. Aç meleyen kuzunun akşam ana sütüne kavuşması gibi: ‘Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız / Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.’

Necip Fazıl’ın bu metafizik arayışı, Allah’ı tanımanın ötesinde, yukardan aşağıya dini emir ve yasaklardan, varlık sahnesinde rol alan canlı-cansız bütün varlıklara (mevcudata) ve özellikle insan ve insana ilişkin sanattan siyasete, ahlaktan aile hayatına kadar uzanan bütün değerleri bir başka açıdan tanıma ve tanımlama sürecidir. ‘Bildiğini bilme’ bilgeliğine yürüyüşün, maddeden manaya ve ruha yükselişin adıdır bu: ‘Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik - çomakmış..’[15]

 

Necip Fazıl, otuz yaşına kadar yaşadığı, arayış dönemi dediğimiz buhran yıllarının sonunda, 1934 yılında, madde aleminde, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile tanıştı ve böylece her taş yerine oturdu. Mürşidinin 1943 yılında vefatından sonra da mana aleminde sürdü, bağlılığı. Müridlik hayatını anlattığı “O ve Ben” isimli eserinin ilk baskısının ismini, “Büyük Kapı” koydu.

 

Necip Fazıl’ın, Abdülhakîm Efendi’yi ve tasavvufu tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur, arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmanın ifadesi kavramlardı. Abdülhakîm Efendi’yi tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve pek çok dini kavramlar arayışa cevap gibi görünür. İleri dönemdeki şiirlerinde -ve nesirlerinde- tasavvufi unsurlar başta olmak üzere İslami kavramları daha fazla özümsemiş bir şekilde detaylarıyla ele alır.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, “Deliler köyünden bir menzil” uzakta bulunan bu dahiye, delilikle dahilik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dahi yönünü kullanmasına imkan sağlayan tasavvuf olmuştur. Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinden tutarak kendisini Allah’ın ve Resulü’nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhakîm Arvâsî’ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ile sadakatini göstermiştir.

 

Necip Fazıl’ın manevi hikayesinin anlamı, aymazlıktan kurtulmak için Büyük Kapı’da İsmail olmaktır; aydınlığı arayan müridin, mürşide tam bir sadakat, sabır ve çileyle ayık hale gelmesi, hakikate ulaşmasıdır. Necip Fazıl’ın Büyük Kapı macerası, bir mürşidin eteklerine sarılarak delaletten hidayete, imandan ihsana sıçrama çabasıdır.

 

Necip Fazıl’ı boş sözlerle anmak yerine, onu iyi anlamak ve örnek almak gerek. Üstat Necip Fazıl’ı rahmetle anıyor, Allah’tan onu bağışlamasını, sevdiği, razı olduğu kullarının arasına katmasını diliyorum.

 

[1] Konuşmalar, s. 178.

 

[2] Tasavvufi düşünceye göre, önce "Nur-ı Muhammedi" var olmuş; Onu, varlığın ve kainatın öteki unsurları, "Anasır-ı Erba'a" (ateş, hava, su ve toprak) ile "Mevalid-i Selase" (maden, bitki, hayvan) ve son olarak da “İnsan” izlemiştir. Bu var oluş silsilesine tasavvufta "Seyr-i Nüzul" denmektedir. Ancak, insan için varlık kazanmanın amacı, "İnsan-ı Kamil" olmaktır. Tasavvufı anlamda "İnsan-ı Kamil" olmak "Bekabillah" a (sürekli olarak Allah'ın varlığında bulunma mertebesine) ulaşmakla olur. Bekabillah"ı "Fenafillah" (insan varlığının Allah varlığında yok olduğu, O'nunla bir olduğu makam) izler. İnsanın yeryüzünde varlık kazandıktan sonra tek varlık olan Allah'a ulaşmasına "Seyr-i Uruc" denir. Seyr-i Nüzul" ile "Seyr-i Uruc" un tamamına ise tasavvufta "Devriyye" sistemi denmiştir. "Seyr-i Nüzul" dan "Seyr-i Uruc "a insanın, "Şeriat", "Tarikat", "Ma'rifet" ve "Hakikat" basamaklarını çıkarak ulaşması gerekmektedir. Bu basamakların aşılabilmesi ise bir yol gösterici, yani bir "Mürşid"in yardımı ile olur". Mürşid"in yol gösterdiği kişiye de tasavvufta "Mürid" denir. Yukarıda sözünü ettiğimiz "Fenafillah" mertebesine ulaşmak için "Mürid" in benliğini yok ederek ilahi aşkla ruhunu yüceltmesi gerekmektedir.

 

[3] Babıâlî, s. 29.

[4] Babıâlî, s. 32.

[5] Kısakürek, Necip Fazıl, Çile,s. 35.

[6] O ve Ben, s. 66.

[7] O ve Ben, s. 67.

[8] Aynadaki Yalan, s. 14, 42.

[9] Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 78.

[10] O ve Ben, s. 74.

[11] O ve Ben, s. 39.

[12] O ve Ben, s. 40.

[13] Bu halini, Aynadaki Yalan’da bir hocaya giden Naci karakteri ile anlatmaya çalışır. Naci hocaya gider, ancak ne kendi halini anlatacak kelimeler bulur, ne de hoca onu anlayabilecek durumdadır. Bkz. s. 49.

[14] Aynadaki Yalan, s. 49.

[15] Çile, s.39

Mustafa Yürekli - Haber 7

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

derin devlet Necip Fazılla da uğraşmayacak kiminle uğraşacaktı?

 

Üstadın, Allah kendisinden binlerce kez razı olsun, öyle bir enerjisi vardı ki milyonlara bedeldi. Zindan ihtimalini (Üstadın tabiriyle yılanlı kuyu) sürekli göz önünde bulundurmak kaydıyla, küfre karşı yine kendi ifadesiyle buz dağına karşı nefesiyle hohlayarak bu buzdağını eritmeye çalışmak ve bu uğurda bir ömür tüketmek...

 

Küfre rıza göstermemek, yılmamak, bütün Anadoluyu kucaklamak, adım adım dolaşmak ve bu vatan sathına tohum tohum fikir ekmek...

 

işte necip fazıl gençliği bu atılan tohumların meyvesidir...

 

ve ardında kitaplık çapta 100 ü aşkın eser...

 

en çok da Üstadı ilerlemiş yaşında affetmeyen şu kenan evrenin haline seviniyorum, inşallah ceza alıp zindana girdiğini de görürüz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Necip Fazıl Kısakürek'in cezaevi serüveni 1942 yılında başladı. İlk Sultanahmet Cezaevi'ne girdi. Kısa süreli girişlerle beraber bir ayağı hep cezaevinde oldu. Necip Fazıl'ın cezaevi serüvenleri başlı başına bir kitap konusu olabilir. Büyük Doğu dergisi defalarca kapatıldı Necip Fazıl defalarca hapse konuldu. Örneğin 1960'ın sonunda hakkında istenen hapis cezası çoktan 100 yılı geçmişti. Hayatının 10.5 yılı hapishanelerde geçti.

 

Gürkan Hacır - Akşam

 

 

Üstadın 10,5 yıl hapis yattığı ile alakalı bu bilginin doğru olmadığı kanaatindeyim. Büyükdoğu yayınevinin sitesinde Üstadın mahkumiyetleri ve süreleri verilmiştir.

 

21.12.1943 - 22.12.1943

(1 gün)

Bir Günlük Hapis: Askerken (16.1.1943 - 16.4.1943 / Erzurum) siyasî bir yazı kaleme aldığı için disiplin cezası mahiyetinde verilen 1 günlük hafif hapsin infazı... (1)

9.6.1947 - 5.8.1947

(1 ay, 27 gün)

"Türklüğe Hakaret Davası"nın Tutukluluk Devri: Necip Fazıl, Büyük Doğu Mecmuası'nın 30 Mayıs 1947 tarihli 65'inci sayısında, Rıza Tevfik'e ait "Sultan Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat" başlıklı bir manzume yayınlamıştır. Herhangi bir özel isme yer verilmediği halde şiirin mecmuada neşri bazı zümreler tarafından Atatürk'e hakaret kabul edilmiş ve iktidar partisi tarafından Büyük Doğu aleyhine İstanbul ve diğer bazı vilayetlerde nümayişler tertiplenmeye çalışılmıştır.(2) O tarihte ilgili bir kanun maddesi bulunmadığı için de, "Padişahlık Propagandası Yapmak - Türklüğe ve Türk Milletine Hakaret"ten, mecmuanın sahibi görünen zevcesi F. Neslihan hanım ile beraber Necip Fazıl hakkında takibata başlanmıştır.

Savcılık Basın Bürosu Şefi Hicabi Dinç, takibata başlayabilmek için kanunen Adalet Bakanlığı'ndan izin verilmesi gereken bir suç mevzuunda, Necip Fazıl'ı kanunsuz olarak 9 Haziran Pazartesi günü tevkif ettirmiştir. (3)

29 Temmuz'da 1. Ağır Ceza Mahkemesinde gerçekleştirilen ilk celsede duruşmanın gizli yapılmasına karar verilmiş, iddia ve sanığın ilk itirazları ve müdafaası dinlenmiş ve dava ileri bir tarihe ertelenmiştir. 5.8.1947 Salı günkü, Savcılık makamınca hakkında tevkif müzekkeresi kesildiği halde bulunamayan F.Neslihan hanımın da iştirak ettiği 2. celse sonunda ise Mahkeme Reisi Nefi Demirlioğlu'nun okuduğu kararla,(4) Temyiz yolu açık olarak, Necip Fazıl ve eşi beraat etmiş, kapatılan Büyük Doğu Mecmuası'nın neşri serbest bırakılmıştır.

21.4.1950 - 15.7.1950

3 ay, 25 gün

Türklüğe Hakaret Davasının Mahkûmiyet Devri: Büyük Doğu Mecmuası'nın 27.1.1950 tarihli 16'ncı sayısında yayınlanmış "Altıparmak" isimli yazıda, Hükümetin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği gerekçesiyle 19.4.1950 tarihinde, hakkında Tevkif Müzekkeresi (5) kesilen Necip Fazıl, iki gün sonra tutuklanmış ve hapse atılmıştır. 26.4.1950'de, Salim Başol'un reis bulunduğu ikinci ağır ceza mahkemesindeki ilk celsede beraat eden Necip Fazıl, serbest bırakılmayı beklerken, aynı gün bir mahkemeden diğer bir mahkemeye aktarılarak, (6) Türklüğe Hakaret Davası'nda vaktiyle verilmiş Beraat kararının Temyize nihaî olarak bozdurulması ve mahkemenin uyma kararı üzerine, hamile ve hasta zevcesi F.Neslihan hanımla birlikte, tekrar hapishaneye gönderilmiştir.

14.5.1950 Genel Seçimlerini büyük ekseriyetle kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı Af Kanunu ile 15.7.1950'de hapishaneden ilk tahliye edilen kişi Necip Fazıl'dır. (7)

31.3.1951 - 18.4.1951

19 gün

1951 Mahkûmiyeti: Basına "Kumarhane Baskını" olarak akseden bir hâdise sebebiyle 23 Mart 1951 Cuma günü 18 saat süreyle karakolda gözaltında tutulan (8) Necip Fazıl, tertiplenen komplonun ardından hazırladığı 30 Mart 1951 tarihli meşhur 54'üncü sayının daha bayilere verilmeden matbaadan toplatılmasını müteakip, çıkmamış mecmuanın, imzasız bir yazısının, içinde hiç bir suç olmayan ifadesinden ve üstelik tevkifli muhakeme usûlü kaldırılmış olmasına rağmen tevkif edilmiş ve 19 gün tutuklu kalmıştır.

 

 

 

12.12.1952 - 30.9.1953

9 ay, 12 gün

1951 Mahkûmiyetinin İnfazı: 54'üncü sayıda yayınlanan bir yazı sebebiyle 9 ay 12 günlük kesinleşmiş mahkumiyeti bulunan Necip Fazıl, Savcılık selahiyetiyle infazı 4 ay tehir ettirmiş, bu dört ay bitince de Haydarpaşa Numûne Hastahanesi Sıhhî Heyetinden 3 aylık bir tecil raporu almıştır. (9) Tam da bu raporun müddetinin bittiği bir dönemde Ahmet Emin Yalman'ın 22 Kasım 1952 Cumartesi günü vurulmasiyle "Malatya Hâdisesi" patlak vermiştir. Hâdise kısa zamanda Büyük Doğu Cemiyeti Reisi Necip Fazıl'ı da içine alacak şekilde büyütülmüştür.

İkinci defa Haydarpaşa Numûne hastahanesine müracaat eden Necip Fazıl bir önceki raporun aynını almış; fakat bu defa rapora "sinir vaziyeti üzerinde ihtisas taalluku dolayısiyle Bakırköy Akıl Hastahanesinin hüküm vermesi" şeklinde bir kayıt ilave olunduğu için, arzusu hilafına sözkonusu hastahaneye başvurmak zorunda kalmıştır.

Bakırköy Akıl Hastahanesi, Haydarpaşa'nın şeker hastalığı teşhisini aynen kabul ettiği halde, "infaza mâni bir durum" olmadığı hükmünü vermiştir. Bunun üzerine Necip Fazıl Adalet Bakanlığı'na müracaatla, dahili hastalığından başka hiçbir rahatsızlığı bulunmadığını ve eğer bu hastalık infaza mâni ise Adlî Tıp kurumunun hakkında ona göre, değilse yine ona göre karar vermesini talep etmiştir.

Adlî Tıp Kurumu'nun, "zeka ve aklî melekeleri tamamen yerinde ve tabii.. Musap olduğu şeker hastalığı ise infaza mani değil" şeklinde rapor vermesi neticesinde, (10) Necip Fazıl kesinleşmiş mahkumiyetin infazı için, 12 Aralık 1952 Cuma günü Üsküdar Toptaşı hapishanesine girmiştir.

- 23 Ocak 1953'de Malatya Sulh Ceza Mahkemesi tarafından, Necip Fazıl hakkında, T.C.K.nun 163 ve 65'inci maddeleri delaletile C.M.U.K.nun 104/2,3,108 ve 125'inci maddeleri gereğince Tevkif Müzekkeresi kesilir. Hapse girdikten tam 47 gün sonra 28.1.1953 Çarşamba günü, saat 10.10 treniyle mahfuzlu olarak Toptaşı'ndan Malatya'ya sevk olunmuştur. (11)

- Necip Fazıl, tam 38 gece, 36 gün geçirdiği Malatya Hapishanesi'nden 8.3.1953 tarihinde, Malatya Davası ile ilgili muhakemeler Ankara'ya nakledildiği için Ankara Genel Ceza ve Tevkif Evi'ne gönderilmiştir. (12)

 

 

30.9.1953 - 2. 12.1953

64 gün

 

Malatya Davası Sebebiyle Mevkufiyetin Devamı: 30 Eylül 1953'te bitmesi gereken 1951 mahkûmiyeti, Necip Fazıl'ın Malatya davasındaki masumiyetinin henüz anlaşılamamış(!) olması sebebiyle, tevkif şeklinde devam etmiş; neticede politikadan emir alan mahkeme, yine aynı yerden aldığı emirle, Malatya suikastıyla hiçbir alakası olmadığı daha başından belli olan Necip Fazıl'ı, 2.12.1953 tarihinde tahliye talebini uygun bularak salıvermiştir.

 

 

 

24.6.1957 - 25.2.1958

8 ay, 4 gün

Köprülü Fuat'a Hakaret Ve... Mükerrem Sarol'u müdafaa yolunda Fuat Köprülü'ye karşı yazdığı zehir zemberek yazılardan hakkında verilen mahkûmi-yet kararının Temyizce tasdik edilmesiyle kesinleşen 1 sene 2 aylık cezasına, iki ayrı hükümden 6 aylık müeccel ceza da eklenmiş ve Necip Fazıl, 1 sene 8 ay kalmak üzere 24.6.1957'de Toptaşı Hapishanesine ikinci defa girmiştir. (13) Kısa bir müddet sonra Haydarpaşa Numûne Hastahanesine nakledilen Necip Fazıl, karar tashihi yoluyla son kurtuluş teşebbüsünün de boşa çıktığı ve tekrar gönderileceği Toptaşı cehennemini düşündüğü bir anda, ziyaretine gelen Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin yakınlarından İlyas Ketenci'nin keramet çapındaki şu sözlerine muhatap olmuştur:

-İki güne kadar çıkarsın inşallah... Bundan sonra kendine dikkat et!

Ayniyle, keramet çapında bir tecelliyle, Temyiz son itirazı kabul ve karar tashihi yoliyle, Necip Fazıl'ın 8 ay 4 gün kaldığı hapisten kurtuluşunu temin etmiştir. (14)

 

 

26.3.1959 - 29.3.1959

3 gün (60 saat 51 dakika)

Bolu Dağında Tevkif: 10'uncu Devre Büyük Doğu'larını çıkardığı 1959 senesinde, Necip Fazıl, düşmanlarına yaptığı hücûmların semeresi olarak 100 yıla varan hapis tehtidi altındadır. İşte bu hengâme-de, İstanbul Toplu Basın Mahkemesi'nden hakkında bir mahkûmiyet kararı verilmiş, o Ankara'dayken gıyabında verilen hükümle birlikte, usul ve teamüle aykırı olarak bir de tevkif kararı çıkmıştır.(25.3.195-Çarşamba) Bu kararı kanun ve usul bakımından polis vasıtasiyle evine tebliğ etmeleri gerekirken, İstanbul dışında olduğunu haber aldıkları Necip Fazıl hakkında yakalama emri verilmiştir. Durumu haber alan Necip Fazıl, hemen o gün hususi bir otomobille İstanbul'a doğru yola çıkmış, gece yarısı Bolu'da yolları kesen polis tarafından yakalanarak önce Bolu, oradan da İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilmiştir. Perşembe sabahı Sulh Ceza Hakimliği tarafından gıyabî tevkif vicahiye çevrildikten sonra Sultanahmet cezaevine gönderilmiş 60 saat 51 dakikalık mevkufiyetten sonra, bizzat Başbakan Adnan Menderes'in talimatiyle gerekli formaliteler ikmâl edilerek salıverilmiştir. (15)

 

6.6.1960 - 15.10.1960

4 ay, 4 gün

 

1960 İhtilali Sonrası Tevkif: İhtilalin yapıldığı tarihte Ankara'da bulunan Necip Fazıl, İstanbul'a döndükten bir müddet sonra 6 Haziran'da geceyarısı evinden alınmış, 15.10.1960 tarihine kadar, bir müddet Davutpaşa Kışlasının koğuşlarında ve ardından Balmumcu'da hakaret ve kötü muamele altında, gerekçesiz olarak tutulmuştur. (16)

 

15.10.1960 - 18.12.1961

1 sene, 65 gün

Atatürke Neşir Yoliyle Hakaret: İhtilalin çıkardığı Basın Affı'nda hiçbir suç istisna edilmediği için üzerinde hapis yükü kalmadığını düşünen Necip Fazıl, Balmumcu'dan ilk tahliye edilenler arasında salıverildiği gün (15.10.1960), kapıda bekleyen mahkûmları taşımaya mahsus bir araç ile, karısı ve çocuklarının gözleri önünde alınarak Savcılığa götürülmüştür. Atatürk'e hakaret isnad edilen bir yazıdan mahkûmiyeti Balmumcu'dayken kesinleştiği için ve 5816 sayılı kanun maddesi sadece onun aleyhine Af Kanunu'nun kapsamı dışında tutularak, Toptaşı cezaevine üçüncü defa girmesi temin olunmuştur.

Necip Fazıl, 18.12.1961'de ceza müddetini tamamlamış olarak tahliye edilmiştir. (17)

 

 

Dipnotlar: (1) 43 / 2363 numaralı Mahkûmiyet Vesikası

(2) Büyük Doğu'nun Küstahlığını Takbih, Cumhuriyet

Gazetesi, 9 Haziran 1947

(3) Büyük Doğu Mecmuası, 10 Ekim 1947, sayı:67

(4) Türklüğe Hakaret Davası Bitti, Son Posta, 6 Ağustos 1947

(5) Tevkif Müzekkeresi, C. Savcı No:950 / 5191

(6) Müdafaalarım, N.F.K, b.d. yayınları İst. 6. Basım, s. 94

(7) Gece Postası, 15 Temmuz 1950

(8) Ulus Gazetesi, 24 Mart 1951

(9) Müdafaalarım, N.F.K, b.d. yayınları İst. 6. Basım, s. 119-120

(10) Cumhuriyet Gazetesi, 13 Aralık 1952

(11) Dünya, Cumhuriyet, 24 Ocak 1953

(12) Cinnet Mustatili, N.F.K, b.d. yayınları İst. 11. Basım, s. 157

(13) 957 / 2121 numaralı Mahkûmiyet Vesikası

(14) Cinnet Mustatili, N.F.K, b.d. yayınları İst. 11. Basım,

s. 292-293

(15) Büyük Doğu Mecmuası, 3 Nisan 1959, sayı:5

(16) Cinnet Mustatili, N.F.K, b.d. yayınları İst. 11. Basım,

s. 312-315 arası

(17) 1960 / 3349 numaralı Mahkûmlar için müddetnâme

 

 

http://www.nfk.com.t...hkumiyetler.htm

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Buda mümkündür tazir gardaşım ama ortada yıllara varan mahkumiyetler olduğu kesin. Hatta üşenmedim ve tek tek saydım.

 

Toplamda 43 ay 21 gün mahkumiyet almış merhum Üstad.

Share this post


Link to post
Share on other sites

sitede 3 aktif ah_ varki Allah onlardan razı olsun..... kız kulesine komşu , hep takipte ve okur hep ,o yazmaz :)
cezayiriii mübarek gönüldaş , karabatak buaralar öldümü kaldımı bilen beri gelsin :)

yakışıklı ve bilgili olansa aradaki binlerce km arayı bize hissettrirmeden sıcaklıgıyla ve aktivitesiyle arayı kapatıyor (olmasa tozlanıcaz burda belkide :) )
araya araya bulamanıyacak belge ve yazılar elimizde mevcut ki Allaha şükür bunlara ulaşıp bilgi sahibi olabiliyoruz..değerli bir eşya gibi saklayabiliyoruz. .(benim için bu niteliktedir) sebep olan-lar, vesile olan-lar sağolsun . 3 sene geçmiş sağolsun büyükdoğu kardeş (kulakları çınlasın) arastırıp bulup buluşturup bişekilde paylaşmış . haklı olarak o tarihte gönlünüde koymuş. ve bişekilde yürümüş burdan (inşallah selamettedir) ben yeni gördüm bunları kaldıki üstadın mahkümiyetleri hakkında kabataslak bilgiye sahiptim. irşivime koydum bunları. emek verenler sağolsun

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...