Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
BDG

Mabetsiz Şehir

Recommended Posts

Osman Yüksel Serdengeçti'nin "Mabetsiz Şehir" adlı eserinden bu başlık altında iktibaslar yaparak eserden daha fazla sayıda kişinin yararlanmasını sağlamış olacağız.

*** *** *** ***

 

ÇOCUKLARIMIZA NELER ÖĞRETİYORUZ?

 

Çocuklarımız her hafta radyoda

Ayşe ablanın başkanlığı altında,

hep bir ağızdan kopiller gibi havlatılıyor!..

İnsan mı yetiştiriyoruz, köpek mi?

Çocuk ruhiyatı üzerinde azıcık akıl yoranlar, anlarlar ve bilirler ki, çocuklar aşağı yukarı balmumu gibi, her şekle sokulabilen varlıklardır. Çocukların yanında söylenen her söz, yapılan her hareket muhakkak ve muhakkak onların körpe ruhları, düşünüşleri, yaşayışları ve hareketleri üzerinde tesirini gösterecektir.

Çocuklar vermeden çok alıcı, tesir etmeden çok tesir altında kalıcıdırlar. Onlarda taklit edilen psikolojik hâdise en esaslı ruhî faaliyetlerden biridir. Hatta insan topluluklarını, cemiyetleri, cemaatleri ve bunlar arasındaki münasebetleri taklit kanunlarıyla izaha çalışan, cemiyet nazariyatçıları (Fransız sosyologu Tarde gibi) dahi vardır. Atalarımızın "Üzüm üzüme baka baka kararır"; "Kişi refikinden azar"; "Anası ne derse danası da onu der" gibi sözleri, bu gerçeğin ta eskiden beri halk tarafından anlaşılmış olduğunu gösterir. İnsan terbiyesinde taklidin yeri büyük, hem de çok büyüktür.

Taklit evvelâ maddî olsun, manevî olsun bir yakınlıkla, bir sempati ile başlar. Müsait zaman ve zemin bulunca hemen yayılır.

Zamanımızın şahsiyet ve ferdiyet düşmanı otoriter rejimleri, milleti ve bilhassa gençliği kendilerine inandırmak, ısındırmak, milyonları peşlerinde sürüklemek için bu usulden çok istifade etmişlerdir. Diktatörler söyler, millet tekrar eder, şefler söyler, millet tekrar eder. Bunlar tekrar edile edile bir kuvvet olur, dogma, yasa, parola hâline gelir. Başkasının sözlerini, hareketlerini, jestlerini taklit eden her insanda bir hususiyet kayboluşu, bir şahsiyet ölüşü vardır.

Biz bu yazımızda; çocuklarımıza neler öğretiyorlar? Teşekkül hâlinde bulunan hassas ve nazik varlıkları nasıl, neye göre yetiştiriyorlar? Bunun üzerinde duracağız. Şunu itiraf edelim ki, biz bu sahada da derin bir gaflet ve dalâlet içindeyiz. Ankara Radyosu'nun çocuk saati bize bu hususta bir fikir vermek için kâfidir.

Cumartesi günleri radyoda çocuk saati var -açınız, dinleyiniz- tahammülünüz varsa... Aman ne rezalet! Şehirde misiniz, köyde mi? Yoksa bir çobanın yanında mı? Şaşırır kalırsınız. Bir havlamadır gidiyor. Hav hav hav... Ayşe abla başına kopilleri toplamış havlatıp duruyor. Bu fasıl biter... "Hoppudu hoppudu yâr, zıppıdı zıppıdı yâr" sonra kaşık oyunu. Bunlar da ne demektir? Hoyrat hoyrat, sarhoş naraları gibi ruhsuz, zevksiz, nezahet ve nezaketten fersah fersah uzak. Neredeyiz, ne oluyoruz, meyhanede miyiz, ...hanede miyiz?..

Daha ana baba demesini beceremeyen minicik yavrular "yâr" demesini öğreniyorlar ve mükemmel küçük fino köpekleri gibi ürüyorlar. Bazıları bizim mugalata, demagoji yapmak istediğimizi söyleyecek, "ne var bunda, nihayet bir çocuk saati, çocuklarımızı eğlendiriyorlar, fena mı?" diyeceklerdir. Çocuklarımızı eğlendirmek! Bunu biz de anlıyoruz. Fakat eğlendirirken köpekler gibi ürdürmek, sarhoşlar gibi nara attırmak! Bu da ne oluyor? Bunlar oluş hâlinde bulunan çocuklarımız üzerinde dehşetli tesir yapıyor. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi başkasının hareketini, sesini taklit eden her insan, hele bu çocuk olursa, varlığından, seciyesinden, şahsiyetinden birçok şeyler kaybeder ve zamanla taklit ettiği şeyin hüviyetini alır. Münkir bir insan Allah diye diye Allah'a inanır. Hallaç gibi Hak diye diye Hak olur. Âşık canan diye diye can olur. Ve bir çocuk köpek gibi havlar durursa biraz köpekleşir. Bütün bu söylediklerimiz, gülünç gibi gelen bu sözler esaslı psikolojik kanunlara dayanıyor.

Çocuklarımızı eğlendirirken, onlara yüksek duygular, faydalı, doğru fikirler aşılayamaz mıyız? Tam bu fırsattan istifade ederek bu körpe, lekesiz, saf ruhlar üzerinde insanca, ustaca işleyemez miyiz? Nedense maalesef ve maalesef bizde ileri fikir diye, modern diye gelen her şey zararlı bir hâle sokuluyor. Biz işin alay tarafındayız. Meselâ radyo denilen şu âlet iyilik için kullanılırsa ne büyük nimettir. Kötülüğe âlet edilirse ne menfur bir şeydir. Her hafta Ankara Radyosu'nda Ayşe ablanın başkanlığında çocuklarımız hep bir ağızdan kopiller gibi havlıyorlar. Şimdi pek yukarılara çıkmadan aşağıdan Ayşe ablaya yani Neriman Hızır'a soruyoruz: Kendileri az çok bu sahada çalışmışlardır. Hatta ruhiyat tahsil etmek için Amerika'ya kadar gitmişlerdir. Amerikalılar da çocuklarını böyle mi terbiye ediyorlar? Yoksa siz onlardan ayrı kendi bünyenize uygun bir usul mü takip ediyorsunuz? Bunu yaparken belki de içinde bulunduğunuz cemiyeti düşünüyor, en yakınınızdan ilham alıyorsunuz? Bakıyorsunuz ki muhitiniz el etek öpen, yalayan, efendilerinin karşısında sadıkane kuyruk sallayan mahlûklarla dolu ve ancak bunlar hayatta muvaffak olabiliyorlar. Sizin de vazifeniz çocuklarımızı yarına hazırlamak, onlara bugünün muvaffak olmuş, sivrilmiş tiplerini örnek olarak göstermektir? İş böyle ise biz yanıldık! Çocuk saati başkanından özür dileriz. İyi... İyi... Kopillere şimdiden havlamasını öğretin de ileride müşkülât çekmesinler -Efendilerinin karşısında salta durmasını, el ayak yalamasını yadırgamadan becerebilsinler- Çok iyi, çok iyi, vazifeye devam..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Serdengeçti, cemiyet içerisindeki hassas bir noktaya temas etmiş. (Ayrıca yazıda, çocuk ruhunun inceliklerinin ve o hassas yapının mahiyetinin anlattığı yerler takdire şayan) Dünyaya geldikten sonra, kendisine verilen ruh ve beden ile çevresini algılamaya başlayan ve gördüğü hadiselerin, duyduğu seslerin, konuşmaların, güzel ya da çirkin sözlerin, diğer duyularını da tesir altına alan bütün dış faktörlerin neticesinde insan, bir şekle girmeye çocukluk devresinde başlamaktadır –ve hatta daha öncesinde-Teşekkül eden bu şekil, insanın son nefesine kadar öyle bir tahakküm kuvvetine maliktir ki ruh üzerinde –bir nevi alışkanlık dediğimiz davranış biçimleri- bir cemiyeti, bir milleti istenilen istikamete tayin etmek, o milletin çocuklarının kafalarına, ruhlarına istenilen neticeye ulaştıracak nefesi üflemekle mümkün hâle gelebilmektedir.

 

Serdengeçti’nin verdiği misalde bir iletişim aleti ön planda: Radyo. Günümüzde televizyon ve bilgisayar da radyonun yanında yerini almış ve kendilerine menfi yahut müspet şekilde verilecek olan görevleri gerçekleştirmek için insanoğluna boyun bükmüş vaziyetteler. Çocuk programı adı altında safiyane ruhlara aşılanmak istenenlere baktığımızda mabetsiz bir şehir teşekkül ettirmek isteyen kişilerin nasıl bir yayın politikası güttüklerini görmekte ve cemiyetçe geldiğimiz şu noktada da merhum Serdengeçti’nin tenkid ettiği yapının semerelerini görmekteyiz. O günlerde menfi cereyanlara çarpıla çarpıla büyüyen çocuklar, bugünün yeni neslini çarpıtmak vazifesini üzerine alan kişilerdir. Bu çarpılmadan kurtulan olmamış mıdır, elbette ki olmuştur. Ancak insan tabiatının gereğidir ki, bir insanın ruhuna ne ekilirse, ileride biçilecek olan insan tipi de odur.

 

Serdengeçti sadece iletişim cihazını, mevzuunun mihverine yerleştirip bu mihverden çıkarak genişleyen bir yazı kaleme aldığı için, çocuk ruhu üzerinde en az radyo, televizyon ve bilgisayar kadar tesiri olan yozlaşmış okulları göz ardı ediyorum. Sadece kısaca şunu söyleyeyim ki, çocuk ruhiyatından anlamayan ve yaptığı her hareket, söylediği her kelam ile kendisine yetiştirsin diye verilen çocukların ruh çeperlerini yıkan bir öğretmen, bu öğretmene müsavi ebeveynin olduğu bir evden o okula gelen bir çocuk ve o çocuklardan teşekkül bir sınıf, okuldan evine geldiğinde ise mahiyeti malum televizyon kanalları arasında mekik dokuyan bir çocuğun ne acınacak halde olduğunu görmemek mümkün değil. Bu en acınası misal, en dibe vurmuş ve menfi cihetine projektör tutulmuş cemiyet çerçevesinde yazılmakla birlikte, bu tablonun azımsanmayacak sayıda olduğunu da cemiyetimizi mercek altına aldığımız vakit tespit edebiliriz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

BUNLAR İSRAİL GAZETECİLERİ Mİ?

 

Geçenlerde Pakistan'ın Anayasa Meclisi Reisi Abdülvehap Han memleketimizi ziyaret etti. Sakallı, yaşlıca muhterem bir zat...

Hemen güya bizi, Müslüman Türk halkını temsil eden gazetecilerimiz Atayasacılar, Pakistan'ın Anayasa Meclisi Başkanı'nı sual yağmuruna tutmuşlar. Sorulan suallere bakın:

1. Mekteplerinizde din dersleri var mı?

2. Reisicumhurunuzun neden mutlaka Müslümanlardan olması lâzım?

3. Ceza kanunlarında İslâmî eserler mi tatbik edilecektir?

4. Lâik misiniz, değil misiniz?..

Bunları soran bizim gazeteciler... İsrail gazetecileri değil ha!.. Güler misin, ağlar mısın?!.

Yahu, bu adamların din denilince tepesi atıyor. Yahudiler bile islâm dininden, Müslümanlardan bu kadar nefret etmezler!.. Böyle sualler sormazlar... Lâf mı bu?!. Elbette mekteplerinde din dersi olacaktır... Pakistan'ı Hindistan'dan ayıran yegâne husus İslâm dinidir, Pakistanlıların Müslüman oluşudur. Pakistan bugünkü varlığını, ayrı bir devlet oluşunu İslâmiyete borçludur. Hikmet-i vücudu budur.

Hele suale bakın: Neden Reisicumhurunuz muhakkak Müslüman oluyor?

Eh bu sual hepsinin üstüne tüy dikiyor... 80 milyon Müslümanın Reisi Müslüman olmayacak da asırlarca Pakistanlıların kanını emen Hindulardan biri mi olacak?

Lâik Türkiye'de dahi Devlet Reisi Müslüman değil midir? Hadi bakalım lâikiz diye başımıza bir gayrimüslim getirsenize: Yorgi, Dimitri, Athenagoras v.s... kabilinden... Sıkı mı? Size kalsa siz onu da yaparsınız? Şunlara bak bir... Pakistanlı misafire sordukları suale!.. "Neden Reisicumhurunuzun Müslüman olması lâzım?!."

Dünyanın neresinde görülmüştür bir devlet reisi kendi milletinin dininden ayrı bir din, kendi milliyetinden başka bir milliyet taşısın...

Bu, ancak esaret ve müstemleke idarelerinde vardır. Yoksa, bu gazeteciler dost-kardeş-dindaş Pakistan'ı hâlâ müstemleke mi sanıyorlar?!.

Lâik mi imiş, değil mi imiş?!. Hay Allah lâyığınızı versin! Pakistanlı kardeşlerimize şunu söylemek isteriz ki, bunlar, böyle sualleri soranlar hakikî Türk değildirler!.. Her Türkçe konuşanı Türk sanmayınız... Hakikî Türk müneveri, Türk halkı onlar gibi düşünmüyor... Dünyada İslâmî esaslar kadar medenî, insanî, demokratik esaslar yoktur...

Bunlar Türkiye'de Müslümanlığı ağza alınmayacak bir hâle getirmek için çalışıyorlar. Din adamlarımızın adı yobazdır. Allah'ın her günü din adamlarını tezlil ve tahkir eden yazılara, fıkralara, karikatürlere, rotatif saltanatçılarının, basma kâğıt tüccarlarının gazetelerinde bol bol rastlanır.

Din adamlarından biri bir suç işlese ayyuka çıkar. Sanki din adamları melektir. Her türlü beşerî duygulardan münezzehtir. Maksat hocaların şahsında Müslümanlığı vurmaktır. Karargâhlarını İstanbul'da kuran, şuradan buradan gelme, birikme, birikinti türediler, bu vatanı hangi ruhun kurtardığını bilmemezlikten gelirler. Bizzat kendilerini bu günlere, bu imkânlara kavuşturan ruha düşman kesilirler... Onlar Türkiye'yi ifsat ettikten sonra şimdi de Pakistan'a el atmak, orasını da ifsat etmek istiyorlar... Çatlasalar, patlasalar bu olmayacaktır. Pakistan kendi ruhuna, kendi dinine ihanet edemez... İslâmî esaslar dahilinde bir anayasa tanzim edilmiştir. Asırlardan sonra büyük İslâm prensipleri, Pakistan'da basübadelmevte kavuşmuştur. İslâm Pakistan Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Yeryüzünde resmen devlet adında "İslâm" ismini taşıyan tek devlet Pakistan'dır. İslâm Pakistan Cumhuriyeti, Pakistanlı kardeşlerimize ve bütün âlem-i İslama kutlu olsun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

KARA HABER

 

Mareşal Fevzi Çakmak'ın ölümü dolayısıyla:

Mareşal ölmüş!..

Işıklı bir bahar sabahı, bu kara haber bütün İstanbul'u kapladı. Herkeste hüzünlü bir teslimiyet var. Garson elindeki tabağı bırakıverdi; patron müşterinin verdiği paraya bakmadı... Dünya!.. Hiç ölmeyecekmiş gibi sarıldığımız dünya, birdenbire fâni oluvermişti. Lokantadan mahzun ve mükedder çıktım. Tramvaylar yine işliyor, insanlar yine gelip gidiyordu!

"Alem yine o âlem, devran yine o devran!" dedim. Fakat iyice dikkat edince, yüzlerde, gözlerde büyük batışlardan sonra hâsıl olan o durgun ve kırgın hâl vardı... Kimse bağırmıyor, konuşmuyor, gülmüyordu!..

Ağır ağır düşüncelerle yürüyordum. Birdenbire durdum; çiğ, yırtık, hoyrat bir ses; bir türkü!.. Bu matem gününü sokaklara, caddelere bir bayram günü gibi ilân ediyordu!..

Bulgaristan ve Yunanistan da dahil, bütün yakın şark radyoları susmuştu... Bizimkiler bayram yapıyordu...

Sabahtan beri mukadderata sessizce teslim olan insanlar birdenbire feveran ettiler. Biraz evvel kadere boyun eğip hiçbir şey istemeyen mümin, mütevekkil insanlar, içten içe ayaklandılar, baş kaldırdılar... Mareşal öldü! Bayraklar niye yarıya inmiyor!.. Yabancı radyolar sustu! "Türkiye radyolarının bu çılgınlığı ne?!" Herkes böyle diyordu.

Dakikalar, saatler geçtikçe heyecan ve tevehhür bir çığ gibi büyüyordu... Ankara'ya Basın Yayın Genel Müdürlüğüne telgraflar çekiliyor, radyo idarelerine telefonlar ediliyordu. Fakat bütün bu gayretler boşuna! Verilen cevaplar, bir "emriyevmî" gibi kat'î... "Ankara'dan emir var: Programda katiyen değişiklik yapılmayacak!"

Radyo Evine Yürüyüş

Bu vaziyet karşısında sabahtan beri dişini sıkan, kendini zor zapteden üniversite gençliği artık dayanamadı... Duyduğu derin teessüre tercüman olmaları için gazete idarehanelerinin önünde toplandı... Saygısızlar nefret ve şiddetle takbih edildi. Bu hâdiseler cereyan ederken İstanbul ve Ankara radyoları hâlâ rumba ve samba havalarına devam ediyor, hâlâ gençliğin bu asil galeyanı ile alay ediyorlardı.

Suyu kökünden kurutmak lâzımdı... Bir ses yükseldi;

Radyo evine, Radyo evine... Bütün kalabalık bu sesin peşinden aktı... Kalabalık gittikçe büyüyordu.

Fakat Radyo evi daha evvelden kuşatılmıştı...

Polis müdürü ve âmiri başta duruyordu.

İsteğiniz nedir diye soruldu...

İsteğimiz radyonun susması, bayrakların yarıya çekilmesi, millî matem günü ilân edilmesi...

"Ankara'dan emir aldık" dediler... Bu arada mukaddes küfürler duyuldu! Gençlerden biri:

"Papa ölür bayraklar yarıya iner, bir ecnebi ölür, bayrak yarıya iner!.. Radyolarımız susar!..

Mareşal öldü! Bu bayrakların gölgesinde, bu insanların ülkesinde zafer kazanan Mareşal öldü! Hâlâ bayraklar yarıda değil!.. Bütün şark radyoları sustu. Bizimkiler, rumba samba çalıyor. Bugün gam günüdür... Solmajör gamı sussun! Bu sesler sussun!.. Bunu istiyoruz!.." dedi. Cevap yine aynı cevap: Ankara'dan emir aldık!..

O sırada vali de içerdeymiş. Radyo evinde. Tekrar itiraz! Tekrar Ankara!.. Gençlerden bazıları ısrar ettiler. Bazıları dağılalım dediler. Derken yeni bir ses: Mareşal'in evine gideceğiz. Orada bir tazim duruşu yapacağız... Ve ileri atıldılar. Polis müdürü emretti. Etraf atlı polislerle sarılmıştı. Mareşal'in ölüsünden bile korktular. Üniversite gençliğinin üzerine hayvan ve sopalarla hücum ettiler, düşenler, bayılanlar oldu! Küfürler yükseldi! "Ulan it sunileri v.s." Polisler hem sövüyor, hem dövüyordu gençleri... İleri hatlardakiler yakalandılar. Bir paçavra gibi itile kakıla, elastikî sopalar, sert küfürlerle karakola atıldılar.. O akşam, Mareşalin öldüğü gün akşamı polis talebeye baskın çıktı... Gençlerden biri anlatıyordu: "Benim evim o tarafta idi, evime gidiyordum. Atlı polislerden biri üzerime hücum ediyordu... Ulan ibne yürü diyordu, yürü... Zor kurtuldum." Gençler, atlı polisler tarafından dağıldı; dağıtıldı. Birçokları tevkif edildi. Sanki seferberlik ilân edilmişti. İstanbul sokaklarında askerler devriye geziyorlardı... İstanbul işgal altında idi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

MABETSİZ ŞEHİR

 

Bu şehrin insanlarının mabutları ceplerinde mabudeleri yalaklarındadır.

Dünyanın başka yerinde var mı bilmem! Türkiye'de mabetsiz bir şehir var... Ankara'nın Yenişehir'i... Bir akşamüzeri bu şehirde dolaşıyorum. Sanki yürümüyorum; ayaklarım kendiliğinden gidiyor. Asfaltlar üzerinde otomobiller, otobüsler, troleybüsler yağ gibi kayıyor. Bu manzara bana Anadolu yolculuklarını hatırlattı. O yollar ne fena yollardı! Beş saatlik mesafeyi üç günde almıştık. Dağlarda kalmıştık. Otobüs bizi değil, biz otobüsü taşımıştık. Asfaltların üzerinde gençler, erkekli dişili paten kayıyorlardı. Kayarken belki düşmemek için, belki de bililtizam kızlar erkeklere, erkekler kızlara sarılıyorlardı.

Bunlar çoluk çocuk değildiler. Yetişkin kızlar ve delikanlılardı. Önümden iki genç geçti. Bunlar yukarıya Kocatepe'ye çıkıyorlardı.

Yine bir gün, güneş batıp, ay doğarken manzarası gayet güzel olan bu tepelerde dolaşıyordum. O zaman da çirkin manzaralara şahit olmuştum. Baktım ağaçların altında açıkça münasebette bulunanlar vardı. Bu açık hava kepazeliğini görmemek için oradan uzaklaşmıştım. Önümden geçen gençler de aynı hedefe doğru ilerliyorlardı. Günahlarına girmeyelim; belki de birbirlerine aşk şarkıları söyleyeceklerdir. Bu geliş gidiş, oynayış ve apaçık münasabetler bana Konya ve Akseki hapishanelerini hatırlattı. Bu hapishanelerde kız kaçırmaya teşebüsten, zina suçundan, sarkıntılıktan mahkûm olmuş ne kadar genç insan vardı. Bunlar arasında Akseki'nin Fersin köyünden Koca Mehmet'i düşünmemek kabil mi? Ne kadar uslu ve namuslu bir çocuktu. Evlenmek gayesiyle köylerinden bir kızı kaçırmak istemiş. Sonradan köyün haberi olmuş, Mehmet'in elinden kızı almışlardı. Bana "Vallahi bir tüyüne bile dokunmadım. Bir şey yapsaydım neyse... Ona acımadım da 2,5 yıl Alanya Ağır Ceza Mahkemesine indim, çıktım. Beş çift çarık eskittim" diyordu. Mehmet'e mahkeme 18 ay mahkûmiyet vermişti.

Ben böyle hapishaneleri ve orada yatan insanları düşünürken yanımdan mektep arkadaşlarımdan biri geçti. Selâm verdi, sadece selâm vermekle kalmadı, durdu. Çok neşeli görünüyordu. Konuştuk. Bana, öyle bir yere gitmeyeceğimi bildiği için, "Akşam seni bir yere götüreyim mi?" dedi.

Lâf olsun diye sordum:

- Nereye?

Bana biraz daha yaklaştı, bir elini omzuma koyarak anlatmaya başladı:

- Azizim bu akşam yine âlem var, anlıyorsun ya âlem!.. Poker âlemi. Ben:

- Galiba poker değil, bekâr âlemi, şeker âlemi var, dedim.

Bu söz üzerine kayıtsız şartsız öyle bir kahkaha attı ki, neredeyse yolda hareket eden otobüsler duracaktı.

- Evet azizim bekâr âlemi, şeker âlemi var... Oraya ne şeker şeyler geliyor bir bilsen... O yaşını başını almış, içi geçmiş heriflerin öyle güzel, genç karıları var ki!..

- Ey bunlardan sana ne? dedim.

- Sana ne olur mu be... Sen çocuksun galiba... Bu moruklardan bir kısmı oyuna merakladır. Poker masasına oturur, bir kısmı da koltuklara gömülür, horul horul uyur. İşte sen o zaman bir gör ağabeyini!.. Masa başında evvelâ alttan ayaklar anlaşır. Sonra gözler... Nihayet... Nihayet...

Omzumu şiddetle bir daha sarstı.

- Nihayet bayanın ruhu sıkılacak, hava almak isteyecektir. Hava almasa fenalık geçirir. Sosyete kadınlarının ayılması, bayılması, fenalıklar geçirmesi âdettir. Sen bilmezsin bunları. Sen daha öküzün ektiğini yiyorsun. Balkona çıktık, biraz hava aldık mı, zaten orada yatak odaları da hazır, ne fenalık kalır, ne bir şey... Onlar içerde uyuya dursun, oynaya dursun!.. Karılarının kendilerine çok sadık olduklarından bahsededursunlar!..

Eski mektep arkadaşım bunları anlatırken bir elini cebine sokuyor, akşam hayal ettiği şehvet âlemlerine şimdiden hazırlanıyordu.

- Git ulan, dedim... Allah belânı vermesin... İnsanı akşam namazı günaha sokma.

Ayrıldı. Ayrılırken elimi sıkmadı. Çünkü hâlâ bir eli cebinde idi. O gidince arkasından şöyle bir baktım ve eski günleri düşündüm. Bu çocuk mektep sıralarında iken çok temiz bir çocuktu, hatta idealistti. Şimdi ne olmuş? Nereye gidiyor?

Bu yol nereye çıkar? Mabetsiz Şehir'e... İçki, kadın, kumar, ağız dolusu istifra, dalga... Sefih ve süflî bir hayat... Arkadaşıma acıdım. Kim bilir aklı sıra o da bana acımıştır. Hayatın hiçbir şeyinden tat almıyor, kendisini her şeyden mahrum ediyor diye...

Etrafıma bakıyorum. Apartmanlar... Kırmızı kiremitli damlar, sarmaşıklar, güller ve çiçeklerle muhat evler. Galiba şu, sabık Ulus Başyazarı'nın evi... Yazın İstanbul'da plajlarda, yalılarda... Kışın burada... Bu manzaralar beni tezatlara attı. Birer çöplükten ibaret olan Anadolu köylerini, gübre kokusundan yatılmayan han odalarını, perişan kasabaları hatırladım. Uzağa gitmeye ne hacet! Teneke damlarıyla Altındağ, Ankara'nın bu yeni mahallesi(!) karşımda sırıtıp duruyordu.

Ben Altındağ'ı, 70.000 nüfusun barındığı bu mahalleyi iyi bilirim. Uzun zaman evsizlik yüzünden orada kaldım. O ne sokaklardı yarabbi!.. Kışın zaten yol üzerinde bulunan helalar taşar, sokakları kaplar, çamur ve pislik deryası... Oturduğumuz odanın duvarlarında çayır çimen biterdi. Rüzgâr esince, damlardaki paslı tenekeler havaya kalkar, yıldızlar görünürdü. Kışın yağmur damlalarından, soğuktan; yazın tavuk biti ve pireden yatılmazdı. Elektrik, temizlik yok, su yoktu...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Devamı

***

 

Koskoca mahallede iki çeşme vardı. Halk bu çeşmelerin başında saatlerce nöbet bekler, bazen kavgalar oluşur, boş tenekeler, tangır mangır aşağılara yuvarlanirdı. Hâlbuki Yenişehir'de ağaçlar, çiçekler çürürcesine suların içinde yüzüyor. Şu ondüleli saçlılara benzeyen gürbüz akasya ağaçları Altındağ'da yaşayan insanlardan daha mes'uttur. Bir defa daha yazmıştık. Yenişehir'de bir akasya ağacının masrafı 146 liradır (1949 yılında).

Altındağ'da bu para bir mahalleye sarf edilmez. Halkımızın bu adamlar nazarında bir ağaç, bir odun kadar kıymeti yoktur. Seçimlerde Altındağ, reyini istisnasız Demokrat Parti'ye verdi. Bu hâl sandalyecileri düşündürdü. Altındağ'ın varlığını o zaman hissettiler. Hâlbuki gözlerinin önünde yirmi beş yıldır durup duruyordu. Ancak seçimlerden sonradır ki yalnız ellerinde sandalyelerini tutabilmek iktidarında bulunanlar Altındağ'a yabancı bir toprağa basar gibi ayak bastılar. Bundan dört gün evvel Altındağlı bir komşumla konuşuyordum. "Bizim oralar" dedi, "Senin bildiğin zamanki gibi değil. Elektrik de geldi, su da... Hele gel de bir gör... Yaşasın Demokrat Parti!" Ayrıldı. Bu hâdise üzerine bir hayli akıl yordum. Bu millete az bir şey verilse onu memnun etmek kabil. Hatta yalnız hâl ve hatırını sorsan yine senden memnun olur! Fakat gel de onun en mukaddes bildiği şeyleri çiğne, hem söv, hem soy!.. Onun bayramını yalnız fitre zarfı dağıtırken, kurban derisi toplarken hatırla; onun varlığını vergi tahsil ederken hisset!.. Sen onun geçimini değil, kendi seçimini düşün! Çok yerlerde ekmek bile bulamayan halkın gözü önünde yerli malı ve tasarruf(!) haftalarında şuraya buraya onun sefaletiyle alay edercesine "vatandaş şeker ye", "vatandaş reçel yap", "Vatandaş yerli malı kullan" misillû afişler as...

Evet Yenişehir'de dolaşıyorduk. İşte bir süprüntü kamyonu geldi. Evlerin önündeki çöp tenekelerini kamyona boşaltıyordu. Tenekelere dikkat ediyorum. Çöp namına bir şey yok. Hep ekmek yemek artıkları, koca koca ekmek parçaları...

Bunu görünce ekmek bulamayıp dağlarda palamut, acı pelit, armut kurusu toplayıp bunu süpürge tohumu, üzüm çekirdeği ile karıştırıp, içine bulursa bir parça arpa ve kaynatılarak acısı alınmış burçak karıştırıp un hâline getirerek ekmek yapan bizim köyler aklıma geldi. Acı acı, derin derin düşündüm.

Komünizmle mücadele etmek istiyorsak, Anadolu'da yan yana yürüyen bu sefalet ve sefahati önlemeliyiz.

İbret verici manzaralar mütemadiyen devam ediyordu. Bir asker geçiyordu, kucağında tahminen 10-11 yaşlarında koskoca bir kız çocuğu vardı. Annesi ve babası önde yürüyorlardı. Buraya yazılamayacak birçok şeyler düşündüm. Bu arada bizim memleketi, Anadolu'yu düşündüm. Bizde bu yaşlardaki kızlar yazın rençberlik yapar, harman sürer, kışın diz boyu karın içinde dağa gider, sırtında dağdan odun çeker.

Yirmi kadar üstü başı perişan adam korkak korkak yürüyorlardı. İçlerinden biri elini kalbinin üzerine koyarak selâm verdi. Herhalde ben kalender olduğumdan adamcağız beni kendine yakın hissetti. Selâmdan cesaret alarak adama sordum: Siz kimsiniz, nereye gidiyorsunuz? hemşerim, dedim. "Biz Ankara'da çalışıyoruz yevmiye ile... S...ların apartmanının altına gidiyoruz. Sizden iyi olmasın... Bey iyi adamdır. Bize müsaade etti de bodrumda, kömürlükte yatıyoruz." Apartman sahibine dua ediyordu. Kiminin arkasında yegâne dünyalıkları, eski kirli yorganları vardı.

Düşündüm, dünyanın başka bir yerinde bu tipte adamlar, patronlar bizi kömürlükte yatırdı diye apartman sahiplerine düşman olurlar; apartmanları uçurmaya kalkarlar. Bizimkiler dua ediyor. Mütevekkil, çilekeş Anadolu köylüsü... "Allah beş parmağı bir yaratmamış, kimsenin malında gözümüz yok!" diyen insanlar. Bu insanı anlamalıyız. Beş parmak dedim de aklıma bir şey geldi. Ben mahut fakültede iken solcu sosyoloji hocalarından biri anlatıyordu. Bu sosyolog (Behice Boran) Anadolu'da tetkik gezisine çıkmış. Anlaşılan köylüleri, şunun bunun var da, senin niye malın mülkün, paran pulun yok, diye kışkırtmış olacak ki, köylüler kendisine Şu cevabı vermişler:

"Allah beş parmağı bir yaratmamış ki..." Nereye vardıysa aynı cevabı almış. Bu beş parmak sayın B. Boran'ın yüzüne bir tokat gibi inince neye uğradığını bilememiş. Bu cahil insanların arasına karışıp karışacağına bin kere pişman olmuş. Aynen bana kendisi anlatmıştı.

Vakit bir hayli olmuştu artık. Mabetsiz şehri terk ediyordum. Dönüyordum. Yola, önüme yaşlıca birisi çıktı ve bana sordu: "Oğlum bu civarda camii şerif var mı?"

"Babam, dedim burada nâşerifler, var." Anlamaz gibi yüzüme baktı. "Bu şehirde mabut yok! Mabet yok!.." "Ne var ya?" dedi. "Burada oturan insanların ekseriyetinin mabutları cebinde, mabudeleri de yataklarında... İki yüzlü mabutlar, bir gecelik mabudeler..."

Yaşlı adam bunları sessizce dinledi. Elindeki değneği ile heykelleri göstererek:

- Ya şunlar ne? dedi.

Mabetsiz şehirle beraber ona da veda ettim. Hisar'da kaleler içinde güç belâ bulabildiğim yıkık dökük odama kendimi zor attım. Baktım yağmurdan yatağım ıslanmış. Fakat çaresiz yatacaktım. Yorulmuştum. Islak yatağa uzandığım zaman hapishanelerin yadigârı romatizmalı ayaklarım, mafsallarım sızlıyordu. O gün gördüklerim kafamdan şöyle bir geçti. Eski mektep arkadaşımı düşünüyordum. Poker âlemi, bekâr âlemi, baygınlıklar, fenalıklar geçiren kadınlar, balkonlar, içkiler, istifralar...

Mabetsiz şehri düşünüyordum.

21 Haziran 1949 - Ankara

Share this post


Link to post
Share on other sites

ONLAR BİR SÜRÜ SAĞIR, DİLSİZ ve KÖRDÜRLER...

 

Asrımızın faciası, hiç şüphesiz birtakım insanlara ifratla bağlanmak, onlara tapmak, onları ilâhlaştırmaktan ileri geliyor.

Yirminci asır diktatörlerinin peşinde koşan, onlara kayıtsız şartsız inanan insan sürüleri bugünün felâketini hazırladılar. Diktatör ve onların etrafında toplanan dalkavuklar güruhu, büyük, geniş evrensel fikirlerin, imanların, dinlerin insanları uyuşturduğunu, körleştirdiğini, şiddetli, ateşli nutuklarla milletine ve bütün cihana ilân ettiler.

Bu cezbeli şefler ve onlara köle, kul olanlar Kur'an-ı Kerim'in şu hür ve asil hitabını dinleselerdi böyle olmazlardı!..

"Bütün âlemleri yaratan -ezelden beri- yarattıklarını rahmetiyle kucaklayan -ebede kadar- sevgisiyle yargılayan hesap gününün sahibi Allah'a hamdolsun! İlâhî! Biz yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz..."

Fatiha Sûresi

Şefler buna müsaade edemezlerdi. Çünkü, yapanlar onlardı, yaratanlar onlardı. Onlara kullar, köleler lâzımdı. Allah'a kul olmayı bir nevi zillet, meskenet sayanlar, kimlere kul, köle oldular gördük.

Onlar, bu büyük kitabın hitabını dinlemediler.

Kur'ân-ı Kerîm bu gibiler için der ki:

"Onlar bir alay sağır, dilsiz ve kördürler." Bakara Sûresi -Ayet 171. "Bütün insanlar Allah nazarında eşittirler." Bütün insanların eşit olduğunu unutanlar, ortaya üstün millet, üstün ırk iddialarıyla çıkanlar, dünyayı kan ve ateş içinde bıraktılar.

"Allah, öyle kudretli bir varlıktır ki, ondan başka tapacak yoktur. Ezelî ve ebedî hayat sahibi odur. Her an, bütün hilkat üzerine hâkimdir. Göklerde ve yerlerde ne varsa onun eseridir."

Biz yaptık, biz yarattık, biz her şeye hâkimiz diyenlerin hâli bugün gözlerimizin önündedir. İşte Hitler, işte Mussolini ve işte Güneş İmparatoru, Japonlar'ın Allah'ı... Kimlerin önünde diz çöktüler!.. Gördük; daha neler göreceğiz. Çünkü dünya henüz yarı ilâhlardan kurtulmamıştır.

Kur'an-ı Kerîm bütün insanlara hitap ederek diyor ki:

"Geliniz, aramızda birleşeceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım. O da Allah'tan başkasına kulluk etmemek, ona hiçbir ortak koşmamak, içimizden bazılarını tanrı edinmemektedir."

Yirminci asır bütün iddialarına, ilimde, fende, teknikte bütün terakkilerine rağmen bir tek kelime üzerinde dahi birleşmek kabiliyetini gösteremiyor. Ne yazık!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Garplı Gözüyle Müslümanlık

 

Bizimkilerin lâiklik perdesi altında kökünü kazıya kazıya bitiremedikleri, söve söve tüketemedikleri İslâm dini hakkında Laura Veglieri adında bir garplı, hem de papaz, bakın ne diyor:

"Cimri, yanık, medeniyet yollarından ve insan fikrinden uzak bir memlekette, vahşî her türlü zapt ve iradeye karşı serkeş kabileler arasında saf ve hayat verici bir pınar fışkırmıştır. Bu pınar İslâmiyet'tir. Kaynak o kadar coşkun idi ki, önce bir çay, sonra bir nehir hâlini aldı, muhtelif kollara ayrılarak bütün dünyayı dolaştı. Bu hârikalı meşrup nerede tadılmış ise orada, tefrikaya düşmüş milletler birleşirler, ihtilâflar sükûnet bulur. İntikam hakkının hüküm sürdüğü aynı menşeden gelen kabileleri müttehit tutan, kan rabıtasından başka hiçbir içtimaî bağın tanınmadığı yerlerde, yeni bir his, aynı ahlâk ve aynı din mefkûresiyle birleşmiş olan insanlar arasında kardeşlik hissi hâkim olur. Bu ilâhî pınar, önünde durulmaz bir sel hâlini alınca eski medeniyetlerin mağrur devletleri üzerine de görülmemiş bir kuvvetle atılmış ve hatta bu beldeler ahalisi hâdisenin büyüklüğü hakkında bir fikir edinmeden, memleketleri teshir ederek, setleri yıkarak, kopardığı gürültü ile uyuşmuş ruhları sarsarak, muhtelif ırklardan tek bir millet yaratarak, o devletleri sarsmış, altüst etmiştir.

Böyle bir hâdise, tarihte asla görülmemiştir. İslâmiyetin, fütuhatında gösterdiği sür'at, ancak bazı heyecanlı kimselerin akidesi olduktan sonra, milyonlarca insanın dini hâline gelmesi şayan-ı hayrettir.

Medeniyetçe, servetçe, tecrübe ve askerî hazırlık bakımından pek üstün olan milletleri mağlûp etmeye ve bu ülkelerde yaşayan insanların ruhlarında sağlam kökler salmaya, müessisinin Ölümünden on üç asır sonra, diğer dinlerin hiçbirinde görülmeyen kuvvetli bir haysiyet muhafaza etmeye, ilk iman edenlerden ırk ve kültür itibarıyla farklı olan yeni müntesiplerinde herhangi bir fedakârlığa müstenit bir sıcaklık bulmayan, o haşin askerleriyle ne gibi gizli kuvvetler, ruhî saikler sayesinde muvaffak olabilmiştir?

İşte beşer fikrini hayrette bırakan bu muammadır.

Peygamber'den sonra İslâm devletini idare eden ve onun maksadını güden halifeler, Peygamber'in çizdiği yolda sebat ederek İslâm bayrağını bir yandan Asya ortalarına, diğer yandan Atlantik kıyılarına kadar götürmüşlerdir.

Ordular gittikçe sıklaşıyor, kafileler büyüyor, muharebeler birbirini kovalıyor, baş döndürücü muvaffakiyetler, galiplerin ayaklarına sanki kanat takıyor. Ebubekir, Ömer, Osman'ın hilâfetleri hayretler verici muvaffakıyetleriyle velveleleriyle çınlıyor ve bunları daha az mühim olmayan bir teşkilât ve takviye eseri takip ediyor. İki medeniyetin ve iki dinin yıkılıp mahvolmasından sonra mağlûp milletlerin damarlarında yeni ve kuvvetli bir hayat seyyalesi koşuyor; sade, kolay, hem fikre, hem kalbe hitap eden yeni bir din yayılıyor. Ahlâkî prensipleriyle o devirde câri hükümet usullerine çok üstün yeni bir hükümet tarzı tatbik mevkiine giriyor. Gayet zengin kimselerin kasalarında saklı duran paralar, fukaraların ellerine geçerek, tekrar tedavüle başlıyor. Sağlam, demokratik telakkilere göre sevk ve idare olunan bir hükümet içinde, kültürlü, tecrübeli ve zeki birtakım adamlar kıymet ve itibar kazanıyor, devletin en yüksek mevkilerine çıkıyor.

Böylece Asya'da asırlardan beri misli görülmemiş bir saadet ve servet devresi başlıyor. Mağlûpların hakları, balları ve hayatları tıpkı Müslümanların mazhar oldukları himaye şeklinde himaye ve muhafaza olunuyor."

Yine aynı papaz diyor ki:

İslâm dininin düşmanları Hazreti Muhammedi birkaç kere evlenmesi hâdisesinde peygamberlikle pek az telifi kabil bir seciye zayıflığı bularak, şehvetine düşkün bir kimse gibi göstermektedirler. Onlar cinsiyetin tabiî olarak, çok kuvvetli olduğu yaşlarda Arap muhiti gibi evlenmenin kolay olduğu kadar gevşek bulunduğu, taaddüdü zevcatın bir kaide teşkil ettiği ve talâkın fevkalâde kolay olduğu bir muhitte yaşamasına rağmen, kendisinden büyük dul bir kadınla evlenip tam yirmi beş yıl, gençliğinin en hararetli devrelerinde 25 yaşından 50 yaşına kadar yalnız Hatice ile iktifa ettiği hakikatini görmemezlikten geliyorlar. Peygamber bundan sonra siyasî ve içtimaî sebeplerle birçok evlenmeler akdetti. Çünkü Hazreti Muhammed o vasıta ile mutekit birtakım kadınlara şeref bahşetmek ve kabilelerle hısımlık münasebetleri tesis eylemek istiyordu. O bazen hiç de güzel olmayan kadınlarla da evlenmişti.

İnsanlar arasında ırk ve renk farkı gözetmeyen, şehirlisini, köylüsünü, idare edenle idare edileni bir tutan, bunu sade nazarî olarak değil, bilfiil ispat eden yine bu İslâm dinidir.

İslâm dininin bu müsavatını, demokratik esaslarını şu hâdise ne güzel anlatır:

Bir gün Sasani hükümdarlarından "Giobala" adındaki zat Müslüman olduktan sonra büyük bir debdebe ile Mekke'ye gelir. Kabe'yi tavaf ederken omuzlarındaki ehramı istemeyerek çeken bir bedevinin burnuna bir yumruk indirir. Halife Ömer'in bedeviye, "Sen de bir yumruk indireceksin" emrini işitince sabık imparator bunu kibrine yediremez ve maiyeti bulunan beş yüz atlı ile firar ederek Bizans'a iltica eyler.

Sırası gelmişken biz de burada şu hâdiseyi zikredelim: Peygamberimiz buyuruyor ki: "Geçmiş milletlerin inkırazına sebep, büyüklerinin işledikleri suçlardan dolayı tecziye edilmemeleri, cezaların yalnız küçükler hakkında tatbik edilmesidir. Sizin böyle bir hâle düşmenizden korkarım." (Tam şimdiki hâl).

"İslâmiyet hem din, hem kanundur. İnsanlara Allah'ı haber verdikten sonra şahsî hürriyet için birtakım sınırlar çizmiş ve ifası bir kudrete vabeste bazı hak ve vazifeler koymuştur. Fakat İslâmlar indinde halife dinî bir şeftir, diktatör değildir. Lâhutî hiç değil... Hak yolunu takip ettikçe kendisine itaat olunur, hak ve adalet yolundan ayrılırsa halk onu vazifeye davet eder, ona ihtarda bulunur, bu takdirde halkın sözüne kıymet vermezse yerine başka bir halife getirmek hakkını haizdirler."

Meşhur bir hadîste deniliyor ki:

"İnsan, halika karşı yapılan bir isyan fiiline itaate mecbur değildir." Binaenaleyh halife her noktainazardan, bir medenî hakemdir. Yoksa kuvvetini Allah'tan alan ve tâbilerinin sâlik oldukları dinin mukaddes bir neticesi olarak, kendisine itaat olunmak hakkını haiz bulunan bir ruhanî reis değildir. İslâmiyette yalnız bir kuvvet vardır. O da, Allah tarafından Müslümanlara en zengininden en fakirine kadar hepsine, kardeşlerini iyiliğe teşvik etmek ve kötülükten çekinmek hususunda ihsan edilen kuvvettir. Kadı, müftü, hatta şeyhülislâm ancak ilmî bir kudrete sahiptir.

"Hiçbiri dindaşlarının imanına tahakküm edemez, aforoz edemez."

Bu insaflı papaz, Müslümanların fenne hizmetleri hakkında da şunları söylüyor:

"Ortaçağın karanlıkları içinde boğulmuş olan Avrupa için, medreseleri ve darülfünunları birer sahil feneri vazifesini gören bu din, nasıl olur da ilmin terakkisine engel olur?! İslâm feylesoflarının fikir ve sânihası garp hâkimleri için bir nûr gibi yükseldiği zamanlarda Harune'r-Re-Şit her caminin yanında muhtelif ilimleri tedris için bir medrese yapılmasını emrettiği devirde binlerce ve binlerce cilt kitapları muhtevi kütüphaneleri bütün İslâm âleminde mütetebbi adamların hepsine açık bulunduran bir dine nasıl olur da gerilik isnat olunabilir? Bacon (Beykın okunur) tecrübenin lüzumunu ilân etmeden evvel Müslümanlar tecrübî usulü tatbik etmemişler miydi? Kimyanın Ve astronominin terakkisi, Yunan ilminin intişarı, tıp ilimin devamı ve bazı fizik kanunlarının keşfi... Bunları Müslümanlara medyun değil miyiz?"

Yazan: Lauro Veccio Veglieri Fransızca'dan çeviren: A.K.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Serdengeçti'nin yıllar öncesinde yazdığı ve tespit ettiği bazı gerçekleri günümüzde aleni şekilde görürken kendisinin "Kültür Emperyalizmi" adlı makalesini paylaşalım.

 

Kültür Emperyalizmi

 

Dün Çanakkale'yi geçemeyen kuvvet, bugün başka kanallardan, başka usullerle kolayca geçmesini biliyor. Dikkat! Tehlike var!..

 

Derler ki: "Kaleler dıştan değil, ekseriya içten yıkılır!" Bu söz, her yerde her zaman için doğrudur. Gerçekten, tarih sayfaları, dış istilâlardan, dış zorlayışlardan çok, bu istilâları hazırlayan, dahilî isyanlar, içtimaî sarsıntılar, içten dağılış ve çöküşlerle doludur. Dünyanın büyük imparatorlukları hep bu iç kargaşalıkların neticesinde yıkılıp gitmiştir.

 

Muhtelif ırk, dil, dinden olan halk yığınları, aynı hükümdarın, aynı kanunların idaresi altında asırlarca yan yana yaşadılar; fakat bu gruplar birbirleriyle kaynaşmadılar. Millet ve milliyetlerine sımsıkı sarıldılar. İlk fırsatta tâbi oldukları siyasî birliğe isyan ederek hür ve müstakil milletler hâline geldiler. Bütün bunlar bize şunu gösteriyor ki, milletler zorla, kılıç kuvvetiyle yok edilemezler. Fakat milletler, cemaatler, kendi benliklerini unutur, başkalarına benzemeye çalışırlarsa, taklit ettikleri, benzemeye Çalıştıkları millet tarafından benzetilirler; temsil edilirler. Tarihte bunun birçok misalleri var. Irk, kan başlı başına bir şey ifade etmez!.. Meselâ Macarlar, Bulgarlar soy itibarıyla Türktürler. Bunlar yabancı dinlerin ve kültürlerin tesiri altında kalarak benliklerini kaybettiler, Osmanlı ordularının karşısına dikilen bu Macarlar'dı. Bulgaristan'da Türk düşmanlığı an'ane hâline gelmiştir. Eğer Osmanlılar istilâ ettikleri memleketlerde bir temsil siyaseti, İslâmlaştırma politikası takip etselerdi bugün Rusya'nın pençesine düşen devletlerden hiçbiri olmayacaktı. Osmanlılar kimsenin diline, dinine, âdetlerine karışmadılar. Hristiyan cemaatleri kendi hâllerine bıraktılar. Sonradan bu cemaatler ayrı ayrı birer devlet hâline geldiler.

 

Birinci Cihan Harbi'nin sonunda Osmanlı İmparatorluğu çöktü. Üç kıt'a ve yedi deniz imparatorluğundan elimize Anadolu yarımadası ile Trakya'da bir çiftlik kadar küçük arazi parçası kaldı.

 

Viyana'dan Ankara önlerine kadar düşüşümüzün sebebi münhasıran şarklı kalışımızda arandı. Geri kalmıştık. Avrupa'dan ilim, teknik alacaktık.

 

Çünkü ilmin, tekniğin milliyeti, rengi yoktu. Millî Mücadele'yi yapan, vatanı kurtaran Kuva-yı Milliye ruhu muhafaza edilmesi şartıyla bu lâzımdı; zarurî idi. Hâlbuki biz böyle yapmadık. Kendi ruhumuzu, kendi tarihimizi, kendi imanımızı ayaklar altına aldık. Garbın bütün muzahrafatının üstüne bir asrı, modern damgası vurduk! Gümrüksüz memlekete ithal ettik. Avrupa bize ilimden, teknikten evvel, âdetleri, zevkleri, bâtılları, baloları, sololarıyla girdi. Bizde siyasî partileri teşekkül etmeden evvel gardenpartiler, kokteyl partiler vardı.

 

Siyasî müstevlilere kapadığımız kapıları, kültür istismarcılarına, manevî emperyalizme karşı arkasına kadar açtık. Çanakkale'yi geçemeyenler, başka yollardan, başka kanallardan, başka usullerle top tüfek kullanmadan kolayca geçmesini bildiler.

 

Ulus Meydanı'ndan, Yenişehir'e kadar yürüyoruz!.. Kitapçı vitrinlerine, gazete bayilerinin köşelerine bakınız...

 

Vitrinler, köşeler sanki baskına uğramış! Renk renk, boy boy yabancı kitapların, dergilerin içinde Türkçe kitaplar ekalliyetler gibi, silik ve bîçare!.. Bir milleti temsil etmenin, onu içerden kolayca fethetmenin bütün yolları...

 

Eğlence yerlerine, sinemalara giriniz! Hep aynı hava! Çoğumuz Amerikan şehirlerini, Amerikan eyaletlerini, meselâ Teksas'ı Konya'dan, Çukurova'dan daha iyi biliyoruz. Çocuklarımız mahalle aralarında gangster, kovboy oyunu oynuyorlar. Hollywood dünyası gençlerimizin hayalinde bir cennet, bu sevda bir cinnet hâline gelmiştir. İsimlerimiz bile değişti. Leylâ Lili, Meliha Mimi, Feriha Feri, Zeki Kiki oldu...

 

Ankara Radyosu'nu açınız! Hemen Amerika'nın Afrika zencilerinden alınmış cazlarının, rumbalarının istilâsına uğrarsınız! Ankara Radyosu'nda Türkçe şarkılar, Türk sesi, yabancı bir sefarethaneye sığınmış bir mültecinin sesi kadar korkak ve cılızdır.

 

Biz hiçbir zaman, Türk - Amerikan siyasî dostluğunun aleyhinde değiliz. Dünyanın bugünkü durumunu takdir ediyoruz. Türk - Amerikan dostluğu askerî işbirliği, bugünün şartları içinde, varlığımız istikbalimiz için zarurîdir. Amma bu dostluk yalnız siyasî, askerî, nihayet iktisadî sahada kalmalıdır. Bizim itirazımız silâha değil, külahadır. Dolara değil, yularadır. Münasebetlerimiz müsavi şartlar, müsavi haklar içinde inkişaf etmelidir. Biz Türkler garip insanlarız. Bir kimse ile dost olduk mu mahvolur, kahrolur, kendimizden geçeriz. Âdeta yok oluruz.

 

Dostumuzu en mahrem yerlerimize kadar sokar, ipin ucunu ona teslim ederiz.*

 

Dünya menfaatler dünyasıdır.

 

Resmî gazeteler, günlük politika edebiyatı, yuvarlak masalarda şerefe kalkan kadehler, söylenen nutuklar bir tarafa, milletler arasındaki anlaşmalar, münhasıran menfaate dayanır. Yarın vaziyet değişebilir. Siyaset icabı dost düşman, düşman dost olabilir. Burada Hz. Muhammed'in bir hadisini nakletmeden geçemeyeceğiz: "Bir kimse ile dost oldun mu, ona her şeyini söyleme! Bir gün gelir dostun düşman olabilir!.. Bir kimseye darıldın mı, ona ağır sözler söyleme! Bir gün olur, o kimse senin dostun olabilir." Biz bir türlü ortayı bulamıyoruz. İfratla tefrit arasında gelip gidiyoruz!.. Ayarımızı, kararımızı kaybediyoruz. Siyasî dostluğu cinsî dostluğa kadar vardırıyoruz. Siyasî münasebetlerimiz gelişmeden evvel cinsî münasebetlerimiz gelişiyor. Her yerimize, her şeyimize giriyor. Şeref ve haysiyetini her şeyin üstünde tutan, arkasında şanlı şerefli bir mazi olan bu millet, bu hâle seyirci kalıyor!.. Manzara iğrenç ve korkunçtur!..

 

Tekrar edelim: Biz hiçbir zaman Türk -Amerikan siyasî dostluğunun aleyhinde değiliz. Böyle bir şeyi ancak bizim can düşmanımız, bizi Rusya'ya teslim etmek isteyen komünistler isteyebilir.

 

Esasen biz yabancı harslardan, kültür emperyalizminden bahsederken yalnız Anglosaksonları kastetmiyoruz. İtirazımız, asrîlik ve modernlik perdesi arkasında garptan memleketimize ithal edilen rezaletlerin, maskaralıkların cümlesinedir.

 

Bir zamanlar Fransızca, bir nevi mukaddes dilimizdi.

 

Fransızca gitti yerine Almanca geldi. Kâbemiz, Paris'ten Berlin'e döndü. Bir kimse için Almanya'da tahsil görmüş demek rütbelerin en büyüğü idi. Hâlbuki bu tahsilcilerden çoğunun diplomalarının arkasında "Oriyantal! =Şarklı" damagası vardı. Hukuku beşer beyannamesi hafızları, nasyonal sosyalizmin kasidecileri hâline geldiler!.. Hitler rejimini medihte birbiriyle yarışa çıktılar. Hitler çöktü; bu sefer "Bir önder, bir millet!" "Ebedî Şef" "Millî Şef" kasidecileri demokrat kesildiler. Kâbe, Vaşington oldu. Atlantik'in ötesindeki hürriyet heykelini tavafa koştular!

 

Tam yirmi beş yıl, milleti sorgusuz sualsiz idare edenler, tam yirmi beş yıl oy birliği ile, alkışlarla karar verenler şimdi de demokrasiden bahsediyorlar...

 

Her neyse bizim bu türlü politika işlerine aklımız ermez!.. Biz politikacı değiliz!.. Sadece, bu toprağa, bu millete bağlı, imanlı, çilekeş insanlarız!.. Siyasî anlaşmaların, askerî birleşmelerin taraftarıyız... Başka türlü birleşmelerin asla!.. Truman'ı sever ve sayarız. Noel Baba'yı asla!.. Dün yabancılar vatan topraklarına ayak basmıştı. Bugün kalbimize, kafamıza ayak basmış bulunuyorlar. Dün, Mehmetçik, siyasî emperyalizme, vatan topraklarına ayak basan müstevlilere, yaman bir ders verdi. Bugün kültür emperyalizmine, kafamıza ve kalbimize ayak basanlara karşı gelmek, millî kültür sınırlarını bir Mehmetçik heyecanı ve imanıyla müdafaa etmek, bize, milliyetçi münevver Türk gençliğine düşüyor... Her çiçeğin bir rengi, her varlığın kendine has bir hususiyeti olduğu gibi, bizim de kendimize göre bir rengimiz, bir hususiyetimiz var!..

 

Arkasında asırların, nesillerin, şanların, şereflerin çoğaldığı millet temsil edilmez!.. Buna asla müsaade etmeyeceğiz!..

 

Türküz! Türk doğduk! Türk kalacağız.

* Biz bu yazıyı 1949'da yazdık. Şimdi moda hâline gelen Amerikan düşmanı, Mao ve Moskova hayranı bize Amerikancı diyenlere ithaf olunur.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Serdengeçti'nin "Bizim Milliyetçiliğimiz" adlı yazısı sitemizde başka konunun altında bulunmaktadır. Fakat yazının bulunduğu kitap Mabedsiz Şehir olunca metni buraya da ekledik.

Bizim Milliyetçiliğimiz

 

Biz "Tanrıdağı" kadar Türk,

"Hıradağı" kadar Müslümanız!..

 

Serdengeçtiler kelimenin tam manasıyla milliyetçidirler.Milliyetçilik, bizim için bir vasıta değil, bir gayedir. Millet, vatan, mukaddesat gibi kimsenin itiraz edemiyeceği, hassas, muteber kelimelerin arkasına sığınıp oradan şahsi menfaatlerini müdaafa edenler, bir memleket kadar genişleyen ihtiraslarını yurtseverlik şeklinde gösterip, milliyetçiliği, bu ulvi gayeyi büyük servetlere, yüksek menfaatlere erişmek için vasıta olarak kullananlar vardır.

 

Biz temiz niyetli, vatan duygulu, memleket düşünceli Türk Gençleri, bu türlü bir milliyetçilikten nefret ediyoruz! Bizim milliyetçiliğimiz hususi vagon, bol hacırah, yüksek makam milliyetçiliği değildir. Hakk'a tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir.

 

Şu üzerlerinden büyük menfaatlerin ağır silindiri geçmiş, dümdüz olmuş, yol olmuş şahsiyetsizler, şu zamanın kıymet ve kuvvetlerini alkışlayanlar, her ne pahasına olursa olsun biraz daha, bir gün daha yaşamayı kendilere değişmez düstur edinenler bizden değildirler.

 

Milli bayram olarak kabul olunan günlerde meydanlarda sözlerine "Çünkü biz..." ile başlayıp son nefeslerini "...etrafında sımsıkıyız"la verenler, görünüş, gösteriş, merasim milliyetçileri hakeza bizden değildir. Biz bu vatanı ve bu milleti hangi zihniyetin, hangi imanın kurtardığını biliyoruz. Onu milli ukalalardan öğrenecek değiliz. Yapılan bunca iğfallere, bunca menfi telkinlere, sapıtma ve saptırma gayretlerine sapmadık, sapıtmadık, ayaktayız; dipdiriyiz... Vatanı uçsuz bucaksız toprakları, hür gökleri, engin denizleriyle aşkla, heyecanla kucaklıyoruz.Altında yüzbinlerce şehidin yatttığı bu toprakları, üzerinde yaşayanların karınlarını doyurdukları, semirip yağlandıkları alelade bir toprağa, bir çiftliğe tercüme ettirmeyiz. Milletimize, vatanımıza ta derinden, asırlar ve nesiller arkasından gelen bir ruhla bağlıyız.Onu menfaatsiz, karşılıksız, mecnunlar gibi, karasevdalılar gibi seviyoruz.Henüz yeniyiz, genciz.

 

Alnımız hiçbir fesat ocağında kararmamış, elimiz hiçbir harama uzanmamış. Üzerimize menfaat balçığından bir zerre çamur sıçramamıştır. Ruhumuzu, kalbimizi bütün safiyet ve samimiyetimizle açıyoruz. Onunla ağlayıp onunla güleceğiz. Onunla yaşayıp onunla öleceğiz. Nereden, ne zaman, nasıl gelirse gelsin. Her türlü kötülükle amansız bir şekilde mücadele edeceğiz. Bu yolda yardan değil, serden bile geçmeye hazırız. Ölmek var, dönmek yok!!

 

Allah'tan başka kimseden korkmuyoruz. Bizler münkir değiliz. Biz Tanrıdağı kadar Türk, Hıradağı(Cebel-i Nur) kadar müslümanız.

 

Bütün gayemiz küçük Asya insanının, o bilinmez, o görünmez, bir avuç toprak kadar mütevazi, fakat o kadar manalı ruhunu anlamak, "Bu topraklar için toprağa düşenlerin" çocuklarını bu topraklar üzerinde mes'ut ve bahdiyar görmektir.

 

İstanbul muhitinde yetişenler, suyun öte tarafından gelenler kadim Anadolu sekenesinin ruhunu bir türlü anlayamadılar, anlamadılar, onunla oynadılar. Onun yüzsuyu hürmetine şanlar, şerefler kazandılar. Fakat ondan, o sessiz varlıktan daima ayrı kaldılar. Kendi isteklerini milli istekler gibi gösterdiler. Milletle aralarındaki uçurumu siyaset icabı nutuklarla, sözle, edebiyatla doldurmaya çalıştılar. Köylü diliyle konuşmaya yeltendikleri, Türkçecilik yaptıkları halde ne millet onları anladı; ne onlar milleti... Çünkü bu adamlar milleti içten, gönülden aşkla sevmediler. Milli davalar diye ortaya atılan davalar milletle zerre kadar alakası olmayan kendi, şahsi davaları idi. Bu, milletin kadim müesseselerinin yıkılması, mukaddeslerinin ayaklar altında çiğnenmesi, namuslu adamlarının susturulmasına muvaffak oldu. Bu kıtaller, bu cinayetler, hep inkılap diye diye yapıldı. Bugün meçhul şehidin kemikleri üzerinde yükselen soğuk beton binalar ve bu binalar içinde işlenen günahlar, zinalar Anadolu ruhunu derinden derine şiddetle sarsıyor. Varlığından, dayandığı, inandığı, ezeli ve ebedi kıymetlerinden, kuvvetlerinden uzaklaştırılan millet, şimdi şerha şerha yaralıdır; kaybettiği büyük imanını arıyor. Bizim en büyük gayemiz, milletimize imanını, haklarını iade etmek, mukaddeslerini gasıplarını elinden kurtarmaktır. Serdengeçti işte bu gaye ile çıkıyor.

 

Soyuna, köküne, vatanına bağlı Milliyetçi Türk Gençliği iş delalet ve ihanetlere olduğu kadar, dış tehlikelere karşı da manevi seferberliği tamdır. Herkes şunu bilsin ki dostlarımız kadar düşmanlarımızın da peşindeyiz. Biz, bir zamanlar üç kıta ve yedi denize hükmeden, güngörmüş bir ırkın gözü tok çocuklarıyız.

 

Aç gözlüler, Anadolu'da hak iddiasına kalkışan profesör bozuntuları eğilsinler tarihe bir daha baksınlar. Biz Malazgirt'ten bu yana topraklar için kaç nesli birden harcamışız.

 

Biz yalnız memleketler değil, beldeler, kıt'alar, iklimler terk ettik, çok geriledik, altık çekilmek yok!.. Elimizde kalan bu topraklar, son parçamız, son damlamızdır.Son nefer, son nefes ve son damla kanımıza kadar savaşacağız. Yeryüzünde müstakil tek Türk Milleti, tek Türk Devleti'yiz. "Mete"den Milli Mücadele'de can veren son şehide kadar büyük tarihin mesuliyetini omuzlarımızda taşıyoruz.

 

"İstiklalimize kastedecek düşmanlar dünyada görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler" ; "Düşman kavi, tali, zebun" olabilir; her şey olabilir. Olmayacak, olamayacak bir şey var! Türk Milleti esir olamaz, zebun olamaz! Ya istiklal, ya ölüm!.. Parolamız budur!..

 

Mart 1946 Ankara

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

TEFERRUAT MEDENİYETİ

 

Şu medeniyet sözü çıkalı rahatımız bozuldu doğrusu. Nereye varsan, ne yapsan bir medenîlik sıkıntısı, adabımuaşeret üzüntüsü. İstediğin gibi giyinemezsin, istediğin gibi yiyip içemezsin! Hatta istediğin gibi yürüyemez, konuşamazsın. Meselâ şu pantolon denilen kör olasıyı ütülemeden giyemezsin!.. Giydin mi ona esir oldu gittin. Artık bağdaş kurup oturamazsın. Merdivenden dimdik çıkacaksın. Aksi hâlde diz yapar! Ya o kolalı yakalar. Mermer gibi.. Gırtlağını bir sıktı mı, başını ne sağa çevirebilirsin ne sola!.. Hâşâ kara canavar gibi başını bir yere çevirmek istersen, kendin de dönmek zorunda kalırsın! Hele o kravat!.. Halkın medeniyet yuları dediği bu nesne, neye yarar acaba!.. Bir ziyafete gidersin.. Sofra kurulur. Önüne yemekten çok bir yığın çatal, kaşık, bıçak konur. Hangi yemeği ne ile yiyeceğini bir türlü bilemezsin!.. Meselâ, sofraya bir kızartma konulmuştur. Bıçakla keseceğim, çatalla parçalayacağım, derken insanın canı çıkar.. Suyu, beyaz masa örtüsüne, peçetelere sıçrar. Utanırsın, üzülürsün, bitersin, tükenirsin.. Bunun en kolayı, en tabiîsi ve zevklisi, et parçasını eliyle alıp ağzını şapırtada şapırtada yemektir. Amma böyle yaptığın an, medeniyetten çıktın demek!.. Nerede bir sofraya oturup bağdaş kurup kemiklerin iliklerini somura somura, içlerine sindire sindire yemek yiyen, çorba içen ecdadımız!.. Herkes önüne küçük bir tabak koyuş, tıpkı kediler gibi birbirlerine yan gözle baka baka çatır-mıtır tıkır-mıkır medenîce yemek yiyoruz! diye kendimizi aç bırakıyoruz!..

 

Sonra efendim, şu günaşırı hatta her gün tıraş olmak da ne oluyor!.. Kadınlar gibi yüzümüzü cascavlak bırakıyoruz! Mademki yeryüzümüzde kıl çıkıyor, elbette bir hikmeti var. Yaratan, abes şey yaratmaz!.. Onu öyle bırakmak, ecdadımız gibi 15 günde bir berbere düzelttirivermek yeter. Jiletler, sabunlar, fırçalar, tıraş makineleri, pudralari kremler.. Bunlara verilen paralar, kaybedilen kıymetli zamanlarımız.. Hepsine, hepsine yazık!.. Ya kadınlarımızın çu medeniyet hastalığından çektikleri?!.

 

Zavallılar her an, her gün azap içindedirler. Dar, bir karış ökçeli ayakkabılarıyla yürüyebilmek kolay iş midir? Ya o korseler! Biçimli, endamlı gözükeceğiz diye, sıkmadık yerlerini bırakmazlar. Ya saçlar! Ondüle yaptıracağız diye ne hâllere sokulur. Azap melekleri, kabirde bile günahkâr bir insana bu kadar işkence yapmazlar!.. Sonra her zaman kim bilir günde kaç kere saçlarına muhtelif şekiller vermek, kaş yolmak, kirpiklerin beş altı tanesini bir araya getirip, kirpi dikeni gibi bir hâle sokmak... Ya, dudak, göz boyamak gibi işler!.. Bunlara ayrılan bunca zaman?.. Bunca para!.. Acaba hangi hayatî, zarurî ihtiyacın neticesidir?! Asrî bir kadının günlük hayatını tetkik edecek olursak, sabahtan akşama kadar zamanının kısm-ı âzamını aynalar karşısında geçirdiğini görüyoruz. Her şeyden evvel asrîlik-sosyete-modernlik gibi kelimelerle bize giren Avrupa medeniyeti, doğru söylemek lazım gelirse hazır rahatımızı da bozdu.. Kimimiz bir pantolonun , kimimiz bir kravatın esiri. Kimimiz sosyetenin, kimimiz ondülenin esiriyiz.. Şekilperestlik ve teferruat içinde bulanıyoruz. Medeniyet icabı, muaşeret icabı diye ne yaptığımızı bildiğimiz yok!.. Millet ve idare demokrasisi lazım.. Bunun için de yine halka dönmemiz icap ediyor. Ecdadımız ne kadar rahat ve sade yaşamışlar, ne uzun ömürler sürmüşler. Onları bir düşünelim. Avrupalılar ne yaparlarsa yapsınlar, biz kendimize, rahatımıza bakalım. Varsın bize bu bakımdan medenî demesinler. İnsanı aynaya, görünüşe, cekete, pantolona, korseye esir eden medeniyeti ben ne yapayım?

 

Böyle medeniyetin Allah belâsını versin!..

 

Osman Yüksel Serdengeçti

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nİçin Evlenmiyorlar?

 

Bitmez tükenmez içtimaî dertlerimizden birisi de hiç şüphesiz, kadın olsun erkek olsun birçok gençlerimizin evlenmemeleri meselesidir. Bilhassa bu acıklı hâle münevverler arasında daha çok rastlıyoruz! Niçin evlenmiyorlar, evlenemiyorlar?

 

Bu sualin cevabı yazımızın mevzuunu teşkil edecektir.

 

Türkler, Müslüman olduktan sonra, bu dinin insan ve cemiyet hayatını her yönden kavrayan emir ve nehiyleriyle karşılaştılar. İslâm dini cemiyet yapısında aileyi esas alıyor ve bütün içtimaî münasebetleri ona göre tanzim ediyordu. Kur’an-ı Kerim cinsiyete, koca, karı arasındaki münasebetlere, ana ve babaya itaati, hürmeti emreden ayetlerle doludur. Hatta bazı hain, değilse gafil Avrupalı yazarlar, insanın bu tabiî ve cinsi arzularını nazarı itibara almayarak İslam dinine kadından, kızdan, evlenmeden çok bahsediyor diye, ağır isnatlarda bulunmuşlar, onu materyalizmle itham etmişlerdir. Bu dinin kurucusu Hazreti Muhammed de (s.a.v) bu meseleler üzerinde zaman zaman ısrarla durmuş, ümmetine yol gösteren örnek hareketler, kutsî sözler – hadisler bırakmıştır.

 

“Evleniniz! Çoğalınız.”, “Ananıza babanıza hürmet ediniz, onlara uf bile demeyiniz!”, “Çocuk kokusu cennet kokusudur”, buyurmuşlardır.

 

Ecdadımız evlenmeyi yalnız cinsî sevkıtabiîlerin zoruyla değil, onu bir emir, Allah’ın emri, Peygamber’in sünneti telâkki etmişler, aile yuvasını yalnız beşerî duygularla değil, ilâhi emirlerle kuşatmış, kutsileştirmişlerdir. Hemen hemen eskiden bulûğ çağına gelen her genç evlenirdi . Böylece ilk gençliğin, ilk şevkin ve aşkın taşkın hayatiyeti, her bakımdan tatmin edilmiş bir şekilde birleştirirdi. Evlenecek gençler asla birbirlerini görmezler, aradaki münasebeti görücü denilen kimseler temin ederdi. Görücüler her bakımdan bu işin ehli erbabı idiler. Evlenmelerde muvakkat, gelip geçici hissi tezahürler, gençlik icabı cinsi meyiller değil, içtimaî seviyeler, mantıkî ve zarurî bir ömür boyunca değişmeyecek olan iffet, namus, ahlak gibi yüksek vasıflar göz önünde bulundurulurdu.

 

Hayatında asla hiçbir erkekle münasebette bulunmayan genç kız, maddi manevî bekâreti ile, yarı mahcup, yarı çekingen bir hâl ile kocasına teslim olur, kafasında ve gönlünde başka erkek hayalleri yaşatmazdı. Çünkü bu imkân ona verilmemiştir. Erkek olarak yalnız, kocasını bilir, kocasını sever, kocasına bağlanırdı. Erkek çocuklarda sıkı ve nizamlı ahlâkı esas tutan bir cemiyet içinde yetişirler. Onlarda saf ve bâkir olarak evlenirler; vatana, millete hayırlı evlatlar yetiştiren aile yuvalarını kurarlardı.

 

İş şimdi tam tersine dönmüştür. Kapalı ve inzibatlı ruhçu bir ahlak görüşü ve terbiye sistemi yerine açık saçık, maddeci, zevkçi bir terbiye sistemi kabul edilmiş, bu görüş bu milletin örflerini, geleneklerini, ahlakî telâkkilerini nazarıitibara almadan Avrupa’dan roman tercüme eder gibi tercüme edilen kanunlarla kuvvetlendirilmiş, kabul olunmuştur. Ailesine, kocasına, çocuklarına bağlı eski namuslu Türk hanımı, asrî bayan adıyla piyasaya bol bol sürülerek, bugünkü ahlâkî çöküntümüzün belli başlı âmillerinden biri olmuştur.

 

Kadın evinde mi kalmalıdır, yoksa o da erkekler gibi cemiyet hayatına mı atılmalıdır?

 

Bu sual cevabını bütün dünyaca tanınmış biyoloji ve fizyoloji âlimlerinden Dr. Alexıs Carrel ilim ve fikir aleminde bir hâdise teşkil eden (Bilinmeyen İnsan) adlı eserinde vermektedir.

 

 

Büyük âlim diyor ki: Erkekle kadın arasındaki farklar yalnız tenasül cihazlarının yaratılış farklılıkları, doğurganlık mevcudiyetinden, kadına mahsus durumlardan veya terbiye tarzından ileri gelmemektedir. Bunun sebebi çok daha derindir. Ve fıtrî yaratılışın farklılığı olan beden şekillerinin mahsulü olan şimik maddeler tarafından bütün uzviyetin işba’ına bağlıdır.

 

Feminizm taraftarlarını, iki cinsin de aynı terbiye usulüne göre yetiştirebileceği, aynı meşkuliyetlere, aynı salâhiyet ve mesuliyetlere malik olabileceği fikrini işte bu esaslı hâdiseleri bilmemek sevk etmiştir. Hakikatte kadın, erkekten çok daha başkadır: Vücudundaki hücrelerden her biri cinsinin izlerini taşımaktadır. Uzviyet asabî cümlesi de böyledir. Fizyoloji kanunları da yıldızlar âleminin kanunları kadar merhametsizdir. Onların yerine insanoğlunun keyif ve arzusunu koymak imkânsızdır. Onları oldukları gibi kabule mecburuz. Kadınlar erkekleri taklide kalkışmayarak kendi istidatlarını inkişaf ettirmelidirler. Onların medeniyetteki rolü erkeklerinkinden daha yüksektedir. (Bilinmeyen İnsan 127)

 

“Kadını analıktan alıkoymak manasızdır. Delikanlılara verilen entelektüel terbiyeye, yaşayış tarzına, ideale, genç kızları bir tutmamak lâzımdır. Terbiyeciler erkeklerle dişinin uzvî, dimağî ayrılıklarının, ikisinin de tabiî rollerinin göz önünde bulundurmalıdır. İki cins arasında uzlaştırılmaz başkanlıklar vardır. Medeni dünyanın kuruluşunda bunlar dikkate alınmak zorundadır.”

 

Fikir âleminin en salâhiyetli, adamları, doktorlar, ruhiyatçılar erkekle kadın arasındaki farkları saya saya bitiremiyorlar. Esasen bizden yapılan inkılâplardan birçoğu bir hevesle gösteriş eseridir.

 

İhtiyacı, zarurete dayanamıyor. Sadece “yaptık!” , “yarattık!” , “benzedik!” , “benzettik!” demek bol bol övünmek, nefsini tatmin etmek için…

 

Kadınlara verilen hürriyette bunlardan biridir. Bu görüşün yanlışlığını sadece kitaplara, fikirlere dayanarak gösterecek değiliz. İçinde bulunduğumuz cemiyet, onun feci manzarası bize bu hususta sayısız deliller vermektedir. Görüyoruz, düşünüyoruz! Daha 12 13 yaşındaki çocuklarımız, şehvet gıcıklayıcı romanlar okuyarak, hemen her adım başında kucak kucağa, dudak dudağa, sinema, tiyatro reklâmlarını seyrederek çileden çıkıyorlar. Böylece muhitin tahriki ve teşviki ile cinsî duygular, hazlar, meyiller vaktinden evvel inkişaf ediyor ve genç çocuklarımızı vücut ve ruh bakımından telâfisi kabil olmayan yıkımlara sürüklüyor. Orta mekteplere devam eden çocuklarımız ders kitaplarından çok müstehcen ve gayrı ahlâki sahnelerle dolu, aşkî romanlar okuyorlar. “Hıçkırıklar” , “Kalp Ağrıları” ellerinden düşmüyor. Sevgilerinin arkasından hıçkırıyorlar. Hatıra defterlerine “Beni annem babam anlamıyor. Arkadaşlar mı? Onlardan da hayır yok! Onu zaten ilk gördüğümde sevmiştim. Onu, hep onu düşünüyorum. Ruhum ruhunu okşuyor.”

 

Şu satırları 15 yaşında bir gencin hatıra defterinden alıyorum. İşte böyle ailelerden, dostlardan, arkadaşlardan ümitlerin kesildiği bütün duyguların “O!” denilen meçhule doğru yöneldiği bu anlar gençlerin en tehlikeli anlarıdır. 15- 18 yaşları arasındaki bu devre baharlar gibi aşkla, hayatla, romantik hayallerle, ideal sevgilerle doludur. Kapalı disiplinli terbiye sistemlerine dayanan idealist cemiyetlerde bu yaşlarda bulunan gençler, ailenin ve cemiyetin kıymet hükümlerini, zihniyetlerini, ideallerini benimseyerek bünyeden, gençlikten gelen bu coşkunluklar yıkıcı olmaktan çok yapıcı, yaratıcı olurlar. Hâlbuki bizim cemiyetimiz mizansız, kontrolsüz ve idealsizdir. Gençlik neye bağlanacak, neyi benimseyecek, niçin yaşayacak; icabında niçin, kimin ve neyin uğruna ölecektir?

 

Etrafımızda örnek insan, şahsiyet sahibi kimseler yoktur. Varsa zamanın şerrinden korkarak bir köşeye çekilmiş, ya tahammülü tükenmiş, söylemiş haykırmış, bu suretle ya işinden ya başından olmuştur. Cemiyette ve millet hayatında benimseyecek hiçbir şey bulamayan genç insan, kendi insiyaklarıyla baş başa kalacak, ister istemez etinin, bedenin esiri olacaktır. Zaten cinsî duygu denilen kuvvet, şehvet her insanda lüzumu kadar hatta lüzumundan fazla vardır. Bunu teşvik etmeye, kamçılamaya ne lüzum var?

 

Millet için, insanlık için zarurî, insanlarda pek az olan, ancak terbiye ve telkinle meydana gelebilen iffet, fazilet, fedakârlık gibi yüksek kıymetleri yaratacak faaliyetler sarf etmeliyiz.

 

Bilmeliyiz ki çekiştire çekiştire bitiremediğimiz Rusya’da bile cinsî hayat bu kadar başıboş bırakılmamış, çıplak kadın resimleri, baldır bacak edebiyatı iş verimini, randımanı azaltır düşüncesi ile men edilmiştir!..

 

Neşriyatımıza bakınız!.. Sanat ve ileri fikir maskesi altında ne rezaletler işleniyor! Sinemalara gidiniz o dudak dudağa gelmeler… “Bize de bize de” haykırmalar…Islıklar…Ve sonra tramvay,troleybüs, otobüs alemleri…Burada yazamayacağımız, söyleyememeğimiz malum ve mahut, her biri bir devir için, bir millet için yüz karası olan şeyler!..

 

Birçok gençler pek haklı olarak böyle bir cemiyetin içinde evlenmenin doğru olmadığı fikrindedirler. Sokağın, sinemanın mahsulü olan bir kadından hayır gelmeyeceğini söylüyorlar. Gençler bu idealarında haklıdırlar. Çünkü evlenenleri görüyorlar. Daha birkaç gün evvel “ölünceye kadar, ebediyen birbirimizden ayrılmayacağız sevgilim” mektup yazan, münasebet kuran, nihayet evlenen sevgililer, aradan bir hafta geçmeden ayrılıyorlar, doğru mahkemeyi boyluyorlar.

 

Hiçbir zaman nikâh daireleri ile mahkemeler birbirlerine bu kadar yaklaşmamışlardır. Aralarındaki mesafeler bir adımdır, genç evliler bu adımları tereddütsüz atıyorlar. Kanunlar karı ile kocayı yekdiğerine sımsıkı bağladı halde boşanmalar eskiye nazaran mukayese edilemeyecek kadar çoktur. Hâlbuki eskiden bir erkek “Şart olsun” deyince karısını boşayabilirdi. Fakat bu, lâfzi manada bir şeydir. Her erkek ağzına, karısına sahipti. Onlar kanunu içerlerinde, kalplerinde yaşıyor yaşatıyorlardı. Bu kanun tercüme değil, devşirme değil, kalplerin, vicdanların kanuni idi. Birbirini görmeden, tanımadan evlenen gençler (nikâhta keramet var) sözünün sıhriyeti altında ebediyen birleşirlerdi. Halbuki zamanımızda evliler erkek olsun, kadın olsun, cemiyetle ve diğer insanlarla sık sık temas etmek imkanı buluyorlar; bilhassa sosyete ve modernlik icabı eğleneceklerde iradelerin çözüldüğü sevkıtabiîlerin işlediği, perdelerin alabildiğine kaldırıldığı bu dans ve sefahat âlemlerinde ruhlarda bu türlü hayatın meydana getirdiği değişiklik genç evlileri birbirinden soğutuyor.

 

Fazla görüş, fazla temas, fazla insanlar tek yol üzerinde yürümesi, evinde çoluğuyla çocuğuyla meşgul olması lazım gelen kadını sokağa, sosyeteye çekiyor.Bu hali gören gençlerimiz cinsî arzularında bol bol kolayca tatmin edecek imkanları buldukça niçin evlensinler?!

 

Yukarıda arz ettiğim gibi daha sonrası itimat edemiyor, evlenemiyorlar. Buna karşılık birçok genç kızlarımız kocasız kalıyor. Hayatlarını kazanmak için hayata atılıyorlar. Kızlıklarını, kadınlıklarını unutuyorlar. Kadınla erkek arası acayip bir mahlûk hâline geliyorlar. Dairelerin, iş yerlerinin ciddiyetini bozuyorlar, bu kadınlar evlenmiyorlar. Evlenmek isteseler de artık bunları kimse almıyor. Bil hassa hükümet merkezi bulunan Ankara’da bunlar pek çoktur. Umum müdürlerin etrafı, kısa saçlı, uzun tırnaklı bayanlarla çevrilmiştir. Diğer taraftan birçok erkeklerimiz işsiz güçsüz boş gezmektedirler. Çünkü yerlerini kadınlar işgal etmiş, onlar bu işlere tercihan alınmıştır. Her gün görüp duyduğumuz bu acı hakikatler cemiyet nizamını içten içe kemirmekte milletin istikbalini tehdit etmektedir. Çünkü kadınların iş hayatına atılmasıyla çoğalan boşanmalar, evlenmelerin azalması nüfus siyasetine aykırı bir harekettir. Gün geçtikçe yaşlı bekârlar çoğalmaktadır.

 

Bilhassa şehirlerimizde bu hâl ciddî surette kendini göstermektedir. İtimatsızlık, bağsızlık, serazatlık alıp yürüyor. Uçurumun kenarındayız. Gençlerimiz kendilerini vatana, millete, büyük ülkülere verecek yerde, kaldırımlara veriyorlar, ders kitaplarından çok aynaya bakıyorlar. Kız kafesliyorlar, kafese koyuyorlar. Bütün kabiliyetlerini bu sahada kullanıyorlar. Kızlarımız daha çocuk denilecek yaşlarda dostlar ediniyorlar. Namuslu, edepli eski Türk hanımları, bir yastıkta kocayan evliler, ağır ve olgun aile reisleri tarihe karışmak üzeredir. Uçurumun kenarındayız. Namuslu, şerefli bir şekilde yaşamak istiyorsak, mes’ut aile yuvaları kurmak istiyorsak, her şeyden evvel kadın meselesini ele almak zorundayız. Onları hakikî yerlerine, evlerine iade etmeliyiz. Yaşlarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklarının omuzlarında yükselecektir.

 

Mabetsiz Şehir

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...