BDG 76 Report post Posted April 11, 2008 Üstad Necip Fazıl'ın dikkatten kaçan, fakat çok önemli eserlerinden birisi olan Mümin-Kafir adlı çalışmasını bu başlıkta sizlerle paylaşacağız. İspat Kâfir - Bana herşeyden evvel Allah'ı ispat etmeye çalışır mısınız? Mümin - Size Allah'ı değil, sizi ispat etmeye çalışmak daha yerinde bir cehd olur. Sizi, yani ruhunuzdaki idrak mekanizmasının sefaletini ispat... Kâfir - İşe hakaretle mi başlayacağız? Mümin - Asla! Bazı dik kelimelerime karşı sabretmeye alışacaksınız. Nitekim benim sabrım sizinkinden büyük... Bir müminin küfür karşısında sabrı ne demek? Eğer gayemiz hakikate ulaşmaksa, en sert ve haşin tahlil raporlarına göğüs germek lâzım... Fikir ve hakikat, hatır ve gönül dinler mi? Kâfir - Buyurun efendim, dinliyorum!.. Mümin - Büyük bir velîye, büyük bir zahir ehli demiş ki: "Ben Allah'ı binbir delille ispat eden adamım!" Velî de şu cevabı vermiş: "Demek senin Allah'tan binbir şüphen var!" Genç balıklar, ihtiyar balığa sormuşlar: "Kuzum, su diye birşeyden bahsediliyor. Göstersene şunu bize!.." İhtiyar balık cevap vermiş: "Siz ondan başka bir şey gösterin ki, ben de size onu gösterebileyim." İşte Allah'ın hakikati böyledir. Hem herşeyde O, hem de gösterilemez. O'nu bedahet duygusu görür. İman tam olduğu zaman ispatı kovar ve kendi başına kalır. Kâfir - Güzel şiir... Mümin - Ah, siz şiirin de ne demek olduğunu bir bilseniz! Şiir de hakikatin, yıldırım gibi çevik bir metodla aranmasından başka bir şey değildir. Kâfir - Bu da güzel bir şiir... Mümin - Fakat sizin inat ve istihzanızda hiçbir şiir yok... Dinleyin! Allah, insan için namütenahi sâf ve o nispette karışık bir bedahettir... Bu işin kuru akıl metodlariyle ispat edilecek hiçbir tarafı mevcut değil... Tıpkı mimarlıktaki (Akustik) buluşu... Hesap ve hendeseyle çalışılır, fakat sanatla bulunur. Her hesap yerine gelir, fakat yankı doğmaz. Derken hiçbir şey yapılmaz da kubbenin altı çınlamalarla dolar. Büyük bir mimar bunun için diyor ki: "Akustik işi mayoneze benzer; ya tutar, ya tutmaz ve nasıl tuttuğu, niçin tutmadığı bilinmez." Allah'a derin bir ruh feyziyle inananlar, kulunu kendisine inandıranın da bizzat Allah olduğunu bildikleri için, ispata fazla iltifat etmezler. Bu bir bedahet meselesidir; ruhunda bir his anteni olana ne mutlu, olmayana da ne yazık!.. Kâfir - Sanki ispat mı etmiş oldunuz? Mümin - Belki ispatın bir zaaf olduğunu ispat ettim. Belki ispat gayretinin bir o kadar şüphe davet ettiğini ispat ettim. Allah'ın akıl üstü bir melekeyle bulunduğuna ve bu melekenin akıldan senet istemeye tenezzül etmediğini ispat... 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted April 13, 2008 Akıl Kâfir - Siz, iman sahipleri ispat edemiyeceğiniz bir mesele karşısında kaldınız mı, hemen aklı ve ispatı inkâr etmek yoluna dökülürsünüz. Usûlünüz daima budur. Sanki aklı inkâr etmekle varlığını peşinen kabul ettiğiniz şeyi ispat etmiş oluyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki, ispat akıldadır. İnsanın, mesafeyi kabul ettikten sonra ayaklarını inkâr etmesi, varılacak hiçbir yer olmadığını gösterir. Onun içindir ki, akla birtakım gülünç çıkmazlar açarak onu kendi içinde hayret ve esarete mahkûm ettikten sonra, yine onun vasıtasiyle hakikat avcılığına çıkmak, içine saman doldurulmuş ölü köpekle tavşan kovalamaya çıkmak kadar mânâsız olmaz mı? Sizin akla biçtiğiniz bu esir memuriyetten sonra, ne iman, ne inkâr, hiçbir şey düşünülemez ve konuşulamaz. Öyle bir yokluk âlemine girilir ki, orada "var" topyekûn yok olduktan başka "yok"da yoktur. O halde susulur, cemadlaşılır, hiçbir tecrit ve teşhise, tefekkür ve muhasebeye yer kalmaz. Sizin hileniz budur!.. Mümin - Bakalım hile kimde? İmanın elinde akıl, anlattığınız bu tâbi vaziyete geçerken, inkârın, yani sizin gibilerin elinde de putlaşıyor, kendi olmadığı yerde "var" ve "yok"u gösterecek mutlak bir nefy âlemine kaçmak suretiyle nefsini ve hükümranlık hırsını korumaya çalışıyor. Eğer hile ve sahte teselli diye bir şey varsa işte budur; ve bu (taktik) aklın nihâî gözbağcılığı, hokkabazlığı, düzenidir. O kadar ki, bu hileyi hattâ yine akılla çözmeyi bilmeyenler için vaziyet tehlikelidir. Bakınız efendim; aklı tüketen ve onun son sınır taşına kadar uzanıp kayaya çarpanların muazzam düsturuna göre "Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız..." Akıl, varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Ve yine aklî bir zaruret olarak şart... Şu muhakkaktır ki, aklın akıl olması için evvelâ nefsini, zatını idrak etmesi, bu hususta bir his şemmesine mâlik bulunması bedihîdir. Aklın selâhiyetini tâyin, mutlaka kendisinin tam bir muayene, murakabe ve keşfiyle mümkündür. Bu selâhiyet, muayyen bir mesafe şeridi gibi, kendisinden uzak kalan bir âlemin kapısında nihayete erince, ona, yani akla, dışını inkâr değil, bilâkis tasdik gibi son ve ulvî bir idrak düşer. İdrakin imkânsızlığını anlayan bir idrak... Bu, aklın, kendi aczini müşahede yoliyle becerdiği öyle bir varıştır ki, onda, bir nevi, kendi nefsini de idrak ve ikmâl kıymeti mevcuttur. Sizin aklınız, kendi kendisini görmeden, gördüğünü, ölçtüğünü ve binaenaleyh bulmadığını zanneden; bizim aklımız ise kendi kendini görerek, göremediğini, ölçemediğini ve binaenaleyh bir görülemez ve ölçülemez bulunduğunu gösteren bir vasıta... Böylece hile isnad ettiğiniz iman aklı, hakikâtin ve olunması gereken şeyin ta kendisi; hakikat ve halisiyet izafe ettiğiniz küfür aklı ise hile ve hokkabazlığın bizzat hem suçlu ve hem güçlü şekildir. Kâfir - Safsata!.. Mümin - Cankurtaran simitlerinizden biri... Safsata... Onu hem siz yapar, hem de muhatabınıza isnat edersiniz! Sizin yandan çarklı ve davlumbazlı battal akıl geminizi kızağa çeken herkes, nazarınızda hayâl adamıdır. İşte, bizatihi, Allah ve üstün illiyetleri anlamasına imkân olmayan, tek imkânı ancak anlayamıyacağını anlatmaktan ibaret bulunan akıl, kendi öz gururunu tekmeler tekmelemez, altından öyle bir akıl çıkar ki, o, bütün bedahetleri görmeğe başlar. Gördüğü ilk tecelli de bedahetlerin en mutlakı halinde Allah'ın varlığı olur. Kâfir - Allah'ın bu kadar ucuz ispatını hiç kabul eder miyim ben? Mümin - Demek siz sadece malın pahalısını kabul edersiniz! Pahalı olsun da ne olursa olsun... Fakat Allah'ın, meselâ su gibi, nice nimeti vardır ki, hiç bir bedel onun büyük değerini ölçemez. Bedahet de, bedava olmakla beraber böyle bir nimettir. Kâfir - Sizdeki yalnız tevilden ibaret güzellik... Mümin - Sizdeki de tevilsiz çirkinlik!.. Kâfir - Ama yine akıl diyorsunuz. Daima akıl, hep akıl, ondan vazgeçemiyorsunuz! Mümin - Evet, akıl diyorum! Aklın, nihaî hamle ve kazanç olarak, kendi kifayetsizliğini anlamasından, kendi kendisini tahrip etmesinden başka hiçbir nasibi yoktur. Nitekim, kendisinden evvelki akılcılar sistemini yıkmış olan Garplı bir filozof, hasımlarının "sen akılcılık mesleğini yıktın ama, metodun aklîdir; buna ne dersin?" sözüne şu cevabı vermiştir: "Demek ki, aklın en üstün ve en nihaî faaliyeti, kendi metodiyle kendi kendisini tahrip etmekmiş..." Siz bu filozofu tanıyor musunuz? Kâfir - Evet... Meşhur (Bergson)... Şair felsefecilerden biri... Mümin - Demek o da şair sizce.... Ya ondan asırlar önceki İmam-ı Gazalî'ye ne buyrulur?.. Kâfir - Onu bilmiyorum! Mümin - Bildiğiniz ne var ki, onu bilesiniz?.. İmam-ı Gazalî diyor ki: "Aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır ve kendi kendisine varabileceği hiçbir nihayet noktası yoktur. Aklımı kaybedecek hale geldim ve Allah Sevgilisinin ruh feyzine sığınıp her şeyi anladım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın verâsıdır." İşte akıl!.. Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted April 16, 2008 İnsan Kâfir - İnsan nedir? Mümin - Allah'ın aynası... Kâfir - Neye memurdur? Mümin - Mukaddes emanete... Kâfir - Mukaddes emanet ne demektir? Mümin - Allah'a ermek sırrı... Kâfir - Nasıl erilir? Mümin - Kullukla... Kâfir - Kulluk nasıl olur? Mümin - Allah'ın emir ve yasaklarına baş keserek... Kâfir - Bu kadarı erdirir mi? Mümin - Ermenin ilk basamağına çıkarır... Kâfir - Sonraki basamaklar? Mümin - Ruhta ve ruhun hayatında... Kâfir - Bu dünyadan gaye? Mümin - "Hiç"ten "hep"e ve ölümden ölümsüze geçmek ve dâvanın kadro ve rejimini kurmak... Kâfir - Bu yolu kim gösterir? Mümin - Peygamber... Kâfir - Bu işin ismi? Mümin - Din... Kâfir - Bu işin kitabı? Mümin - Allah kelâmı... Kâfir - Ya öbür peygamberler? Mümin - Hepsi kendi zaman ve mekânında hak... Kâfir - İslâmınki? Mümin - Her zaman ve mekânın Mutlak Resulü... Kâfir - O'ndan sonra peygamberler gelemez mi? Mümin - Ne de mutlak mânasiyle O'ndan evvel gelebilirdi. Kâfir - O'ndan sonra herhangi bir içtimaî sisteme yer yok mudur? Mümin - O'na bağlanmak ve O'ndan olmak şartiyle her sisteme yer, hattâ emir vardır... Kâfir - O, beşerin bütün verim hakkını inhisar altında mı tutuyor?.. Mümin - O, beşerin bütün verim hakkını Allah'ın kendisine lütfettiği sonsuzluk buutları içinde, uzayabildiği kadar uzamaya davet ediyor ve bu davetin inhisarını elinde tutuyor. Kâfir - Siz, bakılınca görülemeyecek kadar geri bir mazisiniz! Mümin - Biz, gerçekten, bakılınca görülemeyecek kadar ileri bir istikbâliz! 1 Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted April 16, 2008 Ruh, nefs ve ceset mefhumlarından mürekkep insanın hakikatine, gayesine, evveline, ahirine dair yazılabilecek, doğum ve ölüm mesafesi arasında mesabesini arayan insanın mânâsını beyan edebilen, dünya kurulduğundan beri hakikatin hakikatine perçinlenememiş filozof nâmlı, şuuru örselenmiş, lakin düşünmekten geri kalmayan, aklının gittiği yere kadar gidip ilerisine ulaşamayan ve bu cehd içinde en girift meselelerden olan insan mevzuunu didikleyen kafaların asla yaklaşamadığı, ulaşamadığı ve hakikatten mahrum oldukları için de ulaşamayacakları, perdenin arkasındaki mahiyetten bir nişane olarak insana dair izah mahiyetinde mükemmel ötesi bir yazı. İnsana müteveccih nazarların veçhesini hakikate çevirecek kıymete malik olan bu enfes yazının bilhassa sonu çok vurucu. Nakıştan hareketle nakkaşı aramak, hiçbir varlığa ihsan edilmeyen vasıflarla donatılan ve diyar-ı kalbe mülâki olmak iştiyakındaki insan için ruh ve mânâ keyfiyetine şamil harikulade bir yazı... *Biz, gerçekten bakılınca görülemeyecek kadar ileri bir istikbâliz!* (Bakınız: İslâm ve İnsan) Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted April 20, 2008 Laisizma Mümin - Siz lâisizmanın ne demek olduğunu, ne ifade ettiğini, nasıl bir içtimaî ve siyasî vesileyle ortaya atıldığını, hangi dini veya dinleri şümulüne aldığını, hangi noktalara istinat ettiğini, tarih boyunca nasıl bir seyir takip ettiğini bilmiyorsunuz değil mi? Kâfir - Bilmiyorum; ben onun yalnız dini dünyadan ayırmak olduğunu biliyorum ya, yetmez mi? Mümin - Yağma yok!.. Size, o kadar ucuz tarafından hakikatleri çiğnetemeyiz! Hep bu açıkgözlüğe bağlanan demagocya sanatına artık paydos! Şöyle bir sigara yakınız da, size lâisizmayı, bütün incelik ve hususiyetleriyle anlatayım! Ha, şöyle!.. Dinleyin: Lâisizma tâbiri Fransız İnkılâbının bir icadıdır. Aslından inhiraf ettirilmiş ve zaten dünya ile alâkasız bir din olarak yerleşmiş bulunan Hıristiyanlık, gitgide kendi dâvasını kendi mümessilleriyle ayak altına alınca, Fransız İnkılâbı, sırf Hıristiyanlığı Hıristiyanlıktan ibaret bırakmak ve rahiplerin Hıristiyanlık dışı tasallutlarına engel olmak için lâisizma ölçüsünü meydana getirdi: "Din, yani Hıristiyanlık, kendi kendisinden ibaret kalacak ve zaten müdahale salâhiyetinden uzak bulunduğu dünyayı da kendi haline bırakacaktır!..." Ölçü şudur: Hıristiyanlık ruhanî nüfuz ve murakabesinde istediği gibi devam edebilir; fakat bunu, kendi nefsine uygun olarak, cismanî sahaya teşmil etmemelidir. Kâfir - Demek lâisizma budur, ha!.. Mümin - Evet, lâisizma yalnız budur. Fakat bizde bunu ne bilirler, ne de bildirmek isterler. Lâisizma, bizzat Hıristiyanlığa karşı tehdit edici bir engel değil, ruhanî nüfuzdan faydalanarak dünyayı idareye kalkan papazların nefslerine karşı bir maniadır. Bizde ise bunu, doğrudan doğruya dini dünyadan ayırmak mânasına alıyorlar. Bu işde ne muazzam bir canbazlık yapılıyor. Din, bizzat dünya hükümlerine malik olunca onu ya topyekûn red ve nefyetmek, yahut kabul etmek mümkündür; herhalde dünyadan ayırmak mümkün değildir. Dini hem kabul, hem de dünyadan ayrı mütalâa etmek, bütün mevcutları yaratan Allah'ı tasdik ettikten sonra, onun dünyaya karışmıyacağını iddia etmektir ki, bu da abeslerin ve muhallerin şahı olur. Kâfir - Yâni ne demek istiyorsunuz? Mümin - Şunu demek istiyorum ki, hem dünya, hem de ukbânın hesabını veren bir dine, sırf Hıristiyanlığa mahsus hususî bir ölçü olan lâisizma tatbik edilemez. Edilecek olursa, o dini kaldırmak, fakat kaldırıldığını söylememek mânasına gelir. Lâisizma İslâmiyete tatbiki kabil olmıyan bir ölçü olduğu, hem gerçek lâikler, hem de kâfir ve müminlerce hakikattir. Onun içindir ki ben lâisizma üzerinde müsbet veya menfi hiçbir hüküm izhar etmeden, onun, bütün kâinatı ihata edici dinlere mahsus bir ölçü olmadığını belirtmekle iktifa ediyorum. Bu da, sizin gibi bir münkire; ve vasıtanızla, bu mefhum üzerinde demagocya canbazlıkları yapmak isteyen cehil istismarcısı açıkgözlere verilecek en şapa oturtucu cevaptır. Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted April 24, 2008 Felsefe Kâfir - İslâm felsefesine göre... Mümin - Durun, durun, boşuna yorulmayın! İslâmda felsefe diye bir şey yoktur! Kâfir - A, o da ne demek? Mümin - Şu demek ki, siz, tarafsız bir görüşle, yani bir nevi felsefe görüşüyle, ya felsefenin ne demek olduğunu bilmiyorsunuz; yahut da ve en doğrusu, İslâmlığın ne olduğunu kavrayamıyorsunuz! Kâfir - Ya nedir? Mümin - Demin tarafsız bir görüş diye bir tabir kullandım. İşte felsefe, tarafsızlıktan yola çıkıp, bulacağı veya bulamayacağı nispet ve istikametlere göre kendisine taraf arayan başı boş düşünce manzumelerinin adıdır. Hakikat, felsefe için güya varılması lazım gelen, fakat asla varılmayan, varılmayacak ve boyuna aranacak olan bir hedef, bir ilk merhaledir. İslamdaysa sadece bir ilk temel ve bir ilk ve mutlak arayış... Yani İslâmda hakikat peşin ve varlığın sırlarını aramak ondan sonra... Birbirinin yanlışını çıkartmaktan başka rolü olmayan felsefeyi, perişan ve her dem birbirinin başını yemek gayesinde bir demokrasiye benzetecek olursak İslama hakikat saltanatı gözüyle bakabiliriz. Demek varış önce, arayış sonra... Varışa bağlı tefekkürün adı da felsefe değil, hikmet... Felsefe başıboş bir çıkış ve bulamayış, İslâmi tefekkür ise düzenli bir yol alış ve bulduğunu derinleştiriş ve genişletiş... Kâfir - Hep şiir, hep şiir, hep büyü sanatı, sözleriniz... Mümin - Şimdi «İslâm felsefesine göre» lafını durdurup «İslam hikmetlerine göre» diye sözünüze devam edebilirsiniz... Kâfir - Vazgeçtim! Siz felsefeyi yermekte devam edin. Mümin - Yerdim, yereceğim kadar. Kâfir - Peki onun hiç mi faydası yok?.. Mümin - Var!.. Hem de ne büyük fayda!.. Söylediğim gibi, birbirinin yanlışını çıkarma, birbirini yerme, yeme faydası.. Ve iman sahiplerine bâtıl aklın ne demek olduğunu göstermeleri, mücadele sahası açmaları ve tababette mikroba karşı yapıldığı gibi bir nevi (asepsi) ve (antisepsi) tedbirine meydan vermeleri... Kâfir - Aklım almıyor! Mümin - Aklınız yok ki, alsın!.. Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted April 30, 2008 Merhamet Kâfir - Benim İslâmiyete en büyük itirazım nerededir, bilir misiniz? Mümin - Bilmez olur muyum! Sizin İslâmiyete en büyük itirazınız değil de, İslâmiyette en tahammül edemediğiniz nokta küfrünüzün, varılmış bir netice olması değil, sebep teşkil etmesi... Kâfir - Hayır, hayır! Allah'ı kabul edememekteki tereddüdüm, o ayrı... Ben İslâmiyette en çok müsamaha ve merhamet eksikliğine tahammül edemiyorum! Mümin - Her şeyi tersine çevirip zıddiyle vasıflandırmaktaki inkâr mizacı, bu sözünüzden nasıl da tütüyor, bilseniz! Kâfir - Yine mi hakaret? Mümin - Asla! Çünkü cezanızı verebilseydim, size yine hakeret etmezdim ki... Kâfir - Ya ne yapardınız? Mümin - Allah'ın emrettiğini! Kâfir - Görüyor musunuz? Müsamaha ve merhamet eksikliğiniz nasılda belli oluyor? Mümin - Kendi ilâcını kendisi seçmek isteyen ve doktoru müsamahasızlık ve merhametsizlikle itham eden bîçare hasta! Size en büyük merhamet, hakkınızda Allah'ın emrettiğini tatbik etmektir. İşte siz bu inceliği anlamıyorsunuz! Kâfir - Hangi incelik? Mümin - Şu incelik ki, İslâmiyetin, dış görünüşüyle, sertlik ve merhametsizlik gibi duran bütün emir ve yasakları, aslında en yüksek, en varılmaz merhamet zirvesine bağlı ölçüdedir. Dişi ağrıyan ve kendisini taştan taşa çarpan bir adama merhamet, onu şişkin yanaklarından öpmek midir, yoksa zorla ağzını açıp bağırta bağırta dişini sökmek mi? Kâfir - Bu ölçüye göre İslâmiyetin kullandığı kılıcı da bir merhamet âleti diye gösterebilirsiniz! Mümin - Sizi bilhassa tebrik ederim! İslâmın kılıcı, operatörün neşteri gibi, bizzat ve binnefs merhamet âletidir. Kâfir - Hükmünüz, benim, İslâmda merhamet eksikliğine dair tezimi şunun için çürütemez ki, o tamamen aklî ve tefsiri kalıyor. Yani akılla, İslâmda merhamet bulunduğunu ispata çalışıyorsunuz. Bana İslâmda merhamet ruhunun herhangi bir hissî örneğini verebilir misiniz? Mümin - Bilseniz, bu tarafımız ne kadar kuvvetlidir! Fakat biz, bazı dinlerde olduğu gibi merhameti reklâm ve ticaret unsuru diye kullanmadığımız için, onu evvelâ aklî bir teşhisle gösteririz. Kâfir - Bütün tebliğ unsurları bir tarafa; elinizde İslâmî merhamete ait telkinî misaller varsa, buyurun, dinliyorum! Mümin - Peygamberler Peygamberinin en büyük dostu ve sahabîsi Hazret-i Ebu Bekr'in bir duası vardır: "Yârabbi! Sen kâmil ve mutlak kudretin sahibisin! Kudretine son düşünülemez. Beni, hesap günü, o kadar büyüt, büyüt, büyüt ki, cehennemini yalnız ben doldurayım ve başkaları için orada yer kalmasın!" Peygamberler Peygamberinin nur kaynağı bâtın âlemine Hazret-i Ebu Bekr yoluyla gelen birkaç velîde de ayniyle eşine rastladığımız bu duadan daha keskin merhamet ruhu misalini acaba hangi dinde bulabilirsiniz? Kâfir - Bu misal, aynı ruhun devamını ispata kâfi mi? Mümin - İslâmda olup da devam etmeyen her şey, İslama değil, İslâmı anlayamıyanlara ait bir vasıftır. Bütün gerçek İslâm plânı, nefslerini gayr için ezen ve gayrin yükü altına girmekten büyük haz tanımayan velîlerin menkıbeleriyle doludur. Bu velîler yalnız ağlarlar, gülmezler. Şu var ki, birtakım rahipler gibi göz yaşının karaborsasını işletmezler. Evet mi? Kâfir - Evet ama, hayır! Mümin - "Hayır ama, evet" diyebilmiş olsaydınız, bir nebzecik samimîliğe yaklaşmış olurdunuz. Share this post Link to post Share on other sites
şeyh_ül islam 0 Report post Posted May 2, 2008 saolasın kardeş Allah razı olsun... Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 3, 2008 Karşılaşma Mümin - Siz kimsiniz? Kâfir - Sizce kâfir! Mümin - Ne istiyorsunuz? Kâfir - Sizinle konuşmak... Mümin - Sebep? Kâfir - Bakalım kim kimi mat edecek? Mümin - Buyurun, şu iskemleye oturun. Ben bu zamana kadar altı türlü kâfir gördüm: Topyekûn bütün dinleri ve Allah'ı inkâr edenler... Allah'ı kabul edip peygamberlerini inkâr edenler... Allah'ı kabulle bazı peygamberleri inkâr edenler... Müslümanlığı kabul eder gibi olup onun bazı emirlerine ve yasaklarına itiraz edenler... Müslümanlığı sözde kabul edip onu bu asra göre yenileştirmek ve değiştirmek icap ettiğini iddia edenler... Müslümanlık iddia edip onu olduğundan başka türlü göstermek isteyenler... Siz, bunlardan hangi zümreye mensupsunuz? Kâfir - Ay, bunların hepsi sizce kâfir mi?.. Mümin - Hepsi!.. Kâfir - Ben sırasına göre bunlardan ayrı ayrı hepsine ortağım!.. Mümin - Demek siz bütün şubeleriyle kâfirsiniz! Fakat bu birbiriyle barışmaz şubelere yayılı ve bu kadar dağınık olmak, küfür dâvanızda zaaf ve tezat teşkil etmez mi?.. Kâfir - Bilâkis... Ben herşeyden evvel Allah'ı inkâr ediyorum! Namütenahi bir cehd sarf ederek muhal farz, O'nu kabul eder gibi olsam, peygamberleri kabul edemeyeceğimi anlıyorum. Allah'ı ve bazı peygamberleri kabul etsem, bazılarını redde mecburum! Hepsini ve bilhassa sonuncusunu kabul edip müslümanlık çerçevesine girsem, onun birçok emir ve yasaklarını mânâsız ve mantıksız buluyorum! Onları da sineye çeksem, müslümanlığın bu asra göre mutlaka yenileştirilmesi ve değiştirilmesi zaruretini görüyorum! Ve, yine farz-ı muhal, tam bir müslüman olsam, hiç de müslümanlığı sizin anladığınız gibi kavrayamayacağımı kavrıyorum! Görüyorum ki, benim inkârım başından sonuna kadar tezatsız bir bütün ifade ediyor. Düşünün... Ben gerçek iman adına sizin varmış bulunduğunuz noktaya, ayrı ayrı hepsini muayeneden geçirmiş olmak şartıyla, ne kadar uzağım!.. Mümin - Siz, bütün dünya felsefeleriyle beraber, bir çok dinleri ve bilhassa müslümanlığı, en ince ve en mahrem noktalarına kadar biliyor musunuz? Kâfir - İnanın ki, bütün bunlarla beraber, müslümanlığı, değme İslâm âlimlerinden daha iyi tanıyorum! Mümin - Öyleyse, sizinle uğraşırken, küfür üniversitesinin her fakültesiyle ayrı ayrı meşgul olmak icap edecek... Kâfir - Fena mı? Memnun olun! Eğer bende, küfür ismini verdiğimiz hadiseyi olanca zenginlik ve çeşitleriyle bulursanız, siz de terazinin öbür kefesine en hususi mânadaki imanınızın bütün dirhemlerini atmak fırsatını elde etmiş olursunuz! Ve bakalım, hangi kefe ağır gelir? Mümin - Yeryüzünde en ahmak müminin, en ahmak ânında duyacağı Allah bedaheti ve kalbinden fışkırtacağı Allah lâfzı, sizin o zengin kefenizi berhava etmeye yeter ama, pekâlâ, size mevzu mevzu cevap vermeyi kabul ediyorum! Önce şu teşhisle işe başlayayım: Siz kendinizi tezatsız görme noktasında aykırılıkların en yırtıcıları arasında parçalanmış ve her şeyden evvel nefsinizi murakabeden uzak kalmış bir yaratılış temsil ediyorsunuz! Ve yanlışa inanmak şöyle dursun, inanmaya inanma haysiyetini elden kaçırmış bulunuyorsunuz. Aydın geçinen nice kâfir gibi, siz, şunu bunu değil, doğruyu inkâr makamındasınız. Siz insanı inkâr ediyorsunuz Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 6, 2008 Peygamberler Kâfir - Allah münakaşasını bırakalım! Bu münakaşada, ne inanmayanın inanana, ne de inananın inanmayana kendisini anlatabilmesine imkân var! Köstebekle balık arasındaki iklim görüşü ve münakaşası gibi bir şey... Hem bu aleme mantık ve aklî murakabe de fazla nüfuz edemiyor. Sizinle kabul ederseniz, dinleri konuşalım. Mümin - Aczinizi ve halinizi itiraf eder gibi bir üslubunuz olduğunu ve müminlere mahsus silahları imana zıd yolda kullanmaya davrandığınızı hissediyor musunuz? Kâfir - Geçelim efendim, geçelim! Dinleri konuşmaya hazır mısınız? Mümin - Buyurunuz! Kâfir - Peygamberlere inanıyor musunuz?.. Boyuna inandırmaya çalıştığınız bir oluşa, asıl siz inanıyor musunuz? Mümin - Peygamberlere, ışık ve hararet kaynağı güneşe inanışımı aşan bir (realite) katiyetiyle inanıyorum! Kâfir - İnanır göründüğünüzü biliyorum, fakat samimiyetle inandığınıza inanmıyorum! kendinizi kandırmaya çalışmaktasınız belki... Mümin - Bari benim inandığıma inanacak kadar olsun, bir inanma nasibiniz olsaydı... Meşhur bir kâfirin bir sözü vardır: «Biz Allaha ve Peygamberlere değil, ancak Allah ve Peygamberlere inanan insanların mevcut olduğuna inanırız.» Bu nasipsiz kadar da mı nasibiniz yok? Kâfir - Haydi, Allaha, o mücerred kuvvete, evvelî ve nihaî müessire inanıyorsunuz, ben de bu inanma ihtimalini anlar gibi oluyorum! Fakat peygamberlerin diyelim; yani bizim gibi alalâde insanların, Allah tarafından gönderilmiş olduğuna nasıl inanılabilir? Mümin - Bunun «nasıl»ını sormayın! Çünkü siz, inananın, inandığına inanmayacak kadar mücerret inanma hassasını kaybetmiş bir bedbahtsınız! Kâfir - Ama sualime cevap vermiyorsunuz! Mümin - Ne yapayım ki, sualinize cevap vermeden evvel Allahın lûtfiyle, sizi, sizin fikir ve ruh seciyenizi, bir kere daha tesbit ve müşahade altına almanın enfes fırsatmı kazanmış bulunuyorum! Sizin gibilerin fikir seviyesini en mükemmel ifade eden, yine İmam-ı Gazali Hazretleridir: «Bunlara desen ki, arkandan bir kaplan geliyor, üzerine hücum edip seni parçalayacak, inanmazsan dön ve bak! Sana şu cevabı verirler: İnanmam ve dönüp bakmam; sen daha evvel arkamdan kaplan geldiğini ispat et ki, bakayım!» Kâfir - Kah, kah, kah! Ne zarif mantık canbazlığı! Mümin - Mantıka bu kadar güvenen siz, demek şimdi onun canbazlığını da bizde görmeye başladınız! Kâfir - Mantığı tersinden kullanmak... Mümin - Öyleyse, işte yine kendi ağzınızla yakalandınız. Demek mantık, tersinden de kullanılabiliyor!.. Ve bu kullanıştan rahatsız olmuyor. Nitekim (sofîst)lerin sahte mantığını ezip geçen (Sokrates), üstün mantığın temsilcisiydi. Gelin, size mantık nedir, öğreteyim: Mantık, bir inanıştan sonra, tıpkı bir (Geometri) mütearifesine bina edilen icaplar gibi, o inanışa bağlı gereklerin, sebep ve neticelerin idrak ölçüsünden başka bir şey değildir; ve sultan bunak yerine vezir selahiyetinde bir vasıtacıktır. Kâfir - Sultan kim? Mümin - İman, inanış... Sultan ferman eder, vezir de icaplar ve gerekler manzumesinin örgüsünü tertipler. Bu işin de ismi mantık olur. Kâfir - Bana herşeyden evvel Allah'ı ispat etmeye çalışır mısınız? Mümin - Size Allah'ı değil, sizi ispat etmeye çalışmak daha yerinde bir cehd olur. Sizi, yani ruhunuzdaki idrak mekanizmasının sefaletini ispat... Kâfir - İşe hakaretle mi başlayacağız? Mümin - Asla! Bazı dik kelimelerime karşı sabretmeye alışacaksınız. Nitekim benim sabrım sizinkinden büyük... Bir müminin küfür karşısında sabrı ne demek? Eğer gayemiz hakikate ulaşmaksa, en sert ve haşin tahlil raporlarına göğüs germek lâzım... Fikir ve hakikat, hatır ve gönül dinler mi? Kâfir - Buyurun efendim, dinliyorum!.. Mümin - Büyük bir velîye, büyük bir zahir ehli demiş ki: "Ben Allah'ı binbir delille ispat eden adamım!" Velî de şu cevabı vermiş: "Demek senin Allah'tan binbir şüphen var!" Genç balıklar, ihtiyar balığa sormuşlar: "Kuzum, su diye birşeyden bahsediliyor. Göstersene şunu bize!.." İhtiyar balık cevap vermiş: "Siz ondan başka bir şey gösterin ki, ben de size onu gösterebileyim." İşte Allah'ın hakikati böyledir. Hem herşeyde O, hem de gösterilemez. O'nu bedahet duygusu görür. İman tam olduğu zaman ispatı kovar ve kendi başına kalır. Kâfir - Güzel şiir... Mümin - Ah, siz şiirin de ne demek olduğunu bir bilseniz! Şiir de hakikatin, yıldırım gibi çevik bir metodla aranmasından başka bir şey değildir. Kâfir - Bu da güzel bir şiir... Mümin - Fakat sizin inat ve istihzanızda hiçbir şiir yok... Dinleyin! Allah, insan için namütenahi sâf ve o nispette karışık bir bedahettir... Bu işin kuru akıl metodlariyle ispat edilecek hiçbir tarafı mevcut değil... Tıpkı mimarlıktaki (Akustik) buluşu... Hesap ve hendeseyle çalışılır, fakat sanatla bulunur. Her hesap yerine gelir, fakat yankı doğmaz. Derken hiçbir şey yapılmaz da kubbenin altı çınlamalarla dolar. Büyük bir mimar bunun için diyor ki: "Akustik işi mayoneze benzer; ya tutar, ya tutmaz ve nasıl tuttuğu, niçin tutmadığı bilinmez." Allah'a derin bir ruh feyziyle inananlar, kulunu kendisine inandıranın da bizzat Allah olduğunu bildikleri için, ispata fazla iltifat etmezler. Bu bir bedahet meselesidir; ruhunda bir his anteni olana ne mutlu, olmayana da ne yazık!.. Kâfir - Sanki ispat mı etmiş oldunuz? Mümin - Belki ispatın bir zaaf olduğunu ispat ettim. Belki ispat gayretinin bir o kadar şüphe davet ettiğini ispat ettim. Allah'ın akıl üstü bir melekeyle bulunduğuna ve bu melekenin akıldan senet istemeye tenezzül etmediğini ispat... Share this post Link to post Share on other sites
nurulhak 22 Report post Posted May 11, 2008 ah Üstadım ya canım benim..ne kadarda güzel yazıyo..bize ulastırdığınz icin ALlah sizden razı olsn. Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 13, 2008 Ve Peygamber Kâfir - Peygamber bahsini tekrar ele alalım. Peygambere inanılır mı? Mümin - Yalnız ona inanılır, inanmak, ona inanmaktır. Kâfir - Allah tarafından gönderilmiş mutavassıt kullar bulunduğuna inanmak, Allah'ın insana verdiği idrak melekelerini inkara kadar gitmez mi? Allah'ın, kullarını kendisine davet için mutavassıta ne ihtiyacı var? Mümin - Ne elem verici sual!.. Bunu, sizin vaziyetinizde bulunanlar, bir de şöyle vazederler: «Asıl kulun, Allahı bulmak için mutavvasıta ne ihtiyacı var?»... Halbuki kul muhtaç ve Halik bundan münezzehtir. Kâfir - O halde?.. Mümin - Kullarını her hususta birbirine muhtaç yarattığına göre, en üstün akıl derecesindeki peygambere de bütün kullarını muhtaç etmesi ve Allaha ermek yolunda kullarının bu ihtiyacını Peygamberle gidermesi Yaradanın şan ve rahmetine tam uygun değil mi? Kâfir - Peygamberlik iddiasındaki zatlar bunu kendilerinden uyduruyorlarsa? Mümin - Şüphe denilen iblis, size bu tarafiyle nüfuz ediyor da niçin, «Ya dedikleri aynen doğruysa!» sualine yanaştırmıyor? Allahı kabul eden için onun, kullarına inayet ve rahmet muradıyla Peygamberler hâlketmesinde bir muhal hissi duyulabilir mi? Şüpheci şeytan niçin şüphe madalyonunun öbür yüzünü gizliyor? Kâfir - İyi ama Peygamberlerin sıdkına ait hangi vesikaya sahibiz? Mümin - Yine kendi elinizle yakalandınız. Müthiş bir vesikaya sahibiz. İhlâsları... Namütenahi derin ve taklit kabul etmez saffet ve halisiyetleri.... Azim ahlâkları, üstün akılları ve en küçük hayal ve vesveseye yer vermeyen örnek doğrulukları... Kâfir - Yalancı peygamberler görülmemiş değil ya!.. Mümin - Aman, şimdi ne güzel yakalandınız! Elbette görüldü. Fakat onlar peygamber olup da yalancı olanlar değil; yalancı olup da peygamber olmayanlardır. Bu işin yalancısı hemen yakayı ele verdiğine göre, demek bizzat ve bilfiil doğrusunun sıdkına ve doğrucuların varlığına kıyas unsuru teşkil ederler... Hemen foyaları meydana çıkar. Kâfir - Kelime ve mantık oyunu! Mümin - Sizinkiyse küfrün peşin hükmü.. Share this post Link to post Share on other sites
adles 12 Report post Posted May 22, 2008 Ve PeygamberKâfir - Peygamber bahsini tekrar ele alalım. Peygambere inanılır mı? Mümin - Yalnız ona inanılır, inanmak, ona inanmaktır. Kâfir - Allah tarafından gönderilmiş mutavassıt kullar bulunduğuna inanmak, Allah'ın insana verdiği idrak melekelerini inkara kadar gitmez mi? Allah'ın, kullarını kendisine davet için mutavassıta ne ihtiyacı var? Mümin - Ne elem verici sual!.. Bunu, sizin vaziyetinizde bulunanlar, bir de şöyle vazederler: «Asıl kulun, Allahı bulmak için mutavvasıta ne ihtiyacı var?»... Halbuki kul muhtaç ve Halik bundan münezzehtir. Kâfir - O halde?.. Mümin - Kullarını her hususta birbirine muhtaç yarattığına göre, en üstün akıl derecesindeki peygambere de bütün kullarını muhtaç etmesi ve Allaha ermek yolunda kullarının bu ihtiyacını Peygamberle gidermesi Yaradanın şan ve rahmetine tam uygun değil mi? Kâfir - Peygamberlik iddiasındaki zatlar bunu kendilerinden uyduruyorlarsa? Mümin - Şüphe denilen iblis, size bu tarafiyle nüfuz ediyor da niçin, «Ya dedikleri aynen doğruysa!» sualine yanaştırmıyor? Allahı kabul eden için onun, kullarına inayet ve rahmet muradıyla Peygamberler hâlketmesinde bir muhal hissi duyulabilir mi? Şüpheci şeytan niçin şüphe madalyonunun öbür yüzünü gizliyor? Kâfir - İyi ama Peygamberlerin sıdkına ait hangi vesikaya sahibiz? Mümin - Yine kendi elinizle yakalandınız. Müthiş bir vesikaya sahibiz. İhlâsları... Namütenahi derin ve taklit kabul etmez saffet ve halisiyetleri.... Azim ahlâkları, üstün akılları ve en küçük hayal ve vesveseye yer vermeyen örnek doğrulukları... Kâfir - Yalancı peygamberler görülmemiş değil ya!.. Mümin - Aman, şimdi ne güzel yakalandınız! Elbette görüldü. Fakat onlar peygamber olup da yalancı olanlar değil; yalancı olup da peygamber olmayanlardır. Bu işin yalancısı hemen yakayı ele verdiğine göre, demek bizzat ve bilfiil doğrusunun sıdkına ve doğrucuların varlığına kıyas unsuru teşkil ederler... Hemen foyaları meydana çıkar. Kâfir - Kelime ve mantık oyunu! Mümin - Sizinkiyse küfrün peşin hükmü.. Benim bu kitapta en hoşuma giden sözlerden biri de yanılmıyorsam İmam Şafii'nin sözü, o da şu: '' Ey şüphe eden ahmak! Şüpheyi bilseydin , imanı anlardın''.... Share this post Link to post Share on other sites
GeonitZ 0 Report post Posted June 1, 2008 Tesekkürler... Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted June 6, 2008 Daima Peygamber Kâfir - Lâfımı kesiyor, fikirlerimi tevkif ediyorsunuz! Mümin - Allah'ın tevkif etmediğini ve konuşmakta serbest bıraktığını, ben mi tevkif edeceğim? İşte, bir mümine zulüm isnad eden bu zalim seciye de küfrün levazımından bir unsurdur. Sorun soracağınızı! Kâfir - İnsan sizinle konuşurken ne tarafa cevap yetiştireceğini bilemiyor! Soracağım şuydu: İster İslâm felsefesine, ister İslâm hikmetlerine göre, peygamber, her emri kanun mahiyetinde, insan üstü bir hüviyet midir? Mümin - Her emri kanun mahiyetinden de üstün, her emri kanunlara esas teşkil edecek kadar mutlak; insan üstü, fakat insan. İnsan olmak hakikati bakımından en büyük Peygamberlerle en küçük insan birbirine müsavidir. Fakat yine en büyük peygamber, peygamberliğini çevreleyen müstesna fert hakikatiyle, daima insan ve mahluk kalarak, her insanın üstünde... Kâfir - Demek İslâmda peygamberi Allah'laştırmak yoktur. Mümin - İslâmda peygambere karşı en büyük edep, Allaha karşı en büyük edeple beraber şudur ki, onu Allahın abdi ve Resulü bilerek, ne kadar büyük kabul etsen yine az. Allahın mutlak vasıflarına, ne kadar az olursa olsun, işaret ettirecek olursan da fazladır. Peygamber o insan zirvesinin son kemal noktasıdır ki, belki Allahla arasında kıl kalınlığında bir mesafe kalmıştır, ama bu kılın bir (yanıyla öbür yanı arasında ebedilik ve namütenahilik vardır Ve bir yanından öbür yanına geçebilmek muhaldir. Kâfir - Yine soramadım soracağımı! Hep cümle hokkabazlığı!.. Şaşırtıyorsunuz!.. Mümin - Sorunuz! Çırpınmayınız!.. Kâfir - Konuşmamızı o hale getirdiniz ki, bundan ileriye aramızda yol kalmıyor. İmanın usulü bu mudur? Mümin - İmanın usulü bu değildir. Fakat siz, içinizdeki inkâr ukdesini sımsıkı yakalamış gördüğünüz her yerde aynı iddiayı ortaya atacaksınız! Esastaki derin ihtilâfımıza rağmen herşeyi konuşabiliriz. Zaten esasta müşterek olsaydık, münakaşaya lüzum kalmazdı ki.. Size konuşmamak hissini veren şey, kendinizi çabucak mat olmaya başlamış görmenizdir. Açın bahsi de, mücerred ve müşahhas dinin her tarafını konuşalım!.. Share this post Link to post Share on other sites
MRK 0 Report post Posted June 23, 2008 Daima PeygamberMümin - İmanın usulü bu değildir. Fakat siz, içinizdeki inkâr ukdesini sımsıkı yakalamış gördüğünüz her yerde aynı iddiayı ortaya atacaksınız! Esastaki derin ihtilâfımıza rağmen herşeyi konuşabiliriz. Zaten esasta müşterek olsaydık, münakaşaya lüzum kalmazdı ki.. Size konuşmamak hissini veren şey, kendinizi çabucak mat olmaya başlamış görmenizdir. Açın bahsi de, mücerred ve müşahhas dinin her tarafını konuşalım!.. kafirin içinde bir boşluk var o da allahın var olduğunu biliyor ama sadece bir saplantı işte bu saplantıdan kurtulması için aklındaki tüm soru işaretlerini yok etmek gereklidir... Share this post Link to post Share on other sites
masum Anadolu 0 Report post Posted July 21, 2008 Paylaşımlar için Alah(cc) sizden razı olsun. Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted August 13, 2008 Kitap Kâfir - Peygamberlerden sonra kitap bahsini de gözden geçirmeliyiz! Mümin - Geçirelim, bakalım! Ne diyeceksiniz Allah'ın kitapları için? Kâfir - Böyle bir şeye inanılır mı, diyeceğim; bunlar «Peygamberlik» sıfatı verilen büyük zatların kendi eserleridir! Mümin - Hem peygamberleri «büyük zatlar» diye vasıflandırıyor, hem de onları yalanların en şenîine müsait görüyorsunuz! Kâfir - Hayır, öyle bildiğiniz çeşitten, menfaata bağlı, adi yalanlardan değil... Onlar, belki de halktan evvel buna inanmışlar, kendi kendilerini inandırmışlar... Mümin - Bu takdirde de onlara muvazenesizlik ve hastalık isnad etmiş oluyorsunuz. Bize hayatı, ahlakı ve mizacı anlatılan hangi peygamberde yalancılık veya ruhî bozukluk gibi bir hal görmeye imkân vardır? Kâfir - Farzediniz ki, bu haller yoktur ve onlar kâmil insanlardır. Böyle diye getirdikleri kitapların Allah kelâmı olduğuna inanmak mı lazım gelir? Mümin - Küfrün öyle kâfir, yani hain bir mantığı vardır ki, eğer mümine sabır ve sükûnet lazım olmasa bu mantığa insan gibi cevap vermek elden gelmez. Şu düştüğünüz tezada bakın; Allah kitaplarının (hâşa) hak olmadığını ispat etmek için evvela peygamberlerde, onların ahlak ve ruhlarında birşey arıyor, bulamayınca da ilk teşebbüsünüze göre kitapları tasdik etmeniz gerekirken, kendi mesnedinizi kaybettiğiniz halde inkarda ısrar etmekle, inat ve peşin hükmünüzü ele vermiş oluyorsunuz. Demek ki, sizin için peygamberler bahanedir; onları çürütemeyince de işte şimdi yaptığınız gibi, delil ve mâna ile hiç alakanız olmadan sizce esasın inkar olduğunu belli ediyorsunuz. Ne müşkil mevkide uluduğunuzun farkında mısınız? Kâfir - Siz hep benimle meşgulsünüz. Lütfen dâva ile meşgul olun! İslâmın iddiasına göre bugün elde mevcut ilâhi kitaplar arasında tek harfi ve hecesi kaybedilmemiş biricik kitap Kur'ân!.. Mümin - Öyledir! Bu hususiyet de ne büyük bir mucize olduğuna ve Hak tarafından korunduğuna ayrıca işaret... Bu işaret 14 asır önce ve peşinen verildi..... Kâfir - İyi ama, yine 14 asırdan beri Kur'ânın ezelî Allah kelamı bilinmesine karşılık sadece gününün hâdiselerine ve herkesçe malum peygamber menkıbelerinden ibaret ve müşahhasta kalmasına ne buyurulur? Mümin - Zahiri cephenin bu tarafı, sadece, en büyük tecride kadar götürülebilecek bir remz ifadesidir. Yoksa zaman ve mekânden münezzeh ve mücerret Allah kelâmını, bellibaşlı müşahhaslara inhisar ettirmekten muallâdır. Kur'ân esrarına beşerî takatin son haddiyle sokulabilenler onda, ilk insandan son insana kadar bütün zaman ve mekanın haberleri kaynaştığını bilirler. Kâfir - Ya öbür kitaplar? Mümin - Hepsi hak, fakat hiçbiri mevcut değil... Meselâ eldeki 4 İncil, "bir" tecezzi kabûl etmeyeceğine göre topyekûn "yok"un işaretçisi... Kâfir - Bu asırda insanlık Kur'ân ile idare edilebilir mi? Mümin - Bu asırda ve gelecekte her şey, Kur'ân'in zahiri temel ve sütunları üzerinde inşa edilecek yepyeni ve bâtını bir nizam mimarîsine muhtaç... Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted September 12, 2008 Mümin-Kafir adlı çalışma, üstad Necip Fazıl'ın, hayatın iki zıt kutbu olan iman ve küfrün en zirve noktaları ile konuşturulması şeklinde ele aldığı eseridir. Tiyatroyu andıran ama aslında tiyatro değil de sohbet tarzında, iki kişinin konuşturulması şeklinde ve edebiyat alanında da çok fazla örneği olmayan bir tarz ortaya koyulmasıyla oluşturulmuştur. Üstadın, bohemlik döneminde iç yüzünü iyice öğrendiği batı, sonralarda ise efendi hz ile tanışması ve iman kutbunun keşfini gerçekleştirmesi, devamında ise bunların mukayesesini gösteren eserleri arasındaki bu çalışma, inanca dair ana hatlarla örülü bir kapsama sahip olup, kafirin mümine saldırması, ama müminin inandığı hakikatleri tam hakkıyla ortaya koymasıyla, kendisi neyin ne olduğunu görmüş ve buna rağmen inanan inandığı ile inanmayan ise inanmama inadıyla kalmıştır. İnşallah ilk fırsatta daha da detaylandırıp anlatacağız. Ve bu eserin ehemniyetine vurguyu yapmaya çalışacağız... Fırsat bulanların bu mübarek ramazanda Mümin-kafir'i okuyarak manevi bir atmosfer almaları temennisiyle... Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted September 19, 2008 Namaz Kâfir - Siz istediğinizi söyleyin! İslâmın her emri tahammülün üstünde serttir. Mümin - Nefsinize mülayim gelmesini mi beklerdiniz? Öyleyse siz bir din değil, bir haz vasıtası arıyorsunuz? Hangi deva, bilhassa gidermeyi teahhüt ettiği hastalıkla aynı nispette olarak, hastaya sert ve acı görünmez ki?.. Ebediyet dâvasının devası elbette nefse acı gelecektir. Kâfir - Artık bunlar kolay ve malûm lâf tarafı... Ben diyorum ki, İslâmın şartlarına bu asırda dayanılmaz! Mümin - Hangi şartlarmış onlar? Kâfir - Meşhur beş şarttan birini, meselâ namazı ele alalım! Kuzum, bu asırda insan, hem de her biri saatinde olmak şartiyle beş vakit namaz kılabilir mi? Mümin - Bu asırda siz, sabah ve ikindi kahvaltıları ve icap ederse yemeği ile beraber beş öğün, midenize hizmet edebiliyor musunuz? Kâfir - İyi ama, o yemek! İnsan yemek yemeden yaşayabilir mi? Mümin - İnsan asıl, namaz kılmadan yaşayamaz! Fakat namazın hayatî zarureti kavranmayınca, işte böyle, kabahat beş vakte bulunur. Siz namazın kemiyetiyle ne uğraşıyorsunuz? İşi esasta arayın ve namazın aslen size giran gelip gelmediğini tespit ettikten sonra namuskârane konuşun! Eğer o size giran gelmeseydi, sevgilinizle randevularınızda duyduğunuz heyecanla, onu hiç ayrılmamacasına devam ettirmek isteyecektiniz. Namaz da, müminlerin sevgilileriyle randevusudur. Hiç onu fazla görebilirler mi? Fakat sizden rica ederim, konuşurken biraz fikir ve hakikat edebî gösterin de, günün züppeleri gibi, işi dar kemiyet plânlarına bağlı itirazlarla halledebileceğinizi ummayın! Bu takdirde sizi susturmak o kadar kolay oluyor ki, ben, hamdolsun mensup bulunduğum imanın nâmütenâhî girift ve muğdil hikmetleri önünde, bu derece kolay kazanılan zaferlerle mahcup vaziyete düşüyorum! Namazın beş vaktine itiraz edenler, onun bir vaktine bile tahammül edemeyenlerin, ondaki hudutsuz kazancı anlayamayanların, onu "def-i belâ" sayanların, işi kemiyet hesabiyle boğuntuya getirici maskeli hüviyetleridir. Kâfir - Namazın sade vakti değil, şekli de bu asır insanına göre değil... Mümin - Bu asrın insanı, Allah'a secde etmek yerine ceberûtî kullara secde ettiği için mi namazın şekline tahammül edemez? Kâfir - Bahsi değiştirmeyelim! Hamal, serseri, dilenci, her cinsten insanın çıplak ayaklarıyla kirlettiği bir zemin üzerinde, başını yere koymak ve her defa alnıyla yerden 10 gram toz kaldırmak... Bu mu ibadet? Mümin - Eğer şahıslar fakirliklerine rağmen herkesle müsavi olması gereken İslâmî temizliği yerine getirmiyorsa; eğer zemin operatörlerin yaralara koyduğu gazlı bezler kadar temiz değilse, kabahat şahıslarda ve onları yetiştiren cemiyette midir, yoksa İslâmiyette mi? İslâmiyetin emrettiği namaz, yeni yağmış kar tabakasından daha lekesiz bir zemin üzerinde, manolya ağacının en yüksek noktasındaki çiçeklerden daha pâk uzuvlarla edilen ibadettir. Fakat îslâmiyete lâyık olmayan toplulukların şahıs ve cemiyet suçlarını İslâmiyetin kabahati diye gösteren küfür anlayışı, İslâmiyeti, müşahhas tatbikçilerin ferdî şartlarından tecrit ve tenzih edemez. Siz bize bir İslâm cemiyetini teslim edin de, biz de size bu asır insanını ebediyen teshir edecek namazın ve İslâmiyetin ne demek olduğunu gösterelim! Namaz, oturduğu yerde konser dinlemeye benzemez. Ve kulun Allah'ta yok olduğunun ilânı, secdeden gayrı hiçbir şekilde hakikatini bulamaz. 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted September 24, 2008 Oruç Kâfir - Bakın, ben namaza itiraz ettim ama, oruca hiçbir diyeceğim yok! Hattâ onun bir faydasına kaniim! Mümin - Biz, sizin gibilerin zemlerini asılsız bulduğumuz kadar, medihlerini de esassız buluruz. Söyleyin bakalım, sizce neymiş orucun faydası? Kâfir - Sıhhati düzeltmesi... Bütün bir yıl abur cuburla dolmuş mideleri tasfiye etmesi... Mümin - Gördünüz mü? Sizin oruçta kabul ettiğiniz bu fazilet, onun namütenahi değerlerinden belki en küçüğüdür. Halbuki siz bu noktayı, orucun yegâne meziyeti diye görüyorsunuz. İşte onun için sizin medihlerinize kıymet verilemez. Kâfir - Bu ne taassup yahu? Mümin - Her sağlam ve tezatsız tavır, sizin gibilere taassup gibi gelir. Evet, biz sizin medihlerinizi de benimsemeyiz! Namaz için "iyi bir spordur" diyen niceleri var... Halbuki namazın vücuda verdiği bedenî terbiye kıymeti, onun faziletleri içinde, mülâhazasına bile yer olmayan bir değer... Gaye sadece ibadet... Bu gaye etrafında, insanın, düşünmeden elde ettiği daha nice kazanç olabilir. Ama bu kazançlardan hiçbirinin, aslî gaye önünde ismi geçemez. Kâfir - Orucun sıhhati düzelttiğini söylemek kabahat mı? Mümin - Asla! Fakat aslî gayeyi daima ibadet bildikten sonra... Orucun sıhhati düzelttiği o kadar aşikârdır ki, ana gaye yerine gelirken bu mesut neticeyi görmemek de mümkün değildir. Orucun başlıca fazileti, aslî gaye daima ibadet olmak şartiyle, nefs mücadelesi, nefsi yenmek, baskı altına almak borcu... Kâfir - Sizi dinledikçe Müslümanlığın ne zor ve pahalı şey olduğuna dikkât ediyorum! Mümin - Ben de sizi dinledikçe, küfrün ne kolay ve ne ucuz kazanıldığını görüyorum! Halbuki Müslümanlık, zor içinde en kolay, pahalılık içinde de bedava olan kurtuluş çaresidir. 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted October 5, 2008 Ve Oruç Kâfir - Haydi, orucun manevî faziletine de inanalım! Fakat bir zamanlar olduğu gibi, alenen oruç yiyenleri suçlandıran bir cemiyet ölçüsüne taraftar olunabilir mi? Mümin - Alenen namaz kılmamak diye bir şey tasavvur edebilir miyiz? Edemeyiz! Zira namaz, ancak kılındığı zaman eda edildiği belli olan, yani müspet icra şekli ile, ancak icrası ânında meydana çıkan bir ibadet nev'idir. Oruçsa tamamiyle aksi... Oruç, tutuluşu ile değil, alenen yenilişi ile, menfi tarafından, bir riayetsizlik ânında belli olur. Onun içindir ki, bu riayetsizliği belli eden şahıs günahının üstünde, bütün müminlere ve müminlerin bağlı olduğu esaslara karşı, istihkar ve istihfaf tavrı takınmış olma vaziyetine geçer. Böyle bir vaziyette olmayı da, değil bir Müslüman, terbiyeli bir Yahudi, bir Hristiyan, bir putperest, bir Allah'sız bile kabul edemez. Gördünüz mü, şahıs hürriyeti ile başkalarının hakkına tecavüz etmemek arasındaki incecik hududu? Bu hududu ve inceliği, yalnız bizim memleketin tersinden yobazlarına anlatamazsınız! Var mı bir cevabınız? Kâfir - Doğrusu, birdenbire cevap bulamıyorum! Ama öyle hissediyorum ki, oruç tutmadığı halde kendisini oruçlu göstermenin hali, onu gizlice yiyenin durumundan daha samimi olsa gerek... Mümin - Oruç tutmayıp da kendisini oruçlu göstermek diye bir hal yoktur; sadece cinayetini ortaya dökmemek diye bir haya edası vardır. Zira oruçlu olduğunu göstermek zaten esasında mümkün değildir. Samimiyet dediğiniz de bu edanın idrakindedir. Öbürü samimilik gayretiyle düşülen katmerli çiya tavrı... Kâfir - Kah; kah, kah! Olur şey değil yahu! Siz artık büsbütün sapıtıyorsunuz! Mümin - Asıl sapıtan, cevaptan âciz kalandır! Allah'ın bilmediği, görmediği, zapt ve ihata etmediği şey yok... Böyle olunca bazı günahları, alenilik plânına çıkarmamak, onları Allah'tan gizlemek mümkün olmadığına göre Allah'ın kullarına tahsis ettiği izhar plânından gizleme suretiyle yine Allah'a karşı bir haya ifade eder. Tasavvufta "Hakkın zahiri halk, halkın bâtını Hak..." sözü, işte bu sırra işaret... Halkın suratına çarptıkları bir hadise, bâtın yoluyla yine Hakk'a gider; ve Hakk'ın zahirine karşı insan bütün edep ölçülerini halka göre tayin eder. Yoksa halk, tek başına ve yalnız kendi mânasından ibaret olarak hiçbir zaman gaye değildir. Haktan utanmayan halktan da utanmaz. Bir insanda, bol bol günah yaptığı halde onu halktan saklamış olmak, saklamaya mecbur olmak ukdesi o kadar büyük bir ıstırap doğurur ki, nihayet ahlâk ve samimilikten ibaret İslâm ruhu onda hiçbir günaha kudret bırakmaz. Yahut, günah yaptıkça utancından gözlerini topraktan ayıramaz. Yoksa, Hristiyanlıktaki alenî günah itirafı, Müslümanlıkta, o günah üstüne ayrıca bir günah bindirir ve ayrıca, insanı, günahıyla böbürlenmiş olmak gibi en feci vaziyete düşürür. İşte, zaten kulun kula karşı takındığı bu pervasızlık tavrıdır ki, neticede Allah'a karşı isyan ve korkusuzluk ifadesi olur ya... Yine mi anlamıyorsunuz? Kâfir - İnsanı öyle içinden çıkılmaz vaziyetlere getiriyorsunuz ki, onda anlamaya yer bırakmıyorsunuz! Mümin - Asıl siz kalbinizde imana yer bırakmadıkça anlamaya yer bırakmamış oluyorsunuz... 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted October 11, 2008 Hacc Kâfir - Siz beni hiç konuşturmuyorsunuz ki!.. Nerede kaldı adalet?.. Mümin - Buyurun, konuşun, son kelimenize kadar dinleyeceğim. Kâfir - Cevaplarınız evvelden malûm... Namaz ve Oruçtan sonra Hacc ve Zekâtın da sonsuz nimetlerinden ve sayısız faziletlerinden bahsedeceksiniz... Mümin - Dikkât ederseniz bu ulvî vazife bahsinde bana bir fırsat düşmeden siz aksini yapıyorsunuz; ben de sadece size cevap yetiştirmekle kalıyorum. Yani, Hacc ile Zekât aleyhinde de söyleyecekleriniz mi var? Kâfir - İşte bilemediniz! Bilâkis, Müslümanlar arasında uzak ve yabancı toplulukları bir araya getirmek ve her türlü ruh ihtilâflarına meydan vermek bakımından Haccın pek büyük faydaları olduğunu kabul edebilirim. Zekâta gelince, onu, bugünkü kapitalizma ve liberalizma rejiminin en zalim tarafını ve dahhameleşmiş sermaye saltanatını tedavi edecek kıymette görüyorum. Sadece Zekât sayesindedir ki, kapitalizmanin kötü tarafı gider ve iyi tarafı kalır, sosyalizmanın da iyi tarafı kalır ve kötü tarafı gider kanaatindeyim. Zaten İslâmiyet düşmanlarından hiç kimse, Hacc ve Zekâtı methetmekten başka bir şey yapmamış ki... Mümin - Bitti mi sözünüz? Kâfir - Evet... Mümin - Sizin Hacc ile Zekâttan anladığınız da, onun kışrına ait ve artık göz kamaştıracak kadar belli bir iki kıymetin, görülür gibi olması kadar bir şey... Yani bunların da asılda ne olduğunun farkında değilsiniz! Kâfir - Size yaranmak da kabil olmuyor! Mümin - Gaye, şahıslara değil, hakikate yaranmaktır. Siz mücerret ruhları şunun için anlamıyorsunuz ki, Hacc ile Zekâtı değerlendirmeye çalışırken, hâlâ ve daima, kapitalizmanın kötü tarafını atıp sosyalizmanın iyi tarafını alacak bir vasıta düşünüyorsunuz. Kâfir - Yani, eşya ve hadiseler arasında kıyas ve münasebet âlemi de mi yasak? Mümin - Dâvaları öyle bir yakınlık noktasından mütalaaya alışmalısınız ki, orada bütün hak ve hakikat tecelli edebilsin; ve aslî hiçbir şey başka bir şeyin vasıtası ve peçesi olmak vaziyetinde kalmasın... Kâfir - İslâmın dünya çapında bir muhasebesi olamaz mı? Mümin - Olur ... O da şudur: Kapitalizma ve sosyalizma, nazizma ve liberalizma, materyalizma ve idealizma, âlemde dâva ve aks-i dâva halinde kaç mezhep, cereyan ve istikamet varsa, hepsinin talip olup da vasıl olamadığı hakikat İslâmlıktadır. Bunu böyle söyleyebilir misiniz? Kâfir - Asla! Siz benim bazı İslâmi esaslar üzerindeki takdir hissimi de baltalıyorsunuz. Mümin - İslâmlıkta ya olmak, ya olmamak vardır. Yarımın bizce sıfırdan farkı yoktur. Ya hep, ya hiç... Kâfir - Hacc, İslâmın, üzerinde münakaşa ve mücadeleye girişmemiz imkânı olmayan bir buluştur. Mümin - Devam, devam!.. Kâfir - Bir kere, o yeri elinde tutan, yollarına ve yol vasıtalarına hâkim olanlar için büyük iktisadî faide... Mümin - Sonra, sonra?.. Kâfir - Sonra, İslâm âlemine mensup binbir milletin birbiri içinde kaynaşması ve büyük kütleler doğurması bakımından içtimaî faide... Mümin - Daha sonra, daha sonra?.. Kâfir - Daha sonra, bir araya gelen bu kütlelerin, birbirinin ruh ve meşrep, tecrübe, usûl, âdet ve an'anesini tetkike imkân vermesi bakımından harsî faide... Mümin - Dahası var mı? Kâfir - Bu kadar ama, ararsam daha da bulabilirim. Seyahat, yol, müşahede ve binbir yenilikle temas bakımından da fikrî ve ruhî faide... Mümin - Bu son madde, harsî faideye girer. Başka söyleyecekleriniz? Kâfir - Siz İslâmın methedilişine de zemmi kadar kızıyorsunuz! Daha ne istiyorsunuz ki? Mümin - Sadece gerçek imanı istiyorum! Haccı, evvelâ, buluş tabiriyle değil, emir tabiriyle ifade etmeli... Evvelâ ibadet, sonra ferdî ve içtimaî faide fikri... Hacc bütün bu saydığınız madde kıymetlerini maiyetine almış olarak, fâni dünyanın tükenip ebedî âlemin başladığı sınır noktası üzerinde ve etrafında, uzak mesafeler aşarak gelmeyi ve halkalanmayı emredici büyük iştir ve zaten lügat mânası da mudur: "Büyük iş"...- Bu büyük işte, maddî hareketiyle manevî hareketi meczeden ve en büyük mânayı madde ve harekete döken bir sır vardır ve bütün kıymet bu sırdadır. Gerisi, maiyet kelimesiyle ifade edilebilecek tâbi kıymetler... Anladınız mı? 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted October 18, 2008 Zekat Kâfir - Zekâtı konuşalım. Mümin - Konuşalım, neyse itirazınız bildiriniz... Kâfir - Hiç bir itirazım yok, zekâttan daha üstün bir iktisadî adalet sistemi olamaz. Mümin - Sizin bu sözünüzü bir materyalist ve marksist de söyleyebilir. Kâfir - Yâ nasıl söyleyelim?- Mümin - Zekâtın herşeyden evvel bir ibadet olduğunu bilecek ve ancak ondan sonra cemiyete getireceği nimetleri kabul edeceksiniz. Eğer onu, namazı spor telâkki etmeniz gibi, mücerret bir iktisadî sistem diye anlayacak olursanız bütünü parçaya feda etmek felâketi doğar ki, böyle bir anlayış, bizim için tam bir anlayışsızlıktan daha tehlikeli olur. Kâfir - Yani bütün kabahatimiz, bir kıymet hükmünü yerine koyamayışımızdan ibaret mi? Mümin - Bu kıymet hükmü bütün iman elbisesini tutan düğmedir. Şimdi zekât hakkında görüşünüzü lütfediniz! Kâfir - Her zenginin, malından, her yıl kırkda birini dağıtmakla mükellef olmasındaki sır ferdî sermayenin, dahhameleşmesine, urlaşmasına, dev gibi büyümesine mâni biricik tedbirdir. Bu da, asrımızın biricik meselesi olan sömürücü kapitalizma sistemine karşı yegâne müdafaa silâhıdır. Mümin - Şimdi beni dinleyin! Ben size Zekâtın, hiç anlamadığınız ve anlamaya yanaşmadığınız ibadet sırrından başlayıp, tâli bir fayda halinde bütün cemiyeti kurtarıcı içtimaî ve iktisadî teavün nüktesine kadar bütün faziletlerini sayayım: Zekâtın ibadet sırrı, onun, Allah tarafından emredilen bir farz olduğunu bilmekte, Allah için yerine getirmekte ve bir Allah emri olması bakımından onun her faziletini kabul etmektedir. Böylece menbadan munsaba doğru hareket edince, karşımıza çıkacak ilk düstur Zekâtın, malın pisliğini götüren bir mükellefiyet olmasıyla başlar. Evet, Zekât, veren için malın pisliğidir. Şüphesiz ki, buradaki pislik, maddî ve mevziî bir hadise değil... Bir had aşılmış, o haddin İlâhî vergisi tarhedilmiş; ve ehline, yani o haddin gerisindeki muhtaçlara hakları teslim edilmiş demektir. Aşılan had, ferdin, gereğinden fazla iktisabıdır. Buna rağmen ferdî iktisap fazlaları, meşru yoldan gelmek şartiyle İslâmiyette helâldir. Fakat helâl içinde bile, fazla malik olanların malik olmayanlara karşı muvazenesizliğini, malın, ona malik olan fert vasıtasiyle ibadet şeklinde ve İlâhî bir vergi halinde, Zekât telâfi eder ve geride kalan malı tüm helâl üstü helâl kılar. Böylece Zekâtta, İslâmiyetin hem ferdî iktisap ve mülkiyete rızası, hem de bu mülkiyetin kısım kısım ve derece derece cemiyete intikali gibi, iki zıddı birleştiren çok derin bir adalet ve ahenk tecellisi vardır. Öyle mânalar gömülüdür ki, zekât emirlerine, ferdi yalnız senelik kazanciyle değil, ana malı ve öz sermayesiyle de kuşatır ve hareketsiz bıraktığı kıymetleri budaya budaya sıfıra indirir. Sayıp dökeyim mi tek tek faziletlerini?.. Kâfir - Değmez! O faziletler üzerinde müşterekiz. İsterseniz ben sayıp dökeyim... Mümin - İstemez! İşte o zaman sahte iştirak şeklinde ebedî ayrılığımız meydana çıkar! 1 Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted October 25, 2008 Zina-Sirkat Kâfir - Anlatın bakalım, İslâmlıkta zina ve sirkat cezalarının hikmetini!.. Anlatın da, birinde insanları yarı beline kadar toprağa gömüp taşla öldürmek, öbüründe de bir kolunu kesmek gibi tüyler ürpertici ceza fiillerinin mantığını görelim! Mümin - Kuzum, her lâfı edin de, şu mantık lâfını karıştırmayın! Mantık, sizce, içinizin peşin kabul veya ret temayülünün mühürdarından başka bir şey midir? Aman, sözümü kesmeyin, bahsimize girelim: Demek lâzımdır ki, zina ve sirkati, cemiyetten mutlaka kaldırılması lâzım birer âfet kabul etmemenin yolu yoktur. Bu iki âfete "Cemiyet için lâzımdır!" diyebilmek, bu husustaki İslâmî cezaları ağır görenler için belki daha tezatsız bir mukabele olur, fakat böyle bir şeyi müdafaa eden de, maksadını apaçık ele vermesi bakımından dâvayı kaybeder. Evet; zina ile sirkati cemiyetten tasfiye etmek... Bu gayenin birinci maddesine itiraz edebilmek için sadece komünist ve materyalist, ikinci maddesine itiraz edebilmek için de eski yunan devrinin Ispartalılarından olmak lâzım. Bugün medeniyet dünyası, baştan başa, bu iki illetin de tedavisi üzerinde müttefiktir. Zina ve sirkat, insan topluluklarının suikastçısı iki müthiş (gangren)dir; böyle mi, değil mi? Kâfir - Böyle... Komünist ve eski Ispartalı olmadığıma göre, böyle! Mümin - Malûm!.. Küfrün hangi şubesine mensup olduğunuzdan gafil değilim! İmdi; dâva bu iki (gangren)i de kökünden kesip atmak olduğuna göre, bunları rica ile, minnetle, okşıyarak, yalvararak tasfiyeye kalkan metotlar mı daha tesirlidir; yoksa kılıç gibi, operatörün (bisturi)si gibi bir vuruşta kesip atan metotlar mı?.. Hattâ, tesirden vazgeçtik, (gangren)e yalvaran bir baba mı hasta evlâdına karşı daha merhametlidir, yoksa illetin sardığı uzvu hissiz parmaklarla çekip koparan bir baba mı? Kâfir - Demek İslâmiyet, merhametli olduğu için insanları taşla öldürüyor ve kollarını kesiyor, öyle mi? Mümin - Bilhassa merhametli olduğu için!.. Bu öyle bir merhamettir ki, onu görebilmeniz için başınızı tam kaldırabilmeye iki büklüm küfür omuzları müsaade etmez. O kadar yüksek bir merhamet... Bunun içindir ki, İslâmiyette ister zina ve ister sirkatin cezası, herkes bu fiilleri yapsın da öbür taraftan da cezasını görsün diye değil, kimse yapmasın ve bu ceza tatbik olunmasın diye vaz'olunmuştur. Zaten Şeriatte zina fiilinin tesbiti için ne kadar şart ve kayıt konduğunu bilseydiniz, bu cezanın tatbikini hemen imkânsız görür; ve çehresini anlardınız. Öbür karşılaşmamızda her şeyi tam anlıyacak ve mat edildiğinizi itiraf edeceksiniz! Share this post Link to post Share on other sites