BDG 76 Report post Posted May 3, 2008 UYDURMA DİL FELÂKETİ KISA HECELER... Asağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mânâ murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz: «Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru su ki, gericiliğe mi, ilericiliği mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, anadilini yitirine, yolunu sasırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi bosuna sıralayana, su yeni kusağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?” İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir. Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelismemis bir millete isarettir. Tek HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü: Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, sis, pis, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi... Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer «mak» veya «mek» edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen «emr-i hâzır»lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devsirilmis dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüstür: Psomi (rumca ekmek) – İpsomi... Fikr – Fikir... Spor – Sipor... Film – Film... Nefs – Nefis... Remz – Remiz... Vesaire... Baska dillerde tek hecede 4 – 5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2 – 3 sesi asamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir. Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet isaretidir. Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konusmaya ve dolayısiyle düsünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder. MÜCERRET MEFHUM... Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Asağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karsılığını arayınız: Zaman, mekân, mesafe, zevk, sevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda esi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili «koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir. Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beserî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karsısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor. (FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılıs tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir. Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılıs derecesinde (fonetik – seslendirildiği gibi) olsun... «Fena mı, kolaylık!» mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî «zor» u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!... Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılıs sekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmis ve bizim bundan haberimiz olmamıstır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir. Aslı ve iptîdaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılıs sekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düsürülmüstür. Quote Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 3, 2008 UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir müessisedir ve dısarıdan, bütün bir lisan uydurma seklinde müdahaleye tahammülü olamaz. Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karsılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dısında baska bir kâinat ile değistirilemez. Mecnunun her çesidi görülmüstür ama, böyle bir dâvaya «evet!» diyeni görülmemistir. DİLİN PİSMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pisiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pisecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkilli vücuda getirebilirsin... Sonradan da zorla bu nâkille dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur – yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, isçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakıslarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet... ABESLER SERİSİNDEN: Türkçede meselâ «sebep», «mevzuu» gibi Türkçelesmis, fakat asılları arapça kelimelere karsılık, icat edilen «neden», «konu» tabirleri, vahset hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir. Evvelâ «neden?» bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, «sebeb» in yeri ayrı... Meselâ: Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz? Derken: Neden bu nedeni?.. Diye mi söze baslıyacağız?.. «Mevzuu» ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesi zâhirî tesiri altında kalınarak baska bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müsahhasa düsürülmüs be bayağı islerde kullanılan «koymak» masdarına bağlanmıstır. Halbuki «mevzuu», çuvala kömür konurcasına maddî bir «koyus» fiiline yakıstırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısına gösteren, zoraki ve daima Arapçanın tesiri altında, güya ona zıt bos çabaları gösterir. NİSPET EKLERİ: Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (Sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalısılan tabirler, güvercinler arasında esek arıları kadar vahsi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle alâkalıdır. Doğal, kosul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof isgal kuvvetleri gibi görünecek ve asıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan) ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm... Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime asılamak, insanların beynini değistirmeye kalkısmak gibi bir abestir. ARAP İSGALİ YERİNE GÂVUR İSGALİ... «Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalleri, anarsik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düsüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmustur.» Su 43 kelimelik cümleden, 6 adet «ve» yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçeye ne kaldığını dehsetle görürsünüz! Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üsüsmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat2iyetle mevcut değil demektir. Besbellidir ki, atılmak istenen sey dil değil, Türkün ruh cevheridir. Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapçaya karsılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmistir. DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya baslamıstır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, sart edatı olan «ya» kelimesine eklediği, «dahi», da... Ya da... Türk sivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde sart edatı «ya» iki kere kullanılarak kendisini belirtir: Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin! Veya: Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, sapa oturursun! Fransızcada olduğu gibi, her dilde de böyle... İslâm düsmanı bir «elestirmeci» den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum sivesine kadar yanasma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır. Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser isaretinden baska bir sey değil... İsaret küçük ama delâleti büyük... Onların ağziyle hüküm: Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da... Simdi kendi ağzımızla: Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp gideceğiz! Quote Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 3, 2008 TESHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hüdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün asikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını isgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmıs bir dil... Bu dil her seye rağmen Türkün, içinde duğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta... Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teskil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmistir, bunun için de maddî kılıcına es bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın? Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devsirmecilik... Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düsünmeye baslamıstır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İste bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk is olarak, kaba müsahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginlestirmek zaruretini idrak etmistir. Bunun için de, Batılının, Yunanın ve Lâtin kaynaklarına uzanısı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmıs ve Türkçenin çarsafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini tek yol kabul etmistir. Ecdadımız aynen batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması seklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimis ve öz sahsiyetini feda etmistir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmis ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemistir. Sahsiyet suurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmustur. Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devsirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düsünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir «münevver» için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar. Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlısı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Basımızdaki bugünkü kurbağaca, iste bu dil sahsiyetsizliği yüzünden!.. Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtüklesmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmıs ve meydana hiçbir kumas hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıstır. Üstelik Türk lisan mımarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahiste son söz «sebep» ve «netice» nin tespitinde kalmıstır. Yapılacak tek sey, dilimize girmis bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi «sarf ve nahiv» dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak sartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçelestirmek... ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir. Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan (Göte) diyor ki: «Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.» Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır. Dillere daima yeni kelime asıları yapılabilir. Fakat bu asıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve istikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu isi sadece sanatkârlar yapabilir. İste, Türk dili evvelâ müsahade altına alınamamıs, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememis, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz esyası süprüntülüğe atılmıs, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk sapkâlı barbar esyası yığmak modası alıp yürümüs, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını mânevî vatanı silip süpürmüs ve neticede bugünkü kısırlastırıcı, iğdis edici, her türlü büyük kafa yetistirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmustur. İdeolocya Örgüsü/Hal ve Manzara(10. bölümden) Quote Share this post Link to post Share on other sites
BDG 76 Report post Posted May 3, 2008 Konuyla ilgili olarak "Büyük Doğu:Dil" bahsine buradan ulaşabilirsiniz. Quote Share this post Link to post Share on other sites