Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
cihat

Mustafa Kemal, Vahdettin Konusunda Nasıl Yanıltıldı

Recommended Posts

Mustafa Kemal, Vahdettin konusunda nasıl yanıltıldı?

 

Tarihte “son nokta” yoktur; olamaz da. Donmuş değil, dinamik bir süreçtir tarih. Vakalar değişmese bile algılanmaları zamanla değişir. Daha önce bakılmamış açılar ortaya çıkar, yeni tanıklar konuşmaya başlar, elde edilen bilgiler yeniden harmanlanır ve yeni sentezler doğar bunlardan.

Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdettin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.

 

Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?

 

Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.

 

Ancak Vahdettin’in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdettin’in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdettin’in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!

 

Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdettin’in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

 

Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdettin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

 

Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdettin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...

 

İşin esası şu: Hadise Mustafa Kemal’e yanlış aksettirilmiş ve onun Vahdettin hakkındaki kanaati, iletişim hatlarındaki “bir kısım” parazitlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. O halde nedir olayın iç yüzü?

 

Vahdettin’in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavi’nin “Osmanlı Sarayının Son Günleri” (Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.

 

Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdettin’in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya” (Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

 

“Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

 

Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

 

1) Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.

 

2) Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.

 

3) Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.

 

Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır.

 

Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal.

 

 

MUSTAFA ARMAĞAN

[email protected]

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şahsen şu Mustafa Armağan denen adamı kaale alınacak birisi bulmasam da yakın tarihle ilgili, özellikle II. Abdülhamid-Vahdeddin-Atatürk üçlüsü üzerinde yaptığı tahliller çok iyi. Keşke sadece bu konular üzerinde yazsa.

 

Yazı güzel, paylaştığınız için teşekkür ediyorum.

 

Bunları üstad söyleseydi hapse girerdi.. :(

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben teşekkür ederim.

Yazarın bahsettiğiniz üçleme hakkındaki analizleri hakikatten çok yerinde.

Özellikle yorumlarındaki yalınlık çok güzel.

 

Üstad yazsaydı tabiki daha büyük yankı uyandırırdı.

Çünkü O,bir aksiyon adamıydı.

her hangi bir gazetenin esneyen yazarı değil..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Abdülaziz’in kanlı gömleği intiharı da kanıtlamaz mı?

 

Sultan Aziz intihar mı etti, yoksa öldürüldü mü? Yakın tarihimizin bu ‘kanlı’ olayının tarihçilerden çok sokaktaki adamı ve siyasîleri ilgilendirmesi ve meselenin olgusal cephesinin ıskalanması eski bir sözümü hatırlattı: Geçmiş geçmemiştir.

Zaman gazetesinin gerek 5 Mart 2005 tarihli “Sultan Abdülaziz’in öldürülmeden önceki son fotoğrafı”, gerekse 16 Şubat 2007 tarihli “İşte Abdülaziz’in kanlı gömleği” başlıklı haberlerinin gördüğü yaygın alaka bunun somut bir tezahürü bence. ‘Canım taa ne zaman olmuş bir olaydan bize ne?’ diyemedi okuyucu. Öyle ya, “geçmiş” hakikaten geçmiş olsaydı dedelerimizin dedelerinin zamanına ait bu ‘kanlı’ haber bizi neden bu denli ilgilendirsindi ki?

 

Ancak bu haberlere siyasiler ve kamuoyundan tepkiler yükselirken, tarihçilerimizin suskunluğu dikkat çekiyordu. Diyeceksiniz ki, haberde çeşitli tarihçilerin görüşlerine de başvurulmadı mı? Evet, Hasan Celal Güzel ve Aydın Menderes gibi siyasilerin yanında bazı tarihçilerin de görüşleri alınmıştı alınmasına. Lakin herhangi bir belge veya bilgi sundukları yoktu. Sadece hüküm veriyorlar ve akıl yürütüyorlardı. Mantık dersiyle tarihin çözüldüğü nerede görülmüş? Ağız birliği etmişcesine gömleğin katli “ispatladığı” söyleniyordu? Niye? Katledilince kan başka türlü mü akar? Kanlı gömleğin her iki iddia için de kanıt olabileceği nedense unutuluyor.

 

Hikâye derseniz, yığınla. Ama iş ciddi çalışmaya gelince yokuz.

 

Gerçekten de tarihin karanlık bir sayfası karşısındayız. Mesele iyice çalışılmadan, bütün belgeler süzgeçten geçirilip sağlam monografiler ortaya konulmadan önce kesin hükümlerden mümkün mertebe kaçınmak zorundayız. Hele tarihçiler.

 

Ne var ki, haberde ismi geçen tarihçilerden bir kısmının o kadar kesin hükümleri var ki, insan şaşmadan edemiyor. Sanki bu konuda daha önce ciltlerce eser yazmışlar da onlara dayanarak böylesine cüretkârca konuşabiliyorlar.

 

Değerli refikimiz Ahmet Turan Alkan ise habere yazdığı ve günümüze mesajı bakımından önemli bulduğum yorumunda Abdülaziz’in öldürüldüğünü açık bir şekilde dile getirmiş. Ancak kafamı karıştıran bir nokta var. Kendisi doktora tezi olan “İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset” adlı kitabında Abdülaziz’in intihar ettiğini söylemektedir. O ifadeyi eserin son baskılarında düzeltmediğine ve bu konuda yeni bir bilimsel makale kaleme almadığına göre, bu görüş değişikliğini nasıl yorumlamamız gerekir bilemiyorum. Şöyle diyor Alkan: “Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten 4 gün sonra hâlâ karanlıkta kalan bir intihar neticesinde vefat etti.” (Ufuk Kitap, İstanbul 2006, s. 26)

 

Anlayacağınız kafalarımız hâlâ fena halde karışık ve aslında böyle olması da gayet normal. Çünkü Abdülaziz’in cesedi, apar topar düzenlettirilen ve birbirinden komik olan üç doktor raporundan hemen sonra, kimsenin incelemesine izin verilmeden aynı gün yıkanmış ve defnedilmiştir. (Gazetede yayınlanan beyanatında Erhan Afyoncu’nun zannettiği gibi “günlerce karakolda bekletil”memiştir!) Daha da önemlisi, olayın delilleri henüz eldeyken, şahitleri henüz sağken ve hatıraları henüz tazeyken adlî bir kovuşturmaya gidilmemiş ve suçluların kim olduğu üzerinde durulmamış olmasıdır. Sonuçta “intihar” bile etmiş olsa eden şahıs bir hamal değil, Adriyatik’ten Hind Okyanusu’na uzanan bir imparatorluğun yöneticisidir. Otopsisi bir hastanede yapılmadan apar topar gömülmesi ve bazı ifadelerin baskıyla alınması, olayın üzerindeki şüphe bulutlarını kalınlaştırmıştır.

 

Sultan II. Abdülhamid dönemindeki Yıldız Mahkemesi ise ölümün sorumlularını ortaya çıkarmak için çok sayıda delil toplamışsa da, ölümün üzerinden geçen 5 yıl, birçok taşı yerinden oynattığı için geç kalınmış bir yargılama olarak adalet tarihine ancak sınırlı miktarda belge ve bilgi sunabilmiştir. Kaldı ki, orada da bazı sanıklara işkence uygulandığına ve ifadelerin değiştirtildiğine dair bilgilerimiz var.

 

Nitekim ‘Abdülaziz intihar mı etti yoksa öldürüldü mü?’ tartışmasına açıklık getirmek isteyen ve delilleri adamakıllı araştıran son Osmanlı vakanüvisi Abdurrahman Şeref Bey, şimdiki tarihçilerimiz kadar acele hüküm vermemiş ve bir tarihçiye yakışır bir şekilde şöyle noktalamıştır sözlerini: “İntihar mı, katl mi? Bu iki rivayetten hangisi doğrudur? Meseleyi etrafıyla tetkik ve münakaşa ederek kat’i bir hüküm vermek ne iyi olurdu; lâkin abd-i âciz her iki tarafa kanaat-i tamme (kesin kanaat) hasıl edemediğinden mesmuatımı (işittiklerimi) zikr ve irat ve bazı mütalaalar ilavesiyle iktifa edeceğim.”

 

Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal da ortada kalmışlardan. Şöyle diyor olayın faili hakkında: “Sultan Abdülaziz katledilmiş ise katlettiren Hüseyin Avni Paşa’dır, intihar etmiş ise ettiren de odur.”

 

Ahmet Midhat Efendi’nin Osmanlılığından şüphe eden olabilir mi? Ama bakın 1885’te ilk cildi basılan “Üss-i İnkılab”ında her iki iddiayı da ele almakta ve “Hakan’ın intihar ettiğini” savunmaktadır. O devri yaşamasına rağmen mutedil bir dil tutturduğunu görmemek ve bunları, Abdülaziz’in öldürüldüğüne sonuna kadar inanan Abdülhamid’in iktidarında yazdığını unutmamak gerekir.

 

Onu bunu bırakın da tarihçiliğimizin yüz akı Cevdet Paşa’ya kulak verelim. Mahmud Nedim Paşa ve kabinesinin değişmesi için ayaklanan “suhteler”in, yani medrese öğrencilerinin 10 Nisan’da (zannedildiği gibi 10 Mayıs’ta değil) harekete geçtiklerini, 13 Nisan’da kabine değişikliğinin, 31 Mayıs’ta darbenin gerçekleştiğini anlatırken her iki görüşü de (intihar-katl) birlikte değerlendirir. Kanaati, öldürüldüğü yönündedir. Ancak söylediği bir söz var ki, düne olduğu kadar bugüne de ışık tutacak kuvvettedir. Cevdet Paşa’ya göre eğer Abdülaziz ölümü göze alarak kendisini tahttan indirmeye gelen darbecilere dirense ve meydan okusaydı askeri kendi yanına çekmesi ve darbeyi önlemesi mümkün olacaktı. Hani şimdilerde ‘Ankara’da tank vardı da üstüne çıkmadık mı?’ diyenler var ya! Onlara söylüyor.

 

MUSTAFA ARMAĞAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

Menderes’in son mektubundaki kehanet

 

İdamlar bütün dünyada nicedir elin ayağın ortalıktan iyice çekildiği saatlerde, yani sabaha doğru yapılıyordu. Sebebi ise gayet basit ve anlaşılırdı: Gündüz infaz edilen idamlar halkta taşkınlıklara meydan veriyor, olayın dehşetinden etkilenenler sağa sola saldırıp başka ölümlere yol açıyorlardı. Ama onunki öyle olmayacak, bir ikindi vakti, ağır ağır darağacına doğru yola çıkarılacaktı.

Son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi. Ufak bir not kâğıdı uzattılar önüne. Başladı yazmaya. Kendini iyi ifade etmesiyle tanınan Başvekil Adnan Menderes, darağacının gölgesinde o kâğıt parçasına bir demokrasi manifestosu döktürecekti. Kimseden korkusu kalmamıştı. Ölümden öte yol var mıydı?

 

Başladı yazmaya. Dünyaya sağlığında bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz Osmanlıca olması ve hemen hiçbir imla bozukluğu ve cümle düşüklüğü olmadan yazılmış bulunması ise düşündürücüdür. Demek ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan. Gerektiğinde ona bir sevgiliye koşar gibi koşabiliyormuş.

 

İlk satırı yazdı: “Adnan Menderes’in idamından evvel son sözleri.” Sonra düşüne düşüne yazmaya devam etti:

 

Menderes’in idam edilmeden önce yazdığı son mektubun orijinali.

 

“Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”

 

O mahkemede ezilmiş, tükenmiş ve adeta canlı cenaze gibi bir görüntü çizen Menderes’in dimağı, bu son mesajında adeta tutuşmuş ve eski günlerini hatırlamıştır. Özellikle irticalî konuşmalarında zaman zaman edebî bir lezzet kazanan üslubu, Osmanlıcanın o zengin lügatinden bir çıkış yolu arardı. İşte 1 Mayıs 1960 tarihli radyo konuşmasından birkaç cümle:

 

“Çok partili hayat birtakım müşkilata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletmek veya istikametlendirmek şuuru vicdanlarda kökleşmekte... Fakat memleket bütün bu güzel ve müsbet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte... Ne için sevgili vatandaşlarım? Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”

 

Evet ne içindi bütün bunlar? Memleketin üzerinde estirilmek istenen zehirli çöl rüzgârı kimin eseriydi? Daha da önemlisi, Menderes, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler”den kimleri, hangi güçleri kastetmişti? CHP’liler ve İnönü’yü mü? Derin devleti mi? Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi ABD’yi mi? Ya da yine bazılarının iddia ettiği gibi hakimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla harekete geçen İngiltere öncülüğündeki Avrupa’yı mı?

 

Mektubun dikkat çekici cümlelerinden birisi, Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç kazanılacağına ilişkin vurguyla öne çıkıyor. Menderes’in hürriyet mücadelesinin başlangıcı olarak verdiği tarih, 17 yıldır ki, 1944’e tekabül eder. Demek ki Eylül 1945’te CHP’den ihraç edilmeden önceki ilk muhalefet günlerini hatırlıyordu Menderes. Şükrü Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften biri de o değil miydi?

 

‘Geç kaldınız, geç. Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, demeye getiriyordu idam sehpasının eşiğindeki Başvekil. İşte bu cümleden çözüyoruz, mektupta Menderes’in hedefinin, ezelî rakibi İsmet İnönü olduğunu. Silahların gölgesinde yaşayan efendi, odur. ‘1950’de kurtardım’ dediği de odur. İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devr-i sâbık” yaratmayacaklarını söyleyerek teminat veren, bir nevi onu kurtaran Celal Bayar’la kendisi değil miydi?

 

Bakmayın siz İnönücülerin ‘Aslında İsmet Paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı gibi, İnönü onun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada” istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki! Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün. Rakibinden kurtulmayı arzu etmiş ama son dakikada harekete geçerek üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden geleni bu kadardı’, diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.

 

Mektup devam ediyor: “Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.” Yoksa bir kehanet karşısında mıyız? Ölüsü değil de ruhu, gün gelecek defalarca sandığa gömerek -yeni bir Menderes olarak ortaya çıkan Ecevit parantezi hariç- CHP’yi siyaset meydanından silip süpürmeyecek midir? Ve bugün CHP’nin ensesindeki nefes, Türk halkının gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu değil midir? Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekala tutmuş, yıllar sonra İstanbul’a nakledilen kemikleri bile on binleri sokağa dökmeye yetmiştir.

 

Bana sorarsanız asıl çıkan kehaneti, ihtilalden sonra dostları tarafından bile komik bulunan “Bütün bir millet arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.

 

MUSTAFA ARMAĞAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

Abdülhamid’in Ayetullahları

 

Ulema-Osmanlı Devleti ilişkileri açısından en önemlisi Iraklı Ayetullahların Abdülhamid’in İslam Birliği siyasetini desteklemeye başlamalarıdır. Ayetullahlar aynı zamanda Abdülhamid’in bu defa İran’daki ılımlı Ayetullahlarla girdiği diyaloğu ve yakınlaşmayı da desteklemeye başlamışlardır.

Ne derseniz deyin, şu Midhat Paşa hoş adam. Baksanıza, İstanbul’un surlarını yıktırıp kazanılan alana ‘çevre yolu’ açtırmayı düşünen o (İstanbul hayranı İngilizler de olmasa, belki de emeline nail olacaktı), Rusçuk valisiyken planlı bir şehir yapmak için kastî olarak yangın çıkarıp ahşap şehrin yerine ‘yepisyeni’ bir kâgir şehir kurmaya kalkan o.

 

Bir de meşhur Bağdat valiliği vardır Midhat Paşa’nın. İran Şahı Nasirüddin 1870’te Necef ve Kerbela’yı ziyarete geldiğinde dahice bir fikir ortaya atmış: Necef ve Kerbela türbelerinde yüzyıllardır biriken pahada ağır hediyeleri satışa çıkarıp elde edilecek parayla İran’ı Necef’e bağlayacak bir demiryolu yaptırmayı teklif etmiş. Böylece Kerbela turizmini patlatmayı hedeflemişti Paşamız. Şii alimleri derhal reddetmişler bu fikri tabii. Ancak Şii ulema, Osmanlıların başka makul tekliflerine de direnmişti. Mesela türbelerde biriken hazine değerindeki eşyayı ek hizmetlerde kullanmak ve kutsal şehirleri geliştirmek teklif edilmişti; ama alınan cevap yine ‘Hayır’ oldu.

 

Anlayacağınız, Midhat Paşa eliyle Tanzimat zihniyeti Irak’a girmeyi deniyordu. Kutsallığın akıl karşısında geri adım atması isteniyor, ulema direniyordu. Tanzimat kanunları Osmanlı bünyesindeki bu en büyük Şii kitlenin kalbine doğru ilerlemek istiyor; ancak tarihten gelen Şii-Sünni gerginliği bu reformları engelliyordu.

 

Mesela laik eğitim kurumları, yani rüşdiye ve idadiler kurulmaya başlanmıştı; ama Şiilerin kutsal şehirlerine nüfuz edememiş, daha çok Bağdat’ın Sünnilerin yaşadığı bölgeleriyle sınırlı kalmıştı. Bir de askere alma kararı olmasa, daha iyiydi; ama Osmanlı kararını vermişti: Şiilerin kutsal şehirlerinden de askerlik hizmeti istiyordu. Midhat Paşa’nın valiliğe tayininden bir yıl önce, 1858’de bir askere alma girişimi olmuş, bu da ulemayı fena halde korkutmuştu.

 

Medrese öğrencileri askerlikten muaf tutulacaktı ya, Şiiler medreselerini resmi kayıt kuyuda geçirmeye direndikleri için talebelerin herhangi bir ayrıcalıklı vasfı olduğu belgelenemiyordu. Bu durumda Sünni medrese öğrencileri askere alınmazken, herhangi bir resmi belge ibraz edemedikleri için Şii öğrenciler alınıyor, bu da kıskançlık ve hınç duygularının yayılmasına hizmet ediyordu Şiiler arasında. Sonunda bir çözüm yolu bulundu ve Osmanlı Devleti Şiilerin başına bir Ayetullah atadı. Seyyid Muhammed Taki Bahru’l-Ulum “Necef reisü’l-müderrisîni” olarak kabul edildi. Bundan sonra askere gitmek istemeyen Şii medrese öğrencileri Seyyid Muhammed’den imzalı bir belge getirdikleri takdirde askerlikten muaf tutulacaklardı.

 

Ancak Osmanlıların aklına karpuz kabuğu düşüren gelişmeler de yok değildi. Ya Şiiler bu yetkiyi kötüye kullanmaya kalkarlarsa? Ya askere gitmesini istemedikleri adamları medrese talebesi diye yutturmaya kalkarlarsa? Devlet buna da bir çözüm yolu aradı ve buldu. Bütün medrese talebeleri Bağdat’ta sınavdan geçirilecek, böylece ak koyun ile kara koyun belli olacaktı.

 

Laz’ın dediği gibi ‘iş inada binmişti’. Şiiler Osmanlı merkezinin sıkıştırmalarından kaçmaya çalışıyorlardı, Osmanlı yönetimi de kaçakları tespit etmeye. Müctehidler emindi öğrencilerinin sınavı alınlarının akıyla vereceklerinden. Bu vesileyle devletle ilişkiye girdiler: Aracı rolü oynayarak konumlarını sağlamlaştırmış oluyorlardı.

 

Sınavı geçemeyenlerin askere alınmasına sıra gelince isyanlar baş gösterdi Kerbela ve Necef’te. Seyyid Ali’nin araya girmesiyle isyancıların kabahatlerinden dolayı özür dileyip aflarını istediklerini biliyoruz. Nitekim İngiliz gazeteci Geary, bundan sonra “müctehid ve diğer kıymetli ricalin düzeni sağlamakta Türklerin eylemlerini tamamen onayladıklarını” söyler.

 

İşte Sultan II. Abdülhamid’in iktidarı böyle bir miras devralır Irak’ta. Onun döneminde Osmanlılar ile Şii ulema arasındaki ilişkiler önemli değişimler geçirecektir. İslamiyet’i imparatorluğun ideolojik çimentosu olarak gören Abdülhamid, Şii-Sünni ayrılığının, hatta çatışmasının hayrımıza olmadığına ve düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağına inanmaktadır. Bu yüzden Şiileri Osmanlı’nın bu birleştirici misyonuna dahil etmeyi amaçlar. Onlara iyiliksever ve inançlarına saygı duyan bir Sultan olduğunu hatırlatmak ihtiyacını duyar. Bunun nişanesi olarak da Abdülaziz’in yapımını başlattığı Hz. Ali’nin türbesine eklenecek altın yaldız kaplı iki minarenin inşasını tamamlattırır.

 

Ulema-Osmanlı Devleti ilişkileri açısından en önemlisi de, Iraklı Ayetullahların Abdülhamid’in İslam Birliği siyasetini desteklemeye başlamalarıdır. Ayetullahlar aynı zamanda Abdülhamid’in bu defa İran’daki ılımlı Ayetullahlarla girdiği diyaloğu ve yakınlaşmayı da desteklemeye başlamışlardır.

 

Abdülhamid’in Irak ve İran politikası, hele Sünni-Şii barışı üzerindeki hassasiyeti ve yakınlaştırma çabaları yeterince anlatılmış, dolayısıyla anlaşılmış değildir. Gökhan Çetinsaya’nın “The Caliph and the Mujtahids” adlı makalesinde verilen bilgilere göre, Abdülhamid’i destekleyen bazı Şii Ayetullahlar vardır ve İran Şahı’na dinine, inancına saygılı bir hükümdar modeli olarak onu göstermekte, kısacası Abdülhamid gibi olmasını istemektedirler ondan.

 

O yıllarda İstanbul’da bulunan muhalif Şii müctehid Mirza Şeyh Hasan Reis ile işe başlanır. Onun da dostları olan Yusuf Rıza Paşa ile tarihçi-âlim Ahmed Cevdet Paşa Şii-Sünni yakınlaşmasının nasıl olacağına dair risaleler ve raporlar kaleme alıp Sultan’a sundular. Cevdet Paşa’ya göre, “düvel-i nasaranın tagallüb ve tahakkümlerine” karşı Şiiler ile Sünniler arasında “ittifak ve ittihad”, yani güç birliği yapmak ve birleşmek gerekiyordu. Yusuf Rıza Paşa’ya göre ise Abdülhamid hem hükümdar, hem de halife olduğu için sadece dünyevi bir iktidara sahip bulunan İran Şahı’nın üzerinde bir etki ve yetkiyi haizdi, bu yüzden de Şii-Sünni yakınlaşmasını ve birleşmesini sağlayacak tek kişiydi.

 

Bu birleşmenin altyapısını oluşturmak için İran’da büyük şöhrete sahip olan Cemaleddin Afganî’den yararlanan Abdülhamid, onun İstanbul’da bulunan Şii müctehidlerden oluşan bir cemiyet kurup İran’daki Ayetullahlara birleşme mesajı taşıyan mektuplar göndermesini ve gayet olumlu ve sıcak mesajlar almasını sevinçle karşılar. İslam dünyasının bu büyük çatlağı aşılmakta mıdır ne?

 

Ne var ki, Osmanlı Sultanı’nın iç işlerine karışmakta bulunması ve Ayetullahları aleyhine kışkırtması haberleri üzerine İran Şahı karşı atağa geçer ve ‘Ermeni kozu’nu oynar. Abdülhamid’e baskı yaparak iç işlerine karışmaya devam ederse Ermeni çetelerini barındıracağını ve destekleyeceğini bildirir. Nicedir Avrupa’nın üzerine geldiği bu meselede bir de İran’dan darbe yememek için büyük bir fırsat olan Şii-Sünni ittifakında frene basılır ve İstanbul’daki muhalif İranlı müctehidler Trabzon’a sürülür. Denildiğine göre Afgani’nin Abdülhamid’in gözünden düşmesinin bir sebebi de bu baskıdır.

 

Abdülhamid’in İslam dünyasını birleştirme yönündeki bu girişiminin akim kalması acıdır.

MUSTAFA ARMAĞAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Kardeş! Beylik senin hakkındır”

 

 

İbrenin Recep Tayyip Erdoğan’dan Abdullah Gül’e nasıl döndüğü, bu seri dönüş sırasında daha başka kimleri gösterdiği ve o 23 Nisan gecesi sabah 5’e kadar süren sıkı pazarlıklar, Erdoğan’ın evine gelen o “üst düzey devlet yetkilisi”nin Gül’ün seçimindeki etki ve katkısı uzun süre tartışılacak gibi görünüyor.

Üstelik ismi gizlenen bu derin yetkilinin Erdoğan’a, hükümetin başarılarında devletin de payının olduğunu unutmaması uyarısında bulunmuş olması, tarihe dikkate değer bir not olarak düşülmüştür.

 

Tabii “Milliyet”ten Hasan Cemal’in ismi açıklanmayan bir AKP’linin ağzından aktardığı Erdoğan’ın fedakârlığının sahabelerinkiyle kıyaslanması gerektiği yorumu epeyce ilginçti. Hasan Cemal’in ‘sahabe’ kelimesini daha önce hiç duymamış olması da bir başka ilginçlik olarak karşımıza çıkıyordu.

 

Osmanlı tarihine bu gözle baktığımızda Gül-Erdoğan dayanışmasına en fazla benzeyen olayın Osman Gazi’nin iki oğlu arasında geçtiğini görürüz.

 

Dönemin kaynaklarından “Aşıkpaşazade Tarihi”, Osman Gazi’nin vefatını izleyen olayları şöyle anlatır bize:

 

Üç ölüm peş peşe gelmiştir o 1324 yılında (bazı kaynaklar bu yılı 1326 diye zikreder): Önce Şeyh Edebali, bir iki ay sonra da kızı Malhun Hatun ahirete intikal etmişlerdir. Osman Gazi hem kayınpederini, hem de hanımını kendi elleriyle defnetmiştir. 3 ay sonra bu sefer ahirete gitme sırası Osman Gazi’ye gelmiştir. Söğüt’te Hakk’ın rahmetine kavuşan Osman Gazi önce oraya defnedilmiş, Bursa’nın fethinden sonraysa vasiyeti gereği oğlu Orhan tarafından “Gümüşlü Kümbet”e taşınmıştır cenazesi.

 

Ölüm hak, miras helal… Her faninin ölümünden sonra olduğu gibi şimdi sıra mirası bölüşmeye gelmiştir. Aşıkpaşazade’nin deyişiyle “Azizler”, yani ileri gelenler Bursa’da Ahi Hasan adlı şeyhin tekkesinde toplanarak miras işini konuşurlar.

 

Aşıkpaşazade anlatmaya devam ediyor:

 

“Osman’ın malı var mı, yok mu diye sordular. Teftiş ettiler ki bu iki kardeş arasında miras taksim oluna. Baktılar ki ancak fetholunan ülkeler var. Akça ve altın hiç yok.”

 

Osman Gazi’nin parası yok ama ülkesi vardır. Bir de şahsi mal varlığı. Bakalım onlar neymiş? “Osman Gazi’nin yeni sayılabilecek bir elbisesi vardı. Bir yancığı (atın yanına asılan ve ihtiyaç maddelerini koyduğu torbası), tuzluğu (eskiden tuz her adım başı bulunan bir şey olmadığı için insanlar tuz keselerini yanlarında taşırlardı), kaşıklığı (belinde kaşığın konulacağı kılıf), çizmesi, birkaç tane “iyice” atı ve bir kaç sürü koyunu, Sultanönü’nde birkaç yüğrük atı ile birkaç çift de öküzü vardı. Başka bir şeyi bulunmadı.”

 

Bir cihan devletinin tohumunu atan ve ismi üç kıtada asırlarca çınlayacak olan adamın öldüğünde çocuklarına bıraktığı miras işte bunlardan ibaretti.

 

‘İyi de feragat bunun neresinde?’ diyorsanız, az biraz sabredin lütfen. Geliyorum asıl meseleye.

 

Bu fakir miras tablosu ortaya çıkınca iki kardeş birbirlerine baktılar. Alaaddin büyük oğluydu Osman’ın. Orhan ise küçük oğlu. Beylik töresine göre ağabeyin beyliğin başına geçmesi gerekiyordu. Orhan, ağabeyine bıraktı kararı. O ne derse o olacaktı.

 

Tarihin akışını etkileyecek bir karar verilecekti orada. Osmanoğullarının soyu Alaaddin’den mi devam edecekti, yoksa Orhan’dan mı?

 

Tarihçilerin “Alaaddin Paşa” dedikleri büyük oğul, öncelikle miras hakkından kardeşi lehine feragat ediyordu. Böyle bir babanın mirası paylaşılmazdı ona göre:

 

- Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir padişah gerek ki memleketin işlerini görüp başara. Padişaha iş görecek lüzumlu şeyler ister. Padişaha lüzumlu olan şeyler bu atlardır. Koyunlar da padişah şöleninin gerektirdiği şeydir. O halde bizim bölüşülecek neyimiz var ki bölüşelim.

 

Alaaddin Paşa belki de büyük bir devletin anahtarını kilidin içerisinde çeviren bu sözüyle tarihe geçecekti ki, Orhan ağabeyinin bu teklifini duymazdan gelerek tekrarladı:

 

- Öyleyse gel sen çoban ol.

 

Alaaddin Paşa gözü dünyaya tok olanlara mahsus o sağduyulu cevabını astı Osmanlı tarihinin kapısına:

 

- Kardeş! Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun içindir ki kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir.

 

Orada bulunan “azizler” de Alaaddin Paşa’nın bu ancak civanmertlere yakışır teklifini onayladılar ve sonuçta Orhan Gazi, yaşı küçük olmasına rağmen beyliğin başına geçti.

 

Ancak fazilet yarışı durmuyor, devam ediyordu. Orhan Gazi ağabeyinin bu davranışına hiç olmazsa bir vezirlik ile mukabele etmek istedi. “Öyleyse bana paşa ol” teklifinde bulundu kendisine. “Yok” dedi, Alaaddin Bey, “şu ovada bir köy var, onu ver, yeter.”

 

Devlete karşı köy… Lakin bu dünyada kazanılabilecek en büyük zafer olan nefsini yenmeyi başarmış insanın bereketi, köyün gelirinden bir başka manevî bereket fışkırtmayı da bilmiş ve Bursa’da bir tekke ile bir cami yaptırmıştır. Ömrünün geri kalan 5 yılını bugün hâlâ ayakta duran şirin camisinin yakınında yaptırdığı evde geçirmiş, sevgili kardeşine hayır dualarını hiç eksik etmemiştir.

 

Bu Osmanlı tarihinde bir daha rastlayamayacağımız çelebice davranış, mucizevi boyutlara ulaşan “Osmanlı başarısı”nın temellerinde nefsin arzularının değil, feragat ahlâkının yattığını yeterince göstermiyor mu? Ve eli kılıç tutan Orhan’lara olduğu kadar ağzı dualı Alaaddin’lere de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

 

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Onuncu Yıl Marşı’nın bestesi çalıntı mıydı? (1)

 

 

Yazmıştım ama tekrarda fayda var: Biz asıl Cumhuriyet döneminde Batı’dan koptuk!

Şaşırdınız kuşkusuz. ‘Nasıl olur?’ dediniz belki de, ‘onca Batılılaşma gayretleri ortadayken bunu nasıl iddia edebilirsiniz? Şapka ve kılık kıyafetten tutun da medeni hukuka, saat ve takvime kadar Avrupa’dan alınmadık bir şey kalmamışken nasıl olur da kalkıp ‘Biz asıl Cumhuriyet döneminde Batı’dan koptuk!’ iddiasında bulunma cüretini gösterebiliyorsunuz?’

 

Bir kere söylem ile eylem arasında derin bir fark olduğunu belirtmem lazım. Evet, muasır medeniyetin Avrupa medeniyeti olduğuna dair çok sayıda beyanatla karşı karşıyayız. Bunlar bizzat Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın ağzından çıkmıştır ve o devirde pek çok aydın tarafından da paylaşılmıştır. (Tabii aynı çevrede yer alıp da Yahya Kemal gibi bu tezi paylaşmayanlar da mevcuttu.)

 

Ne var ki, iş icraata geldi mi, mesele değişir. Uygulamada kendi toplumsal ve kültürel ufku, inkılapçıların hareket sahasını daraltır. Nitekim Medeni Kanun yapılırken Avrupa’daki en muhafazakâr hukuk sistemine sahip ülkelerden İsviçre’nin model seçilmesi epeyce manidardır. Biliyorsunuz, Katolik İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkını yalnız Avrupa’da değil, dünyada en geç tanımış ülkedir. İskandinav ülkelerinden veya Fransa’dan değil, medeni hukukta tutuculuk bakımından toplumsal yapımıza en yakın örnek olan İsviçre’nin seçilmesi Batıcılığımızın da ‘seçmece’ olduğunun en güçlü kanıtı oluyor.

 

Demek ki, masa başında “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşma veya üstüne çıkma nutukları çekilse de, iş icraata gelince sanıldığı kadar radikal adımlar atılamıyor, Nitekim Prof. Ergun Özbudun, Kemalizmin Türk toplumunu tamamen değil, kısmen değiştirmeye yöneldiğini söylerken aynı noktaya parmak basıyordu. Yani Atatürk İnkılaplarının, zannedildiği kadar, mesela Sovyetler Birliği tecrübesi nispetinde bir topyekün değişimi olmayıp Batılılaşma veya Çağdaşlaşma projesinin meçhul bir ütopyaya göre değil, pratikteki ihtiyaçlara ve eldeki şartlara göre yürütüldüğünü söylemek gerekiyor.

 

Bugün size 1930’lara doğru yoğunluğu giderek artan “kültür devrimleri”nden, özellikle de “müzik devrimi”nden ve çarpıcı sonucundan söz edeceğim.

 

Önce bir soru: “Müzik devrimi” neyi amaçlamıştı? 1926’da Türk musikisi öğretimi resmi kurumlardan kaldırılmıştı; 1934’te ise asıl darbe gelecek, radyodan alaturka musiki çalınması yasaklanacaktı. Peki neydi amaç? Asıl müzik, Batı müziğidir, Türk musikisi tek seslidir ve medeni dünyanın seviyesinden geridedir. Öyleyse nasıl kılık kıyafetimizi veya Arap harflerini değiştirerek muasır medeniyet karşısında içine düştüğümüz aşağılık kompleksinden kurtulduksa, aynı şekilde “geri ve ilkel” musikiyi terk edersek medeni milletler dairesine kabul edilmemiz mümkün olur diye düşünülmüştü. Böylece ne oldu? Müzikolog Bülent Aksoy’un deyişiyle bir kere daha “ideoloji”, “kültür”e baskın çıktı.

 

Halbuki esas mesele, müziği alafranga veya alaturka diye ortadan ikiye bölüp halkı birincisini ‘çağdaş müzik’ olarak kabule zorlamak ve ikincisinden uzaklaştırmak değil, kaliteli müziğin üretilmesi olarak konulsaydı, yine kültür galip gelecek ve belki de asıl başarılmak istenen yeni Türk müziği sentezi, bu iki kültürel üretim geleneğinin etkileşiminden zuhur edecekti. Aksoy’un deyişiyle, bu yaklaşım güzel bir ağır semai ile basit bir şark ezgisini aynı kalıba koyma yanlışına düşerken, öbür yandan güzel bir konçerto ile basit bir dans ezgisini de eşitlemiş oluyordu. Böylece ne oluyordu? Dede Efendi ile meyhanedeki udi, Mozart’la bardaki kemancı aynı kalıba oturtuluyor, birinciler alaturka denilerek sahneden diskalifiye ediliyor, ikinciler hangi seviyeden olursa olsun baş tacı ediliyordu.

 

Herhalde müziğe ideoloji karıştığında ne büyük facialara yol açtığına bundan iyi bir kafa karışıklığı örneği bulunamazdı.

 

İstanbul Belediyesi tarafından 1932 yılı sonlarına doğru konservatuvarı ıslah maksadıyla çağrılan Viyana Müzik Yüksek Okulu rektörü Joseph Marx, raporunda yöneticilerimizi şu acı sözlerle uyarıyordu:

 

“Milliyetsiz büyük sanat yoktur. Vatan toprağına ve vatan sesine bağlılık mutlaka lazımdır. Yoksa sanat kıymetsiz, kansız bir özentiye döner… Milli özelliği pek bozmadan Avrupa musiki tekniğini millete mal edecek surette musiki propagandasını kuvvetle yürütmenin tam zamanıdır.”

 

Marx ‘propaganda’ derken ideolojik beyin yıkama ve yasaklama faaliyetinden söz etmiyor. Müziğin kaliteli hale getirilmesi için mesela orkestraların halka belirli günlerde konserler vermesi veya meyhanelerden alınacak verginin artırılması, böylece kaliteli müzik dinleyecek kitlenin buralara yönelmesini temin gibi tamamen müzik içi bir propagandayı kastediyor.

 

Belki de Marx’ın bu sözünü yanlış anladı yöneticilerimiz ve Batı müziğinin propagandasına, hatta dayatmasına soyundular. Üstelik onun İstanbul’daki bir konferansında dile getirdiği fikirleri hiç umursamadan:

 

“Türk musikisi Avrupa musikisinin tekniğinden faydalanacak, fakat milli hususiyetlerinden hiçbir şey kaybetmeyecektir… Türk musikisi gerek millî kaynaklardan, gerek Avrupa kaynaklarından kuvvet alarak kendi kendine büyümelidir.”

 

Oysa bakın Onuncu Yıl Marşı’nın bestecisi Cemal Reşit Rey, 1950 yılında “Akşam” gazetesinde çıkan röportajında neler söylemiş. İbretle okuyalım:

 

“Tek sesli musikiyi Garba sevdirmek zordur. Zira Garplılar bu musikiden pek hoşlanmaz, hatta onu biraz iptidaî [ilkel] bulurlar. Bu musikiyi Garba sevdirmek için en güzel örneklerini Garp lisanlarile cazip bir şekilde izah ederek ve Garba has bir titizlikle hazırlayarak radyodan dinletmek lazımdır.”

 

Elin Marx’ı Türk musikisinin çok sesli hale getirilmesinin feci bir hata olacağını söylerken, Bay Rey, bütün derdini ‘ilkel’ müziğimizi Batılılara sevdirmek şeklinde koymuş. Bir müzik eserinin niteliği mi önemlidir, yoksa Batılıların hoşlanması mı?

 

İşte yolunu böyle belirlemiş olan Cemal Reşit Rey, Onuncu Yıl Marşı’nı bestelerken de, aynı tarzda hareket edecektir. Ancak hâlâ söylenen Onuncu Yıl Marşı bestesinin Batı müziği tarihinin pek fazla bilinmeyen bir operasından alıntı, hatta çalıntı olduğu iddiası TBMM kürsülerinden “Musiki Mecmuası” satırlarına kadar taşacaktır.

 

Gelecek hafta Onuncu Yıl Marşı’nın bestesiyle ilgili sıkı bir dosya bekliyor sizi…

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Onuncu Yıl Marşı’nın bestesi çalıntı mıydı? (2)

 

Yıl 1933. Cumhuriyet’in 10. yıldönümü görkemli törenlerle kutlanacaktır. Bir bakıma halkın ve dünyanın zihnine Cumhuriyet’i nakşetmek için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir o yılın Cumhuriyet Bayramı törenleri.

Bir de bu önemli yıldönümünü ve Cumhuriyet ideolojisini ölümsüzleştirecek bir marş için beste yarışması açılır. Sonuç olarak 1904 Kudüs doğumlu, yani henüz 29 yaşında bulunan Cemal Reşit Rey’in bestesi marş olarak kabul edilir. Edilir edilmesine ama hemen o günlerde olmasa bile ardından büyük bir tartışma başlar. Bu marş bir başka eserden çalıntı mıdır?

 

İddiayı dile getiren kişi de ilginç. Tıbbiyeden askerî tabip olarak mezun olduktan sonra Çanakkale’den Kurtuluş Savaşı’na kadar pek çok cephede bizzat hizmet veren Osman Şevki Uludağ, aynı zamanda Bursa’daki “Uludağ”ın da isim babasıdır. (Eski adı “Keşiş Dağı”ydı.) Milletvekili seçildikten sonra da bu iddiayı defalarca dile getiren Uludağ, meseleyi Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsüne kadar taşımış ve Türkiye’nin bu çalıntı marş ayıbından kurtulması gerektiğini eline geçen her fırsatta dile getirmiştir.

 

Bu fırsatlardan birisinde şu cüretkâr iddiaları dile getirecektir:

 

“Cemal Reşit Rey’in bu marşı da üçüncü veya beşinci derecede bir kompozitör olan Jean Jacques Rousseau’nun “Le devin du village” adlı operasından ve bu operanın “bütün saadetimi kaybettim - hizmetçimi kaybettim” manasına gelen “J’ai perdu tout mon bonheur - J’ai perdu mon serviteur” mısralarının bestesinden alınmıştır. Onun için bu eserde de pek çok prozodi ve sair teknik hatalar vardır. O da dilimizin ve şiirimizin bünyesini ve tekniğini anlamış değildir. Ve işte esası Garp’tan alınmış olan bir bestenin aruz veya hece ölçüleri ile yazılmış olan şiirimize giydirilmesi böyle hatalar doğurur... Onuncu Yıl Marşı’nı tamamiyle unutmalıyız. Buna “bizimdir” demekle ancak gülünç oluruz.”

 

Dr. Osman Şevki Bey 1950 yılında “Musiki Mecmuası”na yazdığı “Cüretin derecesi” başlıklı yazıda iddialarını sürdürecektir. Hem de daha da sertleştirerek:

 

“Cemal Reşit Rey, bizim yirmi seneden beri makale, konferans, Büyük Millet Meclisi kürsüsünde münakaşa şekillerinde ortaya attığımız ithama cevap vermemiştir. Biz senelerden beri onun imzasını taşıyan “Cumhuriyet Onuncu Yıl Marşı”nın kendilerine ait olmadığını yüzlerce defa alenen söyledik. Türk dilinin bünyesini yanlış tasvir eden, Türk şiirinin tekniğini tahrip eden bu marşın Jean Jacques Rousseau’nun “Le devin du village” adlı operasından aşırılmış olduğunu iddia ettik. Cumhuriyet gibi büyük ve mesut bir inkılabın onuncu senesini Türk çocuklarına intihal edilmiş bir eserle ta’ziz ettiren Cemal Reşit Rey, bunun hesabını hâlâ vermiyor.”

 

Osman Şevki Bey eleştirmekle kalmaz, daha önce Hasan Âli Yücel’i Meclis kürsüsünden terlettiği yetmiyormuş gibi, bu defa da dönemin itibarlı bir müzik dergisinden Milli Eğitim Bakanı’ndan Cemal Reşit Rey’e şu soruları sormasını ister:

 

“İmzanızı taşıyan Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Marşı sizin eseriniz midir yoksa J.J.Rousseau’nun mudur? Türk çocuğunu Cumhuriyet’i ta’ziz ederken ne hakla aldattınız? Ve niçin hâlâ o marşın kendinize ait olmadığını itiraf ederek çocuklarımıza aşıladığınız bir fenalığı tamir etmiyorsunuz?”

 

Bütün bu eleştirilere suskun kalarak “cevap veren” Onuncu Yıl Marşı’nın bestekârı Cemal Reşit Rey, yalnızca bestesini kendisinden aldığı Rousseau’nun operasından tek bir nota bile dinlemediğini söylemiştir. Rey’in talebesi Yalçın Tura, yalnız onun değil, Dr. Osman Şevki’nin de sözü edilen eseri dinlemediğini iddia ederek “O operanın bir tek ezgisini bile dinlemediğini, bir tek notasını bile görmediğini sanıyorum. O dönemde böyle bir şey mümkün değildi.” demektedir. Peki bu iddia nereden kaynaklanmıştır?

 

Yalçın Tura’nın iddiasına göre o dönemde bu eseri bilebilecek tek kişi, Alman besteci Ernest Preatorius’tur. Olsa olsa Dr. Osman Şevki’ye o söylemiştir böyle bir benzerlik olduğunu.

 

Ben Cemal Reşit Rey’in söz konusu eseri hiç dinlememiş olduğu fikrine pek katılamıyorum. Çünkü Cemal Reşit Rey, Rousseau’nun memleketi olan Fransa’da uzun yıllar kalmış ve müzik tahsilini orada yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında da Fransız kültürünün etkisindeki İsviçre’ye geçmiş ve orada müzik konusundaki çalışmalarına devam etmiştir. Bu yıllarda, özellikle de Rousseau’nun 200. doğum yıldönümü etkinliklerinde pekala Türkçesi “Köy Kâhini” olan bu opera icra edilmiş ve Rey de izlemiş veya dinlemiş olabilir.

 

Çünkü iki ezginin özellikle giriş bölümlerindeki benzerlik çok fazla. 7 nota ve iki ölçü Rousseau’nun eserinden alınmış görülüyor. Sonradan değişip başka bir tona (Gönül Paçacı’nın deyişiyle rast makamına yakın bir melodi düzenine) geçiyor ama en azından “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan” kısmı, Rousseau’nun eserinden notasına ve perdelerine varıncaya kadar aynen alınmışa benziyor. 1752 yılında bestelenmiş bir eserin 1933 yılında bir Türk bestekârı tarafından, üstelik bir marşta alıntılanmış olması, Osman Şevki Uludağ’ın hala cevaplanmayı bekleyen iddiası olarak ilginçliğini koruyor.

 

Onuncu Yıl Marşı’nı Rousseau’nun “Köy Kâhini” adlı eseriyle kıyaslamak isteyenler internetten girip http://www.rousseauassociation.orgaboutRou...usicalWorks.htm adresinden “Le Devin du village” eserini (benzerlik buradaki kaydın ortalarına denk geliyor) dinleyebilir ve kararlarını kendileri verebilirler. Bakalım eser çalıntı mı, değil mi? Dinledikten sonra görüşlerinizi paylaşın benimle.

 

 

Mustafa Armağan

 

bahsi geçen eseri buradan indirip dinleyebilirsiniz...(Le Devin du Village )

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fatih Zehirlenmiş Miydi?

 

29 Mayıs yaklaştı mı, teyakkuzdayımdır. ‘Fatih içki içer miydi?’ yahut ‘İstanbul’un fethinde tüfek kullanılmış mıydı?’ yollu ciddi tartışmaları siz de hatırlayacaksınız.

Bu yıl da beklentim boşa çıkmadı ve Fatih’in zehirlenerek öldüğü iddiası gazetemizdeki yerini aldı.

 

Haberde, Türkiye’de tarih denilince akla geliveren birkaç isimden biri olan İlber Ortaylı’nın, Bükreş’teki bir bilimsel toplantıda “Evet, Fatih Sultan Mehmet, yönü belli olmayan bir sefere çıkarken zehirlenerek öldürülmüştür. Tarihî veriler bu seferin İtalya üzerine olduğunu gösteriyor ve İtalyanlar o dönemde zehir konusunda çok uzmanlaşmış bir milletti. Fatih Sultan Mehmet’in hastalığı vardı; ama o hastalıktan ölmedi, zehirlenerek öldü.” dediği kaydediliyordu (Zaman, 31 Mayıs 2007)

 

Haber üzerine kendisiyle telefonda görüştüğüm Osmanlı tarihçiliğinin yaşayan en büyük otoritesi Halil İnalcık Hoca, elimizde kesin deliller olmadığı için zehirlenme tezinin ancak bir ihtimal olarak ileri sürülebileceğini; ancak yok da sayılamayacağını belirtti. Böylesine bilgi boşluklarıyla dolu bir konuda kesin bir hükme varmanın doğru olmadığını, tarihçinin bütün ihtimalleri hesaba katması ve her zaman bir ihtiyat payı bırakması gerektiğini vurguladı.

 

Ben de bu yazıda İnalcık Hoca’nın tavsiyesine uyarak elimizdeki kaynaklarda Fatih’in ölümünün nasıl anlatıldığını inceleyip bir sonuca varmaya çalışacağım. Bakalım Fatih gerçekten zehirlenerek mi öldürülmüş?

 

Önce hafızamızı tazeleyelim mi?

 

Fatih 26 Nisan 1481 günü bir sefere çıkmak üzere Üsküdar’a geçti ve müzmin hastalığı olan nikris azınca burada üç gün kadar dinlendi. Daha sonra Gebze’ye kadar bir at arabası içinde ilerledi, sonradan Sultan Çayırı denilen mevkide sancıları iyice arttı ve hekimler tedaviye başladı. Ne var ki, vücudu ilaçlara cevap vermedi ve 3 Mayıs Perşembe günü saat 16.00 sularında Hakk’ın rahmetine kavuştu.

 

Onun ölümü hakkında bazı şüpheler uyandıran kaynağımız Âşıkpaşazade’ye bakarsak, zehirlenme iddiasını destekler gibi görünür:

 

Tabipler şerbeti kim verdi o hana

 

O han içti şarabı kana kana

 

Ciğerin doğradı şerbet o hanın

 

Hemin-dem zârı etti yana yana

 

Dedi niçin bana kıydı tabipler

 

Boyadılar ciğeri canı kana

 

İsabet etmedi tabip şarabı

 

Timarları verdi kamu ziyâna

 

Tabipler hana çok taksirlik etti

 

Budur doğru kavil düşme gümâna

 

Zehirleme teorisini savunanların ısıtıp ısıtıp gündeme getirdikleri Âşıkpaşazade’nin bu beyitlerinde ‘zehir’ kelimesi geçmiyor; ama her nasılsa bu ifadelerden, bir yanlış tedavi anlatısı çıkartılacağına, Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğü iddia olunuyor. Halbuki Arslan Terzioğlu’na göre, Aşıkpaşazade’nin, Fatih’in öldüğü 3 Mayıs günü kırk mevlidi okunmuştur! Yani nasıl oluyorsa Fatih’in ölümünün hekim hatasından (zehirlenmeden değil) kaynaklandığını söyleyen en gözde kaynağımızın yazarı, Fatih’ten 42 gün önce ölmesine rağmen onun ölümünü gözüyle görmüş gibi anlatabilmektedir! Gözleri çakmaklanan okurlarım anlamıştır meseleyi: Fatih’in ölümüyle ilgili bölüm, Âşıkpaşazade’nin müritleri tarafından eklenmiştir.

 

Franz Babinger zehirlenme tezini Venedik arşivlerinden bulduğu belgelerle destekliyor; ama kesin konuşmaktan yine de kaçınıyor ve “Fatih’in ölüm nedenini tam bir güvenle bilemiyoruz.” diyor. Lakin bu iddiayı ondan alarak ortaya atan Yılmaz Öztuna o kadar cesurca konuşuyor ki, şaşmamak elde değil: “Fatih’in zehirlendiği bugün münakaşa mevzuu bile olamaz, o kadar açık bir keyfiyettir.” Peki delilleri nedir? Venedik arşivlerinde Fatih’i öldürmek için yapılan planlara dair belgeler. En önemlisi de, 1471’de Onlar Meclisi’nce Hekim Yakup Paşa’ya Fatih’i öldürmesi için vaat edilen paralara dair bir anlaşma belgesi.

 

Diyeceksiniz ki daha ne istiyorsun? Belgeyse belge… İyi de o belge 1471 yılına ait ve sadece bir teşebbüsten bahsediyor. Fatih ise bundan sonra 10 yıl daha yaşadı. Padişahla dostluğunu 30 yıl boyunca korumuş nadir kişilerden olan Hekim Yakub’un, Fatih’in hasm-ı bi-amanı Venediklilerle en ufak bir teması haber alınsa omuzlarının üzerinde ne taşıyacağını merak eden yok mudur aramızda? Fatih’in 30 yıl boyunca koynunda bir yılan beslediğini ve kendisine kurulan bütün tuzaklardan habersiz yaşamış saf bir padişah olduğunu mu söylemeye getiriyoruz yoksa? O Fatih ki, istihbarat örgütüyle İtalya’yı birbirine katıyor, getirttiği sanatçıları bile muhabir olarak kullanıyordu. Gafletin bu derecesini Ufukların Sultanı’na yakıştırmak hiç yakışık alır mı?

 

Evet, Venedikliler Fatih’i defalarca zehirleme girişiminde bulundular; ama hiçbirini başaramadılar. Üstelik Fatih 1479’da Venediklilerle ittifak anlaşması imzalamış ve yönünü Mısır’a çevirmişti. Nitekim son seferinin Memlûkler üzerine olduğu, Kayıtbay’ın Osmanlı elçilerinin kelleleriyle top oynamasından bellidir. Peki Fatih neden tam da yönünü doğuya çevirmişken Venediklilerce zehirlensin? Bunun bir mantığı var mı? İlle bir zehirlenme olayı varsa neden Memlûkler tarafından yapılmış olmasın? Nitekim Murat Sertoğlu, Memlûk Sultanı Kayıtbay’ın İranlı hekim Larî’yi ayarlayarak Fatih’i zehirlettiğini iddia ediyor. Buyurun yeni bir tartışmaya.

 

Hekim Yakup’un İslamiyet’i seçmiş bir Yahudi olması, onun ‘doğal olarak’ Venediklilerle işbirliği yaptığına kanıt teşkil eder mi? Sonra neden yapsın ki bunu? Yahudiler Venedik’te çok mu el üstünde tutuluyordu sanki? Para, mal derseniz, Fatih, Venedik’in vaat ettiğinin fazlasını zaten sağlıyordu kendisine. Hatta nesiller boyu doğacak torunlarını bile vergiden muaf tutmuştu. Bir Venedik belgesinde ismi geçti diye, hain yaftasını boynuna geçirmeye kalkarsanız, Osmanlı saray hekimlerinin hatırı sayılır bir kısmını hainler hapishanesine tıkmanız gerekirdi. Birileri Fatih’in ölümü üzerine Hekim Yakup’un yeniçerilerce öldürülmüş olmasını zehirleme iddiasına delil gösteriyorsa buna da sadece gülüp geçmek lazım. O zaman İranlı hekim Larî’yi de II. Bayezid’in öldürttüğünden yola çıkarak onu da mı hain ilan edeceğiz?

 

Sonuç olarak Fatih’in zehirletilerek öldürülmüş olması çok uzak bir ihtimaldir. Zira ölümün doğrudan doğruya zehirlenmeden meydana geldiğini söyleyen hiçbir birinci el kaynak mevcut değildir.

 

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Osmanlı Modernlikten Kopuk Muydu?

 

 

Doğrusu, eğlenceli bir iş Türkiye’de tarihçilik. Çetin Altan’a bakarsanız, Osmanlı, Avrupa’da olup bitenleri sadece seyretmişti.

Newton, yerçekimi yasasını bulurken Kuyucu Murad Paşa, Celalilerin kellelerini kuyulara doldurmakla meşguldü vs.

 

Eğlenceli; çünkü tarihi önemseyen ülkelerde bu tür uçuk kaçıklıklara birer fantezi olarak bakılırken, bizde ciddiye alınıyor. Böylece tarih alanı, sirklere dönüyor. Sirklere, evet. Ama bir farkla. Sirkteki hayvanların gerçek doğada da aynı şekilde davrandıklarına inanmıyoruz. Ancak tarih alanında gezinen aktörlerin birileri tarafından ehlileştirilmiş, özellikle güzel veya çirkin gösterilmiş olduklarının bir türlü farkına varamıyoruz.

 

Güya Osmanlı modernlikten kopmuş, hatta modernlik trenine hiç binmemiş, sürekli kaçırmış. Acaba böyle mi? Artık tarihçiler uyandı ve Osmanlı tarihinin bir hayvan sirki olarak görülemeyeceğini var güçleriyle haykırmaya başladılar. Mesela Cemal Kafadar şöyle demişti Nuriye Akman’a:

 

“Bazı yargılarımız değişti… Benim çok önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var: 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı toplumu kendi dinamikleriyle, kendi içinden bir modernleşme ve sekülerleşme serüveni yaşamıştır.” (Zaman, 11 Nisan 2004)

 

İlginç bir açılım. Modernlik ile Osmanlı’nın su geçirmez bölmelerde olmadığını, birbirinden etkilendiğini göz önüne seren bu yaklaşımı mimariden bir örnekle desteklemek istiyorum.

 

Gülsün Tanyeli’nin bir makalesinden (”Prof. Doğan Kuban’a Armağan”, Eren Yay., 1996, s. 85-93) öğrendiğimize göre aslında daha 16. yüzyılda Osmanlılar, çağın değişen şartlarına ayak uydurarak Mora yarımadasında bulunan Anavarin (Navarin) kalesinin inşasında önemli bir değişikliğe gittiler ve Avrupa’da yapılan modern, yani rasyonel esaslara dayalı kale yapımı tekniğine geçtiler.

 

Osmanlı mimarlığında Avrupa ile bağlantının projelendirilmesi bazında ilk örnek olan Anavarin Kalesi, bir yabancı mimara “Frenk üslubunca” yaptırılmıştır: Kalenin tasarımı, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde dönemin en yeni Avrupa tahkimat planlama anlayışlarıyla ilişkilidir. Sözü Tanyeli’ye bırakalım:

 

“Yapının ilginçlik ve önemi her şeyden önce, bizim kültür coğrafyamız için geleneksel modellerden kesin bir kopuşu örneklemesinden kaynaklanıyor. Batı ile ilişkili önceki örneklerde görülen yerliyle yabancıyı uzlaştırma çabasının burada izi görülmez. 16. yüzyılın ikinci yarısında İtalya’da gelişen tahkimat anlayışının doğrudan bir uygulaması olan yapı, geleneksel anlayıştakinin aksine, burçlarla onların arasını kapatan bedenlerden oluşmaz. Çokgen planlı (altıgen) tam simetrik bir ana kitleye köşelerinden eklenen yine çokgen planlı (beşgen) tabyaları içerir. Tüm kitle top atışlarından olabildiğince az etkilenmesi için yayvan ve eşyükseklikli tutulmuş, buna karşılık duvarlar kalınlaştırılmış ve şevli olarak inşa edilmiştir. Üzerinde geleneksel dendan yerine, tabyalar üzerindeki geniş platformlara yerleştirilmiş topların ateş etmesi için bırakılmış az sayıda mazgal bulunur. Kale duvarının en üst kesimindeki bitişiyse, mazgallar dışında, yine top atışlarını sektirecek nitelikte belirgin bir şevli kesit verilerek gerçekleştirilmiştir.”

 

Dolayısıyla Anavarin Kalesi, Batı’da mimari modernitenin başlangıcını haber veren bir rasyonalite ürünüdür. Yalnızca aklî çerçevede tanımlanmış bir soruna aklî bir cevap vermek üzere biçimlendirilmiştir ve eski dönem kalelerini karakterize eden efsaneler, semboller ve hurafelere dayalı yaklaşımlardan kesin bir kopuşu gösterir. Bu yeni kale yapımı tekniğinin asıl sebebi ise ateşli silahların seri ve kitlesel kullanımı gerçeğinin Osmanlı mimarlığını da tıpkı Avrupa’da olduğu gibi rasyonel önlemler almaya ve çözümler geliştirmeye itmesidir.

 

Anavarin Kalesi, Kafadar’ın Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren kendi dinamikleriyle bir modernliği yakalama çabasına girdiği tezini doğrulayan somut bir örnektir:

 

“Osmanlı’da rasyonalite merkezli bir düşünce sistematiği yaratılamamışsa da, en azından mimarî etkinlikler bazında Osmanlı üst sınıf kültürü içinde rasyonel davranış örüntüleri geliştirmediği söylenemez. Anavarin gibi örnekler bunu yeterince kanıtlamaktadır. Dikkat edilirse, bu yapım… tasarımından yapım sürecine dek rasyonel araçlarla yürütülmüş merkezî bir planlama etkinliği olarak özellikle ilginçtir… [H]er konuda Osmanlı yönetiminin “uzaktan kumanda” pratiklerini ne denli yetkin bir biçimde kullanabildiği de görülmektedir. Aynı pratiklerin içerdikleri rasyonalite açısından ne denli acımasız bir kararlılıkla işletildikleri de fark edilebilmektedir.”

 

Yazar, ulaştığı sonucu bir sorun olarak önümüze koyarken ilginç noktalara parmak basar: “Belki de Osmanlı üst sınıf kültürünün ana sorunu, bu rasyonalist tutumunun üzerinde yükseleceği toplumsal ve ekonomik bir altyapıdan yoksun oluşudur. Ve belki de bu rasyonalite kendi kendisini olağanüstü geniş bir coğrafyanın bu gibi eksikliklerini örgütsel araçlarla telafi etmek uğruna heba etmiştir.”

 

Rasyonellik dediğimiz modernliğin aslî unsurlarından birinin sadece aklî bir duruş meselesi olmadığını, onu besleyip geliştiren bir sosyal ve ekonomik temelin de var olması gerektiğini vurgulayan bu filizlenen yaklaşımın mutlaka dikkate alınması gerekir. Çünkü sözde Osmanlı medreselerinden aklî ilimler çıkarıldı diye Osmanlı’nın duraklayıp gerilediği sakızını nicedir çiğneyenlere verilmiş güçlü bir cevap yatıyor burada: Akılcılık, toplumun içinde bulunduğu şartlardan kopuk salt zihinsel bir tutum değildir.

 

Osmanlı akıldan uzaklaşmış! Bundan daha komik bir iddia olabilir mi? Bir Sultanahmet Camii’nin inşası akıldan kopuk nasıl mümkün olabilir? En basit bir askerî sefer bile müthiş bir akıl destanı değil midir? Braudel’in dediği gibi, Kanuni döneminde Londra’dan İstanbul’a gelen İngiliz hukukçular, Osmanlı hukukunun hangi aklî esaslarından yararlanıp ülkelerine döndüler acaba, biliyor muyuz?

 

Tarih, kitaplarımızı hokkabazlardan temizlediğimizde bunların ipuçlarını fısıldayacaktır, inanın.

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Saltanatın Kaldırılmasında Atatürk’ün Rolü

 

Neden üşürüz İnkılap Tarihi derslerinde? Ya da şöyle soralım: Genel olarak tarih dersleri hep sıkıcı olmak zorunda mıdır? Kabahat hocalarımızda mı yoksa kitaplarda mıdır? Yoksa hepimiz mi suçluyuz?

Tekrarlana tekrarlana bilgiler şablonlaşmış, derslere mekanik bir anlatım tarzı hakim olmuştur. Oysa bir imparatorluğun bünyesinden ulus devlete geçilirken ne amansız alt üst oluşlar yaşanmış, hangi büyük badireler atlatılmış, devrimleri yapanların olduğu kadar ona maruz kalanların beyinleri de bu yeni düzene hangi zorlanmalarla intibak etmiştir? Neresinden baksanız son derece ilginç bir dönem. Düşünün, daha harf devriminin sosyal psikoloji açısından doğru dürüst bir incelemesi yapılamamıştır. Halbuki sırf bu ‘olay’, sosyal bilimcilerimiz için ne paha biçilmez bir kaynaktır, bilsek.

 

Gelin bugün iyi bildiğimiz bir olayı mercek altına tutalım. Saltanatın kaldırılması nasıl gerçekleşti?

 

Prof. Suna Kili’nin “Türk Devrim Tarihi”ne bakarsanız, saltanatın kaldırılması Atatürk devrimlerine dahildir. (Şimdi birileri kalkıp ‘değil midir?’ demezsin sakın. Öyle olup olmadığını göreceğiz.) Prof. Kili’ye göre saltanatın kaldırılması “ulusal eylemin”, yani milli mücadelenin ve 1921 anayasasının “doğal sonucudur”. Neden? Çünkü anayasanın kabulünden 21 ay, 12 sonra TBMM saltanatın kaldırılmasını gündemine almıştır. Yani daha önce veya daha sonra gündemine alsaydı bu ‘doğal sonuç” ortaya çıkmayacak mıydı sayın hocam? Neyse, geçelim, çünkü daha ilk adımda sonuç ile nedenin mutlaka zamansal olarak öncelik-sonralık sırasıyla açıklanamayacağına dair Gazali ve Kant’ın söylediklerine sarkma riski belirdi, onun için itirazlarımı burada kesiyorum.

 

Siz de sıkıldınız, biliyorum. Lakin bu iş böyle. Önümüzdeki metinleri redakte ederek gideceğiz doğruya.

 

Nerde kalmıştık? Ha, evet, TBMM saltanatın kaldırılmasını gündemine almıştı. Sonra gündemle ilgili önerge üzerinde uzun tartışmalar olmuş, padişahı tutan milletvekilleri karşı çıkmışlar, nihayet önerge “Mustafa Kemal ve sekseni aşkın milletvekilince imzalanmış”. Konunun o tarihte gündeme gelmesine ise İstanbul’dan Sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan’a birlikte katılma isteği neden olmuş. Sonra? “Bu davranış iyi değerlendirilmiş, saltanatçı milletvekillerine karşın saltanatın kaldırılması oybirliğiyle kabul edilmiştir.”

 

Profesörümüze göre bu oybirliğini sağlamak öyle kolay olmamıştır. Önerge ve “diğer önergeler” komisyonlarda görüşülürken tartışmalar uzamış, saltanatçı vekiller hilafet ve saltanatın ayrılmasının sakıncalar yaratacağını ileri sürmüşler. Ne güzel, demokratik bir tartışma diyebilirsiniz ama yok. Suna hanım bu çok seslilikten hiç mi hiç hoşnut değildir. “Sonunda karar gene Mustafa Kemal’in yerinde uyarısı ve karşıtların gözünü korkutmasıyla alınabilmiştir.” Mustafa Kemal’in komisyonda neler dediğini de aktarıyor bize: “Burada (yani komisyonda) toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olacaktır. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama belki bir takım kafalar kesilecektir.”

 

Bu ‘kesin, kararlı, inançlı’ çıkış karşısında herkes susmuş, hatta Hoca milletvekillerinden Mustafa Efendi’nin ünlü (!) “Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık” cümlesi bu sert çıkış üzerine söylenmiş. Bunun üzerine komisyon önergeyi benimseyerek genel kurula göndermiş, aynı gün 1 Kasım 1922’de 2. oturumda kabul edilmiştir.

 

Demokrasiye demokrasi dışı müdahalenin, bir nevi sert bir muhtıranın sözünü etmesine rağmen Prof. Kili’nin Mustafa Kemal’in sözünü oldukça haklı ve yerinde bulması ilginçtir. Devrimler yapılırken bu örnekler olağan görülmelidir. Yine de hep böyle korkutarak bir yere varılamayacağının bilincindedir hocamız. Her adımda ‘gerekirse bazı kafalar kesilecektir” demenin demokratik bir anlayışla bağdaşmayacağının, sık sık tekrarlandığı zaman olumsuz tepkilere yol açabileceğinin farkındadır. İşte bunun için yapılacak şey, yine demokrasiye dışarıdan müdahale edilip meclisteki çatlak seslerin temizlenerek yeni bir meclisin kurulmasıdır. Bu kaçınılmazdır.

 

Bu geniş aktarmayı, Prof. Kili’nin tarih bilgisi ve yorumunu kesmeden vermek ve inkılap tarihi kitaplarımızın içinde yüzdüğü mekanik ve sığ bilgi yığınını bütün halinde göstermek amacıyla yaptım. İyi güzel de, neye itiraz ediyorum? Nedir beğenmediğim ya da eleştirdiğim taraf bu metinde?

 

Bir kere hatalar.

 

1. Önerge veya önergeler sanki Mustafa Kemal tarafından verilmiş gibi gösteriliyor. Halbuki Nutuk’ta bile kendisi, “…bir takrir (önerge) hazırlandı. Sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi. Bu takrirde benim de imzam vardır” diyor, yani saltanatın kaldırılması için hazırlanan önergenin kendisi haricinde hazırlandığını bizzat kendi ağzıyla kabul ediyor. Hatta ben hazırladım bile demiyor, “benim de imzam vardır” diyerek aslında bunu ilk düşünenin kendisi olmadığını itiraf ediyor.

 

2. Meclise o gün üç önerge verilmiştir. Verenler arasında ikinci gruba, yani muhaliflere ait olanlar da vardır. Mecliste padişahlığı tutanlar olduğu kadar saltanatla beraber hilafeti de kaldıralım diyecek kadar ileri gidenler vardı. Ama bu kadar ileri gitmek o aşamada sakıncalı bulunduğu için hilafet bir süre daha kalmış, hilafetli Cumhuriyetimiz yaklaşık 6 ay devam etmişti. Bir de Rauf Orbay gibi, karşı çıkanların bir kısmı, hilafatle saltanatın ayrılmasına karşı çıkıyorlardı, saltanatın kaldırılmasına değil. Bu önemli ayrım atlanıyor.

 

3. Peki oybirliğiyle kabul edilmesinden bahsediyorsunuz da, o gün kaç milletvekilinin meclise geldiğinden neden söz etmiyorsunuz? Üstelik madem bu kadar yaygın bir oybirliği vardı, saltanat neden ilk turda değil de ikinci turda kaldırılabildi? Bunun açıklaması nerede? Çünkü ilk oylamada gerekli çoğunluk mevcut değildi. Bütün uyarılara rağmen oylamaya sadece 136 milletvekili katılmış, 132 kabul, 2 red, 2 çekimser oy çıkmış, karar yeter sayısı bulunamayınca ertesi günkü 2. tura bırakılmıştı. (Kili’nin dediği gibi 2. oylama aynı gün yapılmamıştı.)

 

Uzatmaya gerek yok. Anladınız. İnkılap tarihlerimizin neden sığ ve yavan olduğuna bir misal daha vermiş olduk. Merak edenler olmuştur diye, ilk önergeyi verenin Rıza Nur olduğunu söyleyerek noktalayalım yazımızı.

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

CHP Gençliğinin Çanakkale Şehitleri Rezaleti

 

Demokrat Parti’nin rüzgârı bile yetmişti CHP’nin irticacı kesilmesine. 23 Nisan 1948’de Topkapı Sarayı Müzesi açılır. 25 Mayıs’ta CHP grubu bir “İslam İlahiyat Fakültesi” kurulmasını kararlaştırır. (”İlahiyat Fakültesi” değil.) 27 Eylül 1948’de Preveze zaferinin 410. yıldönümü ilk defa törenlerle kutlanır.

1 Kasım’da okullara seçmeli din dersi uygulaması getirilir. 14 Ocak 1949’da başbakanlığa ilk ve muhtemelen son defa bir ilahiyat profesörü, Şemsettin Günaltay getirilir. 1 Mart 1950’de Türk büyüklerine ait türbelerin açılmasını mümkün kılan 5566 sayılı kanun kabul edilir vs.

 

Ne demek istiyorum? CHP işine geldiği zaman dinciliği kimselere bırakmaz, işine gelmediği zaman da laikliğin kalesi olarak boyar gövdesini. Nitekim Gazi Mustafa Kemal 8 Nisan 1923’de ortaya attığı 9 Umde’nin ikincisinde kurulacak Halk Fırkası’nın sırtına ‘Hilafeti koruma görevini’ yüklemiyor muydu? Korudu mu?

 

Bugün halkın Çanakkale’ye akınını görüp de dudak bükenlerin iktidar ellerindeyken şehitliklere bir tek çivi çaktıklarına şahit olunmuş mudur? Düşünün, Çanakkale anıtı için adım atılması bile Adnan Menderes hükümeti sayesinde mümkün olabilmiştir.

 

Çanakkale, Tek Parti döneminde belki de bir tek Mustafa Kemal’in “Anafartalar kahramanlığı” sayesinde tamamen unutulmaktan yakayı kurtarmış, yıllar boyu cılız resmi toplantılarla baştan savılmıştır. Tek Parti devrinde resmi heyetler lüks vapurlara doluşup karaya çıkma zahmetine dahi katlanmadan vapurun güvertesinden şehitlere selam gönderir, böylece millî görevlerini yerine getirdikleri sevinciyle kaptana ‘Çek evladım İstanbul’a!’ diye seslenirlerdi.

 

Ne var ki, devlet sahip çıkmasa da halkın yüreğinde biriken Çanakkale muhabbeti, nicedir uyandırılacağı kutlu bir sabahı gözlüyordu. Nitekim 1933’te bir avuç genç tarafından ilk ciddi Çanakkale yürüyüşü başlatılmış oldu. Yaklaşık 10 kişi olduklarını bildiğimiz bu gençler arasında Nihal Atsız, günümüz gençliğine maalesef “Tarkan’ın dayısı” olarak tanıtmak zorunda kaldığımız Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar ve ileride milli eğitim bakanı sıfatıyla imam hatip okullarının açılması uğrunda unutulmaz gayretlerine tanık olacağımız Tevfik İleri’yi görürüz. Grup, 9 gün boyunca savaş alanını araştırmış, köylülerden şehit mezarlarının yerlerini öğrenmişti. Anladınız muhtemelen; 1933’te daha Türk şehitliği mevcut değildi.

 

İşte şimdilerde Çanakkale’ye akan milyonların ilk adımı o 1933 yılının Mart’ında atılmıştı. Ertesi yıl 300 kişi oldular, sonra binler, yüz binler. İster inanın, ister inanmayın, zamanın CHP Genel Sekreteri Recep Peker, gençlerin aralarında para toplayarak bir Çanakkale anıtı yapma girişimleri karşısında “Bu işin sonu kötü olur” tehdidinde bulunmuştu.

 

Bir akımın önünü kesebilirsen kes, kesemezsen kendine doğru çevir, ilkesinden hareket eden CHP yönetimi zamanla Çanakkale’ye sahip çıkar görünmek ihtiyacını duydu. Bekledikleri fırsat bir askerî darbeyle karşılarına çıktı. 27 Mayıs güya bir gençlik hareketiydi ya, yandaş gençlik derneklerine kovayla para akıtmaya, böylece CHP gençlik kolları eliyle sözde Atatürkçü bir gençlik oluşturmaya karar vermişlerdi.

 

İşte 18 Mart 1962’de tarihe “Kadeş rezaleti” diye geçen, gençliği Çanakkale’yle buluşturma gezisi düzenlenmişti. Kadeş adlı vapura doldurulan kızlı erkekli bin kadar genç, sözümona çağdaş gençlik dernekleri tarafından özel olarak seçilmişti. İşin tuhafı, gemiye yalnız genç kızlar ve erkekler değil, aşırı miktarda içki de doldurulmuştu. Düşünün, Çanakkale şehitlerini ziyarete gidiyorsunuz, anneleri babaları yanlarında olmayan bir gemi dolusu genç ve kasalarla içki alarak yola çıkıyorsunuz. Niyet ne? Faşing mi?

 

Yolculuk beklenebileceği gibi tam bir rezaletle sonuçlandı. Sarhoş olup gece boyu dans eden, yerlerde sızan, olmadık cinsel rezaletlere imza atan bu seçkin gençliğin Çanakkale’ye çıktığında ayık gezebildiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Cümbür cemaat lokantalara dalmışlar, içkiler, naralar gırla devam etmiş ve bin kişi içinden şehitliklere gidecek topu topu 40-50 genç ancak bulunabilmişti.

 

Bir süre kamuoyundan saklanmaya çalışılan, ancak bir gazetecinin ifşasıyla deşifre edilen bu rezaletin perde arkası, zamanın gazetelerinde günlerce yazılıp çizilmiş ve bir tanesini burada gördüğünüz ‘şok fotoğraflar’ basına malzeme olmuştu. Kameralar gemide bulunanlara yönelince bir genç orada yaşadıklarını şöyle anlatmıştı (bazı ifadeleri sansürlemek zorunda kaldığımı belirteyim):

 

“Gemi hareket eder etmez gençler gruplar halinde içki içmeye başladılar. Erkeklerin özellikle kızları sarhoş etmeye çalıştıkları belli oluyordu. Sarhoş olan kızlar, bir süre dans ettikten sonra erkekler tarafından dışarı çıkarılıyor ve karanlık bir yerlere götürülüyor, daha sonra beraberce dönüyorlardı. İstisnasız bütün masalarda kumar oynanıyordu. Kaptan gelip kumar kâğıtlarını toplamak istediyse de vermediler. Kendilerine karışmak isteyen birkaç görevliye, “Biz Atatürk’ün yolundayız, bize kimse karışamaz” diye karşılık veriyorlardı. “Dağ Başını Duman Almış” marşı, sarhoş naralarına karışıyordu. Dönüşte de aynı rezalet devam etti. Hatta bir grup genç, kapının önüne masa ve sandalye yığmak suretiyle bir koridoru kapatıp lambaları söndürmüşler, içeride çılgınlar gibi eğleniyorlardı. Birkaç kişi içki komasına girmiş, üç genç kız bekaretini yitirmiş, evlerine ağlayarak dönmüşlerdi.”

 

Geziden önce 1 milyon 700 bin liraya özel olarak dayanıp döşetilen Kadeş vapurunun mahvolduğunu gören ‘öteki gençler’, CHP’nin 40 yılda gençliği ne hale getirdiğinin hesabını sormaya giriştiler. Çanakkale şehitlerinin ruhlarını şâd edecek gezilere katılanların sayısı, bu toprakların itilen, kakılan, ezilen, adam yerine konulmayan ama ataları için bir şey yapamadığı için vicdanı kanayan ‘öteki çocuklar’ tarafından milyonlara vardırıldı bugün. Ve “Kadeş rezaleti”ni icra edenleri değil, altyapısını hazırlayanları silip süpürenler onlardan başkası değil.

 

Çanakkale kolay kazanılmamıştı. Ama ikinci Çanakkale zaferi de kolay kazanılmadı.

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Başörtülü first lady’ler: Latife, Mevhibe, Reşide

 

“Örnek istiyorsanız, Atatürk’ün annesinin ve eşi Latife Hanım’ın kıyafetine bakın, bu size ders olsun.” Başbakanın bu beyanatı Latife Hanım’ı bir kere daha gündeme taşımış oldu. Hatta medyamız Latife Hanım’ın kıyafeti konusunda ihtilafa düşüp ikiye bölündü.

Kimisi kıyafet devriminden önceki fotoğraflarını, kimisi de devrimden sonrakileri yayınladılar. Aklıevvelin biri de kalkıp şu çürük ipliğe bağlamış ümidini: “Yalnız bir küçük fark var. Atatürk kıyafet devrimini yaptığında Latife Hanım’dan boşanmıştı. Yani o artık bir first lady değildi.”

 

Neresini düzeltelim ki bunun?

 

Atatürk kadınlar için herhangi bir kıyafet ‘devrimi’ yapmış değildir. Açılmayı teşvik etmiş, arzulamıştır, ama konuyu zamana yaymayı tercih etmiştir; bu bir.

 

İkincisi, eğer bir kıyafet ‘devrimi’nden söz edilecekse bu, erkekler ve özellikle de devlet memurları için geçerlidir. 2596 No’lu kılık kıyafet kanununda esasen din adamlarının ibadethaneleri dışında ‘ruhani kisveleri’ giymeleri yasaklanmış ve memurların uluslararası geçerli âdetlere göre giyinmeleri istenmişti.

 

Üç: Erkekler için çıkan bu kanunun kadınlar için de emsal teşkil ettiğini farzedelim, o takdirde dahi uygun olmaz; çünkü Gazi’nin Latife Hanım’dan boşanması 5 Ağustos 1925’tedir, kılık kıyafet kanunu olarak bilinen kanunu ise 3 Aralık 1934’te çıkmıştır. Aralarında neredeyse 10 yıl varken kalkıp da ‘Atatürk kıyafet devrimini yaptığında Latife Hanım’dan boşanmıştı’ sözüne gülmek için kargaları beklemeye gerek var mı?

 

Gelelim Latife Hanım’ın resimlerine. Bir kere bu resimlerin çoğu Cumhuriyet’in ilanından sonraya aittir. 1923 Ekim’inden kocasıyla aralarının bozulduğu 1925 yazına kadar yaklaşık 2 yıl süreyle Çankaya’nın first lady’si olmuştu Latife Hanım. Bunun öncesinde ise yaklaşık 1 yıllık bir evlilikleri vardı ki, Cumhuriyet’in tam temellerinin atıldığı döneme aittir resimler. Bu yüzden Latife Hanım’ın tam da kamusal alanda başını örtmüş olmasını ciddiye almazlık edemeyiz. Onun başının aslında açık olduğunu söyleyenlerin gösterdikleri resimler ya aile resimleri yahut da boşandıktan sonra çekilen dul olduğu döneme ait resimlerdi. Bize bu ilk first lady’nin asıl kamusal alanda çekilmiş başı açık fotoğraflarını göstermeleri ikna edici olurdu. Ama olmadı.

 

Nedeni basit. Çünkü gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun hanımlarının başlarını açmaları akşamdan sabaha olmamış, zaman almıştı. Mesela İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım’ın başını açmasının 1927 yılbaşı gecesinde gerçekleştiğini torunu Gülsün Bilgehan “Mevhibe” adlı kitabında anlatır. Kocasıyla birlikte Lozan’a giden Mevhibe Hanım, orada Avrupaî tarzda ama başını açmadan, şapkayla dolaşmış, Türkiye’ye, İsmet Beyin bütün ısrarlarına rağmen Avrupalı bir kadın gibi dönmeyi reddetmişti. Trenden kolları saçaklı pardesüsüyle inmiş, başını ‘sıkmabaş’ denilen tarzda şifon bir eşarpla örtmüştü.

 

Onun başı açık ilk gecesini ise şöyle anlatıyor torunu: “[Gazi’nin gözleri] Genç kadının üzerindeydi. Belli belirsiz bir hayranlıkla arkadaşının eşini süzdü. Mevhibe... İsmet Paşa’nın yanında zarif, mahcup ve çok güzel görünüyordu. Gazi, ev sahibesinin karşısında hafif tebessüm ederek eğildi, sonra genç kadının çekinerek uzattığı elini dudaklarına hafifçe dokundurdu... Gazi, başbakanın eşine kalabalığın önüne başı açık çıkma cesaretini gösterdiğinden dolayı nazik bir şekilde teşekkür ediyordu... O geceden sonra bir daha başını örtmedi.”

 

Yani inkılabın önder kadrosunun eşleri bir anda yeni rejime adapte olamamışlardı. Üst yapıda hızla reformlar yapılıyordu; ama bunun şahsî ve ailevî hayatlarına intikali zaman alıyordu. Mesela Atatürk’ün geceleri yatarken pijama yerine Osmanlı usulü entari giymesi, bunun en çarpıcı misaliydi. Ayrıca Gazi, Latife Hanım’ı boşarken Medeni Kanun çıkmamıştı henüz; bu yüzden sadece ‘boş ol’ demesi yeterli olmuştu. Dahasını söyleyeyim: Medeni Kanun’u çıkaran Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un eşi Ferda Hanım’ın, kanun çıktıktan sonra dahi bırakın çarşafını çıkarmayı, ‘hasır peçe’ takmaya devam ettiği “Mevhibe” kitabından öğrendiklerimiz arasında.

 

Celal Bayar’ın eşi Reşide Hanım ise kocası başbakanken de, cumhurbaşkanı iken de beş vakit namazını hiç bırakmamıştır. Kararlı ve hatta inatçı bir portre çizmiş bulunan Reşide Hanım, Yunan işgalinde ailece zulümlerine maruz kaldığı Yunanlıların devlet başkanı Türkiye’yi ziyarete geldiğinde Celal Bayar’ın yanındaki koltuğu boş bırakır, bütün ısrarlarına rağmen kocasına eşlik etmez.

 

Nihayet 25 Aralık 1962’de ömür boyu hapse mahkûm edilen kocasını yalnız bırakmamak için trenle Kayseri’ye giderken yolda kalp krizinden ölür ve cenaze namazı, 27 Mayıs’a muazzam bir tepki hareketine dönüşür. Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı cenaze törenlerinden birisine sahne olan Ankara’da, halk darbecilere tepkisini bu vesileyle yansıtmak fırsatını bulmuştur. Torunu Prof. Emine Gürsoy’un deyişiyle, Cumhuriyet tarihinde bir devlet başkanının hanımına düzenlenen en kalabalık cenaze törenidir bu.

 

Atatürk’ün kadın giyimine kanunla müdahale etmekten kaçınmış olması ve bunu zamana yayarak halletmeye çalışması, işin nezaketini kavradığının en bariz göstergesi. Nitekim Reşide Hanım, İnönüler’in verdiği bir davette (muhtemelen yukarıda geçen 1927 yılbaşı davetinde) Atatürk’ün masasına başı kapalı kıyafetiyle oturmuştur. Sofrada Atatürk’ün “Başınızı açmayacak mısınız hanımefendi?” sorusuna muhatap olan Reşide Hanım cevap vermez. Masada cisimleşen sessizliği, kocasının “Müsaade edin Paşam, açacaktır.” sözleri bozar. Muhtemelen Celal Bayar’ın sözünü yere düşürmemek için o gece değilse bile, bir sonraki davete başı açık katılacaktır 3. first lady’miz.

 

Demek ki önder kadronun eşleri arasında başörtüsünün kırılma noktasını Cumhuriyet’in 4. yılı olan 1927 olarak tespit etmeliyiz, 1923 değil.

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lozan, Sevr’in hafifletilmişi miydi?

 

 

Kafalarımız Sevr’i bir utanç belgesi, Lozan’ı ise zafer anıtı olarak gören bir değirmende öğütüldüğü için yıllar yılı korku duvarının ardında yaşamaya mahkûm edildik. “Sevr sendromu”nun 87 yıl sonra dahi işe yaraması, onun etrafında örülen mitolojinin çarpıcı bir göstergesi değil mi?

Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır imzalanmasına ya, biz dahil hiçbir taraf ülkenin parlamentosunda onaylanıp yürürlüğe girmemiştir. Ve aslında daha ilk günden uygulanamaz olduğu anlaşılmıştır. Sevr’in hedeflerinin asıl onayı Lozan’da gelecektir.

 

Gerçi Churchill Lozan için “Sevr’in sürpriz bir tezadı” demiştir. Lakin Avusturya Deakin Üniversitesi tarih bölümünden Marian Kent’in tespitiyle söylersek, Lozan’ın İngiliz politikaları bakımından fazla sürprizli bir tarafı yoktur. Kurt İngiliz diplomatları bazı ufak tefek tavizler dışında Lozan’da temel hedeflerine ulaşmış, daha 1919 başlarında İngiliz Genelkurmayı’nın Osmanlı topraklarında hedefledikleri şartları Lozan’da bize kabul ettirmeyi başarmışlardı.

 

Bunları niye yazıyorum? Küresel tarih açısından Lozan “zafer” mi yoksa “hezimet” mi tartışmasının anlamlı olmadığını belirtmek için. Her iki halde de Lozan, dünya sisteminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında aldığı yeni şekli, Yeni Dünya Düzeni’ni aksatmayan, aksatmak ne kelime tahkim eden, güçlendiren bir antlaşmaydı. Zaten böyle gerçekçi bir temele dayandığı içindir ki, ömrü Sevr gibi kısa olmadı ve ABD hariç taraf ülkelerce onaylanabildi.

 

Neydi o Yeni Dünya Düzeni’nin şartları? İngiltere’nin kaygıları, 1) Petrol alanlarını denetimine almak, 2) Hindistan yolunu garantilemek, 3) Akdeniz ve Karadeniz’deki ticaretini köstekleyebilecek rejimleri ortadan kaldırabilmekti. Bir de milyonlarca Müslüman nüfusu yönettiği için kendisine potansiyel bir tehlike arz eden Hilafeti kontrol etmek istiyordu.

 

Türkiye Hilafet kozunu ancak 1924 Mart’ına kadar elinde tutabildi. Lozan’da İsmet Paşa’nın Hilafeti İngiltere’ye karşı ciddi bir kart olarak nasıl kullandığını “Muslim Standard” dergisine verdiği o coşkulu ‘İslamcı’ demeçten anlayabiliyoruz. Burada “Hilafetin hakları güvencemizdedir ve onu savunmak için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır” diyen İsmet Paşa’nın, aslında Lord Curzon’a aba altından sopa gösterdiğini görmemek için kör olmak lazımdır.

 

Şu pazar günü vertigomuz tavan yaptı, yeter gayrı, bunaldık, demeyecekseniz bir iki kelam da Misak-ı Milli üzerine edeceğim.

 

Misak-ı Milli ABD Başkanı Wilson’un ilkelerine dayanarak Arapların kendi kaderlerini belirlemeleri tezini savunuyordu. Fakat sonradan bir el Misak-ı Milli metninde ufak bir ‘rötuş’ yapmıştır. 1. maddenin Mebusan Meclisi’nde kabul edilen asıl şeklinde Mondros Mütarekesi hattının “içi ve dışında” aralarında din ve amaç birliği bulunan ve birbirlerine saygılı ve özverili Osmanlı-İslam çoğunluğun yaşadığı toprakların bölünmesi kabul edilemez, denilmekteydi. Sonradan Yeni Dünya Düzeni’ni tehdit eder gözüken, belki de Osmanlı yayılmacılığını hatırlatan “dışında” (haricinde) kelimesi metinden jiletle temizlendi (inanmazsanız inkılap tarihi kitaplarınıza bakın).

 

Sonuçta Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamadan Lozan’da masaya oturuldu. Ancak biz Lozan’ın hemen yalnız Türkiye sınırları içindeki kısmıyla ilgilendiğimiz içindir ki, yüzyıllar boyu yönettiğimiz toprakları nasıl bir çırpıda bıraktığımızın hesaplaşmasını henüz yapmış değilizdir.

 

Mesela Filistin toprakları için Lozan’da ne yapılmıştır? Hiç… Hatta görüşmeler sırasında Filistinli kardeşlerimiz TBMM kapısında günlerce, ‘Bizi İngiliz kurtlarına teslim etmeyin’ diye yalvar yakar dolaşmışlardı. Aldıkları cevap, önce oyalama, sonra da kendi başınızın çaresine bakın, olmuştu.

 

TBMM her ne kadar Misak-ı Millî’ye Arap halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını ilke olarak koymuşsa da, bu yönde bir yapılanmaya gitmeden sorunu, Hilafet meselesinde olduğu gibi, rakiplerin manevra alanlarını daraltmaya ve işbirliklerini baltalamaya dönük bir strateji olarak ele almıştı.

 

Lozan’ın asıl tartışmamız gereken boyutu, Ortadoğu’nun paylaşılması ve sınırların yeniden çizilmesi karşısında aldığı uysal tavırdır. Ancak can yakıcı gerçek feryatta: Lozan zaferiyle diğer Arap topraklarında olduğu gibi Filistin’de de Sevr’in bütün istekleri olduğu gibi kabul edilmiştir. Üstelik Sultan Vahdettin Sevr’i imzalamadığı için o zamana kadar onaylanmamış olan Filistin’deki İngiliz manda rejimi İsmet Paşa’nın Lozan’daki imzasıyla resmiyet kazanmış, böylece İsrail’in kuruluşuna giden yolda en büyük engellerden biri daha bertaraf edilmişti.

 

Bir de Lozan’da Sevr’i paramparça ettik demiyorlar mı, neden bahsettiklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Kabul edelim ki, Misak-ı Milli’yi tam olarak gerçekleştiremeyen Lozan, artık yabancısı olduğumuz Osmanlı toprakları konusunda Sevr’in hafifletilmiş bir versiyonudur. Zaten ilk ciddi muhalefet partisi Terakkiperver Fırka’nın bir hedefi de, Lozan’daki başarısızlıkların hesabını sormak değil miydi? Rauf Orbay’ın deyişiyle “Misak-ı Millimizin tamamen tahakkuk edemediğini millete açıkça söylemek civanmertlik ve hakikatçiliğine sahip olacaktık… Bir tahammülsüzlük ve sebepsiz endişe, halledilmemiş milli meselelerimizin üzerine nisyan örtüsünü çekti ve bu meselelerimiz geçen zamanla halledileceği yerde gözlerden ve dikkatlerden uzak olarak kangrenleşti.” (Bu konuşmanın tamamı “Yakın Tarihin Kara Delikleri” (Timaş) adlı kitabımda mevcut.)

 

Terakkiperver Fırka, topluma Lozan’ın bir Pirus zaferi olduğunu anlatacak, kazandırdıkları kadar kaybettirdiklerinin muhasebesini yapacak ve telafi yollarını arayacaktı.

 

Kapatıldı. İyi mi oldu? Kangren artık beynimize ulaşmak üzere. Misak-ı Milli diye diye Türkiye sınırlarını kendimize bir arslan kafesi haline getirdik. Düşünün ki, bu ülke tam 4 yıl Dışişleri Bakanlığı yapıp da sadece 3 kez yurtdışına çıkan siyasetçiler görmüştür.

 

Hesaplaşma kaçınılmaz görünüyor. Er veya geç…

Share this post


Link to post
Share on other sites

İsmet Paşa Hilafet’i Savunuyor

 

17 Kasım 1922 günü. Lozan yolundaki Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Strazburg’daki muhteşem manzaralı Grillon Oteli’nde kabul ettiği “Muslim Standard” dergisinin müdürü Seyyid Abdülkadir Mâlik’e, ‘bütün dünyaya duyurulmak üzere’ bir mülakat veriyordu.

Dergi, Hind Müslümanlarının desteğiyle çıkıyor ve giderek İngiltere’yi endişelendirici bir akım haline bürünmekte olan Hind Hilafet Hareketi’ni açıktan destekliyordu. Yalnız Hind Müslümanlarını değil, Hilafet’in korunmasını ‘şahsî meselemdir’ diye sahiplenen Gandi başta olmak üzere bütün Hindistan’ı ilgilendiren Lozan barış müzakereleri hakkında kamuoylarını birinci elden bilgilendirmek, hele başmüzakereci İsmet Paşa’nın ağzından Türkiye’nin Hilafet’e bakışını öğrenmek son derece önemliydi dergi yöneticileri için.

 

Yola çıkmadan önce gerek TBMM hükümeti, gerekse Gazi Mustafa Kemal tarafından Hilafet konusunda sıkı sıkıya tembihlenmiş olan İsmet Paşa, söyleşide tabiatıyla kişisel görüşlerini değil, TBBM hükümetinin görüşlerini aktarmıştı. Ve zaten sözleri bizim için bu bakımdan önem taşımaktadır.

 

Şimdi o ilginç konuşmadan bazı pasajları birlikte okuyalım. Aktaracağım kısımlar, 1923 yılında Ankara’da Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nce bastırılan “Hilâfet ve Millî Hâkimiyet” başlıklı bir derlemeden alınmıştır. Yani şüphe edilecek bir tarafı olmayan resmi bir yayındır. Maalesef “Muslim Standard”daki İngilizce metne henüz ulaşamadım. Bir hayır sahibi fotokopisini bulup da gönderirse sevinirim.

 

Son bir not olarak belirtelim ki, muhtemelen mülakatın gerçekleştiği saatlerde Sultan Vahdettin, İstanbul’u terk etmektedir; ama Strazburg’dakilerin henüz bu kritik olaydan haberleri yoktur.

 

Peki İsmet Paşa bu konuşmada neler diyor?

 

Neler, neler demiyor ki? Şöyle bir hatırlayalım söylediklerini öyleyse:

 

“Size ve sizin vasıtanızla bütün Müslümanlara diyebilirim ki, Hilafet’e her zaman olduğu gibi, dinen pek sıkı merbut [bağlı] olduğumuz gibi icap ederse onun müdafaası için son damla kanımızı dökmeğe her zaman hazırız.”

 

“Hilafet uğruna kanımızın son damlasına kadar savaşırız.” diyen Paşa, sözlerine şöyle devam ediyor:

 

“Türk milleti İslamiyet’in kılıcı olmakla müftehirdir [övünür].”

 

Türkiye’de kurulacak devletin ‘İslamiyet’in kılıcı’ olduğunu beyan eden Lozan baş delegemiz, burada da durmaz ve bütün hızıyla devam eder. Hilafet’in sahibi yalnız Halife değil, bütün Türk milletidir ve böylesi İslamiyet için daha hayırlıdır:

 

“Bütün Türk milleti diyorum, yalnız fert değil. Fert yerine yekvücut bütün bir milletin Hilafet’i müdafii [savunucusu] olması müreccah [tercihe şayan] değil midir?.. Asırlardan beri Hilafet’in mücahidi olan Türk milleti yekvücut olarak onu müdafaada devam edecektir. Hilafetin kuvvetini kayb eyleyeceği korkusu tamamiyle esassız ve nâbecâdır [yersizdir].”

 

Lozan yolcusu İsmet Paşa’nın ‘İslamcı söylemi’ bu kadarla da kalmaz. İslam âlemine vereceği başka mesajlar da vardır. Ne gibi mi? Kendisine kulak verelim o zaman:

 

“Türk teşkilât-ı esâsiyesinde [anayasasında] bütün kuvvâ-i tedâfuiyyenin [savunma kuvvetlerinin] Hilafet uğrunda istimali [kullanılması] vardır. Böylece Hilafe’ti maddî vesâitten [vasıtalardan] mahrum bıraktığımız nasıl iddia olunabilir? Hilafet Türkiye’dedir ve Türkiye’ye istinâd eder [sırtını dayar]. Hukuk-ı Hilâfet masundur [Hilafet’in hakları güvence altındadır] ve onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır.”

 

Paşa’nın buraya kadarki sözlerinin özetini çıkaracak olursak şu başlıklarda karar kılmalıyız:

 

- Türkiye halkı Hilafet’i kanının son damlasına kadar savunacaktır.

 

- İslamiyet’in kılıcı olmakla iftihar eder.

 

- Bütün bir millet yekvücut olarak Hilafet’i savunacaktır.

 

- Hilafet 1921 Anayasası tarafından güvence altına alınmış olup onun korunması vatanın korunmasıyla eşdeğerdir.

 

Yazıyı alıntıya boğduğumu düşünen okurlarıma şu kadarını söyleyeyim ki, İsmet Paşa’nın sözleri alıntılanmayacak gibi değil. Çok çok hayatî mevzulara bodoslamasına giriyor ve hükmünü cepheden veriyor. Dolayısıyla böyle bir metni bulmak pek kolay değil. Türkiye’nin 1922 Kasım’ında ‘Hilafet meselesi milli savunma konseptimiz dahilindedir’ söyleminden 1924 Mart’ındaki ‘Hilafet’i kaldırmak İslamiyet’e yapılacak en büyük hizmettir’ söylemine nasıl geçildiğini görmek için bunları bilmek zorundayız.

 

Öyleyse son bir cümle daha:

 

“Biz sizinle aynı aile efradındanız [fertlerindeniz]. Sizin teveccüh, muhabbet ve müzâheret-i maddiyenizi [maddî açıdan kol kanat germenizi] isteriz.”

 

Evet, Hind Müslümanlarının gönlünü kırmaya gelmezdi, zira Milli Mücadele’ye ciddi miktarlarda maddî katkıları olmuştu.

 

Nitekim bu tarihten çok sonra bile, 1923 ortalarında, Rauf Orbay’ın başbakanlığı sırasında Antalya milletvekili Hoca Rasih Efendi başkanlığında bir Kızılay heyeti Delhi’ye para toplamaya gitmiştir. Muazzam bir sevgi selinin ortasında kalan Rasih Hoca, cuma namazında hutbeye çıkmış ve halktan Hilafet’in koruyucusu Türkiye’ye yardım etmesini istemişti. Gelin görün ki, İngilizler cami çıkışında Türklerin Hilafet’i kaldırdığı haberini yaymışlar ve bunu belirten afişlerle meydanları donatmışlardı. Amaçları, tabii ki, halkı galeyana getirerek Türkiye’nin Hindistan Müslümanları üzerindeki nüfuzunu kırmaktı.

 

İngilizlerin endişelenmesine gerek kalmadı. Bundan sadece 6-7 ay sonra Türkiye, uğruna savaşma sözünü verdiği Halife’yi kovuyordu… İşin ilginç yanı, Hilafet’in kaldırılmasının hemen ardından (Temmuz 1924) ‘kör parmağım gözüne’ der gibi Hind Müslümanlarının gönderdiği yardım paralarıyla İş Bankası’nın kurulmasıydı.

 

Şimdi ‘İş Bankası’nı Hilafet sayesinde kurduk’ desem yine birilerini kızdıracağımı biliyorum.

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir İdamlık Dışişleri Bakanı Vardı, Sessizce Asıldı

 

Onun hakkında, “Parti arkadaşları arasında, hali, tavrı, giyinişi, konuşuşu. “R” harflerini telâffuz edemeyişi, kimseyi takmayışı, kırıcı davranışları ile sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi” diyordu diplomat arkadaşı Semih Günver ve ekliyordu: “Takatinin hududu yoktu, mücessem faaliyet idi.”

Sunday Times’a bakılırsa o, muhtemelen Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli Dışişleri Bakanıydı. The Times ise bu tespite “en zeki” sıfatını da ekliyordu.

 

Peki kimdi tam da 46 yıl önce bugün İmralı’da idam edilen bu ‘aykırı’, ‘yetenekli’ ve ‘zeki’ dışişleri bakanı? Herhalde elimizdeki tanımlara ‘idam sehpasına tekme vurarak ölümden korkmadığını gösteren merhum siyasetçimiz’ açıklamasını eklersek çoğunuz tanıyacaksınızdır onu. O, kemikleri artık İstanbul Topkapı’da Adnan Menderes ve Hasan Polatkan ile beraber dinlenmeye çekilen Fatin Rüştü Zorlu’dan başkası değildir.

 

Peki kimdir Fatin Rüştü Zorlu?

 

1910’da anne ve baba tarafından paşa torunu ve İbrahim Rüştü Paşa’nın oğludur. Galatasaray’dan mezun olduktan sonra Cenevre’de hukuk okur. Ardından ver elini dişişleri bakanlığı. Artık Zorlu’nun kaderi uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kaderiyle birlikte bu renkli kulvarda şekillenecektir.

 

“Hariciye” deyip geçmeyin, cazip görünür dışarıdan ama iç yapısı, kendisi de bir hariciyeci olan Büyükelçi Semih Günver’in deyişiyle, bir ormana (jungle) benzer. Sürekli rekabet, dişişleri mensuplarının içini yer bitirir. Dostluklar aldatıcıdır. Büyük balık küçük balığı yutar orada. Alçak gönüllülüğe yer yoktur. Kimse kimseyi gerçekten sevmez.

 

Böylesine kıyıcı bir rekabet ortamında mücadeleye başlayan Zorlu’nun avantajları yok değildir. Paşa çocuğu ve torunu olmaktan başka, bir de göreve başladığı yıllarda Atatürk’ün değişmez dışişleri bakanı postuna ısınmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Hanımla evlenir, üstelik nişan yüzüklerin bizzat Atatürk takar.

 

Rüzgârı arkasına almıştır ve artık çalışma vaktidir. Zorlu hakikaten çalışır. İlk büyük deneyimini Montrö Antlaşması görüşmelerinde yaşar (1936), ikincisini Hatay müzakerelerinde (1937). Bakandan takdirnamelerle ödüllendirilir.

 

Ancak Atatürk’ün ölümü ve İnönü döneminde kayınpederinin bakanlığı bırakması üzerine hamilerini kaybeder ve zor günleri başlar. Şifre Müdürlüğünü, Ticaret Dairesini yönetir. Görevse yapılacaktır. Bir makine gibi çalıştığı söylenir. “Makine gibi yorulmaz, makine gibi insafsız”dır. İş yüzünden etrafını kırıp döktüğü olur. Ama kişisel mesele olmaz hiçbir zaman.

 

Takvimin yaprakları 1950’yi gösterdiğinde Türkiye’de iktidar değişir ve Adnan Menderes fırtınasıdır başlar siyasette. Türkiye’nin NATO’ya girişinde onun ciddi katkısı görülür. Şu tesadüfe bakın ki, Adnan Menderes de hanımı tarafından uzaktan akrabası olmaktadır. Siyasete girmesi için asıl baskı, bir sonraki seçimlerde, yani 2 Mayıs 1954’de gelir. Ailesi ve yakın çevresi onu siyasette görmek istemektedir. Girer.

 

Devlet Bakanıdır artık ve Kıbrıs’ın ateş topu gibi olduğu devirlerden birindeyizdir. Kıbrıs politikasında başarılı ilk adımları atar atmasına ama, bu kendini dış politikaya adamış adama ilk darbe, bizzat Demokrat Parti grubundan gelir. Altı ay süren ilk Bakanlığı, 9 Aralık 1955’de DP Grubu’nun meşhur isyanı sırasında sona erer. Bir sonraki bakanlığı için artık 2 Kasım 1957’yi beklemesi gerekecektir.

 

Bakanlığı sırasındaki en büyük başarısı, Lozan’da muallakta bırakılan Kıbrıs meselesini yine Lozan’ın 30. maddesine dayanarak Türkiye’nin garantörlüğüne bağlamaktır. Müthiş bir müzakere maratonu içerisinde kendisine Lawrence Durrell’in Acı Limonlar adlı romanını delil gösteren Yunanlı meslektaşına Shakespeare’in Othello’sundan cevap yetiştirecek kadar birikimlidir, akıllıdır. Hatta Yunan tarafına en büyük darbeyi nerede indirmiştir, bilir misiniz? Yunan Parlamentosunun Kıbrıs zabıtlarını buldurup çevirterek ve orada, Yunanlıların gizledikleri ENOSİS, yani adanın Yunanistan’a ilhakı tezinin nasıl savunulduğunu İngilizler ve Amerikalıların gözüne soktuğu anda. İşte bu atak üzerine rakibi Averof, “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı” demiştir.

 

Zorlu gerçekten de kazanmış mıdır? Bilinmez. Bilinen bir şey var ki, o da Kıbrıs’ı yeniden Misak-ı Millî sınırlarına katamasa bile, en azından Türkiye’nin garantörlük haklarını dünyaya kabul ettiren bu başarılı antlaşmadan yaklaşık bir yıl sonra, 27 Mayıs 1960 darbesiyle Zorlu’nun kendisini hücrede ve bundan yaklaşık 15 ay sonra da idam sehpasında bulduğudur.

 

Ondan geriye, “Kıbrıs’ı sattı” diye kendisine demediğini bırakmayan İsmet İnönü’nün son başbakanlığında Kıbrıs’a garantör devlet olarak müdahale etmeye kalkması (ne gariptir ki, İnönü’nün CHP’si mecliste bu Türkiye’nin yüz akı antlaşmaya red oyu vermiştir), daha da ilginci, Kıbrıs’ı sattığı için kendisine küs olan Bülent Ecevit’in 1974’de Başbakanken Zorlu’nun eseri olan garantörlük hakkımıza dayanarak adaya müdahalede bulunmuş olmasıydı. Yani onu uçuracak “Karaoğlan” unvanının arkasında 13 yıl önce ipe korkmadan uzanan başın teri yatıyordu.

 

Zavallı Fatin Rüştü, Yassıada’dakilere bir türlü laf anlatamayınca Atatürk zamanında aldığı takdirnamelerden medet ummuştu. İşe yaramış görünüyor mu sizce? [email protected]

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Son mektubu

 

Fatin Rüştü Zorlu İmralı’da abdest alarak idam sehpasına çıkan tek mahkûm oldu. Mektup yazmak için izin istedi, verdiler. Kelepçeli elleriyle yazmaya çalıştı, bir türlü beceremedi. Sonunda insafa gelip kelepçeyi çıkardılar. Her satır onu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Mektupta şunlar yazılıydı:

 

Sevgili Anneciğim, Emelciğim, Sevinciğim ve Abiciğim,

 

Şimdi, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.

 

Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.

 

Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet eder, tekrar üzülmenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim. Allah memleketi korusun.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İş Bankası Hilafet Bankası mıydı?

 

 

Hafızamızı tazeliyoruz durmadan. Üzerindeki külleri üfleyip eşeledikçe altından görünen yüz şaşırtıyor hepimizi. Hem tanıdık geliyor, hem yabancı. Büyüsü biraz da burada gizli galiba yakın tarih araştırmalarının. Yabancı bildiklerimizin aşina, aşina bildiklerimizin ise yabancı çıkması merakımızı tahrik ediyor.

Onun için tarihte dikkatli olmak gerek. Sloganlardan ve yaftalardan olabildiğince uzak durmak ve ‘Gerçekten de tarihte neler olmuş?’ sorusunu kulak arkası etmemek gerekiyor.

 

Alın size çarpıcı bir örnek: İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, ‘Bunu bilemeyecek ne var? Atatürk kurdu işte’ diyenler çıkabilir. Bu ne acele efendim? Sakinleşin biraz. Bir kere İş Bankası’nın bir devlet bankası olmadığını unutmayalım. İki… Neyse. İş epeyce karışık. Baştan anlatalım öyleyse.

 

İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği bir mülakatta, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi” şeklinde anlatmıştır İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, ‘İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtulamaz. Nitekim Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve ‘böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini’ söylemektedir.

 

isbankasi-2.jpg

4 nolu hesabın dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü'ye ödenen meblağlar.

 

Tuhaf gerçekten de. Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?

 

Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.

 

Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir (yaklaşık 1 Sterlin = 7 TL). Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti. (Soyak’ın eksik bıraktığını biz tamamlayalım: Yardım parasından 207 bin lirayı da aynı bankadaki 2 nolu hesaba yatırmıştı.)

 

isbankasi-1.jpg

"Türkiye İş Bankası Merkez-i Umumi" levhası.

 

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar kaldı.

 

Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin sterlindir. Bu miktar, http://www.measuringworth.com adlı sitedeki hesaplamalara göre 2006 rakamlarıyla 11,7 trilyon TL’ye tekabül etmektedir. (Yardımları için Mustafa Özel ağabeye teşekkür.)

 

Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O İcra Vekilleri Heyeti, yani Bakanlar Kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Bayar’a “Git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir ‘sırdaş hesap’ mıydı? Öyleyse neden gizliydi? (Bu soruları benden önce sağolsunlar bizzat İş Bankası’nın yayınladığı “Türkiye İş Bankası Tarihi” adlı kitabın yazarları sormuşlar. Kıskandım tabii ama objektiflikleri için de kendilerine minnettarım.)

 

Solcu aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ dediler ama biz sustuk nedense. İslam dünyasından ve Hindistan’dan gönderilen yardımlar konusunda dedikodulara veya savunma psikolojisiyle yazılmış eserlere değil de, analitik bilimsel çalışmalara ihtiyacımız var. Yine de bazı eserlerde bölük pörçük bilgilere rastlıyoruz.

 

isbankasi-3.jpg

1929’da İş Bankası Yenicami şubesinde çalışan kadın memurlar. Başlarının kapalı oluşuna dikkat.

 

Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları”nda Hint Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor.

 

1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. (Başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değil.)

 

İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve Hazine’ye girmemiş olması. Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar ‘faiz işletilmeden’ tutulmuş bulunmasıdır. “Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen türlü malî sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir.”

 

Soruyoruz hep birlikte: Neden? Bu para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak için gönderilmemiş miydi?

 

Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.

 

Şimdi gelelim meselenin bam teline.

 

Bu para amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.

 

Üstelik de Halifeyi kurtarmak üzere gönderilen bu paralar kuzu kuzu bankada yatarken Halife Abdülmecid bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin azlığından şikayet edince kıyameti koparanlar, dahası Halifeyi apar topar yurtdışına sürenler de bizlerdik. Halifeyi ve hanedanı yurtdışına sürdük, güzel. O zaman Hint Müslümanlarına paralarını iade etmemiz gerekmez miydi? Ağa Han’ın yazdığı mektup meselesini bir de bu açıdan değerlendirmek uygun olmaz mı?

 

Müderrisoğlu, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında yardım parasına dokunmamış olmasını, gerektiğinde onu geri göndermeyi düşündüğüne yorar. Diyelim ki, öyle. Peki 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında neden geri göndermemiştir de, kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır? Nokta mı, virgül mü? Siz karar verin.

 

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mustafa Kemal nasıl yanıltıldı ya da nasıl yanıldı? Burada bir yanıltmadan ve yanılmadan bahsedebiliriz. Tıpkı Gazi' nin etrafındaki silah arkadaşları diye tabir edilen bazı zatların kendi iktidar zeminlerini oluşturmak için neler neler yaptıkları gibi. Herkesin malumudur: Milli Şef İnönü'nün ta evvelden beri en tepede olmak istediğini, Karabekir, Fevzi Çakmak, Refet Bele Paşalara nasıl bir siyasi oyunlar kurguladığını, onları tasfiye etmek için nasıl entrikalar çevirdiğini vs vs..

 

Sadece Gazi değil; belki kökü tarihin derinliklerinde olan bir milletin de nasıl yanıltıldığını konuşabiliriz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Asil Bir Milleti Utanılacak Bir Duruma Düşüren Sefil

 

Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. O zamna, saltanatı babadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usulün sonucu olarak büyük bir makam, tantanalı bir unvan kazanabilmiş bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

 

Gerçekten de her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şununla övünebilirsiniz ki bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından? atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.

 

Aciz, adi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna nasıl sığınabilir.? Ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığı elbette doğru değildi. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türk, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale sembol olmuş bir milletiz. Değersiz hayatların iki buçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin birbirleriyle olan ilişkillerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsi durumlarından ve kendi hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.

 

Milletler arasındaki ilişkilerde korkuluklardan yararlanma yöntemine rağbet etme devrine son vermek medeni dünyanın samimi bir dileği olmalıdır?

 

Nutuk isimli eserden iktibas edilmiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...