Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mumin

Üstad'ı Anma Programından

Recommended Posts

Konuşmacılar Yahya Düzenli, Mustafa Miyasoğlu ve Sadık Yalsızuçanlar. Yazılı tebliği aşağıdadır buyurun.

 

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Değerli Konuklarımız, hepinize hoş geldiniz diyoruz. Ayrıca, edebiyat ve düşünce tarihimizin değerli şahsiyeti Necip Fazıl KISAKÜREK’i anma kadirşinaslığını gösteren Edebiyat ve Fikir Topluluğu’na şükranlarımızı sunuyoruz. Ben şimdi sözü ilk konuşmacımız Yahya Hocama vermek istiyorum. Buyurun Hocam söz sizin.

 

 

Yahya DÜZENLİ[1]

 

Topluluğunuzu hürmetle selamlıyorum. Bu kadar kalabalık ve yoğun olmasa da topluluğunuza mensup bir kısım arkadaşlarımızla bundan önce “Üstat”la ilgili birkaç sohbetimiz olmuştu. Öncelikle, üstada böylesine yoğun ilgi gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Doğrusu bu ilgi bizi heyecanlandırıyor, onunla ilgili düşüncelerimizin yeniden harekete geçtiği bir teyakkuza sevk ediyor.

 

Benim düşüncelerim, yaklaşık 35 yıldır, deyim yerindeyse üstatta ifna olmuş, yani onda yok olmuş düşüncelerdir. Bu ifna, ‘ifna olunandan alınanlar, ondan kalanlar’la hayata bakan bir ifnadır. Yani deyim yerindeyse tam bir “iradî” ifnadan bahsediyorum. Benim üstada dair yaklaşık 35 yıllık ezberlerim vardır. Bu ezberler değişmeyen, değişmeyecek ezberlerdir. Ben bir ilk kaynak olarak bu ezberlerden yola çıkarak insana, hayata, topluma, tarihe, medeniyete ve muhatap olduğumuz her şeye bakmak gibi bir usul ölçüsüyle hareket ediyorum.

 

Bu ezberler, kimilerinin “ezberlerimizi bozalım” dediği tarzda ezberler değildir, hareketli ezberlerdir. Yani hayatın, toplumun, olayların yenilendiği, değiştiği her ana uyarlanabilecek düşüncelerdir. Ben, bunları bir memba olarak Necip Fazıl’da görüyorum. Bir de şu önemli. Muhiddin Arabi ile ilgili ciddi bir eserin girişinde şöyle bir ifade vardı: “Arabî’yi anlayabilmek için ona karşılıksız bir muhabbet beslemek lâzım.” Bu Üstat Necip Fazıl için de böyle. Yoksa biz niçin Necip Fazıl’ı anlatmaya çabalıyoruz, sorusunun cevabını veremeyiz.

 

Benim burada sınırlı bir süre içerisinde söyleyeceklerim, şüphesiz Necip Fazıl’ı bütünüyle kuşatıcı olmayacaktır. Onun için böylesine girift, kompleks bir mütefekkirin, şairin hayatının-eserinin bazı kesitlerine yansıtıcı tutmak gibi bir yol izlemek zorundayız. Benim konuşmam, şematize edilmiş bir konuşmadan çok, Necip Fazıl’ın nasıl anlaşılmasına ilişkin olacaktır. Yani Necip Fazıl kimdi, dediğimizde, buna şablon olmayacak bir şekilde verilecek cevaplardan ibaret olacaktır.

 

Böylesine genç bir topluluğun Necip Fazıl’a ilgisi doğrusu çok önemlidir.

 

Niçin önemlidir?

 

Üstadın bir iki mısrasını hatırlıyoruz:

 

Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin,

 

Erken gel, beni evde bulamayabilirsin.

 

Üstadın söylediğinin aksine, bugün eserlerine ne zaman yönelirseniz yönelin O’nu “evde bulabilir”siniz.

 

Ben, adam tanımanın surat tanımak olmadığını Necip Fazıl’dan öğrenenlerdenim. Ne festivale indirgenmiş bir Necip Fazıl, ne de resmi şablonlar içerisine sıkıştırılmış bir Necip Fazıl profilinden bahsetmiyorum.

 

Necip Fazıl’ın doğrudan 1943 yılında fiilen başlayıp 1983’te vefatıyla sona eren 40 yıllık mücadele hayatını tek bir cümleyle anlatacak, bir cümleye yükleyecek olursak: Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir. Bir hesap sorma mücadelesidir. Köklerinden ve medeniyetinden koparılmış, ne kendisi kalabilmiş, ne de başka dünyalara ait olabilmiş, zorlama aidiyetler ile oturmayan, kök salamayan bir sistem ve rejime ve bunun sahiplerine karşı bir misyon mücadelesinden ibarettir.

 

Dış hatları itibariyle böyle… Asıl bu dışı besleyen iç kaynağa gelince… O da Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanıdığı 30 yaşında, müthiş bir “iç muhasebe”yle yatağına kavuşan bir “şahsiyet” görüyoruz. Yatağına kavuşan diyorum… Çünkü ben Üstadın hayatını, özellikle Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ni tanıdıktan sonraki hayatı ve ondan önceki hayatı diye ikiye ayıranlardan değilim. Necip Fazıl’ın hayatını bir bütün olarak, yani 20 yaşında yazdığı şiiri ile 1983’te yazdığı son şiirinin, gerek muhteva, gerek şekil, gerekse mana olarak, yönelik olduğu hedef olarak, derinliğine kaynak olarak tek bir kaynaktan neşet ettiğini düşünüyorum.

 

O’nun bölünmüş, parçalanmış bir hayatı yoktur. Öncesi ve sonrası diye bir hayat yaşamamıştır. 18 yaşında yazdığı ilk şiiriyle 79 yaşında yazdığı son yazdığı son şiirinin muhtevası, manası aynı yakıcı ruh iklimine aittir.

 

Bazen “hangi kitabından okumaya başlayalım?” diye sorular geliyor. Necip Fazıl’ın hangi kitabını elinize alırsanız alın, o kitap, o eser size bütün kitaplarının ruhunu verecektir.

 

Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir dedik. Bunu, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” mısrasında da, “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım” mısralarında da görebiliyoruz.

 

Necip Fazıl’ın yazdığı ve söylediği hiçbir şey konjonktürel değildir, zamanla, mekânla olayla sınırlı değildir. Zamana, mekâna ve olaya ilişkindir ancak bunlara indirgenmiş değildir. O olayları aşan bir yorum, anlayış tüter kaleminden.

 

Yani Necip Fazıl’ın düşünceleri kimilerinin zannettiği ve yazdığı gibi tarihselcilik kapsamı içerisinde miatlı-süreli düşünceler değildir. Hem zatî değeri, hem yaşadığı zaman dilimindeki değeri, yani aktüel değeri, hem de bütün zamanlar boyunca kendisine başvurabileceğimiz, fikir gıdamızı emebileceğimiz fikriyattır diye düşünüyorum.

 

Üstadın mücadele verdiği yılları, yani eserlerini ortaya koyduğu yılları, o bütünüyle bir milleti “tarihinden, dilinden, medeniyetinden” koparmak için her türlü devlet baskısının yoğunlaştığı dönemleri düşünürseniz, özellikle 1930’lu, 40’lı yılları düşünürseniz… “Allah” demenin bile yasak olduğu yıllarda nasıl bir mücadele verdiğini daha iyi anlamış oluruz.

 

Kimilerinin zannettiği gibi Necip Fazıl Almanların bir Goethe’si değildir. Necip Fazıl İngilizlerin bir Shakespear’i değildir. Ben Necip Fazıl’ı, bütün bunların ötesinde bir medeniyet mücadelesi, 1923 ile 1983 yılları arasında yeni bir kök arama, suni bir kök arama mücadelesine, kavgasına, yapay bir tarih oluşturmaya karşı müthiş imkânsızlıklar içerisinde verilmiş gerçek bir medeniyet mücadelesi olarak görüyorum.

 

Asla yılmayan, vecd içerisinde verilmiş bir mücadele…

 

Ne diyordu: “Allah, Resul aşkıyla yandım bittim kül oldum. Öyle zayıfladım ki sonunda Herkül oldum!”

 

Eğer Necip Fazıl’ın hayatını kendi kavramlarıyla üç kelimede ifade etmek istersek, bunu “iman, fikir ve aksiyon” olarak ifade edebiliriz. Necip Fazıl 1927 yılında yazdığı bir mısrada diyor ki, “Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi” 1949 yılında Sakarya Türküsü’nde de “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!” Böylesine destanlık bir mücadelenin adamıdır Üstad.

 

Ancak, doğru okunduğunda “zevken idrak” edilebilecek bir mücadele…

 

Üstadın resmi formatlar içerisinde pek görülemeyen, kaçırılan, belki o resmi formatlar içerisinde ifade edilmesinde sıkıntı duyulan bütün bir hayatının özeti, Vasiyetnamesi’nde ortaya konulmuştur. Orada şunu söyler:

 

“Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

 

İşte bütün bir ontolojik hayatın kendi kaleminden net ifadesi.

 

Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” diye ifadelendirdiği davası, O’nun bir “medeniyet mimar ve inşacısı” sıfatıyla medeniyet mücadelesi olarak yürüttüğü kavga, onun büyük rüyasıdır, büyük duasıdır, büyük davasıdır ve büyük sevdasıdır. Bunun ne olduğunu “İdeolocya Örgüsü” kitabını okuyan ve okuyacak olanlar göreceklerdir. Bu eser bir medeniyet manifestosudur. O’nun ütopyasıdır. Ütopyası yani hayata ilişkin bir bütünlükte sistematize edilmiş “dünya görüşü”nün temel ipuçlarıdır.

 

Necip Fazıl’ın en büyük talihi de talihsizliği de şair olmasıdır diye bir olumsuz cümle kurmak istiyorum. Bu olumsuz cümleden yola çıkarak da şunu söylemek istiyorum: O’nun şiirinin tılsımlı derinliğine, büyülü etkisine kapılarak düşünce adamlığının, mütefekkirliğinin, mimarlığının, yani tarih, toplum, insan, medeniyet sorgulamalarının es geçildiğini düşünüyorum. Fikri böyle olduğu gibi şiirinin de bütünüyle gerektiği gibi anlaşılabildiği düşüncesinde değilim. Ancak şiirinin kelâm büyüsüne kapılıp mütefekkirliğinin, asıl bilinmesi, anlaşılması, hissedilmesi, hazmedilmesi gereken mütefekkir boyutunun anlaşılmadığı düşüncesindeyim.

 

Aslında üstadın bütün şiirlerini ihtiva eden “Çile” kitabı ile “İdeolocya Örgüsü” kitabını yan yana koyduğunuzda, birbirinin simetriğidir denilebilir.

 

Üstadın dünya görüşünü ifade eden “Büyük Doğu İdeolocyası”nın, -bu, aynı zamanda bir medeniyet tasarımıdır, inşa edilmesi gereken, günümüze ve dünyamıza sunulması gereken, alternatif olarak teklif edilmesi gereken bir mütefekkirin düşüncelerinden ibarettir- Çile’de “aks”ini görüyoruz. Bunun şiir diline dökülmüş, kendisinden önce böyle bir damarı olmayan, kendisinden sonra da bu damarın sürdürülemediği bir muhteva görüyoruz. Yâni Çile’nin İdeolocya Örgüsü’nün şiir diliyle ifade edilmiş biçimidir diye düşünüyorum.

 

Kimileri İdeolocya Örgüsü’nü anlayamadıkları veya yanlış kanallardan beslenerek saptırdıklarından dolayı Üstadın düşüncelerini realize edilemeyecek fikirler olarak görebilirler. Bu idrakler konumuzun dışındadır ve muhatabımız değillerdir.

 

Üstat Necip Fazıl yaşadığı dönem boyunca, mücadele hayatı boyunca, bu ister hapishane hayatı olsun, isterse toplumsal mücadelesinde olsun (medeniyet dünyamızın kavramıyla ifade edecek olursak) sürekli huzurda yaşamış bir adamdır. Kelimelere dikkat ederseniz, “huzurlu yaşamış bir adam” demiyorum, “huzurda yaşamış bir adamdır” diyorum. Yani, “kimin huzurundayım” sorusunun cevabını mücadelesinin gayesi bilmiştir.

 

O’nun el atıp da kendi rengine büründürmediği hiçbir mesele yoktur.

 

Bunlar çok iddialı cümleler gibi gelebilir size. Ben sentetik cümlelerle konuştuğum için, yani hüküm cümleleri halinde konuştuğum için bunların bende analitik olarak gerekçeleri var. En azından böylesine sentetik konuşmalar belki muhataplarımızca sebeplerine inilmesi gibi bir şeye vesile olabilir diye düşünüyorum

 

Üstat; maiyyet olmaya değil, maiyyet almaya memur bir düşüncenin adamıydı. Arkasına takılacağı değil, arkasına takılınacak düşüncelerin adamıydı.

 

Üstadı belli günlerde anmanın değil, bütün zaman dilimlerinde “anlama”ya çabalamanın önemli olduğunu düşünüyorum. O’nu ölü bir şark dekoru şeklinde anlamamak gerekiyor. Yani Necip Fazıl’ı belli zaman dilimlerinde anılması gereken, tarihsel ve arkeolojik bir malzeme olarak değil, sürekli içimizde yaşaması gereken ve anlaşılması gereken bir şahsiyet olarak anlamak, yaşatmak ve eserlerini hayata geçirmek gerekir diye düşünüyorum.

 

Necip Fazıl’ın, tavizsiz bir tavrı vardı. Mücadelesinde, fikriyatında, sanatında, şiirinde, tavizsiz bir istikameti vardı. Ne kadar eseri varsa, birbiriyle doğrudan ilgili veya farklı olan bütün eserlerinde hepsinin içerisine giydirdiği bir tavizsiz tavrı vardı. Necip Fazıl, mücadele hayatında da böyleydi, eserlerinde de böyleydi.

 

O’nun halini ifade eden iki kelime: Fikir ve Öfke’dir. O fikirsiz öfke ile öfkesiz fikrin hiçbir mana ifade edemeyeceğinin idrakindedir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “Eserlerinin ve hayatının bütününe yayılmış öfkeyi her zaman görebilirsiniz” der. Üstad bunu “ya ol, ya öl” formülasyonuyla ortaya koymuş ve bütün hayatını bu tavizsiz tavır çizgisinde yaşamıştır. Yani fikirsiz öfkenin ve öfkesiz fikrin Necip Fazıl’da yeri yoktur.

 

Üstad vefat ettiğinde herkes “boşluğu doldurulamayacak” diye beylik laflar ediyordu. Üstadın mücadele arkadaşlarından rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ise “Boşluk bırakmadı ki doldurulsun” demişti. Biz de böyle düşünüyoruz.

 

Konuşmamı, üstadın tarihi tezler taşıyan “Abdülhamid” kitabının en sonundaki bir cümlesiyle bitirmek istiyorum. Üstad kitabının sonunda diyor ki, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” Belki sizlere büyük bir iddia gibi gelebilir, ama ben de diyorum ki, “Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Eğer hocalarımız izin verirlerse, ben aralarda üstadın şiirlerinden okumak istiyorum. Genç arkadaşlarımızı okumaya sevk etme anlamında iyi olabilir diye düşünüyorum. Şiirlerinin içerisinden seçerek okumak istiyorum(‘Zindandan Mehmed’e Mektup’ adlı şiir okunur).

 

Sultana sultanlık yakışır. Sözü ben sultanına bırakıyorum. Buyurun Hocam.

 

 

 

Sadık YALSIZUÇANLAR[2]

 

Hepinizi saygıyla selamlıyor, davetiniz için teşekkür ediyorum. Necip Fazıl’ı bir kere daha minnetle ve rahmetle anıyorum.

 

Necip Fazıl’ın kendisini ben görmedim. Ama bir kere telefonla konuştum kendisiyle. Küçük oğluyla birlikte İstanbul’da aynı şirkette çalışıyordum.

 

Hıncal ULUÇ’un editörlüğünü yaptığı Erkekçe diye bir dergi vardı. Şimdi sanıyorum yok galiba. O dergi üstatla bir söyleşi yapmış. Orada çıplak kadın fotoğrafları falan vardı. Erotik bir dergiydi. Böyle 8-10 sayfa Necip Fazıl’la kapsamlı bir söyleşi yapılmış. Başlığa da böyle “tasavvuf” kelimesinin geçtiği bir cümle almışlardı. Bu söyleşinin duyurusunu yapmışlardı. Ben onu bayide görünce ilgimi çekti ve aldım. Söyleşiyi okudum.

 

Tabii, öyle bir dergide, tabii 1980’li yıllarda, 1981 de olabilir, bir heyecanla kendi kendimi ajite ettim ve üstadı telefonla aradım. Oğluna şirketle ilgili bir şey söyleyeceğim diye de bir bahane uydurdum. Telefonda kendisiyle “Efendim, ben sizin hayranınızım”, kem küm falan kekeme bir şekilde konuştum. Ellerinizden öperim dedikten sonra, Erkekçe dergisi der demez, bana “Evladım, biz onları dava ettik” deyip, kestirip attı. Bir tek böyle bir diyaloğum var üstadın kendisiyle.

 

Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, içindeki çocuk… Ona aslında insani kadim de deniliyor. İnsani kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır.

 

Rasim arkadaşımız anlatmıştı. Çankırı’da bir şenlikte yaşanan bir olayı anlatmıştı. Üstadı kandırmak çok kolaydı. Her konuda çok rahatlıkla kandırabilirdiniz. O kadar inanmaya açıktı. Sevdiği, inandığı ve güvendiği insanlar ne söylese inanırdı. Hele gele para konularında, dünyevi konularda veya diğer konularda. Mesela okumadığı, bilmediği bir konu varsa, -gerçi Necip Fazıl’ın bilmediği konu yok gibidir- o konuda bir şey söylenirse inanırdı. Bu da onun saflığından gelirdi.

 

Mesela, onun en çok sevdiğim şiirlerinden bir tanesi sizlere okuyayım:

 

Al eline bir değnek,

 

Tırman dağlara, söyle!

 

Şehir farksız olsun tek,

 

Mukavvadan bir köyle.

 

 

 

Uzasan, göğe ersen,

 

Cücesin şehirde sen;

 

Bir dev olmak istersen,

 

Dağlarda şarkı söyle!

 

 

 

Bu, Necip Fazıl’ın bu saf yönünü ortaya koyan bir şiirdir. Heideger’in dediği gibi, “dünyada yaşıyoruz, ama göklerle çevriliyiz.” Şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl bir defa modern zamanlarda Türk şiirinde bunu yapmış bir insan diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

 

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe “kelam” dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, toprağı mayalayan şeyi yapar. Daha doğrusu insan, göz ve sözle mayalanır, insan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, şimdi üzerinde yaşadığımız bu toprakları -ki Anadolu biliyorsunuz “Güneşin doğduğu yer” demektir- Anadolu’yu Türkçe sözle ilk mayalayan Yunus Emre’dir. Zaten Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Dil üslubunda modern etkiler, Her büyük şairde olduğu gibi kendine özgü bir üslubu vardır.

 

Bizim büyük şair bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Yani hem siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadolu’yu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

 

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık 4 bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

 

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir “bela” diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasrı’nın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti artan bir süreçtir.

 

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Bizim Türk modernleşmesi denilen Cumhuriyet modernleşmesi ise, çok patolojik tarafları olan, daha çok Kemal Tahirlerin, Cemil Meriçlerin, Erol Güngörlerin belirlediği, tartıştığı, ifade ettikleri gibi çok patolojik yanları olan, kendi kendini sömürgeleştirme tarafları olan, Batılılaşma biçiminde çok algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha çok böyle köktenci pabuçlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, 20.yüzyılın başlarında bayağı bir çekilmiştir.

 

Pir Sultan Abdal bile söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

 

 

 

Bozuldu yolcular yollarda kaldı

 

Edep erkân gitti dillerde kaldı

 

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

 

Beklerim yolların gel efendim gel

 

 

 

Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme sürecine karşı bizim maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır. “Çile” aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatlere itaat etmeyen bir şiirdir. Necip Fazıl’ın aşağı yukarı bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

 

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Ağabeyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında aslında bir milattır. Hiç tanımadığı Hızır kılığında bir adam ya da Hızır gibi bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “Şuraya git” diyor. O da gidiyor. Orada Abdülhakîm Arvâsî adında modern zamanların bilgesiyle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal’de böyle şahsiyetlerden biridir. Yani üç dört kişi ancak çıkar. Mesela Nazım Hikmet’te böyle çok belirgin, önde bir şahsiyet görmeyiz.

 

Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, yani her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

 

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya: “Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkârdır.” Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

 

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.

 

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

 

Artık barınamam gölge varlıkta.”

 

Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

 

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yaşam yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de bu meta hikâyesi kendi şeyidir. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

 

Bu şiir 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonraki bir şiirdir. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde, zaten bu kitaba “Çile” diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil, yani “menzile girmek” birtakım yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, 2-3 metrekarelik bir odaya girerek, kimseyle konuşmaması ve içmemesi gibi.

 

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

 

Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, “Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl’da bu var mı yok mu diye.

 

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motife etmesinin hikâyesidir.

 

Biz niye okuyoruz? Okuma, başka benlikleri dinlemekten başka nedir ki? “Öteki”nin hikâyesi bizim açımızdan son derece biricik, dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse… Çünkü biliyorsunuz Uzak Doğu el sanatında hani bir kavram var, geo diye. Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz. Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile şiirin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

 

 

 

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

 

Atlas sedirinde mavera dede.

 

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

 

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

 

 

 

Burada “Atlas” kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, makro âleme doğru gidiyoruz. Burada mikro âleme giriyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

 

 

 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

 

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

 

Içiçe mimari, içiçe benlik;

 

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

 

 

Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

 

 

 

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

 

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

 

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

 

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

 

 

 

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

 

Artık barınamam gölge varlıkta.

 

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

 

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

 

 

 

Aslında hayatın özü, bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir. Bu bir gelenektir aslında. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:

 

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

 

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

 

Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

 

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

 

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

 

Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazıl’ın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabetleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim bu 70 yıllık, 80 yıllık, 90 yıllık, 100 yıllık, 150 yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikâyemizin, kamusal hikâyemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikâyesidir.

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Teşekkür ediyoruz. Arkadaşlar, bir kez daha şiir ister misiniz? (Muhasebe şiirini okur.)

 

Söz odur ki hatibindir. Ben şimdi sözü Mustafa Hocamıza veriyorum. Buyurun Hocam.

 

 

MUSTAFA MİYASOĞLU[3].

 

Öncelikle bu güzel toplantıyı tertip eden genç arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ben size Necip Fazıl’ın çok yönlü şahsiyetinden söz edeceğim. Önce şahsî gözlemlerimden başlayacağım: Bundan 45 yıl önce, bir lise talebesi iken, 1963’te Çile adlı şiir kitabı yayınlanmıştı. 1964 yılında Büyük Doğu dergisi yayınlanırken ben ilk kez kendisini o zaman bu dergiden tanıdım. Necip Fazıl şiirleri, yazılarıyla bana bilgece bir şahsiyet gibi göründü. O yıllarda Adalet Partisi’nin kongresi vardı.

 

Sadık Bey’in söylediği gibi o çalkantılı dönem içerisinde Adalet Partisi’nin kongresine siyasî yazılarıyla müdahale etmesini, doğrusu ben kafamdaki Necip Fazıl portresine pek yakıştıramadım. Bilge, düşünür, şair, hatip; böyle önemli bir adamın, aktüel bir siyasi parti olayı ile ilgilenmesini, doğrusu ben yadırgamıştım. Ben kendisini böyle tanıdığım için, ona günlük politik tavrı yakıştıramadım. Hâlbuki zamanla anlayıp kavradık ki, gençliğin doğru düşünebilmesi için iktidarların kültür politikaları önemlidir.

 

Doğru düşünebilmek için önce düşünebilmek gerekir. Onun için üniversiteli arkadaşlarımızın felsefe kitaplarını okumalarını tavsiye ederim. Ben lise yıllarımda Descartes’in Metod Üzerine Konuşmaları’nı Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ve Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye eseriyle birlikte okudum.

 

O dönemlerde Necip Fazıl’ın bu kadar kitabı yoktu. Kitapçılarda beş tanesi ancak bulunabiliyordu. Çile’den başka hikâyeleriyle piyesleri basılmıştı. O yüzden Necip Fazıl’ın şair ve düşünür portresini ben aynı dönemde idrak ettim. 1965’te Dünya Görüşümüz adlı konferansını dinledikten sonra Necip Fazıl’ı daha yakından tanımaya çalıştım. Bu konferans sonrası sohbet için bir eve gittiğinde ben de oraya gittim. O gün bana benim düşünmem gereken şeyleri ifade etmiş gibi görünüyordu. O zaman ben bir lise talebesiydim. Okuyarak mutlu olan, kelimelerden bir dünya kuran ve bundan mutlu olan bir gençtim.

 

Orhan Pamuk’un hoşuma giden bir sözü var: “Ben roman okuyanlar tarikatı için yazıyorum.” Bu şu demektir: Kelimelerden bir dünya kurmaya alışmış olacaksınız ki, okumanın bir anlamı olsun… Elinizde kitap gördüklerinde, genelde ailelerinizden size yöneltilen bir eleştiri vardır: “O kitapla niye zaman harcıyorsun? Git dersine çalış.” Hâlbuki derse çalışmanın en önemli hazırlığı, o hikâye, roman, şiir, hatta belki mizah, tarih, araştırma okuyarak okumaya alışmaktır. Kitap okumak, insanın zihnini açan, ufkunu geliştiren en önemli faaliyettir. Kitap okuyarak, benliğinizin dar kafesinden dünyaya açılıyorsunuz. Ondan sonra da kelimelerden bir dünya oluşturuyorsunuz ve kendinizi dünyaya açıyorsunuz.

 

Bizim gibi insanların rüya görmeden yaşaması mümkün değil. Rüya görmemiz engellenirse, hiç dinlenmiş olmuyorsunuz. Psikiyatrisiler, rüya olayını bir at üzerinde denemişler. Atın, rüya gören nadir hayvanlardan biri olduğu belirtiliyor. At rüya görürken uyandırılırsa ki, böyle bir deneme yapmışlar ve beş gün rüyası engellenmiş, sonunda at çıldırmış. Dolayısıyla at, rüya göremediği için hayatını kaybetmiş.

 

Biz de öyleyiz. Bana göre, bu kitaplarla bize ait olmayan, dört duvar arasında geçen dünyamızın üstünde bir meta âlemine, yani ötelere geçtiğimizi ve bu âlemin kelimelerden oluştuğunu söyleyebilirim. Ben Necip Fazıl’ı şairliği, yazarlığı ve mütefekkirliği içinde tanıdım. Daha sonra politik müdahalelerinde insan ve hayat anlayışının öne çıktığını gözlemledim. Kendisi, günlük politik menfaat, çıkar eleştirisinden hakikaten uzak, ama sokaktaki insanın hayatını değiştirecek yenidünya görüşüne ve onun yaradılış hikmetine uygun bir hayat yaşayabilmesi için iktidar ya da muhalefette olan siyasi partilerle görüşmüştür. Bazı oluşumları yönlendirerek kadrolar yetiştirme ve bir şekilde genç toplulukları organize etme, böylece devletin işleyişine müdahale etmeyi istedi. Organize bir güç olan devletin yapılanmasında, bu toplumun tarihi-kültürel mirasına uygun hareket edilmesi için müdahale ettiğini söyleyebiliriz.

 

Necip Fazıl, milletimizin tarihi-kültürel mirası çerçevesinde sanat-fikir-aksiyon dışında herhangi bir memuriyet düşünmemiştir. Siyasi partilerle herhangi bir şahsî menfaat ilişkisi olmamıştır. Kendisinin milletvekillik veya senatörlük gibi istediği zaman elde edebileceği bir talebi hiç olmamıştır. O kendisini ve tüm hayatını imanlı nesiller yetiştirmeye adadı. Bunu Gençliğe Hitabesi’nde çok güzel anlatır…

 

Paraya karşı tavrı konusunda çok şey söylenir. Osman Yüksel Serdengeçti’nin şöyle bir esprisi var: “Necip Fazıl üstadımıza para yetmez. Küçük çapta bir Afrika devletinin hazinesi ancak onun masraflarını karşılayabilir.” Yani Üstadın paraya ihtiyacı olmadığından değil, bazı şeylere tenezzül etmediğinden söz konusu etmez. Eline inanılmaz miktarda para geçer ve inanılmaz çabuklukla o parayı tüketirdi.

 

Bu konuda arkadaşlardan biri Üstatla ilgili şöyle bir hatırasını anlatmıştı. Bir gün Üstadın bürosunda otururken, bir adam geliyor ve masaya para dolu bir çanta bırakıyor. Üstada diyor ki, “Benim bir vaadim vardı, Allah lütfetti kazandım, bu parayı da size getirdim. Siz bunu istediğiniz hayır işinde kullanabilirsin.” Sohbet devam ederken, çantadaki paraya bakılmıyor bile. Biraz sonra büroya başka bir adam giriyor ve Üstada halini şöyle arz ediyor: “Üstadım, biz bir cami yaptırıyoruz, ama imkânlarımız sınırlı, paramız yetmedi... Bizi tanıdığınız zenginlerden birkaç adrese gönderin de oradan bağış alalım.” Üstat, biraz önce adamın masanın üzerine bıraktığı çantayı göstererek, “Bu çantada biraz para var. İşinizi görürse alın, kullanın!” diyor. Adam, çantadaki paraya bakıyor ve teşekkür ederek odadan çıkıyor.

 

Necip Fazıl’ın yerinde başkası olsaydı, masanın üzerine konulan çantayı açar, sayar ve saklardı.

 

Benim şahit olduğum başka bir hadiseyi anlatayım. Üstat, 1973’te hacca gidip geldikten sonra Büyük Doğu Yayınevi’ni kurdu. Bütün eserlerini gözden geçiriyordu. Her sene böyle üç dört kitap çıkartmayı planlıyordu. Burada kitaplarını bastırıyor, ama müthiş sabırsız. Kitap matbaadan çıkar çıkmaz dağıtıyorlar. Ama vakti ve sabrı yok. Ben böyle günlerden birinde kendisini MTTB’de gördüm. Gidip karşısına oturdum. Üstat konuşurken biraz sonra genç bir delikanlı odaya girdi. Elinde bir büyük zarfla küçük başka zarflar vardı. Zarfları üstada verdi. Üstad büyük zarfı açtı, paraları çıkarttı. Gencin yardımıyla paraları sayarak, küçük zarflara koymaya başladı. Bu arada bazı paralar yerlere dökülüyordu. Genç arkadaş paraları toplayarak masanın üzerine bırakıyordu. Üstad paraları küçük zarflara koydu ve genç arkadaşa da bazı yerlere ulaştırmasını istedi. Bana döndü, “Mustafa, hamd olsun zekât verecek hale geliyoruz!” dedi.

 

Ben üstadı 1965’ten ölümüne kadar 18 sene boyunca bazen ziyaret ederek tanıdım. Üstadı hiçbir zaman ümitsiz görmedim. Peygamberimizin sünnetine uygun olarak şöyle bir şey de yaptı. Hacdan geldikten sonra, ölünceye kadarki 18 yıl boyunca, “Bende kimin ne alacağı varsa, senetsiz-sepetsiz de olsa gelsin alacağını istesin benden!” dedi. Şimdi böyle bir cesaret peygamberimizden başka kimde vardı?

 

Üstadın şiirlerinde hakikaten daha önce hiç duymadığımız metaforlar, benzetmeler ve imajlar vardır. Bu imajlar, bazen nesirlerine, fikir kitaplarına da kayıyor. Çünkü fikrî ve evrensel gerçekleri bazen şiirle bulmuştur. Üstat Necip Fazıl, Akşam, Çile, Kaldırımlar, Sakarya Türküsü, Muhasebe, Geceye Şiir gibi ilk şiirinden son şiirine kadar şiir dünyamıza müthiş güzellikler sunmuştur.

 

Peyami Safa diyor ki: “Necip Fazıl’ın bir şiiri var. Bütün şiirleri o şiirin mısraları gibidir.”

 

Gerçekten de ilk şiir kitabı ile son şiir kitabı arasında ciddi bir fark yok. Aynı düşünceyi söylüyor. Üstadın şiirlerinde böyle bir bütünlük var.

 

Ben sizleri üniversiteli gençler olarak gerçekten talihli buluyorum. Bu çağda yaşayıp da, Necip Fazıl’dan habersiz bir Türk genci olmak gerçekten acınacak bir durum. Çünkü Necip Fazıl hakikaten çok farklı ufuklara götürüyor insanı. Bir akşamüzeri Çetin Altan’a şöyle bir şey söylemiş, o da bunu 40 yıl unutamamış: “Kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor, beni kimseler anlamıyor!”

 

Necip Fazıl’daki Anka kuşunu andıran kanatlardaki kanama öyle bir kanama ki, Sokrates’in kanaması gibi. Sokrates’in savunmasını hatırlarsınız. Öğrencisi Eflatun, “Efendim, sizi haksız yere öldürüyorlar. Bunun için ağlıyorum” der. Sokrates, “Beni haklı yere öldürselerdi asıl o zaman üzülmen lazımdı. Bunun için üzülme!” Gençlere mitolojik söylemleri sorgulayarak düşünmeyi öğrettiği için Sokrates’i zehir içerek ölüme mahkûm ettiler. Çünkü onun kanatları da ufuklara çarpıyordu…

 

Necip Fazıl da buna benzer bir suç yüzünden mahkûm oldu. Suçu neydi? Bu ülkenin aydınlarına tarih muhasebesi yapmak ve yakın tarih üzerinde düşünmeyi öğretmekti. Bunu bir şiirinde şöyle bir imajla anlatmaya çalışır: Kafanızı iki dizinizin arasına koyuyorsunuz ve düşünmeye başlıyorsunuz. Bir hesaplaşma, bir mütalaa yapmaya başlıyorsunuz. Bu müthiş bir kuyuya girmek gibidir. Bu kuyuya girmediğiniz zaman, bu dünyaya girmediğiniz zaman nasıl bir dünyada yaşadığınızı anlayamazsınız.

 

Necip Fazıl’ın yayınladığı Büyük Doğu’nun 1964 döneminin ilk dört sayısıyla iki-üç eserini okuduktan sonra, Adalet Partisi kongresine müdahalesi bana yadırgatıcı gelmişti. Ama Necip Fazıl’ı daha yakından tanıdıktan ve tüm eserlerini okuduktan sonra bir bütün olarak ele aldığım zaman onu daha iyi tanıyıp değerlendirdiğimi sanıyorum. Ne cemaatler, ne politikacılar, ne esnaflar, ne gazeteciler, ne şairler, ne yazarlar; bunların hiçbirisi Necip Fazıl’ı anlayabilecek seviyede değildir, çünkü o çok başka birisidir. Ben, her ay birkaç kez Necip Fazıl’ın yanına giderdim. Gideceğim gün o günü tam ona ayırırdım. Onun yanına gitmeden önce hiçbir şey okumuyor, hiçbir şey incelemiyor, zihnimi tamamen boşaltıyordum. Anlattığı şeyleri değerlendirebilmek ve anlayabilmek için yaz günlerinde sabah namazına kadar dolaşıyordum. Çoğu zaman kendimi yüksek gerilim hattına bağlanmış bir beyaz eşya, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi hissettiğim oluyordu. Yani, o eşya ne kadar sarsılırsa, ben de öyle sarsılıyordum. Ama Necip Fazıl’ı ciddiye almadan, bu ne diyor diye öylesine dinleyen arkadaşlarımız da vardı. Bugün bu ülkenin fikir hayatı, sanat hayatı, dini-tasavvufi hayatı, politika hayatı, tarih değerlendirmeleri, tiyatro edebiyatı gibi alanlarda onun çok ciddî bir etkisi var. Necip Fazıl’ın eserlerini okumuş, ondan bir şekilde yararlanmış insan çok farklı olur. Ama ne yazık ki, bu ülkede Necip Fazıl’ın eserlerinden beslenmemiş, ondan yararlanmamış insanların çok olduğunu üzülerek görüyoruz.

 

Toparlayacak olursak, ben, Necip Fazıl’ı hem uzaktan, hem yakından tanıma fırsatı buldum. Onu tanıdığınız zaman gerçekten çok farklı ufuklara, başka dünyalara, başka rüyalara gider, insanlık için çok farklı şeyler düşünürsünüz. Tolstoy, Dostoyevski, Shakespeare, Cervantes gibi büyük bilge şair ve yazarların eserlerini okuduğunuzda, onlarda görülen insanlığın kendisiyle ilgili olduğu, binlerce insanın kaderinin bir noktada kesiştiği anlardan birini yaşıyorsunuz. Bu çok önemlidir…

 

Türkiye eğer dönüşecekse, değişecekse, dünya ile birlikte daha iyiye, daha huzurlu hayata ulaşarak yaşanabilir, insana yakışır bir duruma gelecekse bazı şeylerin okuyarak bilincinde olmalıyız.

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Hocam sizin ekleyeceğiniz şeyler varsa, buyurun.

 

 

Yayha DÜZENLİ-

 

Bir iki cümle eklemek istiyorum.

 

Necip Fazıl ile ilgili olarak Sadık ve Mustafa Beylerin derinliğine ve genişliğine anlattıkları, insanların kendilerini onun duruşuna göre ayarlayabilecek bir şahsiyettir. Bugün bundan mahrum olduğumuzu düşünüyorum.

 

Necip Fazıl’ın hiçbir şeyini okumasanız da veya bütün kitaplarını okusanız da, hayatını tarasanız da ortada göreceğiniz tek bir hece vardır. O hece “ben”dir. Yani “ben idraki”.

 

Ontolojik olarak insanın ne olduğunu ben Necip Fazıl’dan öğreniyoruz.

 

Mustafa Bey’in dediği gibi, Necip Fazıl’ın birçok metaforları var. Bu “ben” idrakinin ne olduğunu anladığımızda ancak hayatın anlamını ve ötenin anlamını da ancak derinliğine anlayabileceğimiz mütefekkir bir şahsiyettir.

 

Üstat’ta bu “ben” idraki o kadar ileriye gider ki, “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı” der. Yine, “Bir kuş, bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” der.

 

İnanın, ancak velayetle idrak edilebilecek, velayetle izah edilebilecek anormal, yani cümle üstü cümlelerdir bunlar. Sadece hiçbir şey olmasa bile, kardeşimin okuduğu “Muhasebe” şiiri bile her şeyi anlatmaya yeter diye düşünüyorum.

 

Batılı çok büyük bir besteci şu an için diyor ki, “Ben bu büyük sanatçının eserleriyle tazeleniyorum, arınıyorum, canlanıyorum.”

 

Bizler de inşallah Necip Fazıl’ın eserlerinde derinleştikçe yeniden tazelenebileceğimizi, hayattaki duruşumuzu da yeniden teyit edebileceğimizi düşünüyorum

 

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Teşekkür ediyoruz. Buyurun.

 

 

 

SADIK YALSIZUÇANLAR

 

Hegel genç bir sanatçıya yazdığı mektupta, “Sanat eserleri de insanlar gibi sonu gelmez bir yalnızlık içindeler. Onları da ancak sevgi yaşatır” diyor.

 

Ben de Mustafa Ağabeyin dileklerine yürekten katıldığımı ifade etmek istiyorum.

 

Bütün sanatçılarımıza olduğu gibi Necip Fazıl’a da sevgiyle, saygıyla yaklaşmamız lazım.

 

Necip Fazıl’ın 19 yaşında yazdığı bir şiiri sizlere burada okumak istiyorum.

 

Elimde, sükûtun nabzını dinle,

 

Dinle de gönlümü alıver gitsin!

 

Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,

 

Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!

 

 

 

Yürü, gölgen seni uğurlamakta,

 

Küçülüp küçülüp kaybol ırakta,

 

Yolu tam dönerken arkana bak da,

 

Köşede bir lahza kalıver gitsin!

 

 

 

Ümidim yılların seline düştü,

 

Saçının en titrek teline düştü,

 

Kuru bir yaprak gibi eline düştü,

 

İstersen rüzgâra salıver gitsin.

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Teşekkürler. Buyurun.

 

 

MUSTAFA MİYASOĞLU

 

Necip Fazıl’ın eserlerinde temel düşünce şu:

 

Biz Aydınlanma düşüncesinin oluşturduğu modern bir çağda yaşıyoruz. Modern çağ, Batı medeniyetinin globalleştirdiği bir modernizmi içine alıyor. Bu pozitivizm, materyalizm ve tarihi maddeciliğe yol açan bir düşüncedir. Rasyonalizm bunun en önemli aracıdır. Bu meseleyi anlamadığımız sürece, yani 18. yüzyıldan başlayan, Fransız İhtilâli’nın geliştirdiği, imparatorlukların, derebeyliklerin çöktüğü, ama meta olmayan her şeyin ötelendiği, metafiziğin bir tarafa bırakıldığı bir çağda yaşıyoruz.

 

Pozitivist dünya görüşüyle önce Meşrutiyet ve sonra da Cumhuriyet kurulmuştur. Elbette aklı başında kimse saltanat çağına, tek adam sultasına dönmek istemez. Kendi hayatımıza kendimiz hükmetmek isteriz, kendi ihtiyaçlarımıza göre çıkarılan kanunlarla yönetiliyoruz. Cumhuriyet, belki de rejimler içerisinde İslam’a ve Türk kültürüne en uygun idarî yapıdır. Ama bunun Pozitivizmle, Rasyonalizmle ve Aydınlanma düşüncesiyle oluşturulması şart mıydı? Bu hayatî soruyu sormamız lazım.

 

Bu soruyu dünyada ilk kez çok kuvvetli bir şekilde sorabilen ve alabildiğine muhasebesini yaparak ortaya koyan düşünür Necip Fazıl’dır. Aydınlanma düşüncesi yerine vahyin ışığında alternatif bir başka yaşama biçiminin, “Bugünküne mazi, yarınkine istikbal” diye ifade edildiğini görüyoruz.

 

Necip Fazıl’ın bütün eserlerinde, şiirlerinden tiyatrolarına, yazılarından tarih muhasebesine kadar hepsinde bu var. Bu bakımdan Necip Fazıl, kendi çağının tarihteki en önemli dördüncü örneğidir. Ötekiler de Sokrates, İmamı Gazali ve Descartes’tir; bunların hepsi de diyalektik sorgulamacıdır.

 

Aydınlanma düşüncesinin Kartezyen düşüncenin yozlaştırılarak oluşturulduğu bilinir. Metafiziğin inkâr edildiği, “meta” olmayanın “meta” değil diye küçümsendiği bir çağda yaşıyoruz. Aydınlanma düşüncesi, felsefi olarak ortaya koyduğu bakış açısını sanat eserleriyle yaymıştır. Necip Fazıl da sanat eserlerinde fark ettiği bir güzelliği fikir eserleriyle takdim etti. Bu takdim çok önemlidir.

 

Necip Fazıl gibi felsefi bir düşünce disiplini aldığınız zaman, felsefenin temel kitaplarını okuyarak etraflıca düşündüğünüz zaman bunun farkını anlarsınız. Felsefi eserlerle sanat eserleri iki ayrı dille yazılır. Necip Fazıl bu iki ayrı dilin ikisinde de mükemmel eserler ortaya koymuştur.

 

Zaman zaman Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’i karşılaştırırlar. Hâlbuki Nâzım, Ârif Nihat Asya gibi, o seviyede bir şairdir. Ârif Nihat Asya, Osmanlı-Selçuklu sentezi bir Türk-İslam dünya görüşünün propagandasını yapar, Nazım Hikmet ise Sosyalizm ve Marksizm’in Sovyet yorumunun propagandasını yapar. Necip Fazıl’ın yorumu kendine özgü tasavvufi İslam anlayışı ile İmamı Gazali’de bir kök bulur. Onu maziden alıp istikbale getirir. Yunus’tan bugüne evliya şairlerin benimsediği tarih şuuru, kendine özgü bir hürriyet anlayışı vardır. Necip Fazıl, ne Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu, ne Mehmet Âkif gibi Selefi yorumu kabul edip bunu tebliğ etmez. O hep kendine özgüdür…

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Teşekkür ediyoruz. Bir soru-cevap bölümü olsun istedik. Bir iki soru alabiliriz. Buyurun.

 

 

 

SORU

 

Yahya Hocam, Necip Fazıl’ın üslubuna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

 

 

 

Yahya DÜZENLİ

 

Bir bütün içerisinde olmadıkça üstadı anlatmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Ama sizlere küçük bir anekdotu, küçükken yaşadığım bir şeyi anlatayım.

 

Üstat, 1960’larda Amasya’da bir konferansa geliyor. Salon tıklım tıklım dolu… Üstat konferansını verirken bir tanesi itiraz ediyor. İtiraz eden ayağa kalkıyor. Üstat soruyor: “Kimsiniz?” İtiraz eden “Ben buranın Alay Komutanıyım” diyor. “Peki, buyurun oturun” diyor.

 

Üstat konferansa devam ediyor. Öylesine asabi bir mizaca da tabii tahammül etmesi mümkün değil. Dinleyiciler kendini kaptırmış konuşmanın büyüsüne. Üstat tekrar soruyor: “Kimdi o itiraz eden?” İtiraz eden ayağa kalkıyor; “Benim” diyor. Üstat bakıyor; “Peki, oturabilirsiniz” diyor.

 

Üstat konuşmasına tekrar devam ediyor. Üstat üçüncü kez soruyor; “Kimdi o itiraz eden?” İtiraz eden tekrar ayağa kalkıyor; “Benim” diyor. Üstat, “Peki, oturun” diyor.

 

Ondan sonra üstat salona dönerek şu cümleyi söylüyor; “Asker fikirden anlamaz, emir verip kaldıracaksın, emir verip oturtacaksın.”

 

 

Mustafa GÜVENÇ

 

Konuşmacılarımıza ve bizi sabırla dinleyen misafirlerimize teşekkür ederiz.

 

 

 

[1] 1956 yılında Trabzon’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Amasya’da, üniversiteyi Ankara’da tamamladı. 1974 yılından bu tarafa Ankara’da ikamet etmektedir. Necip Fazıl ile beraberliği vardır.

 

 

 

[2] 1962 yılında Malatya’da doğdu. 1983 yılında Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatından mezun oldu. 1985 yılında Sivas Ulaş Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı.

 

 

 

[3] 1946 yılında Kayseri’de doğan şairimiz, ilk ve ortaöğretimini Kayseri’de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Lise ve üniversite hocalıkları yanında pek çok eserin sahibidir..

Sadık YALSIZUÇANLAR, Mustafa MİYASOĞLU, Yahya DÜZENLİ

 

Mustafa MİYASOĞLU

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...