Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
adıgüzel

Sol çıkışını Arıyor Mu?

Recommended Posts

Sol çıkışını arıyor mu?

Bir labirentin içinde, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, panik içinde çıkışını arayan sol. Devrim Sevimay'ın sol adına temsil edici görüşlere yer verdiği yazı dizisinin başlığı böyle bir manzarayı çağrıştırıyordu.

Güya bir çıkış aranıyor; karanlık labirentlerin içinden kurtulmak, gün ışığına çıkmak ve var olduğunu göstermek için. Bu tasvir bana çok doğru gelmiyor. Sevimay'ın yazı dizisinde yer bulan görüşleri okurken, manzaranın iki ayrı Nasreddin Hoca fıkrası ile özetleneceğini düşündüm.

 

Birincisi eşeğini kaybeden Hoca'ya dair. Nasreddin Hoca eşeğini kaybetmiş, ama sürekli Allah'a şükredip duruyor. "Eşeğini kaybettiğin halde niye bu kadar sevinçlisin?" sorusuna ise şu karşılığı veriyor: "Ya üstünde ben olsaydım?" Solun çıkışına dair iri iri hükümler verenlerin çoğu, eşeğin üzerinde olmadıkları için mutlu olanlar. Dışarıdan ve uzaktan bakarak konuşuyorlar. Halbuki solun bütün renklerinde güçlü bir özeleştiri geleneği vardır. Kendine, kendi siyasî geçmişine, kendi tecrübelerine dair güçlü bir özeleştiriye yanaşmayanlardan siyasî yenilik çıkar mı?. Birbirini kaybedenler kimler? Sorulması gereken soru bu: Eşek mi hocayı, hoca mı eşeği kaybetti?

 

İkinci fıkra artık anonimleşmiş bir irfan örneği. Hoca evde yüzüğünü kaybetmiş. Sokakta harıl harıl bir şeyler ararken biri durumu anlıyor. Adamın "Neden evin içinde aramıyorsun?" sorusuna Hoca şu karşılığı veriyor: "Orası çok karanlık da..."

 

Sol, kaybettiklerini başka yerde arıyor. "Çıkış arama" benzetmesi yanlış. Solun araması gereken çıkış değil, bütünüyle bir "yeniden oluş". Daracık alanlarda fırtınalar kopartarak, birbirini kollayarak, birbirini yerden yere vurarak bulunacak bir çıkış yok. Solun kendi arasında kavga etmek için kullanabileceği ortak bir dil bile bulunmuyor artık. "Sol gelenek" denilen şeyin de aslında bir alışkanlıklardan ibaret olduğu anlaşılıyor.

 

Evrensel olarak sol ideoloji -beğenelim beğenmeyelim- toplumlardaki değişime bir pusula gibi yol gösterir. Mevcutla yetinmeyenler mutlaka sol ile bir diyaloğa girerek harekete geçerler. Sol dışında kalanlar bulundukları yeri bu pusulaya göre tanımlamaya başlar. Eleştirmek, muhalefet etmek, talep etmek ve ısrar etmek solun görevidir. Evrensel olarak muhafazakârlık adı verilen siyasî duruş, solun değişme baskıları ile şekillenen bir "muhafaza etmek için değişme mecburiyeti" halidir. Sağ her zaman kendini sola göre tanımlar. Hızlı bir değişim yaşanırken önce sol, toplumun ihtiyaçlarına uyumlu olarak kendini bir yere konumlandırır. Sağ ise hemen bu yeni duruma intibak ederek kendini yenilemeye girişir. Bu yüzden toplumsal ve siyasal gerçeklikle uyumlu bir solun, gemiyi bir çapanın sabitlemesi gibi referans olmadığı bir ülkede siyasal istikrar sağlanamaz.

 

Evrensel ölçekte kitlesel solun, yani sosyal demokrasinin 1970'li yıllardan başlayarak refah devleti sonrasını inşa etmek için giriştiği göz alıcı bir çaba var. 80'li yılların sonunda bu çabanın ulaştığı nokta küresel ölçekte piyasa egemenliğine karşı kendini yeniden oluşturmaktı. Türkiye'de sol, devletçi politikalara sarılmanın tarih dışına savrulmak olduğunun hâlâ farkında değil.

 

Devrim Sevimay'ın aldığı görüşler arasında piyasa radikalizmi ile hesaplaşarak, Avrupa'daki sola paralel çözümlerden bahseden kimse yok. Tartışmalar piyasa ile kamu sektörü arasında değil, bütünüyle siyasî devletçiliğin küflü, rutubetli labirentleri arasında boğucu ve tüketici yükler altında geçiyor. Susurluk'u da içeren Ergenekon karşısında, Susurluk'ta gösterdiği maharetin çok azını bile gösteremeyen, daha ilerisi "Ergenekon avukatlığı"nı temel siyasî gündem olarak tartışma eksenine yerleştiren bir solun çıkışı bulması mümkün mü?

 

Solun bir geleneği yok, alışkanlıkları var. "İyi darbe-kötü darbe" ayırımını sürdüren, darbeciliğin ideolojisi olan Millî Demokratik Devrim tezlerini yeniden ısıtmayı çıkış yolu olarak gören sol, bir çıkış yolu bulsa ne yapacak?

 

Sevimay'ın derlediği görüşler sol adına umudun daha uzun süre beklemede kalacağını gösteriyor.

 

 

14 Eylül 2008, Pazar

Mümtaz'er Türköne

ZAMAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

68 Kuşağı

TÜYAP Kitap Fuarı'nın bu yılki teması 68. 40. yılında, 68 hakkında epeyce kitap yayımlandı. 68 üzerine konuşmak ve yazmak, nostaljik gezintilere çıkmak anlamına gelmiyor.

68'den bahsetmek, tersine canımızı yakan yakın tarihle hesaplaşmak demek. 68 görülmemiş hesaplarımızdan biri. Geçmişin hesabını görmeyenlerin geleceğe dönük hesapları olamayacağını hatırlayalım.

Bu yayınlara ben de Nesil Yayınları'ndan çıkan bir kitapla katıldım. Bir yazarın köşesinde kendi kitabından bahsetmesini doğru bulmam. Ama bu kitabı, bir kitaptan çok bir hesaplaşma olarak kaleme aldım. Bu hesabın yeni kuşaklar eliyle mutlaka görülmesini ve böylece defterin kapanmasını umuyorum. Çabam, bu hesaba dair.

"Darbe peşinde koşan bir nesil: 68 Kuşağı" başlığı savunduğum temel tezi özetliyor. "68 neydi?" sorusunu, onu bir kategorinin içine yerleştirmek için soranlara verilecek kesin cevap şu olmalı: "Bir darbe serüveni idi". O zaman 68'i "darbeler tarihi" içinde bir yere yerleştirmek lâzım. 27 Mayıs'ın açtığı taşlı ve tozlu yolda cuntalar yeni darbeler planladılar. Tam o esnada Avrupa'da tarih sahnesine hiç savaş görmemiş bir nesil girdi. Daha özgür bir dünya için ayağa kalktılar.

Avrupa'da başlayan gençlik olayları, bizim cuntacılara ilham kaynağı oldu. Bizim 68'liler ile Sorbonne'daki 68'liler arasında, aynı yılın içinde sokağa çıkmak dışında hiçbir ortak nokta yoktur. Avrupa'da gençlik politik bir aktördü. Bizde de olmalıydı. Ne için? Darbeye etkileyici bir fon oluşturmak için.

68 kuşağını, büyük hayallerle evden kaçıp kötü yola düşen genç kızlara benzetiyorum. Mahzenlerde gördükleri pırıltıları ışık zannettiler. Cuntacılara yem oldular. Cuntacılığa sol müşteriler bulmak için icat edilen Baasçı Millî Demokratik Devrim tezini, ezilenlerin kurtuluş reçetesi olarak anladılar.

"İnsanlık tarihi, keskin dönemeçlerde toplumların savrulmalarına dair çok sayıda örneği bize naklediyor. İnsanlar yalnızlaşıyor, yabancılaşıyor; toplumların canı yanıyor. 19 yüzyılın özellikle ikinci yarısında Avrupa toplumlarının geçirdiği sancılı dönüşüm tam da böyle bir dönüşümdü. Sanayileşme, hızlı şehirleşme yeni toplumsal nirengi noktalarını henüz oluşturamayan insanlar vahşi siyasî rekabetin nesnelerine dönüşüyor. Siyaset bu içinden çıkılması güç karmaşayı çözmek için değil, sömürmek ve iktidar aracına dönüştürmek için çaba harcıyor. Sancılı toplumları siyasetin acımasızlığına terk edince ortalığı şiddet ve öfke kaplıyor.

Türkiye 1960'lı yılların sonundan itibaren başdöndürücü bir değişim yaşadı. Birdenbire insanlar yaşadıkları küçücük ve sıcacık köylerinden şehirlere sürüldüler. Hiç bitmeyecek bir gurbet hayatına başladılar. Bütün hayat alışkanlıkları çöktü, bütün referans sistemleri yerle bir oldu. 68 aslında bu pusulasını kaybeden neslin kurda kuşa, yani cuntacılara yem olmasının hikâyesi. Türkiye sancılı bir dönüşüm yaşadı. Her şey altüst oldu."

Benim kuşağıma 78'liler deniyor. Bu nitelemeyi çok anlamlı bulmuyorum, çünkü 78 tarihinin hiçbir karşılığı yok. Bizleri de 68'e eklemek gerekir. Çünkü saban toprağa 68'de girdi. Bizler toprağı, bize gösterilen istikamette sürmeye devam ettik. 78, aslında 68'in ikinci evresi. Ama daha acılı bir evre. Benim kuşağım, ilk neslin edebiyatını yaptığı acıları demir bir cenderenin içinde çekiçle örs arasında şekillenerek yaşadı. Bu yüzden bizler daha gerçekçiyiz. Üzerimizden 68'in ilk kuşağının hantal yükü kalktıktan sonra kendimizi daha iyi ifade edebiliyor, hesaplarımızı daha eksiksiz görebiliyoruz.

Tarihteki yekpare bütünlüğü takip etmek isteyenler 68'in kırkıncı yılında görülmeye başlanan Ergenekon Davası'nı da 40 yıl gecikmiş bir dava olarak görmeliler. Ateşi ışık zannedip yanıp tükenen neslin sorumluları bugün Ergenekoncu sıfatıyla yargılanıyorlar.

Mümtaz'er TÜRKONE

09.10.2008-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

İrtica kalmadı, Osmanlı verelim mi?

"Provokasyon" dediğimiz "içerdenmiş gibi" yapılan eylem veya söylenen sözdür. Bir miktar inandırıcılığı olmalıdır ki işe yarasın; yani tahriklere yol açsın. Salı günü Kadıköy'de açılan pankart provokasyon değil, en fazla bir protesto olabilir.

"Son Osmanlı padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan" sözünü, biraz ironi karıştırarak protestosunu dile getirmek isteyen bir CHP'li veya bilemediniz bir "Ergenekon yakını" pankarta yazıp açabilir.

Açılan pankartı bir "padişahlık özlemi" olarak takdim eden Cüneyt Ülsever'in yürüttüğü muhakemenin çuvalladığı yer, işin arkasındaki sakatlığı da gösteriyor. "1. Erdoğan'dan bahsediyor" diyor Ülsever ve bir istidlalde bulunuyor. "Demek ki 2. Erdoğan, belki de 3. Erdoğan dönemleri de yaşıyacağız." Basit bir tarih bilgisi: 36 Osmanlı padişahı içinde (diğer bütün monarşilerde olduğu gibi) aynı ismi taşıyanlar, isminin sonuna "evvel, sani, salis" (Biz bunu "I., II., III." şekline çevirdik) koyarak tefrik edilir. "I. Mahmud ve II. Mahmud" vardır; ama "I. Orhan" yoktur. Sultan Mahmud'a, ancak ikincisi tahta geçtikten sonra "I. Mahmud" denmeye başlanır. Demek ki "I. Erdoğan" lafını birileri ancak kinayede bulunmak ve aklınca aşağılamak için kullanabilir.

Bu düşük pankarta, mal bulmuş Mağribî gibi yapışan köşe yazarlarının çokluğu, yeni bir arayışın işareti olmalı. Bir arayışın veya tükenişin işareti. Siyasete müdahale aracı olarak geçmişte sürekli kaynatılan irtica kazanının ateşi söndü. Şimdi bir "Osmanlı tehdidi" pişiriliyor. Davos sonrası Ortadoğu coğrafyasında sıkça dile getirilen "Osmanlı özlemi", bu tehdidin ilham kaynağı oldu. Bir Amerikan düşünce kuruluşunun 2040 gibi yakın bir gelecek için yayınladığı, Osmanlı haritasına benzer Türkiye haritası "Osmanlı tehdidi" arayışının somut karşılığı olmalı. Stratfor'un başkanı George Friedman'ın Osmanlı'nın geri dönüşünü ifade etmek için söylediği "Osmanlı topraklarına hakim olup valiler atayacaksınız" sözü, tehdit peşinde koşanların ilgi menziline, sadece "otokrasiye geri dönüş" olarak girebilir. Pişirilen "Osmanlı tehdidi" rakiplerimizin önümüze koyduğu bir imparatorluk vizyonu değil salt bir padişahlık özleminden ibaret.

Dervişin fikri neyse zikri de o. Maliye ile Doğan Grubu arasında bir vergi tahsili meselesi var. Doğan Grubu, birçok alanda olduğu gibi medya alanında da sözü geçen bir holding. Bir işadamının vergi ihtilafından basın özgürlüğü sorunu, oradan da bu özgürlüğü baskı altına alan padişahlık özlemi çıkıyor. O kadar kalem ehli, bölgemizdeki gelişmeleri bir kenara bırakıp, bu vergi meselesini "Osmanlı tehdidi"ne dönüştürüyor.

Osmanlı vizyonunu, vergi tahsilatından basın özgürlüğüne oradan da basit bir "padişahlık özlemi"ne indirgeyenlere, 1876'da Devlet-i Alîye'nin anayasalı-parlamenter yönetime geçtiğini hatırlatmamız lâzım. 1839'dan o güne kadar da ülkeyi sadece diplomat paşalar yönetmişti. Çok partili parlamenter rejime geçilen II. Meşrutiyet döneminde ise padişahların esamesi bile okunmuyordu. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçerken zaten ortadan kalkmış olan "otokrasi"yi hatırlamanın hiçbir anlamı yok.

İrtica tehdidi sahte bir tehdit idi. Demokratik iktidarlar üzerinde asker-sivil seçkin-azınlık vesayetini sürdürmek için icat edilmişti. Halkın çoğunluğu Cumhuriyet'e ve laikliğe muhalif gericilerdi. Onlar da irticayı iktidara taşıyordu. Beyni aydınlık kalem sahipleri ile elinde silah olanlar bir araya gelince irtica tehdidi frenleniyor, bu arada patronların vergi sorunları da çözülüyordu. Şimdi de bir otokrasi ve oradan çıkan medya üzerinde sansür özleminden ibaret olan "Osmanlı tehdidi" var. Her iki tehdit de, dar bir seçkin azınlığın saltanatına karşı halkın çoğunluğundan kaynaklanıyor.

İşe yarar mı? Yani, patronların vergi sorunlarını çözer mi? Bu sefer biraz zor. Ama, bu tehdidin dillendirilmesi, irtica tehdidinden farklı olarak uzun bir tarihe ve tabii geleceğe dönüş için vesile de olabilir. Oktay Ekşi'nin dünkü Hürriyet'te bu minval üzre kaleme aldığı yazının her satırının tashihe muhtaç olması gibi.

Osmanlı tehdidi mi? Buyrun. Osmanlı'ya dair neler biliyorsunuz, hiç olmazsa onu görelim.

Mümtaz'er TÜRKÖNE

05.03.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Gardaş...'

 

Muhsin Başkan'ın, muhatabına hitap şekli buydu. Koyu bir Orta Anadolu vurgusuyla ve sıcak bir ses tonuyla karşısındaki ile muhabbete "gardaş..." diye başlardı. Duygu ortaklığını bu kelime ile yakalar ve sık sık tekrarlayarak sürdürürdü. "Duygudaşlık"... "Fikirdaşlık" değil. Galiba fikrin pek önemi de yoktu.

Muhsin Yazıcıoğlu'nu kavga esnasında tanımıştım. Kavga sona erdikten, fikirler darmadağın olduktan sonra da devam eden yakınlığımızı bu duygu ortaklığına bağlardım. 70'li yıllarda girdiğimiz kavga üzerine uzun yıllar düşündüm. Sosyal bilimlere aç bir kurt gibi dalmamın arkasında, yaşadıklarımıza anlam verme çabası vardı. Düşünce sembollerle gelişiyor. Muhsin Başkan da elverişli bir semboldü.

 

Bir hanımın yanında başını yerden kaldıramayan Anadolu delikanlısının, sabit gözlerle bir yere bakması lâzımdı. Cemiyet içinde konuşurken ellerini koyacak yer bulamayanların tutacakları bir şeyler lâzımdı. Sabit gözlerle ideolojilerin ütopyalarına dalmışken, güzel bir çift göze çaktırmadan bakarak bir şeyler söylemek mümkündü. Size fazla gelen, koyacak bir yer bulamadığınız ellerinize önce bir sopayı sonra da 7.65 mm çapında bir silahı aldığınızda sosyofobiniz de kayboluyordu. Neden kavga ettik, sorusuna bugün verdiğim cevap bu. Bir nedeni yoktu. Paylaşamadığımız bir şey yoktu. Sadece kavga etmemiz gerekiyordu. Bahaneler çoktu. Sebepler değil, kavganın kendisi önemliydi. Sesimizi kimse duymuyordu. Gerçi pek konuşmayı da beceremiyorduk. Konuşmak yerine dövüşmeyi tercih ettik.

 

Muhsin Başkan'ın "gardaş" hitabı, size benzeyenlerle sırt sırta vererek üzerinize düşmanca gelen her şeye karşı direnme çağrısıydı. Düşmanca olan sol ideolojiler değil, şehirlerin soğuk yüzüydü. Batı Anadolu'dan, Trakya'dan gelen ve dağarcığında "gardaş" kelimesi bulunmayan arkadaşlarımızın da, kestirmeden bu frekansa geçmesi, bu kelimedeki duygudaşlık yükünün eseriydi.

 

Önceki gün yazdığım yazıya, 70'li yılları bizim tam karşı kutbumuzda yaşayanlardan tepkiler geldi. Hürriyet gazetesinin, dün itibarıyla değişen ve Muhsin Yazıcıoğlu'na düşmanlık yayan yayınını da, aynı çevrenin eseri olarak gördüm. Haksızlık ediyorlar. Yazdıklarım için "Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte solcuları nasıl dövdüğünü anlatıyor." diyorlar. Ben kimseyi dövmedim, ama epeyce dayak yedim. Ama biz solcuları öldürdük. Tıpkı solcuların da bizi öldürdüğü gibi. O yıllarda bu kavgada çoğu genç tam 5 bin insan hayatını kaybetti. Geride kalan acıları ve istikbali kararanları da unutamayız. Kavgayı bizler çıkartmadık. "Bizler" derken solu da kastediyorum. Ama kendimizi bir "gardaş" kavgası içinde bulduk. Artık hepsi geride kaldı. Bugüne intikal eden sadece Ergenekon çetesi var. Benim Ergenekon'a duyduğum öfkenin arkasında da bu 5 bin kişinin hayatı duruyor.

 

Hrant Dink cinayeti üzerine Muhsin Başkan ile Zaman'da yayımlanan bir röportaj yapmıştım. Amacım, provokasyonları önlemek için ondan mesajlar almaktı. Ona Hrant'tan bahsetmiş, tam bir Anadolu delikanlısı olduğunu anlatmıştım. Karşılaşmış olsalardı mutlaka "gardaş" diye hitap ederdi. Dink'in arkasından yazdığı şiiri okumuştu. Şu satırları unutmadım: "Kan sızıyor Fırat'ın delinmiş tabanından toprağıma/Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor/Oğlunun adını Fatih koyan bütün Ermenilerle birlikte."

 

Önceki ay, "Son ülkücü" ile birlikte, Karşıyaka Mezarlığı'nda ülkücülerin mezarlarıyla birlikte Deniz Gezmiş'in, Mahir Çayan'ın mezarlarını da saygı içinde ziyaret etmiştik. Bugün, Muhsin Yazıcıoğlu'nun hatırasına, eski solcuların da saygı göstermesini bekleyecek kadar kendime ve o nesle güveniyorum.

 

Muhsin Başkan'ı sevenlere Türkiye'den kaçarak hayatını Meksika'da sürdüren bir sosyalistten aldığım mektuptaki şu "gardaş"ça satırları aktarıyorum: "Liderinizin, ideolojik olarak hemen hiçbir şey paylaşmadığım Sayın Yazıcıoğlu'nun üzüntü verici şekilde yitirilmiş olmasına içtenlikle üzülen bir sosyalistten duygudaşça bir gönderi almak belki kederinizi bir nebze olsun azaltır düşünce ve umuduyla yazıyorum bu sözcükleri. Akıllarını ve vicdanlarını ideolojinin körleştirici kuyularında yitirmemiş olanlar, tutarlığından, ilkelerinden, yiğitlikten ödün vermeyen insanların varlığını yadsımazlar -böylesi erdemlere sahip olan insan düşünce bazında kendilerinden çok çok uzak da olsa. Sayın Yazıcıoğlu tutarlı, ilkeli, yiğit bir insandı, buna kuşkum yok, üzüntüm bundan, üzüntüm içten."

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

28.03.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Genelkurmay'ın Kürt açılımı'

 

Genelkurmay, bu toprakların geçmişine has askerî yeteneği temsil ediyorsa, İlker Başbuğ'un konuşmasının bir stratejik arkaplanı olduğunu varsaymamız gerekir. Asker, mesleği gereği savaşır.

Savaşmak için düşman lâzımdır. Düşmanla savaşırken ileri ve geri taktik hamleler yapılır. Serdedilen mülahâzalar ülkenin siyasî dokusuna ve geleceğine dair; demek ki siyasî alanda savaş yürüten ordunun –çok fazla değişim sinyali verildiğine göre- gözden geçirilmiş ve zamana uyarlanmış yeni bir stratejisi söz konusu.

 

Askerin siyasî tasarruflarının gerekçesi olan iki temel sorun var. Bunlardan biri hepimizin canını yakan ve uğrunda ülke olarak ağır bedeller ödediğimiz Kürt sorunu. İkincisi ise bütünüyle siyaset üzerinde vesayet aracı olarak yapay biçimde üretilmiş irtica sorunu. Asker, kendisini bu iki soruna göre konuşlandırıyor. Düşmanları ise bu iki sorunun içinden çıkartıyor. Genelkurmay Başkanı, askerin profesyonel ilgi alanı olan bu iki soruna ve karşısında yer aldığı düşmanlara dair revize edilmiş bir stratejiyi dile getirdi.

 

Kürt sorunu bir etnik sorun. Üniter-ulus devlet ile Kürtler arasında. Asker, bu sorun üzerinde öteden beri tekel oluşturmuş durumda. Sivil siyasî aklın bu sorunu çözmek için attığı adımları, ağırlığını koyarak engelledi. Siyasetçilerin, Kürt sorununu çözmek için ileri attıkları bir adım kendi akıllarının, geri attıkları iki adım ise askerlerin eseriydi. Kürt sorununun bugünkü hali, doğrudan askerin belirlediği politikaların eseri. 1983 yılında askerler tarafından getirilen "Kürtçe yasağı"nın, sorunun büyümesindeki etkisi, askerin oluşturduğu tekel hakkında bir fikir vermek için yeterli.

 

Başbuğ'un "Türkiye halkı" açılımı, bu fiilî durum yüzünden çok önemli. Demirel'in "Kürt realitesi"ni tanıması ve Başbakan Erdoğan'ın "Kürt sorunu"nu kabul etmesi ile karşılaştırıldığında bu açılım sonuç getirme şansına sahip. Çünkü sahibi asker olduğu için, askerden muhalefet gelmesi ihtimali yok. Başbuğ'un konuşması ile asker, Kürt sorununa yönelik stratejisini köklü bir şekilde değiştirdiğini anlatıyor. Bu köklü değişim, sorunun askerî tedbirlerle çözümü yerine, siyasî araçların egemen olması anlamına geliyor. Başbuğ, "üniter-ulus devlet"in ulusunu yeniden tanımlamaya girişti. Değişim "ulus" tanımında. Şimdilik "ulus", "Türkiye halkı" olarak tanımlanabilecek. Bu tanım bizi, toprak esasına dayalı bir milliyetçilik anlayışına götürür. Aynı zamanda, hukukun koruduğu vatandaşlık esasına dayalı bir millet tanımı ortaya çıkartır. Mantık olarak Kürtlerin de kendilerini eşit ve onurlu vatandaşlar olarak içinde bulabilecekleri başka bir tanım yapılamaz.

 

"Bu ulus-devlet yapısının ortak değeri ne olacaktır?" sorusunu, Başbuğ kendisi soruyor. Başbuğ'un "Türk" sıfatı üzerindeki vurgusunun pratik bir değeri yok. "Bu ulus devlet yapısının ortak değeri" artık ortak çıkarlar ve hukuk olacaktır. "Vatandaşlığa dayalı milliyetçilik" yerine doğrudan "vatanseverlik" tabirinin kullanılması gerekir. Vatanseverlik, ulus devletin dayandığı referansı o toplumun içinden alıp üzerinde yaşanılan toprağa aktarır.

 

Başbuğ'un "Kürt kimliği" üzerine giriştiği spekülasyonların tamamı, "Kürt sorunu"nun vatandaşlık esasında çözülmesine yönelik. Üst-kimlik alt-kimlik ayırımı, "kültürel kimlik" vurgusu sınırları kolay çizilecek ayırımlar değil.

 

Önemli olan sonuç ise şu: Asker, siyasî çözüm alanı üzerindeki ipoteğini kaldırmış görünüyor. Bu sonuç, tam anlamıyla Kürt sorunu konusunda askerin stratejik geri çekilmesini ifade ediyor.

 

"Sanal düşman" yani "irtica tehdidi" konusunda ise geri çekilme değil, strateji değişikliği söz konusu. Asker, siyasî alandaki pozisyonunu muhafaza etmek için "cemaatleri" düşman ilan ediyor. Bu yeni düşman tanımının, bir "sanal düşman" tanımı olduğuna dikkat etmeliyiz. Siyasal alandaki vesayet, bu düşman tanımı ile sürdürülecek. Bakalım bu sanal kavga için ülke olarak hangi bedelleri ödeyeceğiz?

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

17.04.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Profesörler, bakanlar ve Ergenekon'

 

"Profesör" unvanı, bilim adamlığından ziyade öğretim üyeliğine dair özlük haklarını ve görevleri belirleyen bir memuriyet unvanı olarak görülür.

Genel kural olarak doktorasını yeni vermiş bir asistan, artık bütün hedeflerini tüketmiş olan profesörlerden daha çok bilime yakındır. Çünkü âdettir: Doktora düzeyindeki performansı akademisyenler bir daha yakalayamazlar. Profesörlük bir kemâl safhasıdır. Kemali yakalayan da daha ileri gitmez.

 

Profesörlüğü de içeren akademisyenlik insana aydın olma fırsatı veren bir meslek. Bu fırsatı kullanmak bilgi ile değil etik değerlerle alâkalı. Akademisyenliği öğretmenlikten farklı kılan bilimsel araştırma görevi, akademik özgürlüğün teminatı altında. İşte bu özgürlük de, uzmanlıkla yetinen bilim adamına bile etik bir sorumluluk yüklüyor. Mesleğini öncelikle vicdanı ile yürüten üç meslek grubu vardır. Üçünün de ortak özelliği "cübbe giymek" ayrıcalığına sahip olmaktır. Din adamları ve yargıçlarla birlikte profesörler, mesleklerini icra ederken vicdanları ile baş başadır.

 

Ergenekon soruşturmasının 12. safhası, "profesörler dalgası" olarak kayda geçti. Eski rektörler de dahil olmak üzere tutuklanan bu profesörlerin tamamı, uzmanlıklarından ziyade siyasî-ideolojik görüşleri ve tutumları ile tanınıyordu. Bu profesörlerin ne ile suçlandıklarını, iddianame açıklandığı zaman anlayacağız. Bir darbe davası görüldüğüne göre, muhtemeldir ki, bir darbe hazırlığının sivil uzantılarına dair iddialar söz konusu. Ama sanıklar profesör olunca, vicdana dair farklı bir boyut devreye giriyor. Epeyce üzücü bir durum. Temsil yeteneği olan ve sorgulanması toplumun bir kesimini rahatsız eden Profesör Türkân Saylan'dan ibaret değil söylediğim. Askerî darbeyi savunan profesörler, geçmişte hiç eksik olmadı. Demokrasiye yöneltilen meşhur eleştiride, ne hikmetse hep profesörlerle köylüler karşılaştırılır. Profesörlerin içinden darbe heveslilerinin çıkmasından daha vahimi, toplumun küçük bir azınlık da olsa bir kesiminin darbe istemesi değil miydi?

 

Yargıçların, profesörleri yargılarken Türkiye'de darbe yanlılarının verdiği psikolojik desteği bir hafifletici sebep olarak dikkate alıp almayacaklarını bilmiyorum. Öyle ya, darbenin bu kadar kolay hazmedilebildiği bir ülkede, bazı üniversite hocaları "fazla profesör" olabilirler. Bana vicdan sahibi bir profesör olarak, adaletin ve hukukun peşinden giderken insanî görünmeyen manzaralardan rahatsız olmak düşüyor.

 

Ama bu rahatsızlığı gölgede bırakacak daha ciddi bir rahatsızlık üzerinde durmamız lâzım. Ergenekon davası bugüne kadar siyasî polemiklere de konu oldu. İktidar ve muhalefet arasında karşılıklı olarak "yargıya müdahale" suçlamaları yapıldı. Ama ilk defa AK Parti hükümetinden bu davayı gören yargıçlara yönelik alenî bir müdahale ve baskı geldi. "Müdahale ve baskı" kelimelerini tam da Anayasa'nın 138. maddesine ve TCK'nın 288. maddesine atfen kullanıyorum. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın "Onları da görmezden gel ya" sözü, icra organından yargıya müdahale değil de ne? Daha kötüsü Bakan, bir suç ve suçlu varsayımına dayanarak "masumiyet" prensibini de çiğniyor. Güya ortada bir suç var ve Bakan savcılara dönüp, bu suça göz yummaları talimatı veriyor.

 

Bilim adamlığı unvanını ve üniversitenin özgür ortamını, kestirmeden yol alan iktidar oyunları için kullanan profesörler her zaman oldu. Yine de içimiz rahat olabilir: Profesörlerin tek başlarına darbe yaptıklarına dair tek bir örnek bile tarihte yer almamaktadır. Profesörler darbeleri yapmak için değil, darbelere meşruiyet kazandırmak için devreye girerler. İnanıyorum ki yargı, başkalarınca oluşturulan "darbe iklimi"ni, bu profesörler için hafifletici sebep sayacaktır.

 

Siyasetin ve siyasetçilerin yaptığı hataları ise hep birlikte düzeltmemiz gerekecek.

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

21.04.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ordu ile TSK arasındaki fark

 

Dün aynı saatlere tesadüf eden, birbiriyle bağlantılı iki medya gündemi: İstanbul'da Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Poyrazköy kazısında bulunan silah ve mühimmatı basına gösteriyor. Ankara'da Genelkurmay Başkanı, özellikle bu silah ve cephaneden hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yöneltilen kuşku ve soru işaretlerine cevap veriyor.

 

Genelkurmay Başkanı, kendi kurumunu, yani Türk Silahlı Kuvvetleri'ni müdafaa ediyor. Basın toplantısının özeti oldukça basit: Askerî bürokrasinin en tepesindeki isim, kurumunu savunuyor. Bu savunmayı tam olarak askerî mantıkla yapıyor. Ergenekon soruşturmasının ortaya çıkarttığı güçlü gerekçeleri değil, zayıf olanlarını irdeliyor. Mesele, bu soruşturmanın ortaya saçtığı dehşet manzarası ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir bağ olmadığını, askerî bürokrasiye terettüp eden bir sorumluluk bulunmadığını ispatlamaktan ibaret. Tipik bir bürokrasi refleksi. Suçlamalara maruz bir başka kamu kurumu da muhtemelen aynı tepkileri verirdi. Özetin özeti: "Sorumlu biz değiliz."

 

Yine de öğrendiklerimiz önemli. Meselâ karşımızda, toprağa yerleştirdiği silahları ancak 12 yılda toparlayabilen bir bürokrasinin bulunduğunu bu vesileyle öğreniyoruz. Asker siyasetle çok uğraştığı için, teknik askerî konulara yaklaşamıyorduk. Silahla mühimmat arasındaki farkı, LAW'ın silah değil mühimmat olduğunu öğrendikten sonra artık bu silahın bir kısaltma olan isminin son harfinin "weapon", yani "silah" anlamına gelmesine şaşırmayabiliriz.

 

Genelkurmay Başkanı, kurumunu savunuyor. Artık iki farklı şeyi birbirinden ayırt etmemiz lâzım. Türkiye'nin dış güvenliğini sağlayan bir ordusu var. Hepimiz (belli yaş aralığındaki erkek vatandaşlar) kanuna göre bu ordunun mensuplarıyız. Ekonomik ve toplumsal kaynaklarımız da öyle. Düşmanlarımıza karşı caydırıcılığı, topyekün savaş mantığı içinde bu ordu sağlıyor. Bir de bu ordunun işlerini yürüten sürekli bir bürokrasi var. Bu bürokrasi her şeyin kaydını tutuyor, barış zamanı bizi savaşa hazırlıyor ve dış-güvenlik sorunlarımızı takip ediyor. Artık sorunun bu bürokrasinin işleyişinden kaynaklandığını, doğrudan doğruya bürokratik bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu fark etmeliyiz. Bu bürokrasinin sağladığı korumayı çeteleşmek için kullanan, güvenlik amacıyla verilen silahları iktidarı gasp etmek üzere eline alanlar ülkemizin en ciddi sorunu. Bu durum, ordunun savunma görevinden de bir sapma hali. Bu sapma ancak bürokratik işleyiş gözden geçirilerek, suistimallerin önü alınarak engellenebilir. Hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği bir sorunun adını doğru koymalıyız: Türkiye'nin esaslı bir askerî bürokrasi sorunu var. Yeraltındaki silahlar hâlâ bu sorunun bir parçası.

 

Ergenekon soruşturması merkezde. Bu soruşturmanın askerî bürokrasiyi ilgilendiren iki somut tarafı var. Birincisi asker kişilerin karıştığı darbe komploları; ikincisi ise Poyrazköy'deki gibi ortaya çıkan cephanelikler. Başbuğ'un birinci sorunu yargıya havale etmesi yeterli değil. Zira, asker kişilerin karıştığı bu suçlar aynı zamanda Askerî Ceza Kanunu'nun da kapsamında. Üstelik, bu konularda Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla harekete geçen bir askerî yargı mevcut. Mehmet Ali Birand'ın bu cephanelikler için kullandığı "fışkırma" sözcüğüne Başbuğ'un verdiği sert tepki de ikinci kısma dair ve durumun vahametine ters. 22 LAW silahından 5'inin boş çıkması üzerinde uzun uzun durması ve bulunan silahların Irak menşeine dair spekülasyonları, asıl cevabı aranan soruları havada bırakıyor. İki konuda da Başbuğ'un kurumsal refleksi dile getirdiği ve bir askerî savunma yürüttüğü anlaşılıyor.

 

Öbür taraftan demokrasiye sahip çıkarken açık taahhütte bulunması, demokrasiyi içine sindirmeyenlerin TSK'da barınamayacağını beyan etmesi önemli. Dünkü basın toplantısına yönelik "asker, demokrasilerde konuşmaz" tepkisi doğru değil. Konuşmak şeffaflaşmayı getiriyor. Bu şeffaflığa ihtiyacımız var. Başbuğ, kamuoyunu tatmin etmemiş olabilir; ama bu şeffaflık bir yöntem olarak her sorunun cevabını bulabileceğimiz bir kapıyı hepimize açıyor..

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

30.04.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutan komutanlar

 

Başlıktaki ibare, eski genelkurmay başkanlarından Yaşar Büyükanıt'a ait. Büyükanıt, Genelkurmay'ın Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmasına itiraz ediyor. Dünyada tek örnek olarak sadece bizde genelkurmay başkanları doğrudan Başbakan'a bağlı.

Eğer Millî Savunma Bakanı'na bağlanırsa, o zaman "askerliğin içine politika sokulur" diye, itirazını gerekçelendiriyor, Yaşar Büyükanıt. Örnek olarak, Demokrat Parti döneminde Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutan komutanlardan bahsediyor.

 

Asker-siyaset ilişkisinin farklı boyutları var. Bu boyutların hepsinde kelimelerin anlamları değişiyor. Eğer konuşan bir asker ise "siyaset" kelimesi doğrudan "demokrasi" anlamına geliyor. Hatırlayalım: Demokrat Parti iktidara geldiği zaman ordunun statüsünü değiştiren hiçbir düzenleme yapmadı. Genelkurmay Başkanı, DP iktidara gelmeden önce de Millî Savunma Bakanı'na bağlıydı. Tek parti dönemindeki düzen çok partili hayatta da olduğu gibi devam etti. O zaman Büyükanıt'ın itirazı, tek parti döneminin savunma bakanlarına değil, Demokrat Parti'nin savunma bakanlarına yönelik. Aradaki fark ne? İkincisinin doğrudan sandıktan çıkması, yani halkın iradesini temsil etmesi. "Palto tutmak" abartılı ve aşağılayıcı bir ifade; askerliğin şerefine aykırı. Ama, Büyükanıt'ın itirazı demokratik iktidarların savunma bakanlarına yönelik. Bu durumda asker sadece demokratik iktidarların emrine girmeye karşı çıkmış olmuyor mu? Kısaca, askerlerin itiraz ettiği asker-siyaset ilişkisi değil; genelkurmay başkanlığı görevi üstlenmiş bir asker, demokratik iradenin emrine girmeye itiraz ediyor.

 

Millî Savunma Bakanı'na bağlanmaya itiraz eden bir orgeneralin, bir üsteğmen karşısında hazırola geçip selam durmaya da itiraz etmesi gerekmez mi? Bir orduyu ordu yapan disiplini ve hiyerarşisidir. Şayet bir üsteğmen, koca koca orgeneralleri karşısında hazırolda tutabiliyorsa, o orduyu bırakın savaştırmayı savaş meydanına götürmeyi bile başaramazsınız. Ve bir üsteğmen bunu başarmışsa, bütün üsteğmenler aynı hülyanın peşine takılmaz mı? Söylediğim bir varsayım değil. 27 Mayıs darbesinden sonra aynıyla vaki oldu. Orgeneraller, Millî Birlik Komitesi üyesi 27 yaşındaki bir üsteğmenin ve sonra yüzbaşıların, binbaşıların önünde hazırolda durdular. Ergenekon davasının ortaya döküp saçtığı gibi, ordu mensupları gırtlağına kadar siyaset batağının içine batmışsa, bunun sebebi bir komutanın Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutması değil, orgenerallerin genç subayların önünde selam durmalarıdır. "Palto tutmak" kabul edilebilir bir şey değil; ama hiyerarşinin tersine dönmesi askerliğin şerefini değil kendisini bile ortadan kaldıracak daha vahim bir durum değil mi?

 

Özden Örnek'in anılarında, 2002 Ağustos Şûrası aktarılıyor. Anlatılanlar, denetimsiz bir bürokratik kurumdaki hizipleşmelerden ve kişisel çekişmelerden ibaret. Ayak oyunları ile Edip Başer'in Kara Kuvvetleri komutanı olması engelleniyor. Ordunun komutasını devralan Genelkurmay Başkanı'nın hiçbir şeyden haberi olmuyor. Bu olup-bitenlerin adı bal gibi siyaset değil mi?

 

O zaman askerlerin anlayacağı dilden konuşalım. Biz, asker üzerinde "siyasî denetim" istiyoruz. Yetkisini bizden alan demokratik iktidarların orduyu denetlemesini bekliyoruz. Başta terör konusu olmak üzere güvenlik konusunda zaafla karşılaşmamak, üzerinde üniforma ve elinde silah bulunanların hukuk dışına çıkmasını engellemek ve ülkenin kıt kaynaklarını daha rasyonel biçimde kullanabilmek için. Mesele, "asker mi yönetsin yoksa siyasetçi mi?" ikilemi değil. Hukuk içinde medenî ve sağlıklı bir ülke halinde yaşama meselesi. Bunun için de askerlerin siyasî (yani demokratik) denetim altına alınması şart.

 

Mesele mesleğin şerefi ise, askerlerin önce halka güvenmesi gerekir. Hele Genelkurmay, dünyanın her yerinde olduğu gibi Millî Savunma Bakanı'na bağlansın; şayet paltosunu komutana tutturmaya kalkan bir bakan çıkarsa, evelallah onun cezasını elbirliği ile sandıkta biz veririz.

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

05.05.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cumhurbaşkanı'na dokunan yargıcın dokunulmazlığı

Anayasa'nın açık hükmüne rağmen bir yargıç Cumhurbaşkanlığı makamına yargı yolunu açıyor. Kısa yoldan Cumhurbaşkanı'na dokunmuş oluyor. Attığı en küçük imzaya kadar bütün kararlarında "sorumsuz" olan Cumhurbaşkanı güya "dokunulur" hale geliyor. Gerçek durum böyle mi?

Eldeki delillere, ifadelere ve duruşmalar boyunca yargıçların oluşan kanaatlerine göre verilen bir yargı kararı değil Sincan Ağır Ceza yargıcının verdiği karar. Yargıç kendince Anayasa'nın 105'inci maddesini yok sayıyor ve açık hükme rağmen "cumhurbaşkanı yargılanabilir" şeklinde bir şahsi rey ihsas etmiş oluyor. Bu kararın arkasındaki niyet de sorgulanmalı. Cumhurbaşkanı, milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle –kendisinin yargılanma talebine rağmen- isnad edilen suçtan yargılanamadı; ama suçu bireysel değil, parti yetkili mercilerine isnad edilen bir suçtu ve kendisiyle aynı durumda bulunanların tamamı suçsuz bulundu. Bu davanın bir uzantısı olan tazminat davasından da ayrıca "şahsi sorumluluğu olmadığı gerekçesiyle" beraat etti. Hakim, bütün bunları bilmesine rağmen, olmayan bir kapıyı önce ihdas etmeye, sonra da açmaya zorluyorsa ortada başka bir şey var demektir. Yargıcın çiğnediği daha genel bir hüküm var: "Yargıçlar kararlarıyla konuşur". Kararı veren yargıcın, Habertürk'te canlı yayında kararını savunmaya girişmesi, çiğnenen prensibin sadece bir Anayasa hükmünden ibaret olmadığını anlatıyor.

 

Durumun vahametini tersinden gösterelim.

 

Yaptığı işi monoton ve tüketici bulan bir yargıcı göz önüne getirin. Yaşı ilerledikçe yanlış bir meslek seçtiğine daha fazla inanıyor. Bir dans yıldızı veya bir tiyatrocu olmayı hayal ettiği gençlik yıllarını, sabahları koyun sürülerinin evinin önünden geçtiği taşra kasabalarında geçirmiş. Hayaller tükenmiş; ama hâlâ yargıcın yüreğinde bir umut var. Bir yolunu bulup bu sıkıcı hayattan sıyrılabilir, toplumun ilgi ve hayranlıkla izlediği bir yıldız olabilir. Mahkemenin kaleminde görev alan bir kâtip ve hizmetli yerine büyük sayılara hükmedebilir. En önemlisi kendisine artık saygı bile göstermeyen eşinin ve çocuklarının gözünde yeniden önemli biri olabilir. Vicdanları dışında hiçbir merciye ve arzuya boyun eğmeyen yargıçları tenzih ederek soralım: Yaptığı işin monotonluğuna rağmen bir yıldız olma hayalinden vazgeçmeyen, üstelik işine de saygısı olmayan bir yargıç pekala mümkün olabilir, öyle değil mi? Politikada yıldız olmayı kafasına koyan bir yargıçtan söz ediyoruz. Karşınıza mesleğinin şeref ve itibarını ikbal arayışları için harcayacak bir yargıç portresi çıkmıyor mu?

 

Bir hukuk sistemini, toplumun hak ve adalet duygusunu, yargı sistemine olan güveni siyasî ikbal peşinde koşan bu yargıca karşı nasıl korursunuz? Böyle bir yargıcın Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve halkını şahsında temsil eden Cumhurbaşkanı'nı dünya aleme rezil etmeye kalkmasını, dolayısıyla ülkenizin şeref ve haysiyeti ile oynamasını nasıl engellersiniz? Önümüzde iki yol var. Birincisi Cumhurbaşkanlığı makamını, bu tür keyfi tasallutlardan azade tutmak ve böylece bu makamın izzetini ve şerefini korumak için cumhurbaşkanının şahsını dokunulmazlık zırhı ile donatmak. Bu koruma zırhını Anayasa hükmü haline getirerek herkesin gözünün içine sokmak. Peki Anayasa'ya bu zırhı yerleştirdikten sonra, ikbal peşindeki bir yargıç yine de bu zırhı delmeye alenen teşebbüs ediyorsa?

 

O zaman yargıya, Anayasa hükmünü alenen çiğneyerek yargıya olan güveni sarsan bu suistimalin hesabını sormak düşüyor. Bir vatandaş olarak cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunuyorum. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın şahsında Türk devletinin ve anayasal kurumlarının uluslararası alanda itibarına zarar veren bu yargıcın, TCK'nın 302-308 maddeleri arasındaki suçlardan yargılanabilmesi için "yargıç dokunulmazlığının kaldırılmasını" talep ediyorum. Devletin bütün kurumlarını –bu arada yargıyı da- tek başına şahsında temsil eden cumhurbaşkanının dokunulmazlığı yoksa bir yargıcın nasıl olabilir?

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

21.05.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

MHP'nin Alevî açılımı

MHP lideri "açılım" kelimesinden pek hoşlanmasa da, bu haftaki grup konuşmasında gerçek bir açılım yaptı. Bir yandan hükümetin düzenlediği "Alevî çalıştayı"na destek verdi; öbür taraftan beş maddelik "açılım" önerisinde bulundu.

Kullandığı dil yapıcı ve saygılı. Formüle ettiği beş maddeli açılım, Devlet Bahçeli'nin bu soruna kafa yorduğunu ve mesai harcadığını gösteriyor.

 

MHP lideri, siyasî iletişim zemini olarak neredeyse sadece grup toplantılarını kullanıyor. Bir haftanın icmalini burada yapıyor ve mesajlarını grup kürsüsünden veriyor. Uzun ve yorucu konuşmaları içinde ehem ile mühim birbirine karışıyor. Alevî açılımının siyasî gündemin gürültüleri arasında kaybolmaması lâzım.

 

Bahçeli'nin birinci önerisi, Alevî inancına dair kaynakların gün yüzüne çıkartılması. Bu konuda bir sorun yok. Üniversiteler, araştırma merkezleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, tıpkıbasımları ile birlikte orijinal metinleri yayımlıyor. İkinci öneri "Türkiye Alevîlik Araştırmaları Merkezi"nin kurulması. MHP lideri bu merkeze Alevî inancı için hem bir eğitim merkezi hem de kültürel önderlik rolü veriyor ve aynı zamanda genel bütçeden pay alan bir devlet kurumu niteliği yüklüyor. Üçüncü olarak, Alevîlerin kalkmasını istedikleri "Din kültürü ve ahlâk bilgisi" derslerinin müfredatına Alevîliğin yerleştirilmesini teklif ediyor. Dördüncü başlık, en hassas konulardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile Alevîlerin ilişkisine dair. Bahçeli, yine Alevîlerin "kalksın" dediği Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, İslâm içindeki bütün farklı inançları –bu arada Alevîliği de- bünyesine alacak şekilde organizasyon değişikliğine gitmesini öneriyor. Son olarak cemevleri tartışmasına, yine resmî boyutu olan bir çözüm getiriyor. "İbadethane olarak yasal statüye kavuşturulması" anlamına gelecek şekilde cemevlerinin giderlerinin genel bütçeden karşılanmasını ve fiilî duruma resmiyet kazandırılmasını öneriyor.

 

Bahçeli'nin önerileri Alevî Çalıştayı'nda takip edilen yoldan çok farklı. Varılan menzilin gerisinde ve önerileri yer yer muğlak. Alevîlik karmaşık bir sorun. Alevî inancına mensup olmayanların dışarıdan getirdiği çözümler –MHP liderininki gibi- hep bir Alevî ortodoksisi varsayımına dayanıyor. Halbuki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda temsil edilen bir Sünnî ortodoksisinin muadili bir Alevî ortodoksisi mevcut değil. İster Alevîlerin içinden ister dışarıdan böyle bir ortodoksiyi oluşturma çabalarına resmî nitelik kazandırmak, inancın özüne müdahale anlamı taşıdığı için baştan yanlış. Alevîler adına bir ortak payda aranıyorsa buluşma noktası, sınırları yine Alevîler tarafından çizilen geniş çerçeveli bir "Alevî dindarlığı" olabilir.

 

Bejan Matur, cemevi ile cami arasında kurulan karşıtlığa itiraz ettiği dünkü yazısını, Alevî sorununun çözümü adına çok hayatî bir eksene yerleştirmiş. "Alevîlik ve Sünnilik iki farklı 'ideoloji' olmadığı gibi birbirinin rakibi de değiller" derken, soruna "Alevîlik-Sünnîlik diyalektiği" dışında görece özerk yaklaşımların önünü açıyor. Alevîliğin durduğu yeri Sünnî itikada göre belirleme veya karşı çıkma kaygısı iki tarafta da mevcut. Alevîler sorunlarına "bizi Sünnîleştiriyorlar" itirazı ile bakarken, karşıdan "Alevî İslâm inancı" vurgusu gelirken sorunu bir inanç ve ibadet özgürlüğü sorunu veya bir kimlik sorunu olarak ele almak zorlaşıyor.

 

Alevîlik karmaşık bir toplumsal sorun; yani özü itibarıyla siyasî bir sorun değil. Öyleyse bu sorunun siyasîleşmemesi lâzım. Bunun şartı ise bu hassas konunun siyasî istismar meselesi yapılmaması. MHP liderinin açılımına Alevîlerden muhtemelen itirazlar gelecek. Ancak kullandığı dikkatli, özenli ve saygılı dilin hakkını vermek gerekir. Bu dil muhafaza edildiği takdirde Alevîler uzun bir mesafe kat ettikleri meşruiyet arayışında, zaten arzu ettikleri yere gelecekler. Sorun toplumsal; demek ki çözüm yeri toplum. Siyaset sadece bu alanı daha elverişli hale getirmeye katkıda bulunabilir.

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

11.06.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ordu göreve!

 

Kestirme ve ucuz genellemelerden uzak duralım. Askerlerle sivilleri karşı karşıya getiren bir sorunla uğraşmıyoruz. Kanunlara ve anayasaya aykırılığın ötesinde gayri meşru biçimde iktidar dizginlerini ele geçirmeye niyetlenen bir suç örgütünün peşindeyiz. Bu suç örgütünden, askerlik mesleğinin şerefini beş paralık ettiği için herkesten çok askerler şikâyetçi.

 

Askerlik bir şeref mesleğidir. Bir asker vatanı için hayatını tek kelimelik emirle feda etmeye hazırdır. Daha ötesi mesleğinin şerefini korumak için her asker hayatını ortaya koyar. Genelkurmay koridorlarında hazırlanan plan bir suç teşkil etmenin ötesinde askerlik mesleğinin şerefine aykırı. Şerefli bir Türk subayı, millî meseleleri darbe planlarına meze yapmaz. Sırtındaki üniformaya saygısı olan bir asker Bizans saraylarına özgü ahlaksız komplolar, entrikalar planlamaz. Anayasa'nın 137. maddesinde yasaklanan "kanunsuz emir"e karşı çıkmaktan çok daha önemli olan askerlik mesleğinin şerefi ve bu mesleğin ahlâk kuralları "irtica ile mücadele eylem planı"nda yazılanları bırakın planlamayı, aklından geçirmesine bile engel olur.

 

Asker dostlarımla bir araya gelip bu meseleyi tartışıyoruz. Şok belgeye karşı en büyük infial askerlerden geliyor. Askerlik mesleğinin şeref ve itibarının arkasına saklanarak bu ahlaksız planlar peşinde koşanlardan en çok onlar rahatsız. Meseleyi bir asker-sivil rekabeti olarak görmüyorlar; darbecilerin ordudan temizlenmesinin orduya itibar kazandıracağını ısrarla vurguluyorlar.

 

Ordu büyük bir kurum. Ana gövdesi silahının başında eğitim yapan veya nöbet bekleyenlerden meydana geliyor. Darbe planı yapabilecek veya bu işlere mesai ayırabilecek durumda olanlar çok küçük bir azınlık. Bu küçük azınlık, savaş için lazım olan hiyerarşi ve disiplini siyasete el atmak için kullanıyor. Ergenekon davasının geçtiği tartışmalarda ordunun arkasına sığınanların tamamı itibar sömürüsü yapıyor. Ülkeyi düşmanlara karşı koruyan ordu ile kimin ne meselesi olabilir? Mehmetçiğin koruduğu dikenli tellerin arkasındaki binalarda darbe planı yapan, bunun için ülkeyi gözünü kırpmadan ateşe atmaya hazırlananları bu mesleğin onuru neden kurtarsın?

 

Türk ordusunun subay kalitesi dünya standartlarının çok üzerinde. Harp okulları en yetenekli gençleri subay kadrolarına dâhil ediyor. Bir subayın aldığı eğitim en başta köklü bir devlet terbiyesi ve tarih bilincine dayanır. Bu tarih bilincinin özeti şudur: Subayı siyasetle uğraşan bir ordu bırakın vatanı, kendi itibarını bile koruyamaz. Balkan coğrafyasının, gırtlağına kadar siyasete batmış subaylar yüzünden çetelere teslim edildiğini en iyi askerler bilir. Kurtuluş Savaşı'nın Yunanlılardan çok içeriye karşı verildiğini ve bunun sebebinin de yine siyaset olduğunu askerler kadar iyi bilen yoktur. Bütün askerî darbelerin öncelikle orduya daha doğrusu bu bilince karşı yapılması bu yüzdendir.

 

Konuştuğum asker dostlarım, elindeki silahla siyaseti tanzim eden askerlerin etkili olduğu bir ülkenin asla medenî bir ülke olamayacağını söylüyorlar. Daha önemlisi, Bizans saraylarına dönmüş bir Genelkurmay karargâhı ile hiçbir savaşın kazanılamayacağını vurguluyorlar. Halkını düşman ilan eden bir ordu ile hiçbir millî çıkarın korunamayacağını tekrarlıyorlar. En önemlisi, cumhuriyet ve laiklik istismarı üzerinden siyasete müdahalenin artık kabak tadı verdiğini belirtiyorlar. Ordunun kahir ekseriyetinin de bu düşüncede olduğunu söylüyorlar.

 

Herkesin yüreği ferah olsun. Ortada kumpas çevirip, elindeki silahı doğrultup darbe yapmaya hazırlanan bir ordu yok. Tam tersine şerefli Türk subayları ordunun itibarını, entrikalara ve komplolara geçit vermeyerek sürdürmeye kararlı. Darbe ima eden ve siyasete müdahale niteliği taşıyan emirleri yerine getirmemeye kararlı güçlü bir irade orduya hâkim.

 

Kısaca ordumuz görev başında.

 

Mümtaz'er Türköne

18.06.2009-Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Albay Dursun Çiçek intihara zorlanıyor

 

Belki de o şerefli üniformayı taşımanın bir bedeli olduğunu düşünmüştü. Boğazına kadar siyasete batmış bir karargâhta görev yapıyordu.

 

Askerlik, dış düşmanlara karşı sınırları korumaktan çok ülkeyi yönetmek demekti. Yönetimin dizginlerini elde tutmak için ise karargâh harıl harıl çalışmalıydı. Meslek askerlik olunca plansız hareket edilir mi?

 

"İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nı hazırlayan Albay Dursun Çiçek'e -yaptığı işe duyduğum öfke bir yana- ıslak imza tartışmalarının başından itibaren sebebini tarif etmekte zorlandığım bir sempati duydum. Belki biraz bizden biri gibi olmasından. Mahkemede "kız kardeşlerimin başı kapalı" diye kendini savunduğunu okurken, bu duyguya bir gerekçe bulmuştum. Yüzde yüz eminim ki, taburunun başında geri dönülmesi imkansız bir göreve gözünü kırpmadan gider. Asker, verilen emri yerine getirir. Verilen emir vatandaşa komplo kurmak olunca?!..

 

Albay Dursun Çiçek, temel görevi siyaseti tanzim etmek olan Genelkurmay Karargâhı'nın bir parçasıydı. Verilen emri, bir asker olduğu için yerine getirdi. Kendi milletine karşı suç işledi. Şimdi ona bu emri verenler, onu kurban ediyor. İşte bu yüzden şimdi Albay Dursun Çiçek'in başına örülen çorabı elbirliğiyle çözmeliyiz. Bu askerin meslek onuruna sahip çıkmalıyız.

 

Savaşı kazanmak için kendi birliklerinizden bazılarını feda edebilirsiniz. Hatta düşmanla boğaz boğaza süngü savaşına girmiş bir birliği, savaşın kaderini değiştirecekse düşmanla birlikte kendi top ateşiniz ile imha edebilirsiniz. Askerin mantığı böyle işler ve bu mantık savaş için doğrudur. Ya savaş siyasî alanda yürütülüyorsa? Şimdi asker yürüttüğü siyasî savaşta şerefli bir albayını feda ediyor. Üstü örtülemeyen bütün suçları bu albayın üzerine yıkıyor ve güya bu sayede saplandığı bataklıktan çıkmayı, komutanları kurtarmayı umuyor.

 

İki ihtimal var: Birincisi Dursun Çiçek'in bu fedailiği kendisinin üstlenmesi veya bu konuda ikna edilmesi. Suçu kendi iradesi ile üstlenmiş ve içinde yer aldığı kurumu temize çıkartmış olacak. İkinci ihtimal, Dursun Çiçek'in yine bir karargâh planı ile kurban edilmesi. "Ben emri yerine getirdim" diyecek, ama amirleri böyle bir emir vermediklerini söyleyip onu yalancı durumuna düşürecekler.

 

Bir asker gibi düşünemeyenler, Dursun Çiçek'in ruh halini kavramakta zorlananlar kendilerini onun çocukları yerine koysun: General olamadım diye koskoca ordunun itibarını iki paralık etmek için oturup şerefsizce komplolar planlayan ve bunları icra eden biri olmak veya onun çocukları sıfatını taşımak, sizce nasıl bir duygu? Kızı, babasının yüksek askerî niteliklerinden özellikle de askerlikte çok önemli olan verilen emre itaat alışkanlığından bahsediyor. Benim de en küçük şüphem yok. Bir Türk subayı, emir almadan böyle bir işe kalkışmaz. Suç işleyip sonra da kendi kendini ihbar etmez. Neden kendini suçlu duruma düşürsün? Daha ötesi, bir tek subayın terfi alamadığı için kâğıttan kaplan gibi yere serebileceği bir orduyla, bu kadar çaresiz bir ordu ile ülke savunulur mu?

 

"İrtica İle Mücadele Eylem Planı" Genelkurmay'ın sıralı emir-komuta zinciri dışında hazırlanmış olamaz. Albay Dursun Çiçek'i, askerî savcılıkça isnat edilen "komplo kurma" suçundan temize çıkartacak çok sağlam deliller var. Bu planın benzeri olan ve daha önce tartışılan Taraf gazetesinin yayımladığı "lahika"lar. Dursun Çiçek'in hazırladığı planı öncekilerden farklı kılan, Erzincan'da somut olarak uygulanmış olması. Askerî savcı, Erzincan sanıklarını temize çıkartırken ve bütün suçu Dursun Çiçek'e yıkarken daha önceki benzer "lahikalar"ı nereye koyacak?

 

Askerî savcılık bir iddianame değil, bir senaryo hazırlamış. Bu "intikam senaryosu"nun hizmet ettiği tek amaç var. Ağustos Şûrası'nın üzerine inen Ergenekon gölgesini kaldırmak. Saldıray Berk gibi "sanıklar"ı Şûra'da korumak. Ne pahasına? Albay Dursun Çiçek'in yok edilmesi pahasına.

 

Dursun Çiçek meslekî bir intihara sürükleniyor. Askerlik şerefi adına ve belki daha önemlisi hukukun üstünlüğü adına Dursun Çiçek'in yok edilmesini engellemek gerekiyor. O artık bizim Dreyfüs'ümüz..

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

15.07.2010 - Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Eski ülkücüler'

 

 

Büyük stratejisyenler "doğru savaş", "yanlış savaş" ayırımı yaparlar. Savaşın amacı ile doğrudan savaşın kendisi ve araçları arasında tam bir uyum varsa bu savaş "doğru savaş"tır.

 

"Yanlış savaş"ta üstünlük sağlasanız bile, savaşı kazanmış olmazsınız. "Referandum savaşı"nda MHP'nin açtığı cephe "yanlış savaş" tanımına uyuyor. Ölçü basit: Hadi 12 Eylül'de sandıktan "hayır" oyu çıktı diyelim. Bu sonuçtan MHP'nin bir kazancı olacak mı? MHP'nin idealleri olan bir siyasî parti olarak kendi değerlerine ve amaçlarına uygun bir "kazanç"tan bahsediyorum. Tam tersine ya kayıpları?

 

Bugün siyasî temsil görevi de yerine getiren kadim bir MHP'li dostumla aramda geçen konuşma size fikir verebilir. Bin dereden su getirerek "hayır"ı savunan dostuma karşı, mantık yolları tükenince şu zorlu soruyu sordum: "Kur'an'ın üstüne el basarak 12 Eylül'de "hayır" oyu kullanacağına yemin eder misin?" Aldığım karşılık MHP'nin bugün içine girdiği açmazı göstermeye kâfi idi. Dostum, şiddetle savunduğu tezin gereğini yerine getireceğine dair yemin edemedi.

 

MHP'liler samimi bir gayret ile partilerini ve partilerinin politikasını savunuyorlar. Referandum kutuplaşmasını parti rekabetinin üzerine yükleyip işin içinden çıkıyorlar. Ama hiçbiri, "hayır"ın sonuçlarını savunamıyor. Sandıktan "hayır"ın çıktığı bir Türkiye'ye razı olamıyorlar. Sayın ki ülkeniz haksız bir savaşa girmiş, savaşmama ihtimali var mı? MHP'liler inanmadıkları bir savaşı partilerinin hatırına sürdürüyorlar. İnanmadıkları halde sürdürdükleri bu savaş için onları kimse suçlayamaz.

 

MHP'nin referandum muhalefetinin üzerine inşa ettiği iki temel argümanı var. Birincisi bu anayasa paketinin "PKK açılımı" olduğunu öne sürmesi. "Nasıl yani?" diye somut bir maddeyi sorduğunuzda ise "AK Parti'nin gizli gündemi"nden dem vuruyor. "Gizli gündem"lere karşı çıkmak biraz "hayalet avcılığı"na benzediği için mantıklı bir tartışma yürütmek imkânsız. İkincisi, CHP'den ödünç alınma bir argüman: AK Parti'nin yargıyı ele geçirme iddiası. Bu iddiayı da, güya AK Parti'nin ele geçirmeyi hedeflediği Anayasa Mahkemesi reddediyor. Bu paket Anayasa Mahkemesi'nin süzgecinden geçerek halkoylamasına sunulmadı mı? Anayasa Mahkemesi "ele geçirilmeye" nasıl rıza gösterir?

 

CHP ile referandumla değişmiş anayasa hükümleri arasında iflah olmaz bir karşıtlık var. CHP, muhalefette bile sürdürdüğü devlet içindeki iktidarını anayasa değiştikten sonra büyük ölçüde kaybedecek. Ya MHP'liler? Darbelerin önünün kapanması, Anayasa Mahkemesi'nin ve yüksek yargı oligarşisinin CHP ile aynı çizgideki tahakkümünün sona ermesi MHP'lileri neden rahatsız etsin? 12 Eylül'den önce bizim başımıza gelenlerin çocuklarımızın başına gelmesini önlemenin neresi kötü? MHP'nin oyları ile Meclis'ten çıkan anayasa değişikliğini bir çırpıda iptal eden Anayasa Mahkemesi'nin mevcut halini savunmanın neresi iyi?

 

MHP'nin yürüttüğü savaşın yanlışlığını, MHP lideri Bahçeli'nin ülkücülerle giriştiği yaralayıcı ve kırıcı polemik tek başına gösteriyor. Bahçeli'nin "eskiden ülkücüymüş" diye aşağıladığı, "evet bülbülleri kesildiler" diye dalga geçtiği ülkücülerin çoğunu tanıyorum. Konuşanların hepsi "yeni MHP'li" değil "kadim ülkücü"ler. Ülkücülüğü, inançlarından dolayı çile çekmek, her türlü eziyete maruz kalmak ve hepsine rağmen bu ülkeyi, milleti ve devleti deliler gibi sevmeye ve yüceltmeye devam etmek olarak tanımlıyorsak; MHP'nin kurumsal kimliği altında ve temsil makamlarında yer bulan ülkücülerin oranı toplamın onda birini geçmez. 12 Eylül'ün işkencelerinde geçmiş, gençliğini zindanlarda tüketmiş olanları ve yaşadıklarından çıkardıkları tecrübelerle Türkiye'nin geleceğini kurtarmaya çalışanları "eski ülkücü" diye hafife almak sadece MHP'nin politikasının "ülkücülüğünü" tartışılır hale getirir. Onların sözlerini değil.

 

Bahçeli'nin "eski ülkücü" dedikleri, kişilikleri ve duruşları çekiçle örs arasında şekillenmiş şerefli insanlar. İnanmasalar, dünya karşılarında dursa hiç kimse onlara "evet" dedirtemez. Bu "evet"in içindeki 70'li yıllardaki mücadele ruhunu fark edemeyenler, bu ülkeye ve yaşadıklarımıza dair hiçbir şeyi kavrayamazlar. Elbette geleceğimizi de kurtaramazlar.

 

Hangisi samimi? "Kadim ülkücülerin "evet"i mi?" "Yeni MHP'lilerin 'hayır'ı mı?"

 

 

 

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1076

Share this post


Link to post
Share on other sites

Asker mi, polis mi?

 

Sağa sola savrulmaya, muradı dışına çıkarılmaya müsait bir tartışma.

 

Hükümet terörle mücadelede polisi öne çıkartmak istiyor. Meselâ MHP'yi temsilen Oktay Vural, 'Devlet topyekûn mücadele eder, polisi askeri mi olur bu işin?' diye atılıyor. Tartışmanın mantık sınırları dışına çıkmaya meyilli halini, tersinden bir öneri ile göstermek mümkün. 'Türkiye'nin savunmasını polise bıraksak?' Bu öneriyi tartışmanın bile anlamsızlığı ortada olduğuna göre, o zaman askerin asayiş ve iç güvenlik konularında yegane otorite olarak varlığını sürdürmesinin mantığı ne?

 

Zorlu bir tarihsel döneme giriyoruz. Ayaklarımızı yere sağlam basmak ve gelecek fırtınalara hazırlıklı olmak zorundayız. Avrupa'dan yayılan ekonomik kriz sinyalleri, bütün dengeleri ve hesapları değiştirmeye aday. Bir dünya yıkılıyor ve yerine yeni bir dünya kuruluyor. Kürt sorununu ne İmralı ile, ne de BDP'li politikacılarla çözemeyeceğimiz anlaşıldı. Bu ülkede huzur, barış ve refah arayan ve sadece bu ortak paydada buluşanların sağlam bir zemine ihtiyacı var. Bütün kurumlarımız ve reflekslerimizle gelen dalgaları göğüsleyip yolumuza devam edeceğiz.

 

Bir devleti, diğer benzer bütün kurumlardan ve yapılardan ayıran temel kıstas, meşru şiddet kullanma ayrıcalığıdır. Hukuka uygun hareket eden bir silahlı güç devrede olmazsa, devlet adaleti sağlayamaz. Asker, diğer ordularla savaşmak üzere organize olduğu için, meşru şiddet kullanma ayrıcalığı polis ile özdeşleşir. Akıllı, çevik, organize ve hukuk ihlalleri için caydırıcı bir zabıta gücü, hak ve özgürlükleri korumanın vazgeçilmez şartıdır. PKK'nın sürekli ürettiği PKK'lı hainleri, PKK'nın zulmünden bu polis gücü koruyacak. Son günlerde bu ihtiyacın artacağını dikkate alarak, polisin artan önemini vurgulamış olalım.

 

Polis ile politika, aynı kökten gelen Yunanca iki kelime. Polis şehir (devlet), politika ise şehre (devlete) ait işler demek. Medeniyetin, birlikte hukuk güvencesi altında yaşamanın, gelişmiş kurumlara sahip olmanın en ileri hali 'polis'te somutlaşıyor. İç güvenlik hizmetinizin durumu, sizin devlet beceriniz hakkında doğrudan fikir veriyor. İç güvenliğinizi sağlayan ve adaletin tevziine hizmet eden polisin durumu, birlikte yaşama becerinizin de göstergesi.

 

Türk polisi çok iyi durumda. Adalet son zamanlarda güven veriyor. Kimsenin kanun karşısında dokunulmazlığının kalmadığının anlaşılması, bu güvenin temel sebebi. Bu güvenin arkasında karınca gibi çalışan, donanımlı ve yetenekli polis teşkilatı var. Yaşadığımız sıkıntıların kaynağında yer alan temel problem ise askerin, başta terör olmak üzere bir kısım iç emniyet görevlerini üstlenmiş olması. Hükümet şimdi isabetle iş bölümünü netleştirmeye karar vermiş. Bu karara iki itiraz gelecek. Birincisi CHP ve MHP'den, 'askerin yetkilerini kısıtlıyorlar' muhalefeti, ikincisi BDP-PKK'nın 'Kürt sorununu şiddet yöntemleri ile çözmek için polisi öne çıkartıyorlar' demagojisi. İkisi de yanlış veya art niyetli. Doğrusu, polisin iç güvenlik konusunda tek otorite haline getirilmesi.

 

Jandarma, nüfusun ağırlıklı olarak köylerde yaşadığı dönemde iç güvenlik hizmetini, mecburi askerlik görevinin içine dahil ederek ucuza getirmenin yöntemiydi. Şimdi ekonomik olarak toparlandığımıza göre gereği kalmadı. Kırsal alanda güvenlik hizmetinin profesyonel polisler eliyle ifa edilmesi lâzım. Teröre karşı ordunun yapısı itibarıyla kullandığı yöntem, dev bir ekskavatörü küçük sinekleri yok etmek için kullanmaktı. Ortaya çıkan zaafların tamamı bu çarpıklığın eseriydi.

 

Ordumuz, iç güvenlik tartışmaları içinde yıprandı. Orduya olan güvenin hızla yeniden tesisi ve itibarının iadesi için aslî işine yani dış güvenliğe dönmesi lâzım. Polisin terörle mücadelede bütün yetkiyi uhdesine alması, Kürt vatandaşlarımız nezdinde bu sefer devlet kurumlarına güveni tesis etmek için yeni bir başlangıca vesile olabilir. Devletin imajını düzeltmek için fırsat.

 

Hızlı, çevik, etkili, akıllı, cesur ve her eylemini hukuk içinde yapan polis teşkilatının, iç güvenliği bütünüyle uhdesine almasına şiddetle ihtiyacımız var. Demagojiyi ve istismarı bırakıp niyeti halis olanların hükümetin teşebbüsüne destek olması lâzım.

 

Not: Ülkücü camiaya büyük emek vermiş, benim de gençliğimde çok istifade ettiğim Necdet Sevinç'e, Allah'tan rahmet, sevenlerine de başsağlığı diliyorum.

 

Mümtaz'er TÜRKÖNE

24.07.2011 - Zaman

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...