Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
gardenya

Hakan Albayrak Yazıları

Recommended Posts

ZDF, TV5 ve sivil inisiyatifsizlik sorunu

Hakan Albayrak

[email protected]

08.06.2006

 

 

Amerikan yerlilerini hayvani bir ırk gibi gösteren filmler muteberdir!

Latin Amerikalıları uyuşturucu tüccarı gibi gösteren filmler muteberdir!

Kuzey Afrikalıları hırsız gibi gösteren filmler muteberdir!

‘İnsanlık düşmanı fanatik Müslüman’ tiplemesi üzerinden İslâm’a saldıran filmler zaten muteberdir!

Ama, Yahudi olmayan insanların hayatına metelik vermeyen İsrailli bir general asla film konusu yapılamaz!

“Araplar böcektir, onları ezelim!” diyen Şas partili hahamların teşvik ettiği ırkçı şiddeti sinema diline aktarmak “anti semitizm”dir!

İsrail vuracak, İsrail ezecek, İsrail katledecek, ama kimse bunu mesele edinmeyecek!

Kimse sesini çıkarmayacak!

Sesini çıkaran “anti semit”tir!

Sinemada veya televizyonda, işgalci İsrail’e karşı direnen Filistinlileri göstermek terör propagandasıdır!

‘Katil Müslümanlardan öç almak için’ cami basıp cemaate kurşun yağdıran Batılı tipler göstermek ise terörle mücadele propagandasıdır bittabi!

Alman devlet televizyonu ZDF’nin, Müslümanları terörist gibi gösteren filmlerle hiçbir sorunu yok.

Dahası, ZDF haberlerinde “İslâmî terör”den dem vurulur; bütün Müslümanlar pervasızca terör zanlısı ilan edilir.

Peygamber Efendimize (sallalahu aleyhi vesellem) ve dolayısıyla Ümmet-i Muhammed’e terörist damgası vuran karikatürleri de demokrasi ve fikir hürriyeti adına bir güzel savunur ZDF.

Ama, İsrail eleştirisi söz konusu olduğunda küplere biner!

“Anti semitizm” diye atıp tutmaya başlar hemen!

“Zehra’nın Gözleri” diye bir film var, malum; İsrailli bir general, Filistinli bir kız çocuğunun gözlerini kendi oğluna naklettirir, Filistinliler de bunun intikamını alır…

ZDF’ye göre Siyonizm değil ama “Zehra’nın Gözleri” ırkçılığı ve terörizmi teşvik ediyor.

Salı akşamı yayınlanan “Frontal 21” programında “Zehra’nın Gözleri” yerin dibine batırılırken, bu filmi gösterdiği için TV5’e de bir ton laf edildi.

Lübnan merkezli El Menar televizyonunu yasaklayan Fransız hükümeti örnek gösterilerek, Alman hükümetinin TV5’e karşı harekete geçmesi gerektiği ima edildi.

Bu arada Milli Görüş’e ve Erbakan Hoca’ya da demediklerini bırakmadılar.

ZDF zaten öteden beri Milli Görüş’e takmış vaziyette.

“Aspekte” diye bir programları var; bu programda Hamburg Belediye Başkanı’nı Milli Görüş’le diyalog kurduğu için “çocuksu tolerans” sahibi olmakla suçlamış ve Milli Görüş’ün dışlanması gerektiğini ileri sürmüşlerdi.

Bunun “fundamentalizme tepki”yle filan alakası yok.

İslâm’a karşı tahammülsüzlük söz konusu.

Nereden biliyoruz bunu?

“Aspekte”nin başka bir bölümünde doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’in hedef alınmış olmasından biliyoruz.

Kur’an’ın özgün bir kutsal metin olmayıp Tevrat ve İncil’den yapılmış çalıntılardan meydana geldiğini (yüzbin kere haşa) ileri sürecek kadar pervasızlaştı bunlar.

Söz konusu programlar Milli Görüş ve diğer İslâmî grupların tepkisini çekti mi?

Çekmedi.

Kimsenin, ama hiç kimsenin sesi çıkmadı.

Bir protesto bildirisi bile yayınlanmadı.

“Haber bültenlerinizde ‘İslâmî terör’ diyemezsiniz, Kur’an’a dil uzatamazsınız! Nasyonal Sosyalizm’i doğuran nefret atmosferinin bir benzerini oluşturduğunuzun farkında mısınız? Doğrudan doğruya İslâm dinini ve bütün Müslümanları hedef alan bu kültür ırkçılığını kuvvetle kınıyoruz!” diyen bir teşkilat olmadı.

ZDF ve genel olarak Alman medyası savunma pozisyonuna itilmedi.

Bu yönde bir gayret gösterilmedi.

Karşı atağa geçileceği yerde savunmanın dibi bulundu.

Savunma ne kelime?

Üzerlerinde en ufak bir leke bile olmayanlar, boğazlarına kadar çamura batmış olanların karşısında aklanmak için ağızlarıyla kuş tuttular.

En arsız saldırıları bile “Ben var iyi Kızılderili” jargonuyla karşıladılar.

Halbuki, ağzınızla kuş tutsanız Batılıların yargısını değiştiremezsiniz: “İyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir.”

hükmünün verildiğini, raconun kesildiğini, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde Müslümanlarla nihai hesaplaşmaya hazırlanıldığını, “Ben var iyi Kızılderili” ağzıyla bu sürecin durdurulamayacağını görelim ve ne yapacaksak ona göre yapalım.

Çarkı tersine çevirmek istiyorsak, söylemimizi tersine çevirmemiz lazım.

Savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçmemiz lazım.

Tabii ki entelektüel bir saldırıdan söz ediyorum.

Batı’nın kültür/medeniyet ırkçılığını yerin dibine batırmaya matuf entelektüel bir bombardımandan.

Sadece Avrupa’dakiler değil, İslâm dünyasının dört bir yanındaki aydınlarımız ve gönüllü kuruluşlarımız bu bombardımanda yer almalı; yetmez, hükümetler de yer almalı.

İslâm Konferansı Teşkilatı ve Arap Birliği de harekete geçirilmeli.

Her zaman ve her yerde Batılıların “öteki”ne tahammülsüzlüğü 1000 yıllık bir sorun olarak ifade edilmeli; Batılılar her zaman ve her yerde savunmaya zorlanmalı.

Karikatür krizinde gösterilen ortak tepki ve bilhassa boykot tehdidi, birçok Avrupa hükümetini İslâm dünyasına ılımlı mesajlar vermeye sevketmişti.

Demek ki neymiş?

Demek ki topyekün mücadele zafere götürürmüş!

Avrupa’daki Müslüman varlığını tehdit eden yeni Haçlı furyasının önüne geçmenin tek yolu, Avrupa’nın kibirli duruşunu sarsmaktır!

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şalom” Diyebilen Sezer, “Selamun Aleykum” da Diyebilmelidir!Tarih: 05.06.06

 

 

Hakan ALBAYRAK

 

İsrailli haham Ovadia Yosef, bir vaazında, Kudüs’ü Araplarla paylaşmalarının mümkün olmadığını, zira Arapların “yılan” olduğunu, hiç kimsenin yılanlarla yan yana yaşayamayacağını söylüyordu.

 

Yosef’e göre “İsmailoğullarının hepsi haydut”tu ve “Tanrı, bu İsmailileri yarattığına pişman”dı (haşa).

 

Başka bir vaazında da şöyle diyordu Yosef:

 

“Filistinlilere acımak günahtır. Onlara füzelerle saldırmalısınız. Bu alçakları ZEVKLE yok edin!”

 

Yosef, İsrail’in en büyük siyasi partilerinden Şas’ın kurucu lideri.

 

Şas, geçen dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de İsrail hükümetinde yer alıyor… ve HAMAS’ın oluşturduğu Filistin hükümetine tavır koyan hiç kimse, Şas’ın dört önemli bakanlıkla temsil edildiği İsrail hükümetine tavır koymaya yanaşmıyor.

 

Akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar bunu.

 

HAMAS’tan hazzetmediği için Filistin’in seçimle gelmiş meşru hükümetini boykot eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de Arap kardeşlerimize “yılan” diyen ve onların “zevkle” öldürülmesini savunan Şas’ın güçlü bir şekilde yer aldığı İsrail hükümetinin başbakanıyla görüşmekte bir mahzur görmedi.

 

İlginç, değil mi?

 

Sezer’in, İsrail parlamentosuna İbranice “Şalom” diye hitap etmesi de ilginç!

 

Basına bakıyoruz, Hartum’daki Arap Birliği zirvesinde besmele çekti diye Başbakan Erdoğan’a demediklerini bırakmayanlar, Cumhurbaşkanı Sezer’in >“şalom”unu gayet sakin karşıladılar!

 

“Besmele başka, şalom başka. Şalom nihayet bir selamlamadır. Zaten anlamı da selamdır, barıştır. Sezer, İsraillilere barış temenni etmiş oldu; hepsi bu” denilebilir tabii; ama “şalom”un Yahudilikten bağımsız düşünülemeyeceğini, bu kelimenin dini bir hüviyet taşımadığını kimse iddia edemez.

 

Bizdeki selamun aleykum neyse şalom da odur.

 

Ve “şalom” diyebilen Sezer, “selamun aleykum” da diyebilmelidir.

 

Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir dahaki yasama dönemini başlatırken meclis konuşmasına “selamun aleykum”u da dahil etmesini rica ediyoruz.

 

1948’den önce vatanlarından sürülmüş olan Filistinlilerin sayısı bugün çocukları ve torunları ile birlikte 4 milyonu buluyor.

 

Bunların önemli bir kısmı Lübnan ve Ürdün’deki kamplarda fevkalade olumsuz şartlarda yaşıyor.

 

Ayrıca Latin Amerika ülkeleri, ABD ve Avrupa’da vatan hasretiyle yanıp kavrulan sayısız Filistinli var.

 

İsrailliler, bu mazlum insanların vatanlarına dönüşlerini müzakere konusu yapmaya asla yanaşmadılar ve yanaşmıyorlar.

 

Kategorik olarak reddediyorlar bu konuyu tartışmayı.

 

Zaten “uluslararası toplum”un İsrail’den böyle bir talebi yok.

 

HAMAS’a “Önce İsrail’i resmen tanı, sonra konuşuruz” diyenler, İsrail’e, “Önce sürgüne gönderdiğin Filistinlilerin haklarını tanıdığını ilan et” demeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar.

 

Dahası…

 

Evet, dahası da var:

 

Mevcut 4 milyon Filistinli sürgün yetmezmiş gibi “Kalan Filistinlileri de sürelim, İsrail’de Arap kalmasın” diyen İsrailli siyasetçiler var ve bunların kulağını çekmek de kimsenin aklına gelmiyor.

 

Bugün İsrail hükümetinde “Bütün Arapları sürelim” diyen adamlar var.

 

[email protected]

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamun Aleykum

Cumhurum reisinin cumhuru yansıtmıyor olması ne acı verici... Ramazan ayında kameralar karşısında su içen bi cumhurbaşkanının ''şalom'' diye söze başlaması pek de şaşırtmadı beni.

Bakalım nereye bu gidiş? RABBim sonumuzu hayreyle....

 

ALLAH razı olsun paylaşımınızdan ötürü.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çanakkale

Hakan Albayrak

[email protected]

17.06.2006

 

 

Çanakkale içinde beynimden vurdular beni.

 

Eski Yunan’ı, Roma’yı hatırlatan bu anıt nedir kardeşim? Neyi andırıyor? Bu anıtın nesi, neresi bizim şehitlerimizi sembolize ediyor? Dinimizden diyanetimizden, örfümüzden kültürümüzden, muazzez İslam medeniyetimizden bir iz, bir emare, bir zerre var mı bu anıtta? Anadolu’ya ait, Anadolu’ya dair, Anadolu’dan mülhem bir şey var mı? Bizim Anadolu’muzu kastediyorum, eski Yunan’ın Anadolu’sunu değil!

 

Resimlerde görür, yadırgardım. Oraya gidip görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Frenkleri Çanakkale’den geçirmemek için 250 bin şehit ver, sonra da Frenk tarzı bir saygıyla an şehitlerini! Olacak şey mi bu?

 

Rönesans dönemi Avrupalı sanatçıların elinden çıkmış gibi duran “yontular” da sarstı beni. En çok da, gördüğüm anıtların ve anıt mezarlıkların hiçbir yerinde Kelime-i Tevhid’e, Besmele-i Şerif’e ve “Allah rahmet eylesin”e rastlamamak sarstı. Bir istisna: Kültür ve Turizm Bakanlığı 2004 yılında şehitlerle ilgili bir ayet-i kerime ve bir hadis’i şerif kazdırmış taştan bir kitabın ortasına. Başına da Latin harfleriyle besmeleyi koymuş. Onun dışında “Minnetle anıyoruz” ve bir de “Ruhları şâd olsun”dan başka bir şey yok. Fevkalade laik, fevkalade soğuk, fevkalade ruhsuz bir atmosfer. Halifenin cihat fetvasına uyarak Anadolu’nun dört bir yanından ve Arap çöllerinden ve Halep’ten ve Şam’dan ve Basra’dan ve Kudüs’den ve Trablusgarp’tan ve Afganistan’dan ve İran’dan ve Bosna’dan ve Kosova’dan ve Makedonya’dan ve daha birçok İslam diyarından gelen, mütemadiyen Kelime-i Şehadet ve tekbir getirerek savaşan,“Allah” diyerek toprağa düşen mücahitlerin aziz hatıralarına yakışmayan bir atmosfer.

 

Sadece 60 küsûr nefer oldukları halde, sahillerimize çıkarma yapan binlerce düşman askerini 10 saat boyunca oyalama başarısını göstererek dünya savaş tarihinde görkemli bir yer edinen Yahya Çavuş ve arkadaşları için yapılan sembolik kabristanda bir “Allah razı olsun”, bir “Allah rahmet eylesin”, bir “Ruhlarına Fatiha”, bir “Mekanları cennet olsun” ibaresi bulmak için beyhude aradık. Bir Kelime-i Tevhid, bir Besmele-i Şerif bulmak için beyhude aradık. Bu kahramanları kahraman yapan, bu kahramanları motive eden, bu kahramanları ölüme meydan okutturan dini atmosferi, kültürel iklimi beyhude aradık. Neyse ki milletin kendi şehitliği var. Gerçek şehitlik. Şehitlerin gerçek kimliğini yansıtan şehitlik. Yoksul, mütevazı, bakımsız, ama yine de İslam’ın bütün görkemiyle yaşadığı bir şehitlik. Lafzetullah deryası olan bir şehitlik. Şehitlerin kimden gelip kime gittiğini gösteren bir şehitlik. Şehitliğin manasını ortaya koyan bir şehitlik. Siz siz olun, “İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı askerlerin mezarlıkları çiçek gibi. Devletimiz onların devletlerini örnek alarak şehitliğe bir çekidüzen vermeli” diyenlere kulak asmayın. Bir şey yapılacaksa milletin kendisi tarafından yapılmalı. Devleti şehitliğe yaklaştırmamak lazım. Tutar, şehitliğin ortasına Yunan mitolojisini andıran bir “yontu” koyar, ağzımızın tadı iyice kaçar.

 

Unutmadan: “Büyük Britanyalı” askerler için yapılan sembolik mezarlıkta bir tek Hintlinin ismi yok. Ölüme gönderirken “Sen Britanyalısın, sen aslansın, hadi şimdi kraliyetimiz için aslan gibi öl!” diyorlardı ama şimdi isimlerini bile anmıyorlar. Sömürgecilik böyle adi, şerefsiz bir şeydir işte.

 

 

 

 

Milli Gazete

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAH razı olsun...

Hakan Albayrak'ın yazıları hakikaten okunmaya değer. RABBim kalemine, zihnine kuvvet versin.

ALLAH ALLAH diye savaşan ve şehadet şerbetini tadan yüce ruhlu büyüklerimize yapılan saygısızlık... Bazı din düşmanları kabul etmese de RABBim Çanakkale Savaşı' nda bu iman abidelerine yardımını esirgememiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mahmudiye’deki tecavüz ve katliam, ABD’nin devlet terörüdür!

 

Hakan Albayrak

[email protected]

06.07.2006

 

 

Sıradan bir haber:

 

«Bağdat’ın güneyindeki Mahmudiye kasabasında Amerikan askerleri, mart ayında bir kadına tecavüz etti. Devriye gezerken gördükleri tahmin edilen kadına yaptıkları korkunç saldırıyı bir hafta boyunca planlayan askerler, ailenin biri çocuk 3 erkeğini yan odaya kapatıp evinde tecavüz ettikleri genç kadını olay sonrası öldürdü. Suçları ortaya çıkmasın diye erkekleri de öldürdükten sonra cesetlerini yanıcı bir sıvı madde dökerek ateşe verdi.»

 

O aşağılık Amerikan askerlerinden birinin itirafıyla ortaya çıkan bu korkunç olaya «sıradan haber» diyoruz, çünkü Ebu Ğureyb’den, Felluce’den, Telafer’den, Hadise’den sonra, işgalci Amerikan askerlerinin sapıklıkları ve canilikleri değil, ancak normal davranışları sıra dışı kabul edilebilir.

 

İstisnai hadiseler değil bunlar.

 

Kontrol dışı hadiseler değil.

 

Irak’a mahsus hadiseler de değil.

 

Vietnam’ın işgalinde, Somali’nin işgalinde, Afganistan’ın işgalinde de sapıklığın ve caniliğin dibini bulmadı mı Amerikan askerleri?

 

Amerikan askerlerinin sapıklıkları ve canilikleri ile anılmayan bir Amerikan işgali var mı?

 

Vietnam’daki May-Ley katliamı için kurulan «soruşturma komisyonu» hikâyeydi...

 

Irak’taki Hadise katliamı için kurulan «soruşturma komisyonu» da hikâye.

 

Ve Ebu Ğureyb’de Iraklı esirleri birbirine tecavüz etmeye zorlayan canavarların yargılandığı askeri mahkeme...

 

Ve Mahmudiye kasabasındaki korkunç tecavüz ve katliam olayında yer alan canavarların yargılanacağı askeri mahkeme...

 

Hepsi hikâye!

 

Hepsi halkla ilişkiler faaliyeti!

 

Hepsi propaganda!

 

Hepsi yalan!

 

Ne mahkemesi, ne yargılaması?

 

Amerikan hükümeti ve ordusu kendi savaş tarzını yargılar mı?

 

«Suçlanan» askerler, bu canavarlıkları kimden öğrendiler?

 

Pinochet gibi Latin Amerika diktatörlerinin ve dahî Saddam gibi Ortadoğu diktatörlerinin askerlerine en akıl almaz işkence, tecavüz ve katliam yöntemlerini öğreten CIA ve Pentagon personeli, bu eğitimi kendi askerlerinden esirgemedi herhalde!

 

Felluce veya Telafer’e kimyasal a atmak nasıl devlet politikasıysa, Irak halkını «öfkeli» veya «bunalımlı» askerlerin «kontrol dışı» işkenceleri, tecavüzleri ve katliamları ile sindirmeye çalışmak da devlet politikası.

 

Öyle olmasaydı, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, savaş suçlularının yargılanmasıyla ilgili uluslararası anlaşmalara itiraz eder miydi?

 

«Benim askerlerim bunun dışında kalmalı» diye tutturur muydu?

 

Belli ki ABD hükümeti işkencenin, ırza tecavüzün ve sivilleri katletmenin yer almadığı bir savaş tarzı tahayyül edemiyor ve askerlerinin bu suçları rahatça işleyebilmesini istiyor.

 

«Bir suç aşikar olup dünya kamuoyunun tepkisini çektiğinde üç-beş askeri uyduruk bir mahkemede yargılayıp diğer askerler üzerinde caydırıcı etkisi olmayacak ufak-tefek cezalar veririm, olur biter» diye düşünüyor.

 

Bir devlet politikasıyla karşı karşıyayız, evet.

 

Terör, devlet politikası olarak icra edilince terör olmaktan çıkar mı?

 

*

 

ABD’nin Birleşmiş Milletler nezdindeki büyükelçisi John Bulton, Suriye’de bulunan HAMAS yöneticisi Halid Meşal’i «uluslararası terörist» ilan etti ve tutuklanmasını istedi...

 

Haydi ordan!

 

Elin vatanını işgal edip kadınlarına tecavüz eden, sonra da onları ve ailelerini öldürüp yakan askerler Halid Meşal ve arkadaşlarının komuta ettiği askerler mi?

 

Haşa!

 

Bu askerlerin başkomutanı George Bush’tur.

 

«Uluslararası terörist» George Bush’tur.

 

Tutuklanması, yargılanması -ve mutlaka idam edilmesi gereken George Bush’tur.

 

Gerisi hikâyedir, vesselam

 

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakan Albayrak'tan Bilgen'e cevap!

Hakan Albayrak, Milli Gazetedeki köşesinde bugün yayınladığı yazısında Mazlumder Başkanı (ve PKK yayın organı Özgür Gündem yazarı!) Ayhan Bilgen'e bir "cevap" verdi. Ayhan Bilgen'in Radikal gazetesinde Pazartesi günü yayınlanan röportajında etnik kimliklere vurgu yapmayıp İslam kardeşliğini öne çıkaranları "faşistlik"le suçlamıştı.

 

İşte Hakan Albayrak'ın yazısı!

 

AYHAN BİLGEN'E CEVAP

HAKAN ALBAYRAK - MİLLİ GAZETE

Mazlum-Der Genel Başkanı Ayhan Bilgen, Radikal gazetesine verdiği mülakatın bir yerinde şöyle demiş:

 

“…İslami çevrelerde ‘Kürt ya da Türk kimliğine vurguya ne gerek var? İslam kimliği hepimize yeter’ diyen tehlikeli bir söylem de var. (…) Çünkü İslam’ın, kimlikleri, farklılıkları, dilleri reddeden bir algılama gibi servis edilmesi tam bir dayatmacı, ‘faşizan’ din anlayışını getirir.”

 

Allah Allah!

 

İslami çevrelerde Türk’ün Türk, Kürt’ün Kürt, Laz’ın Laz, Boşnak’ın Boşnak, Arnavut’un Arnavut, Çerkez’in Çerkez olduğunu söylemesine karşı çıkanlar mı var? Türkçe’den başka bir dilin konuşulmasına isyan eden “faşizan” İslamcılar kimler? Yoksa Ayhan Bilgen, İslam kardeşliğini etnik kimliklere kurban etmeyelim diyenleri –bizleri- mi kastediyor? Peki, “kimlikleri, farklılıkları, dilleri reddeden bir algılama”mızın olduğunu nereden çıkarıyor? Kimlere, ne adına böyle yanlış bir bilgi veriyor? Muhataplarını niçin yanıltıyor, İslami çevreleri niçin yanlış tanıtıyor?

 

Böyle bir manipülasyonla daha önce de karşılaşmıştık.

 

6 yıl önce Gerçek Hayat dergisinde “Kürt Sorunu En Az Başörtüsü Sorunu Kadar Bizimdir” diye bir yazı yazmıştım. Yazı şöyle başlıyordu:

 

«Ülkemde barış istiyorum ve barışın ancak adaletle mümkün olabileceğini çok iyi biliyorum. Adil bir düzen kurulmalı, evet. İnsan hak ve hürriyetlerine saygı gösterilmeli. Etnik kimlikler bastırılmamalı. Konuşulsun diye yaratılan diller yasaklanmamalı. Yargısız infazlar olmamalı. Yasalar kötüyse yargılı infazlar da olmamalı. Kötü yasalar ve kötü teamüller yürürlükten kaldırılmalı. İnsanlara işkence yapılmamalı. Bölücü militanlara yardım ettikleri tahmin edilen köylülere pislik yedirilmemeli. Bölücü militanların kendilerine de pislik yedirilmemeli. Bunları savunuyorum, evet. Türkiye Cumhuriyeti’nin esaslı bir revizyondan geçmesi gerektiğini düşünüyorum. “Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi” anlayışının terk edilmesini istiyorum. “Millet devlete değil, devlet millete siper olsun!” diyorum. “Orduya sadakat şerefimizdir” sloganının da “Millete sadakat ordunun şerefidir” diye değiştirilmesini talep ediyorum. Millet derken hepimizi kastediyorum. (...) ‘Kürt Sorunu’ çözülmeli! Bu sorunu iliklerine kadar yaşayan insanların duyguları, düşünceleri, özlemleri göz önünde tutularak çözülmeli!»

 

İslamcı kökenli bir yazar, Özgür Gündem gazetesindeki köşesinde bu yazıyı konu edindi; fakat yukarıdaki cümlelerimi görmezden gelerek! Yazının devamında «Böyle düşünüyorum, evet. Fakat PKK’ya, Medya TV’ye, Kürt Enstitüsü’ne metelik vermiyorum. Müslüman Kürtlerin bu ruhsuz kurumlara bel bağlamalarını içime sindiremiyorum. Köklerini İslam öncesi uygarlıklarda arayan ve bulduklarında (!) gözleri parlayan Kürt aydınlarına (!) acıyarak bakıyorum. Televizyondaki Kürtçe kursunda Arapça kelimelerin üstünü çizip “arı Kürtçe”ye vurgu yapan o ırkçı öğretmene derin bir öfke duyuyorum» demiş ve –bir TV programında Müslüman olduğunu beyan etmiş olan Ahmet Kaya’nın cenaze namazı kılınmadan defnedilmesini de eleştirerek- tehlikeli bir toplum mühendisliğine şahid olduğumuzu, dünyanın en dindar halklarından biri olan Kürtleri yepyeni ve bambaşka bir halka dönüştürme planının yürürlüğe konulduğunu, dini sadece kamusal alandan değil insanların yüreklerinden, zihinlerinden ve hatta mazilerinden de silmeye matuf bir harekâtın söz konusu olduğunu ifade etmiştim. Sonra da şöyle demiştim: «Ülkemizde hüküm süren istibdat düzeninin savunulacak bir tarafı olmadığı gibi, PKK eksenli Kürtçülüğün de savunulacak bir tarafı yok.» Özgür Gündem’in İslamcı kökenli yazarı, sadece Kürt Enstütüsü ve Kürtçülük aleyhindeki ifadelerimi sözkonusu ederek, yazını başındaki ifadelelerimi tamamen görmezden gelerek, beni Özgür Gündem okurlarına sıradan bir faşist olarak tanıttı. Ayhan Bilgen’in Radikal’de yaptığı şey çok daha çirkin. Bilgen’in sözlerinden etkilenenler bundan böyle «İslam kardeşliği» ve «ümmet» vurgusuyla karşılaştıklarında faşizmi hatırlayacaklar!

 

Allah aşkına söyleyin Ayhan Bey: «Emperyalistlerin İslam Milleti’ni parçalamak için çizdiği suni sınırları kaldıralım, inşa ettiği psikolojik duvarları yıkalım; etnik farklılıkların İslam kardeşliğini bastırmasına izin vermeyelim; ulus devletçiliğin kazandığı mevzileri İslami bir söylemle geri almaya çalışacağımız yerde ulus devletçiliğe yeni mevziler kazandırmayalım; Türk’ü de Kürt’ü de baştacı eden İslam Medeniyeti’ni el ele vererek yeniden kuralım» demenin neresi faşizm?

 

Son söz, her zamanki sözümüz:

 

70 milyon nüfuslu kocaman Türkiye, 1000 yıllık devlet geleneğine rağmen uluslararası sistemin bir acentası olmaktan kurtulamazken, birileri, Anglo-Amerika ve İsrail’in kucağında kurulacak beş-on milyon nüfuslu mezhep ve ırk devletleriyle “bağımsızlığa” kavuşabileceğini zannediyor. Başka birileri de bu dalgayı ‘Kodum mu oturturum’ edasıyla kırabileceğini zannediyor. O edayla kırılmaz o dalga. Bu saatten sonra “ulus devlet” çerçevesi dahilinde söylenecek kardeşlik türküleriyle de kırılmaz. Gerek Türkiye’nin ve gerekse Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın etnik (ırkî, mezhebî) bölünme potansiyeli ancak İslam Birliği formülüyle yok edilebilir.Ülkeleri birleştirmek yetmez, şovenizmin her türünden uzak durulması gerektiği fikrinde de birleşilmeli. Türk, Arap veya Fars şovenistliği yaparak Kürt şovenizmini yargılayamazsınız. Sünni şovenistliği yaparak Şii şovenizmini, Şii şovenistliği yaparak Sünni şovenizmini yargılayamazsınız. Ve bir yandan “ulus devlet”i kutsarken, öbür yandan “Ben ayrı bir ulusum, öyleyse ayrı bir devletim olmalı” diyenleri kınayamazsınız. Tarihe bakın; bölük-pörçük Ortadoğu’nun Haçlılar tarafından nasıl ezilip geçildiğine bakın; sonra, Nureddin Zengi’nin yükselttiği bayrak altında birleşen Ortadoğu’nun Haçlıları nasıl def ettiğine bakın; bakın ve görün: Kurtuluş, ortak bir bayrak altında birleşmektedir. Birleşmezsek, bu coğrafyaya bayrak yetiştiremeyiz!

 

 

(8sutun)

-------------------------------------------------

Tek kelimeyle mükemmel bir cevap olmuş,hatta kapak olmuş Ayhan Bilgen'e :lol:

Share this post


Link to post
Share on other sites

Başbakan'ın surda açtığı gedik

 

Üstad Necip Fazıl (rahmetullahi aleyh), Dersim katliamıyla ilgili şu satırları yazarken ne kadar yalnız bir adamdı:

 

"Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor."

 

Cumhuriyetin “asr-ı saadet”i gibi görülen bir dönem hakkında böyle şeyler söylemek, düpedüz “divanelik”ti o zamanlar.

 

Büyük Doğu mecmuasının bir kapağında “Divanelere Muhtacız” diyen Necip Fazıl, muhtaç olduğumuz “divaneler”in öncüsüydü.

 

Üstadın rahle-i tedrisinden geçen Recep Tayyip Erdoğan da, siyasi linç riskini göze alarak Türkiye Cumhuriyeti'ni Kürt meselesiyle yüzleştirmeye ve bu meseleyi çözmeye ahdettiği gün, muhtaç olduğumuz “divaneler”e katılmış oldu.

 

Kürt meselesini çözme iradesi gibi, derin devlet terörüyle mücadele azmi ve Müslüman komşularımızla entegrasyon hamlesi de başlangıçta “divanelik”ti.

 

“Başlangıçta” diyorum, çünkü Erdoğan'ın “divanelik”teki ısrarı sayesinde bu “divanelik”ler zamanla “divanelik” olmaktan çıktı, kitlelere mal oldu, 'vakayı adiye' haline geldi, hatta siyasetin ve entelektüel hayatın 'ana ekseni'ne dönüştü.

 

Bir zamanlar sadece sistem muhalifi marjinal yayın organlarında yayınlanabilen şu gibi yazılar, bugün, sistemle ciddi bir sorunu olmayan ve hatta sistemin en berbat taraflarına sahip çıkabilen gazetelerde bile yayınlanabiliyor:

 

“Yıl malum yıl. / Herkesin unutmaya çalıştığı yıl. / Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl. /…/ Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli'nin Hozat kazasının bir köyünün 1 kilometre ötesinde, biri ağanın konağı diğeri evi ve bir de taş ahırın olduğu mezrada geçer. / Hava kurşun gibi ağırdır. / Sabahın köründe ve o lanet ayazında dağ taş asker dolar. Erkekler ile kadın ve çocuklar ayrılır. / Çavuş, kadınlara karşı gayet kibardır. / Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler. Çay içilirken komutana bir emir

 

gelir ve bir süre, "Bu emirden emin misiniz" sorusunun yanıtı beklenir. Emir doğrudur ve kesindir, tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır komutan. / Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır, tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir. / Az önce çay veren kadının yediği dipçik, yeteri kadar açıktır. / Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır. / Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk çocuk 100'e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. /…/ O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki, o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve bilmezler ki, birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir…” (Yavuz Semerci, Gazete Habertürk, 20 Kasım 2009)

 

Artık aydınlar, yazarlar böyle şeyleri rahatça konuşup yazabiliyor, çünkü ülkenin Başbakanı (ve elbette Cumhurbaşkanı) Kürt meselesiyle ilgili tabuları devlet katından başlayıp yıkarak Cumhuriyet tarihinde yeni bir sayfa açtı; böyle şeylerin rahatça yazılmasına müsait bir sayfa… Adaletli bir gelecek için adaletsiz geçmişin rahatça sorgulanmasına müsait bir sayfa… Ceberrut devlet anlayışından arınmış yeni bir Türkiye'nin psikolojik temelinin rahatça atılmasına müsait bir sayfa…

 

Türkiye olgunlaşıyor.

 

Türkiye normalleşiyor.

 

Türkiye 'olağanüstü hal'i aşıyor.

 

Onur Öymen, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal gibi siyasetçilerin temsil ettiği sancılar ve sarsıntılar, bu sürecin olmazsa olmazlarıdır.

 

80 yıllık yaraların bir anda kapanması, 80 yıllık pasların bir anda silinmesi, bunun sorunsuzca gerçekleşmesi elbette beklenemez.

 

Değişime elbette direnç olacak.

 

Ve direnç ne kadar pervasız olursa, değişim o kadar mevzi kazanacak.

 

Kazanıyor işte:

 

Türkiye, Başbakan Erdoğan'ın AK Parti 14. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Necip Fazıl'ın yukarıda mezkûra satırlarına yer vermesini tabii karşılıyor…

 

Halbuki, bundan dört sene evvel Diyarbakır'da yaptığı konuşmada “Kürt meselesi benim meselemdir, büyük devlet hatalarıyla yüzleşen devlettir” demesi 'olay' olmuştu.

 

Evet; Türkiye olgunlaşıyor, normalleşiyor, 'olağanüstü hal'i aşıyor.

 

Necip Fazıl'ın şu mısralarını 'sahiplenerek' okumak, bugün herkesten önce Recep Tayyip Erdoğan'ın hakkıdır:

 

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

 

Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es”

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...