Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Üstad'a...

Recommended Posts

Ruh Depremi

 

 

Boğuluyor gibiyim, aldığım her nefeste,

Ölsem de yaşayamam, kaldığım şu kafeste.

 

Sığamam yeryüzüne, kuşlar elimden tutun,

Beni tâ ötelere, sonsuzlara uçurun.

 

Yorganım kefen kokar, yastığım sanki taştan,

Ben tat alamam yesem, sultana layık aştan.

 

Ver ateşini kardeş, bir sigara yakayım,

Dipsiz düşüncelere dumanında akayım.

 

Ama yok, bir çıkış yok, sanki aklım tutulmuş,

Unutma yok, yok bir kul, dünyada unutulmuş.

 

Elbet gerçek olan bu, bu değişmez hakîkat,

Neden benim üstüme, yıkılır gökler kat kat.

 

Nasıl bir his bu, nasıl, yok mu getiren yorum,

Öyle sıkılır ruhum, sanki ben ölüyorum.

 

Dilim tutulur bazen, içim konuşur içim,

Nasıl bir hayattır bu, gayesiz ve ne biçim.

 

"Kaçma, kaçma uzağa, yaklaş kapıya yaklaş"

İçimin sesidir bu: "Yok bu kapıda telaş"

 

Anlaşılmaz olan bu, bu gerçeği bilirim,

Düğümlenir ve kalır, burda düşüncelerim.

 

Gelmeyiniz üstüme, tavanlar ve ışıklar,

Neden taş kesildiniz, siz ipekten yastıklar.

 

Herkes yabancı bana, annem, babam, hatta ben,

Neye dokunsam ateş ve neyi tutsam diken.

 

Yerde, herşeyim yerde, yıkılmış bir adamım,

Nem varsa parça parça ve uçmuş gibi damım.

 

Ne acaip bir durum, ne akıl almaz bir hâl,

Depremden farksız gibi yaşadığım bu ahvâl.

 

Ve sarsıntı bitince, dönerim ben eskiye,

Ve sorarım kendime, bunca hadise: "Niye?"

 

 

Ankara, Kasım 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dua

 

Bıçak soksan gölgeme,

Sıcacık kanım damlar.

Gir de bak bir ülkeme:

Başsız başsız adamlar...

 

Ağlayın, su yükselsin!

Belki kurtulur gemi.

Anne, seccaden gelsin;

Bize dua et, emi!

 

Kardeşim bu güzel şiirinden sonra aklıma Üstad'ın Dua şiiri geldi, alakalı veyahut değil... Evet, böylesi bir ruh halinden sonra, eşya, insana bir başka görünüyor. Duacıyım...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yâr Gülmesi

 

I

 

Hep, hep bir gül bahçesi aradım yıllar yılı,

Oysa nur çehre imiş aradığım gülistan.

Ey gülünce yüzünde güller açan sevgili!

Bir dem tebessüm et ki; nasibini alsın can.

 

Ayrılmam artık asla, ayrılmam yüz çevrenden,

Bu bağın bülbülüyüm, ayrılamam çehrenden,

Ne olur bir defa gül, ne çıkar bir kereden,

Sarsılsın şu yeryüzü, öylece donsun zaman.

 

Bilirim istediğim, mutlaka bir felaket,

Senin bir an gülüşün, o beklenen kıyâmet,

Olsun sen yine de gül, zaten kopar nihayet,

Dökülürse dökülsün, parçalansın asuman.

 

Hakikat, âfet o ki, adın çıkar deliye,

Taşlanırsın her vakit, anlatamazsın niye,

Varsın hep çağırsınlar beni de mecnun diye,

Sen gül de gülüşüne, olsun bin aklım kurban.

 

Hastayım, tabib sensin, ilâcım gül yüzünde,

İltifatın beklemem, inan hiçbir sözünde,

Kıymetim olmasa da, o güzelim gözünde,

Bir an gül ki sevgili, artık bulayım derman.

 

Kaç vakit oldu bilmem, fırtınadan habersiz,

Rüzgar ki; esmem, diyor gülmeyince yâr sensiz

Şöyle hafifçe bir gül, hem sedasız hem sessiz,

Onca zamandan sonra, kopsun fırtına boran.

 

Gerçek mânâyı bulur, sen gülünce güzellik,

Mânâ tamam olunca, başlar ilâhî şenlik,

Savrulur sahte güzel, yokolur senlik benlik,

"Yâr gülmesi kıyâmet" böyle yazılmış ferman.

 

 

II

 

Yârin hüzünü bir dert, gülmesiyse bambaşka,

Bir gamze ve katliam, gülse kopar kıyâmet.

Yâr ağlasa üzüntü, gülüverse bir başka,

Yârin nazı musîbet, gülmesiyse kıyâmet.

 

Sevenler sevdiğinde ne ararlar ki aceb,

Nedir âşığı dertten öldürecek o sebeb,

Yârsız gündüzler gece, yâr varsa nur dolu şeb,

Yârin azarı nimet, gülmesiyse kıyâmet.

 

Âşığın ömrü hep gam, hep belâ ile geçer,

Yâr gülmesi ölümse elbet ölümü seçer,

Yâr gülse âşık güler, âşığa kefen biçer,

Yârin nazarı âfet, gülmesiyse kıyâmet.

 

Ağlar yer ile gökler, yâr ağladığı vakit,

Sarsılır dağ ile taş, karalar bağlar muhit,

Bir de gülse n'olur aman, el aman yâ Bâsit,

Yârin yergisi izzet, gülmesiyse kıyâmet.

 

Gül dedi bülbül güle, görmedin mi ne oldu,

Bülbül kıydı cânına, olan bülbüle oldu,

Bülbül öldü gitti de, bir bak güle ne oldu,

Yârin hayrı felaket, gülmesiyse kıyâmet.

 

Bekleme sakın ola, yârdan tatlı tebessüm,

Âşığa gıda keder, âşığa gülmek ölüm,

Böyle yazılmış yazı, böyle verilmiş hüküm,

Yârin hiddeti şerbet, gülmesiyse kıyâmet.

 

Âşk ve akıl bir canda taht kurmazmış bilirim,

Yoksa ne diye, niçin ben sonumu dilerim,

Kıyâmetse kıyâmet, hep yâr gülsün isterim,

Yârin lütfu ukûbet, gülmesiyse kıyâmet.

 

 

III

 

Geldi dünyanın sonu, geldi işte beklenen,

Bakın bakın yâr güldü, tazelensin şehadet.

Sevinsin mi ölsün mü, yıllar yılı bekleyen,

İşte güldü, yâr güldü, koptu kızıl kıyâmet.

 

Yâr, gönüllerin eşsiz ve benzersiz incisi,

Ben gibi her âşığı, aşkının dilencisi,

Gülmesi belâ ve gam yurdunun birincisi,

Güldü gül yüzlü yâr ve çattı asıl kıyâmet.

 

Yâr ki; şems-i âlemin, güldü ve soldu güneş,

Ay yüzlü yâr güldü ve artık ay yokluğa eş,

O'nun gülmesi ile, bakın göründü ateş,

Yâr güldü!... Gayrı kopar, bakın nasıl kıyâmet.

 

Soruşturma boş yere, niçin oynamakta yer,

Niçin kayıyor gökten, yıldızlar birer birer,

Cevap vermek bilene, aşkın ehline düşer,

Yâr güldü kopuverdi, bu anasıl kıyâmet.

 

Bilmez ki kimileri, yâr nedir, gülme nedir,

Kimisi sözlerime güler ve de eğlenir,

Yâr'a varınca anlar, lâkin artık pek geçtir,

Yâr güldü ya!... Sanma bu kopan bâtıl kıyâmet.

 

Arasalar bulunmaz, ne cenneti ne nârı,

Âşığın herşeyi yâr, budur ehlinin kârı,

Bir gamze ki âşığın, hem nurudur hem dârı,

Ve yâr güldü de koptu harıl harıl kıyâmet,

 

Anladım aşk ehlinin, o muamma gizini,

Anladım niçin ummaz âşık yâr gülmesini,

Ve aşkın İsrâfil'e uzak düşmemesini,

Yâr tebessümünde bir sır velhâsıl kıyâmet.

 

 

Ankara, Ekim 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

''Ah mine'l-ask ve halatihi,,

Ahraka kalbi bi hararatihi..''

Yüreğine sağlık..Kalemden kağıda döküldüğü ile kalmayacak güzellikte..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mâverâ

 

 

Görünmeyen bir âlem, göz değmemiş mâverâ,

Sayısız can verilmiş, giz vermemiş mâverâ.

 

Ölüm her ân peşimde, ölüm kanayan yara,

Ölüm sana varmaksa, azsın yaram mâverâ.

 

Neyin, neyin ardına takılsam peşisıra,

Alıp götürse beni, tül ardına mâverâ.

 

Bir ses: "Onu kendinde, ancak kendinde ara"

Yoksa içimde misin, söyle, söyle mâverâ.

 

Dayansam yıldız yıldız, simsiyah kapılara,

Bilmem ki orda mısın, arkasında mâverâ.

 

Yol ver madde, yol ver ses, bir yol zulmetten nura,

Maddesiz ve sessizce, bir yol alsam mâverâ.

 

Yırtsam bir kağıt gibi, şu göğü ki; kapkara,

Bulur muyum acaba, orda seni mâverâ.

 

 

 

Gitgide bir yakınlık, bende böyle bir his var,

Yalnızca bir adımlık gibi bir his mâverâ.

 

Bir duvar aramızda, görünmeyen bir duvar,

Bir vuruşla duvarı yıkanlar var mâverâ.

 

Nurdan yapılmış kapı, elimde bir anahtar,

Dün gece ben böyle bir rüya gördüm mâverâ.

 

Mesafeler yok gibi, kimine mesafe ar,

Bir nefeste gidipte, dönenler var mâverâ.

 

Gagalarında taşlar ve kaybolmakta kuşlar,

Sanki yolculuk sana, sana doğru mâverâ.

 

Ne yakınsın!... Ne uzak!... Ne muamma bir diyar,

Uçmadan sokağında gezenler var mâverâ.

 

Her gün daha yakından, işittiğim adımlar,

Sen çok yakınlardasın, diyor gibi mâverâ.

 

 

 

 

Yabancısı olduğum, yaban, yabancı şehir,

Tut ellerimden benim, çek kendine mâverâ.

 

Ruhum, zavallı ruhum, görüntülerde esir,

Gözlerden uzaklara, çağır beni mâverâ.

 

Doyum yok ve herkes aç, yemek pis ve su zehir,

Olsun da bir ân olsun, doyursan ya mâverâ.

 

Akıl kendine tuzak, şaşkın mı şaşkın fikir,

Ben ikisinden uzak, yaklaş bana mâverâ.

 

Sende o aradığım, bulunmayan o iksir,

Yalnızca bir yudumcuk, verir misin mâverâ.

 

Sana koşmak dururken, bu garip halde nedir?

Kır, parçala zinciri, kurtar beni mâverâ.

 

Er-geç ama mutlaka, buluşmamız bir emir,

Belki zamanız bir ân geleceğim mâverâ.

 

 

 

 

Nakış nakış işlenmiş, takınsam bir çift kanat,

Kanatlansam semtine, öyle uçsam mâverâ.

 

Ne imiş gerçek sanat, sanattan öte sanat,

Konaklasam bir yerde, biraz görsem mâverâ.

 

Var mı diye sorana, gerçekten gerçek hayat,

Şu kapını açsanda, bir göstersem mâverâ.

 

Karanlığı bilene, bilmem ne diye ispat,

O kalsın, ben geleyim, yalnızca ben mâverâ.

 

Seninle mânâ gerçek, sensiz mânâsız lûgat,

Sende sırrın sırrına, ulaşılır mâverâ.

 

Her şey hayâl burada, o civarda hakîkat,

Gir hadi düşlerime, al yanına mâverâ.

 

Sende ebedî rahat, sende hakîki azat,

Ruhum necat istiyor, acı bana mâverâ.

 

 

 

 

Ötelerin ötesi, bendeki büyük sancı,

Kıvranıp durmaktayım, buralarda mâverâ.

 

Gördüğüm her ne varsa, gerçek bana yabancı,

Tanıdığım birşeyler, sensiz uzak mâverâ.

 

Gerçek derdim; sonsuzluk ve sendedir ilacı,

Ebedîlik tâcını, uzat bana mâverâ.

 

?Ne ararsan burada!...? diyen adam yalancı,

Her yerde aradığım, bir tek sensin mâverâ.

 

Bu han daima sarhoş, ayık bulunmaz hancı,

Bambaşka bir sarhoşluk, benim arzum mâverâ.

 

Hangi âlemdeyim ben ve bu boyut kaçıncı,

Bu hile, bu bir hile, boz oyunu mâverâ.

 

Senin olmadan ölmek: ?Hayır, hayır!... Ne acı!?

Ölmeden öldür beni, kurtar kurtar mâverâ.

 

 

 

 

Âlem-i Halk; halka köşk, aslıma ise kafes,

Nurdan ele tutunup, kaçıversem mâverâ.

 

Sanki ölü misali, bu yaşamak ne abes,

Bir düş değil yaşamak, ölümsüzce mâverâ.

 

Küs diyor kalbim küs ve artık irtibatı kes,

Madde kumdan bir kale, yıkılmalı mâverâ.

 

Ve es diyor ruhum es, görünmeyen yöne es,

Akıl ötesi hızla, esmek gerek mâverâ.

 

Tadılacak bir şey yok, tattığım herşey heves,

Bir zevk var ki ötede, gelip geçmez mâverâ.

 

Üfürünce ruhuma, seni bildik bir nefes,

O nefeste kokunu, alıyorum mâverâ.

 

Kapayınca gözümü, yankılanmakta bir ses:

Sesten öte bir sesi, işit diyor mâverâ.

 

 

 

Düşsün perdeler gözden ve çekilsin aradan,

Ki; gerçekler dökülsün, ruhtan kaba mâverâ.

 

Tutulsun konuşan dil, donsun akan şu zaman,

Ândan da berî bir lâl, zuhur etsin mâverâ.

 

Senlik, benlik son bulsun, bir o kalsın; Yaradan,

Herşeyi bir gören göz, görsün, kansın mâverâ.

 

Katılsınlar cümbüşe, kim ki; varını satan,

Seni öyle rahatta, nerde bulan mâverâ.

 

Anka kuşu uçuyor, işte gidiyor kervan,

Hemen bir kanadına, tutunulsun mâverâ.

 

"Bırak eti, kemiği, bezmi hatırla insan!"

Ruh âfakında sâdâ, gece-gündüz mâverâ.

 

Bir el!... Bir çağrı!.. Ve ses!... Ses ki; tâ maverâdan,

"Uyan" diyor uykundan, "uyan ve gel" maverâ.

 

"Uyan" diyor uykundan, "uyan ve gel" maverâ.

 

 

Ankara, Ekim 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Acâyip Kür

Bu ne hırgür, bu ne hırgür,

Orta yerde, ne bu har gür,

Sesi geldi, sonuçsuz kür,

Çağlar pınar, güldür güldür.

 

Sorma boşa, ona ündür,

Huzur uzak, gün bugündür,

Haddi aşmak, özgürlüktür,

Sınır bilmez, meşhur böndür.

 

Sorsan Rabbi; mahluk natür,

Dinsiz kullar, bu din ne tür.

Hem ağlatır, hem güldürür,

Bir acâyip karikatür.

 

Kandırmaca, şu manikür,

İçine bak, gör ve tükür,

Sözde evi, şu pedikür,

Yolu çıkmaz, rengi kömür.

 

Sorsan "nedir" der, tefekkür,

Ama yazar, hem düşünür,

Baksan, bir insan görünür,

Görsen, açık seçik gübür.

 

İçin aksi, dilde sözdür,

Gönle ayna, akis yüzdür,

Bugünler yaz, yarın güzdür,

Bir azık ki; ateş, közdür.

 

Türban öcü, çarşaf bücür,

Bir akılsız, akla müdür,

Rûhu mahkum, fikri özgür,

Utanıyor, literatür.

 

Başı açık, ne tekebbür,

Örten köle, açansa hür,

Garip resim, komik figür,

Ne zavallı, bir minyatür.

 

Tatsız-tuzsuz, küfür küfür,

Eser durur, işi böbür,

Taş mı desem, sanki bordür,

Değil desem, gözü kördür.

 

Fayda vermez, kurak çöldür,

Suyu acı, tatsız göldür,

Gül diyemem, ancak küldür,

İşi gücü, gafla zûldür.

 

Anlaşılır, bu tezahür,

Dünya yaşlı ve külüstür,

Elde boru, ölü sansür,

Öttür, biraz daha öttür.

 

Öfke boşa, camlar tüldür,

Anlaşılan, mâlum gündür,

Sona yakın, azar küfür,

Şüphe götürmez tevâtür.

 

Sür bakalım, az daha sür,

Sefâ dahi, bir gün ölür,

Senin olsun, tv, küpür.

Hoş, sana bayram, düğündür.

 

Gelen gelir, patır kütür,

Götürürler, paldır küldür,

Biter elbet, biter ömür,

Anlar, ağlar, hüngür hüngür.

 

Sözde modern, zirve kültür,

İsmi tezat, cismi pütür.

Ürür ürür, itler ürür,

Kutlu kervan, durmaz yürür.

 

 

Ankara, Kasım 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sac Ayağı

 

 

Bâtından bîhaber, cümle zâhire,

Bilinmez, çözülmez, sırdır hâlimiz.

Evvelle beraber, elbet âhire,

Eskimez, pörsümez, nûrdur kâ’limiz.

 

Cevherler üstünde, gezer durur da,

Tâ, tâ mâverâya, değer elimiz.

Toprağın altında, bir gün kurur da,

Yine de üstünde, söyler dilimiz.

 

Dalgalar göklerin, alnına değse,

Ne batar, ne çıkar, yüzer salımız.

Bir attar ne vakit, kendine eğse,

Her mevsim gül, lâle, kokar dalımız.

 

Gün gelir ve bir gün, kollar kırılır,

Kırılmaz, o güne, yürür kolumuz.

Yer oynar, şems düşer, gökler yarılır,

Dosdoğru dergâha, çıkar yolumuz.

 

Şeksiz ve şüphesiz, gündüz ve gece,

Bir lâhza kalb ile; (hây)dır derdimiz.

Kimseler duymadan, bir harf, bir hece,

Dilsiz ve sessizce; (hû)dur virdimiz.

 

...

 

Mânadan habersiz; gerçeğe uzak,

Nerden bilsin neler, görür gözümüz.

Bir ayna bulmayan, kimseye yasak,

Anlarsa bir cihan, eder sözümüz.

 

Nûr akar çeşmeden, donmaz, çekilmez,

Belli değil ne kış, ne de yazımız.

Atılır ummana, bir ân çekinmez,

Yüze yüze varır, (yok)a bâzımız.

 

Varlığın da bizzat, kendine mahrem;

Meçhûl âlemlerde, vardır izimiz,

Gelin!... İşte tabib ve işte merhem,

Tâlib olmayana, nârdır gizimiz.

 

Hayâl âleminde, hayâlden öte,

Apaçık ortaya, çıkar özümüz.

Rûhlara çekilen, her bir nefeste,

Âheste âheste, yunar yüzümüz.

 

O nûr’un emsâlsiz, aydınlığında,

Gören göz olunan, (dost)tur zikrimiz.

Gözlerin bembeyaz, karanlığında,

El-ayak olunan, (post)tur fikrimiz.

 

...

 

Ortada ne bir su, ne de bir lokma,

"Bismillah" diyerek, elsiz banarız.

Boğazdan bir dirhem, aş geçmez amma,

Her lokmada "Allah" deriz, anarız.

 

Hakîkat; yanana, uzaktır ateş,

Çırasız, dumansız, odsuz yanarız.

Gülleri diline, alınca güneş,

Bülbül olur daldan dala konarız.

 

Gökler gıpta eder ve niceleri,

Bağdâdî misâli, döner döneriz.

Gökler de ne imiş, en yüceleri,

Görüp vardan geçer, O’nda söneriz.

 

İkindi ardından başlar bir sefer,

Eğerinden tutup, nefse bineriz.

Anlamak bahsinde, aklı terkeder,

Aşkın deryasında, dibe ineriz.

 

Ananlar, anılır, hitâbı bize,

Bu yüzden katında, geçer ismimiz.

Gözleri kapayıp, verip diz dize,

Ölmez, eskimeze, göçer cismimiz.

 

...

 

Ankara, Aralık 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şeksiz ve şüphesiz, gündüz ve gece,

Bir lâhza kalb ile; (hây)dır derdimiz.

Kimseler duymadan, bir harf, bir hece,

Dilsiz ve sessizce; (hû)dur virdimiz.

 

 

Şimdi vurdun mahrem yerimi!.. Müthiş!.. Uzun zamandır niye şiir yazmadığınız belli oldu böylece... Bu ruh haliniz var ya, kelimelere sığmaz, değil mi?

Share this post


Link to post
Share on other sites

arzumuz...

kelimelere sığmayası bir hâl...

âleme ve dahi onsekizbin âleme sığamayası bir rûh...

dua buyur...

muhabbetle...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kaldırımdaki Adam

 

Kaldırımda bir adam, saç sakala karışmış,

Güneş yakmış tenini, eti taşa yapışmış.

 

Sormadım da adını, bu adam kim, Hızır mı?

Öldü ölecek adam, bilmem kabri hazır mı?

 

Belli ki bu adamın, ne evi var, ne barkı.

Son demde yüz çevirmiş, ters dönmüş hayat çarkı.

 

O yorgun gözlerinde, dünyaya dair sitem,

Sâhi bugün bayramdı, bayramlar ona mâtem.

 

Çevresi bir kıyâmet, çeşit çeşit insanlar,

Göreni duyanı yok, zâten kim onu anlar.

 

Hemen yattığı yerde, yanıbaşında durak,

Bekleyenler az sonra, evlerine varacak.

 

Yazık ki bu adamın evi taş kaldırımlar,

Sohbet arkadaşları, takır tukur adımlar.

 

Bu ne zor iş, ne yaman, yalnızlık âh yalnızlık,

Çevre mahşer misali, ölmüş bir kalabalık.

 

Bekleyen kimsesi yok, beklediği bir şey var,

Bu adamı kim bekler, belki gassal ve mezar.

 

Tenhalaştı kaldırım, zaten tenhaydı adam,

Hava karardı burda, yorganı yıldızlı dam.

 

Ne diye uyur kişi, yalnız nasıl yatılır,

Niçin bana her yalnız, ölümü hatırlatır.

 

Kaldırımdaki adam, acaba uyuyor mu?,

Neden yalnızım diye, kendine soruyor mu?

 

Sorsa ne olur ki hem, kurtulamaz derdinden,

Ben kendime bir sorsam, hani şöyle derinden.

 

Biz de yarın böyle mi, böyle mi olacağız,

Yani bir başımıza, öylece kalacağız.

 

İbret bu adam ibret, o şimdiden kimsesiz,

Onun şimdiki hali, yarın ki ahvâlimiz.

 

Ankara, Ekim 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sonsuzluk

 

Zamanın hiç olduğu nokta, akıl perişan,

Kelimeler yetersiz, tanımlar kifayetsiz...

O nokta düşüncenin de iflas ettiği an,

Herhangi bir resmi yok, renksiz ve de şekilsiz...

Zihinler karışık, dil peltek, düşünce hep zan,

Her neyi andım ise bütünüyle belirsiz...

Sonsuzluk işte; uçsuz, bucaksız, dipsiz umman...

 

Ankara, Haziran 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lânetli Nesil

 

İndinde sersefil, içinde asil,

İsrail... İsrail...

Köpekten canavar, domuzdan sefil,

İsrail... İsrail...

Apaçık katliam, kim sorma fâil,

İsrail... İsrail...

Huzura yabancı, barışa hâil,

İsrail... İsrail...

Kıyâmete değin, zulüme kefil,

İsrail... İsrail...

İtaate düşman, isyana mâil,

İsrail... İsrail...

İnsan görünümlü, alçak embesil,

İsrail... İsrail...

İnsanlıktan yana, nasibsiz goril,

İsrail... İsrail...

Kana doymak nedir, bilmeyen aç fil,

İsrail... İsrail...

Milletçe çağdışı, topyekün fosil,

İsrail... İsrail...

Hayırsız topluluk, her işi rezil,

İsrail... İsrail...

Geçmiş hep vukuat, kabarık sicil,

İsrail... İsrail...

Nerden çıktı sorma, atası Kâbil,

İsrail... İsrail...

Hayvandan aşağı, kudurmuş kâtil,

İsrail... İsrail...

Baş belâsı millet, lânetli nesil,

İsrail... İsrail...

 

 

Ankara, Ocak 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

vay be, maşaallah çok beğendim. Yalnız cahilliğimi mazur görün, gerçekten lanetli bir nesil midir?

Share this post


Link to post
Share on other sites

lânetlenen esas olarak vasıftır...

lâkin bugüne bakıyoruz ki; zâlim atalarından hiç bir farkı yok bugünkü hayvanların...

isyanı, kanı, gözyaşını büyüklerinden aldıkları en mühim miras olarak gören bu peygamber katili insanların evladlarının da; büyüklerinin akıbetine uğrayacakları mâlum...

dün ne ise...

bugün o...

(istisnalar elbet olabilir...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Teşekkürler... Yüreğine sağlık gönüldaş. Maşalllah maşallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Vicdansızlar

 

Çapsız, ipsiz, sapsızlar...

Ardan yoksun arsızlar...

Ne bu?... Ey ayarsızlar...

Kalbsizler, akılsızlar...

Ahlaksız, kaygısızlar...

Yuh size pervasızlar...

Aron'dan farksızlar...

Üç buçuk hayasızlar...

Nasibsiz, ezansızlar...

İpi kopuk, bağsızlar...

Vicdansızlar, kansızlar...

Esefsiz, kaygısızlar...

Rûhsuz ve duyarsızlar...

Sancısız, kayıtsızlar,..

İhlassız, hayâsızlar...

Topyekün anlamsızlar...

Elem'e fransızlar...

Size ne?... İnsafsızlar...

İbretlik vicdansızlar...

 

Ankara, Ocak 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

İhtiyar

 

 

Usta işi çizgiler, yanaklarında derin,

Rüya olmuş mâzinin, hüzünlü resmi gibi.

Ve alnında imzâsı, o derin çizgilerin,

Daha henüz doğmamış, bebeğin ismi gibi.

Ondan başka kim varsa, sanki herkes bahtiyar,

Bütün derdi tasayı, toplamış bir ihtiyar.

 

Gözleri geçmişine, geçmiş olana tanık,

Dinle bir çift şahidi, sana neler anlatır.

Gözlerinde o mâsum ve içindeki sanık,

Dinle sana dününü, yarını hatırlatır.

Düşer göz kapakları, bir suçlu gibi ağlar,

Her damla gözyaşında, tövbe kokar ihtiyar.

 

Eskimeyen Kitâb'ın, âyetleri okunur,

Çatlamış dudakları, aralanınca birden.

Rüzgar Karen?den eser ve rûhuma dokunur,

Ressamın adı hayat, bu tabloyu resmeden.

Kime sorsam cevap yok, nasıl akıyor yıllar,

Sorulsa; ancak bir gün yaşadım, der ihtiyar.

 

Elleri buruş buruş, sararmış yaprak gibi,

Kimisine mevsim yaz ve kimisine hazan.

Elleri vücûdundan, sanki kopacak gibi,

Ömrün sonbaharında, böyle olurmuş insan.

Benim yaşım yirmibeş, bana mevsimler bahar,

Güneş yaksa tenini, üşür titrer ihtiyar.

 

Bacakları kararsız ve adımları titrek,

"Yürüyecek yol yok!" der, ayağındaki nasır.

Ve yok rahat bir yer ki; oturup dinlenecek,

Kuş tüyü yastık diken, bütün yataklar hasır.

Gülü tutacak olsa, eline diken batar,

Artık gülmeler uzak, ağlar durur ihtiyar.

 

Baştan ayağa bir hâl, hâlin adı düşünce,

Baksa görmez ihtiyar ve çağırılsa duymaz.

Yemek yemez, su içmez, düşünür gündüz-gece,

Uyku geride kaldı, bir ân olsun uyumaz.

Sorsalar, cevabı yok, "tasan nedir bu kadar?"

Tasaların tasası, bildim tasan ihtiyar.

 

Histen ziyâde bir his ve sankiden de öte,

Yolculuk ne de yakın, sanki yakından yakın.

Mırıldanır sessizce, ölüm kokan bir beste,

Vasiyeti nakarat; "kabrimi geniş kazın."

Kaygı; nasıl sığılır, bu karanlık oda dar,

Ölmeden ölmek varmış, diyor gibi ihtiyar.

 

 

Ankara, Kasım 2008

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...