Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

Cahit Zarifoğlu

Recommended Posts

Cahit Zarifoğlu

 

1940 yılında Ankara'da doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla ilk ve orta öğrenimini yurdun çeşitli yerlerinde yaptı. Liseyi memleketi K.Maraş'ta tamamladı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Çevirmenlik yaptı. Avrupa'yı dolaştı. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu ve TRT'de çevirmen olarak çalıştı. Son olarak TRT İstanbul Radyosu'nda denetçilik yaptı. İlk şiir ve hikâyelerini K.Maraş'ta mahalli gazetelerde yayımladı. Yine K.Maraş'ta Açı adında bir dergi çıkardı. Başta Diriliş ve Edebiyat olmak üzere birçok dergide yazdı. Mavera dergisi ve Akabe Yayınlarının kurucuları arasında yer aldı. Çeşitli gazetelerde müstear isimlerle günlük yazılar yazdı. Şiirden başka, öykü, roman, günlük, oyun ve çocuk edebiyatı alanlarında ürünler verdi. 1987 İstanbul’da vefat etti.

 

ESERLERİ

İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış adlı kitaplarında yeralan şiirleri, kitaplarına girmemiş şiirleriyle birlikte vefatından sonra Bütün Eserleri I/Şiirler adı altında yayınlandı.Günlüklerini Yaşamak adıyla topladı.

 

Biyografi.Net

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Kendisini vefatinin 19. yıldönümünde rahmetle andığımız Cahit Zarifoğlu'nun mükemmel bir şiirini site sakinleriyle paylaşmak isterim.

 

 

SULTAN

 

Seçkin

Bir kimse değilim

İsmimin baş harfleri acz tutuyor[*]

Bağışlamanı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım

Kolaysa esirgeme

Hayat bir boş rüyaymış

Geçen ibadetler özürlü

Eski günahlar dipdiri

Seçkin bir kimse değilim

İsmimin baş harflerinde kimliğim

Bağışlanmamı dilerim

Sana zorsa yanmaya razıyım

Kolaysa affı esirgeme

Hayat boş geçti

Geri kalan korkulu

Her adımım dolu olsa

İşe yaramaz katında

Biliyorum

Bağışlanmamı diliyorum

 

[*] Abdürrahim Cahit Zarifoğlu'nun baş harflerine dikkat...

 

Saygı ve selamlarımla

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

jet bir iki üç

Aç karnına pipo içtim. iş olsun diye tıraş oldum. Öğleyin baba Seit geldi, gitti helva ekmekle bir paket sigara getirdi. Yemekten sonra üst üste iki sigara içtim. Çok zevkli oldu. Sonra Adilin mektubunu bir daha okudum. Bir cevap yazdım ama deftere. Buluşunca -kimbilir belki hiç buluşmayacağız- beraber okuruz diye. -Döşemeye sırt üstü yatınca kolumu başının altına koydum. Üçüncü sigarayı o zaman yaktım. "İstanbul mu"diyor Adil. "İstanbul senin havana bağlı, bir okka muşmula. göz açıp kapayıncaya kadar. Akşam Emirgandaydık. Denize karşı saz çalıp oyanadık. Hayrı oynamadı. Hiç görmüş-müy-müşük onun oynadığını. Hergele Mebuluğa adaylığını koyacak herhalde. Ben halay çektim. İyi halaya çektim. -Sonrada binmetre aşağımda deniz, önüm uçurum, yeşil uçurum. Kayaların başlarinda çamlar. Ta derinden denizin hışırtısı. Martılar ayaklarımın altında kaynaşan beyaz leke. Aşağıda ses oyuncakları yanklar, arkam orman -Bu Sait Faik'in adası. Bir gittim, bir daha gittim, yine gideceğim, sen gelirsen beraber de gideriz. Ulan A. Cahit, şu şeyi bana dört başı mamur anlatsana aslanım. Ulan Cahit be, tuh be, yeni aşkından alenen bahsetmen için teklif mi bekliyorsun. Prensip meselesimi. Keşke burada olsaydın." Attım Adilin mektubunu kapıdan yana. Kendi kendime Mut'u düşündüm. eşekti canım bizim sevdiğimiz Adille dedim. Duvara karşı. Haza eşekti. İnsan karnı doyunca böyle oluyor zahir. Mut değersizdi ama iyiydi. Dünya iyi be. Her ne kadar gökyüzünde işliyen uçaklar iptida ise de Dünya iyi..

 

demir kütle - senfoni 1 -

Tam uçak lafı ile beynimin derisine binlerce jet sokulup karıncalanmaya başladı kafam. Elimi yana bıraktım. Parmaklarımın arasından sigara kaydı. Gözlerimin duvarda bir noktaya takılıp kaldılar. Orada ihtimal bir resim vardı. Bakışımı kolumu, yada bir tek parmağımı oynatabilmek elimden gelmiyorda böyle buz kesilmiş duruyorsam, demirden kütlelerle gökyüzünde dolaşmayı düşüneceğimk, gökyüzünde olamamanın acısını duyacağım demekti, ayrıca kriz demekti bu tehlikeydi. Sonunda sarsılmalar içinde doğrultacak, belirsiz korkular yüzünden, gözle görülmiyen böcekler yüzünden titriyecek, hırsla ağlıyacaktım. Bunu iyi biliyordum önceden bilmesine, ne varki kımıldamak, kalkıp sokağa, insan oğluna, yaşamının dış tarafına kendimi atabilmek için ufacık bir hareket yapmam gerekirdi. Parmağım oyanasa yapabilirdim bunu. Hiçbir şeyim, kılım bile oynamadı. Sırtüstü külçe gibi kaldım. İçimden siniklerim oynamaya başladı. SÂR'a.

 

duvarlar kadar sükûti elektronik beyinler kadar işlek

Muhayyel bir gökyüzünde yada odanın bilinmeyen noktalarında atom harmanı binlerce demir kütle. Objektifi yukarıya kaldırıp gökyüzünün 36 poz resmini alıp bunu insanoğlusunun enayi krallıllarıyla eşitlemek, yada içinde ihtilâl yada buhran, cinnet olmayan beyinlere şişeye tapa basar gibi dinamitler sokmak ve ateşlemek.. galiba bunu istiyorum. İşte, beynimin sinir düğümlerinde, beyin akreplerim böyle baş kaldırıyorlar. Yüzlerce demir kütleleri gökyüzünde iki kat arasında dolaştırıyorken "uçmanın anlamına varmak için aşkı değerlendirmek şarttır" diyen kral Adile ben yapmalıyım. (...Ama sana inek derken bir pislik yoktu içimde.) YOKTU (Sadece alicenap demyi unuttum okadar) UNUTTUM (evet dostum sen alicenap bir ineksin) ÖYLEYİMDİR (Peki ama ben neyim?) BİLMEM (ne dersen de ulan hiç kızmayacağım?) KIZMIYACAKSIN (Şimdi ne düşünüyorum biliyormusun?) BİLİYOR MUYUM (ben hangi kafaya uydumda seni üzdüm) ÜZDÜN (fakat bildiğim bir şey var) VAR (Ciğersiz bir kaltağın sebebine senin gibi bir dosttan oluyordum az daha) OLUYORDUN (Uğrama bir daha b ukente, başkente) UĞRAMAM (Gelsem bile içinde tecssül olmasın) OLMASIN (İnsanın iç dünyası nisbeten daha iyi) DAHA İYİ (Kim ne derse desin insan kardeşlerinin yoluna) AZ MI (Biri Aleys değil mi şimdi) ALEYS (İçimden gidip bulmak geliyor onu) ONU (Ama nesöylerim kendisine?) NE SÖYLERSİN (Ne söylememki?) Kİ (Önce sen alicenap bir aptalsın derim herhalde) DE (Gerisi çorap söküğü gibi gelir) OF GELSİN (Biliyorum bunları duyunca eteklerinin tutuşacağını) ÖYLE (Aman diyeceksin, haltetme) HALTETME (etmem) ETME (Ama şunu bil A. Cahit Z. Senin Aleysinin benim Turnam'dan, benim Turnamın Erdoğan Çokdurunun Topal Zeynosundah farkı yok) YOK. Ama var vaaarr...

Gökte iki kanad arasında, alev alev, taze mem uçlarına gidiyorken demir kütlenin kusmuğuna, Aleysinin göz bebeklerine başkente bir adam gömülmek üzereyken, muhalif aşk solukları nirengi noktası almış üzerime doğru, bana doğru çıldırasıya geliyor. Gelsin bakalım.

 

umutsuz

Duvardaki resim soyunmuş kadın, anladım. Göz bebeklerim oynadı, duvarda gezindi, pencereden dışarı bakmıya başladım. Kalkınca az sarsıldım, titremedim. Giyindim dışarı çıktım. İçimden hırsla ağlamak geldi. İnsanların içinde yapamadım. Onlar bir sürü adamlardı, ben de başka bir adam değildim. Hep onlar gibiydim. Karanlıktı ama, bu onlar gibi olmamı önlemiyordu. Nasıl oluyorda, daha biraz önce odanın belirsiz noktalarındaki böceklerden beyni elektroniklenmiş ayrılmışken ben başka olmuyordum. Sustum Gökyüzüne bir baktım da damar damar işlenmiş sema etrafta başkalık yoktu. Sevişecekmiş gibi bir sema vardı bir ben. Ben de başka bir adam değildim. Sustum ve kristal vazolar satan bir dükkanda abtal abtal bakınan bir su aygırı düşündüm. Yaşamamın beni, benim Tanrıyı anlamam kadar...

 

finiş yada BEN BUYUM

Yorgundum, öyleki batıparka doğru yürümeye başladım. Gece albildgine, uykuyu bir asır geciktirecek kadar güzeldi. Maraş karanlık kentinin tek kayda değer tarafı. Ama, ya öbür gecelerin, Luna Parkların demir kütlelerin olduğu, Eyfelin olduğu kent, başkent. "gelme bir dah bu kente" of kıyma bana. Kolay mı ataman. Dostum bak benim göz bebeklerimin rengine, kolay mı. Ben eski A. Cahit, o renkli, koyu A. Cahit z'yim hep. ama hep.

Sen ben, Eyfel - tuhbe ismini bile ağzıma almıyacaktım - hep aynıyız. Kişioğlundan, bütün hata ve sevaplarına rağmen rahatsız olmamak, ona aldırmamak, bütün insan kardeşliğimize. İnsanlığın bilinmeyen bir metresten piçi olmak kişi olmak, bütün kuralların saçma sınırlarına girip kişi olmak. Bu benim ahlâkıma, havailiğime, derbederliğime exsistansialistiğime -bazıları böyle derde- aykırı. Ben tam Batıparkta, Mut'un geriye kalmış taş yapısı saltanatının önünde, bin kere daha üst üste anlıyorum: Ben ufak heyecanlarını yada kuruntularını devlet yapıp onun sönürgesi olan, kızan, -bağıran, kızınca kutsal kuralları, kutsal varlıkları, herşeyi depip dilediğini yapan öfkeli bir adamım. Of iyi oldu bunu söyledim. Galiba iyi oldum. - Batıparktan içeri girdim.

 

eyfel - senfoni 2 -

Batıparkta oturdum. Baba Said olsa simid alır yerdim. Üstüne sigara içerdim, zevkli olurdu. Sırtüstü çimenlere yattım. Adil olsa aynı şeyi yapardı. Rasim, Ali, Alaeddin, İhsan, Şeref olsa edebiyattan, aşktan konuşurduk. Memet olsa yıldızları görünce astronomiden söz açardı. Sümer, Ahmet Yaşar, krallığı tutar, kalk gidelim uykum geldi derdi. Halbuki gece, gökyüzü, insanın uykusunu bir asır geciktirecek kırattaydı. - Sigara paketini çıkardım. (ORKİDE'm, Martıcıklar aşkına bana gel, aşkı günahlıyalım)

2 3 yavru gelse bir yavru daha gelecek. Karanlıkta gözlerinin içine bakacağım yada bakıyorum. Bir masaya dut ağacının, yıldızların altına oturuyor. Güzel yavru iyi yavru. Gülüşünü, yürümesini, bakışını seviyorum. Ağzının iki ucunda, gülüverecekmiş gibi iki pembe çizgi çok hoşuma gidiyor. Ah ben bunu birine daha anlattım. Hemiyi anlattım. Söyle Orhan abi. ya sen Ataman, söyleseniz ya. Ama siz uzağımda karanlıkta durur, bana çıplak gözlerinizi çevirirsiniz. Ben akılcı enayi krallar için önemli birkişi olmaya devam edeceğim, halbuki masada kırmızı ceketli yavruyla, bu kötü, bu karanlık tentte bakma oyuncaklar ile oyalanmak... normal kişi olmaktan çıkmak, hep bu aklımda. Kişi olamaktan çıkmak, çıkmak, çıkmak. Kafam atıyor. Uzak olmak, bakmalarda kalmak, erişemeymek, yavruya, kitaba, dudağa, kalbe, müziğe, resime, güzele, sanata, dünyaya, kainata. Tek kelimeyle mi. Eyfele Eyfele. Her gece Eyfel üzerime geliyor. üzerime bin mil hızla Eyfel, Of Eyfel eyfel güzel kız. - Batıparktan kaçtım.

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

* İnkılâp Gazetesi'nin ilk ve son sanat eki olan "Fikir-Sanat"ta yayımlanmıştır. 12-06-1961

 

Okuntu Dergisi Cahit zarifoğlu Özel Sayısı'ndan alınmıştır...

 

 

cahit zarifoğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU

 

 

 

Bırakıyor ardından belalara beni

 

Tedbirim öldü gövdemin binası geçti

 

 

 

Göğsümde ince gergin çelik bağcık

 

Tenimi bastıran içerilere

 

 

 

Bağırıyor leylaklarım ağlıyor ağlıyor duvarlar

 

Çatlayacak gibi susuz düzgün ve biçimli sanatlar

 

 

 

Çocuk yığılıyor kalp kalp üstüne konuyor

 

Bir baba damarı vuruyor sökülen nabzım

 

 

 

Şimdi batar birkaç nesil azdıran bozgun

 

Simsiyah aklım ve beyaz bir nokta kalbim

 

 

 

Kader akışı alkışlanıyor her kârım

 

Nazlı buluş git git kabarıyor dalgalar

 

 

 

Çare yok gür gür bağıracağım yoksa bu sefil

 

İsyan yüklü gemi zor kayalıklarında gönlün

 

 

 

Harp. Ezilen etim söğülen köpekliğin için değil

 

Güzel ölçülü zulmetmeden yeterince öldürüşüm

 

 

 

Harp geliyor bir güzel bilendin mi kardeşim

 

Binlerce cilt tutuyor kılıçların hançerin

 

 

 

I believe in you believe in we believe in

 

In la ilahe illallah la ilahe illallah

 

 

 

Şimdi halk yüceldin guslet suyun götürmesiyle kuşan

 

Yüzün kolların ateş yakmaz başın ince ayakların

 

 

 

Dünya bir konak bir konuk ölümsüz hayat içre

 

Geçildikçe hor öpüldükçe soyunur şehvete

 

 

 

Şehvet ahırı değil yeryüzü

 

Domuz ahırı değil yer toprak

 

 

 

İki bakışımın arasında bulduğun toprak

 

Dört köşe duvarlar siyah örtü ve göç sesleri

 

 

 

Kapanıyorum kabul et öyle buyur

 

Bin açılı örtüye daha sar beni

 

 

 

Bin yıl bin daha

 

Dursam kapında

 

 

 

Sayısız perdeden bir perdecik kalksın için

 

Başım yüzüm kızarır haddim olmaz aslında

 

 

 

Sakin ve gövdemin mızraklarını döken bir geliş

 

Vara gele ancak birkaç ağaç alıyor göğsüm

 

 

 

Sakin ve daha sakin mızraklarım dökülsün daha

 

Aniden çıkıp havlayan köpekte emanet bugün

 

 

 

Binbir helak ve Allah selamıyla girilen ovada

 

Bir dağ gibi diz çök kendine ırmak ol tut tut bırak yıldırımları

 

 

 

Sakin daha sakin kımıltı yok bakışında

 

Bırak toprak altında göl olsun gözyaşın

 

 

 

Bir çeşit isyandın gönül ağlaması ilacın

 

Destur. Nice uzlet makamından geçersin şimdi

 

 

 

Şimdi çağırıyor o güzel aşka beni yalvarıyor beni

 

Duruyorum ve çeşit çeşit ölüm omuzumun binileri

 

 

 

Bu ova cennet olmalı sayımızca bir cennet safı

 

Bu çukur ateş olmalı sayımızca bir cehennem safı

 

 

 

Ya bu yol. Ayağın sahibi gövdeden habersiz yürüdüğü

 

Gövdenin ayağa merbut ayağa dönük ayak kesildiği

 

 

 

Sen gönlünü yukarıya bil

 

 

 

Bir dağ nasıl söylerse öyle söyle

 

Bir dağ nasıl inlerse başla öyle

 

 

 

Ey zarif sen de ata yoluna meylettin

 

Korkarım binbir belaya dayanmaz sıkletin

 

Rahmetle aniyorum saygi duydugum sevdigim bir edebiyat insani

Allah razi olsun NFK-FAN

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Rasim ÖzdenörenCahit Zarifoğlu'nun şiiri bunca anlaşılmaz, kapalı ya da zor anlaşılır bulunmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir aklı başında şiir okuyucusu (eleştirmen ya da okuyucu olarak) bu şiirleri reddetmek, yok sayak cesaretini gösterememiştir. Çünkü elindeki metinler, anlaşılması zor da olsa daima değerli bir ürün olarak görünmüştür.

 

Aşkla şehvet, veliyle zerdüşt, sevgiliyle fahişe, varlıkla yokluk, zaman ve ölüm, geçmiş ve gelecek arasında zikzaklar çizip durur şair. Birinden ötekine gidip gelir. Bir arayış içinde midir acaba? Yer yer trajik deyişlere ulaşan bir içlilikle topyekun varlığın türküsünü söylemek ister gibidir. Açlık, varoluş, aşk, zaman, savaş hep içiçe örgütlenmiştir, bu şiirlerde.

 

Aslında Cahit'in şiirleriyle İkinci Yeni Diye bilinen şairlerin şiirleri incelendiği ve illa bir etkileşim söz konusu edilmek istendiğinde ben Cahit'in şiirlerinin kendinden önce gelenleri etkilediğini iddia edeceğim.

Kamil Eşfak Berki

Cahit Zarifoğlu, şiirleriyle bir dil tadı getiren, bu dil tadı da hayata verdiği cevapları yaşadığı dönemin birey duyarlığını temsil edici bir şair-insan olmasından da gelen, ana karakter olarak naturalist bir mantığı olan bir şairdir. Hayatı idare eden sır bütününü fark edişi ve onu arayışı, onun şiiri ve düz yazılarında metafizik bir edayı da yer yer kazandırıyor. O da karmaşık (ama yer yer de karışıklıkla da) poetizm içinde pürist tutumlu bir sanatçıdır.

 

Mehmet Kahraman

Cahit Zarifoğlu, çağın en büyük problemi olan insan problemine doğru çözümler öneren, insanı insana yakışır bir konuma koyan iki sanatçıyı, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'u kendi önünde izlenebilir sanatçılar olarak bulur. Ama bu iki sanatçıyı taklit etmez. Bu anlamda değil onun izleyiciliği. Başka başka vadilerde yazan bu iki sanatçının dışında, Zarifoğlu'nun sanatı bir üçüncü vadidir. Kendi sesi ve kendi imkanlarıyla ortaya konmuş, orijinal bir sanattır.

 

Alim Kahraman

Cahit Zarifoğluna ait hangi metin olursa olsun, onun dünyasına bir iklime girer gibi girersiniz. Yeni bir iklime girmenin ne gibi etkileri oluyorsa, nasıl değiştiriyorsa insanı öyle değişirsiniz. Zarifoğlu'nun anlatımından gelen, ondan alınan bir tad vardır. Bu tad, her lokantada bulunan bir tad değildir. Yalnız onda yapılan, başka yerlerde bulunması mümkün olmayan özel bir yemeği yemeye gider gibi gidilir onun anlatımına.

Zarifoğlu'nun anlatımı için olay sözcüğünü kullanmıştım. Bu anlatım küçük fakat önemli bir olayın gerçekleşmesi gibi (mesela bir gülün açması) duyumsanır. Dil dediğimiz genel atmosferin içinde adım adım beliren, ortaya çıkan, içten sarsıcı ve değiştirici bir serüven gibi yaşanır onun anlatımı.

Behçet Necatigil

Şiirlerinde geniş boyutlarla, özellikle madde ve ruh çatışması, Batı diktasına karşı Doğu protestosu gibi temaları işlediği görülüyor.

 

İlhan Kutluer

Merhum Cahit Zarifoğlu'nun "camiamız" tarafından çoğunlukla karmaşık ve anlaşılmaz bulunan şiirlerini deşifre etmemize yarayacak ve "günlük" dile tercüme etmemizi sağlayacak bir metnin varlığı, mısır hiyerogliflerini böyle bir metnin yardımıyla çözen adam kadar bizi heyecanlandırabilirdi. Çünkü, diye düşünürdük, bu kadar anlaşılmaz şiirleri bir kez çözersek, artık şu modern şiir denen bilmeceyi bütünüyle halletmemiz işten bile değildir. Öyle zannediyorum ki merhim Zarifoğlu da şiirlerinin neden bu kadar karmaşık ve anlaşılmaz olduğu yolunda kendisine yöneltilen sorulardan hep gizli bir rahatsızlık duymuştu, ama şiirlerini açıklamanın değil, belki açımlamanın mümkün olduğuna inanıyordu ve bir şiiri açımlamanın şiire en yakın yolunun yeni şiirler yazmak olduğuna kanaat getirmiş olmalıydı.

Mustafa Ruhi Şirin

Zarifoğlu'nun şiirlerinde kullandığı sezgi yöntemi çocuk kitaplarına da yansır. Bilinçaltındaki bağlantılar reel olaylarla çakışınca, fantezi ile olağanüstü, gerçekler dünyası ile hayaller dünyası birarada sihirli bir dünyanın kapılarını aralar. Kendine göre tahayyül ettiği, kendisinin müşahede ettiği, -yaşadığı demek daha uygun olabilir- dünyayı resimlemekten kaçınmaz. Bir kelimenin peşinde hiç yorulmadan dolaşarak projeksiyon görevini yerine getirir.

İsmail Kıllıoğlu

 

Cahit Zarifoğlu'nun sanatında hayatın ve ölümün, aşkın ve şehvetin, inanmanın ve inkarın, teslim olmanın ve isyanın, insanın iç dünyasının ve doğanın ve doğal olan vb. benzeri anatomi, çatışkı ve karşıtlıkların nasıl birbirlerini bütünledikleri bir olağanüstü denecek çağrışımda anlatılır. Ayrıca kendiliklerinden bütün olan şeyler, onun şiirinde adeta temel taşı göreviyle yükselirler: Çocuk ve çocukluk, kadın, baba ve anne, tabiat ve dağ çoğunlukla yalın ortamda kurulurlarken, çoğunlukla da mecazi anlamın kavranılmalarında belirleyici öğelere dönüşürler. İşaret Çocukları'ndan Korku ve Yakarış'a uzanan şiir çizgisi bunlarla oluşurken; düzyazıları Yaşamak, İns ve öteki eserlerde de bunun yankısı olumlu bir şekilde ortaya konulur. Onun için Cahit Zarifoğlu'nun sanatı hayatın üstüne çakışır. Bütünlüğü de burada: Sanat hayata tekaddüm ederek onun anlamını açıklar.

 

 

Hüseyin HatemiTürkçe'de hem ahenge ulaşmak hem de duygu iletişimini sağlamının belki de en çetin bir şairlik görevi olduğu günümüzde, bir de buna "avucunda kor tutmayı" eklemişti. "Hal"ini iyiye doğru sürekli yüceltirken "şiir"ini de yeni "hal"ine uydurma savaşımında idi.

 

Ersin Gürdoğan

Cahit Zarifoğlu Yeni Türk Edebiyatı'nın çok güçlü şairlerinden biri olmasına rağmen, oldukça alçakgönüllü, ve son derece uyumlu bir insandı. Dolaştığı yerlerde, değişik renkten ve ırktan binlerce kişiyle dost olmuştu. O, binlerce insan, onca ülke ve milyonlarca ayrıntı arasında, değişmeyen ve zamanla değişmeyecek olanı yakalamıştı. Milyonlarca değişik ayrıntı yanında, o hiç değişmeyeni kavramanın verdiği güçle daha bir doğurgan ve zengin bir şiir ırmağı olmuştu. İçinde bir yeraltı ırmağı gibi taşıdığı şiir, değişik iklimlerde daha bir saflık ve daha güç kazanmıştı.

 

İsmet ÖzelKendinden sonra yazmaya başlayan genç müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, O'ndan sonrakiler O'nda ders alınacak bir taraf bulacaklardır. Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından, hem müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından.

 

Cemal Süreyya

Zarifoğlu'nun şiiri başlangıçta benimkiyle Sezai Karakoç'unki arasında kendine yer arar. O ara bana daha da yakın olduğunu söyleyebilirim. Giderek kendini buldu. İsimler sözlüklerinde ve ansiklopedilerde onun "gizemci" olduğu çok kesin bir şekilde söylenir. Bence o kadar değil, ya da Zarifoğlu'nun ayırıcı özelliği orada değil. İşaret onda aynı zamanda sorudur. Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakmaması, onun bir inançtan çok, bir afiye bir gösteriye ilişkin olmasından kaynaklanıyordu. Mahallesini çok seven ve oradan gelen dayanışma duygusunu bir silah gibi de görmeye başlayan çocuk. Zarifoğlu'nun şiirinde çok şey serüven duygusundan doğmuştur. Serüvenin kahramanı kendisidir. (...) Evet bir kabala var Zarifoğlu'nun şiirinde. Ama cinlerle içli dışlı olmayan bir kabala, bir çeşit yazgı pokerine yönelmiş.

Ece Ayhan'a sordum, ona göre "Cahit Zarifoğlu" şiirde yapı sorununu en iyi kavramış bir konuda örnek gösterilebilecek sanatçılardan biri. Kolsuz bir Hattat'da ayrıca belirtmiş bunu.

 

Selim İleriCahit Zarifoğlu'nun şiirini ve düzyazısını o uzaklık, ayrılık gayrılık içinde ancak kendi uzlet köşemden izleyebiliyordum. Kamplaşma havasında kendine yer bulamayacak bu ince şiir, kapalı ama mutlaka sanatkarca düzyazı kendine özgü değerleri daima korurda. Kapalılık gitgide içekapanış konumuna dönüşmüştür. Besbelli yalnızlık. Zaman zaman İbsen'in kaygılı ferdiyetini, zaman zaman Rilke'nin haykırışını anımsatan, yaşamı ve ölümü bir sorgu gibi karşımıza çıkaran Cahit Zarifoğlu şiiri, bir gün, çok daha aydınlık bir ortamda acısını asıl okuruna iletebilecektir.

 

Atilla ÖzkırımlıAdını duyardım. Ama şiiriyle ilk kez Cemal Süreyya'nın Papirüs dergisinde karşılaştım. "Ağartı"ydı şiirinin adı.(Papirüs sayı 3, 1966) "Sevgiler yüzüne karşılık geldim/kaygı bağırdı gözevlerimde" dizeleriyle başlıyor. "İkinci Yeni"nin, anlamı imgeler, çağrışımlar düzeyinde yakalamayı ve yeni bir şiir dili yaratmayı amaçlayan şiirsel eylemini başarılı bir biçimde sürdürüyordu.

 

Ebubekir Eroğlu

 

Daha ilk şiirlerinde adeta ortasından yakalayarak, kendi sesini bulan bir şairin öteki şairlerle ilgisini kurmak biraz güçtür. Ama şiirinde ve hayata bakışlarındaki "acı" unsuru ile Turgut Uyar'la benzerlik gösterdi. Toplumsal sorumluluk duygusu içinde, içten içe biçimlenen kişiliğinde ise Sezai Karakoç'un büyük etkisi vardır. Bu etki onun aile-içi, kasabalı ve şehirli değerlere güvenle yaklaşmasını sağlamıştır.

 

Enis Batur

Cahit Zarifoğlu bir gün keşfedilecek özel bir adadır.

 

Nabi AvcıCahit Zarifoğlu'nun şiirinde, benim hissedebildiğim kadarıyla, insanın kendi bedeni üzerine düşünmesi var. Daha doğrusu kendi bedenini şiirinde hissetmesi var.

 

Erdem BeyazıtCahit'te çok sık görürüz anlatılmaz olanı, çok değişik, belki şiire hiçbir zaman malzeme olmayacak diye düşündüğüm kelimelerle öyle bir ifade eder ki, tam şiiri orada yakalar. Hemen somutlaştırıverir o soyut şeyi. Yine naçizane görüşümü belirteyim; Cahit Zarifoğlu o hale gelmişti ki, kendi dünyası içinde bir şiir dili kurmuştu ve bunu çok iyi kullanırdı. Yani şiire o anlatılmaz olana ait bir durum çıktığı zaman, bir algılama olduğu zaman onu hemen anında şiire döküverirdi.

 

Akif İnanKanaatimizce Cahit'in şiiri belli bir kalıp içerisinde hemen formüle edilebilecek, anlatılabilcek bir hüviyet taşımıyor. Cahit eski tabirle şair-i maderzat, anadan doğma şair idi ev Nabi Avcı'nın da ifade ettiği gibi bir kültürden gelmiyordu. Tanpınar veya üstad Necip Fazıl gibi şairlerin şiirinden söz ederken bazı ekolleri sözkonusu etme zorunluluğu var. Bütün sanatçılar için bu sözkonusu. Fakat Cahit için bunu söyleyemiyoruz. Cahit'in şiir özelliklerini madde madde çıkartamayız .Çünkü o çıkaracağımız liste eksiktir. İşte Cahit'in şu özelliği vardır deriz, ama bir bakarız ki onun tam zıddı kamili, mefhumu muhalifi bir özellik bizim gözümüzden kaçmış. Kendine özgü bir kişiydi. Kendine özgü bir şiir kurgusu, bir şiir algısı vardı. Çağdaş şairlerden hiç birisiyle bir benzerlik ifade eden yanı yoktu. Geçmişlerde Cahit'i müjdeleyen bir işaret göremiyoruz. Bazı yabancı dilleri bilirdi ama yabancılardan da etkilenmediğini biliyoruz. Diyebilirizki, Cahit, şiirimizin son dönemdeki dahisidir.

 

Cumali ÜnaldıBaştan beri Cahit Zarifoğlu'nun şiiri geniş açılı bir fotoğraf makinesi gibi geniş bir alanı kucaklar. Zengin bir kaynağa sahiptir. Dünya'daki küçük sesleri bile alabilen hassas bir anten gibidir. Bu durumu Zarifoğlu'nun yapısından, davranış biçiminden ve kişiliğinden kaynaklanan bir olgu olarak değerlendirebiliriz, her şeye ve her olaya karşı duyarlılığını ortaya koyabilmektedir.

Böylesine zengin olan iş dünyasını şiir olarak ortaya koyarken hep buzlu camların arkasına gizlenir, hep flu görüntülerle ipucu verip gerçek okuyucusunu bulmanın peşindedir. Onun okuyucusu olmak, bir bakıma belli bir okuyucu arasından seçilmek olmayı gerektirir. Bu zorluğu aştınız mı sizi ses, renk, ışık ve sözün en olgun ürünlerinin beklediğinden emin olabilirsiniz. Ancak şiirin kendini kolay teslim etmediğini de unutmamak gerekir. Kendisi şair olarak birçok zorluğu göğüslemeye hazır ve talip olduktan sonra okuyucusunu zora koşması da tabidir.

 

Aleaddin Özdenören

Cahit kadar kendini şiirle özdeştirmiş başka bir şaire rastlamak çok güçtür. Şiirinin kapalı olduğuna, anlaşılmadığına dair birçok protestolar ve itirazlar olmuştur. Ben bu noktada şöyle bir düşünceye sahibim: Cahit insanın kaderini yalnızlığını faniliğini ölümünü varoluşunun anlamını ve anlamsızlığını hiç felsefi spekülasyonlara kaçmaksızın bir şiir diliyle yansıtmasını bilen bir şairdir. Şiirinin kapalı oluşunu ben buna bağlıyorum. Doğayı nicel olarak değil, nitel olarak gözleyen bir insandı. Yani münasebetler haliyle değil, doğanın arkasına nüfuz etmesini bilen bir insandı. Dolayısıyla bu şiir kendiliğinden bir anlaşılmazlığı da beraberinde getirmek zorundaydı. O hür bir şairdi, yaşayışıyla da hür bir insandı.

 

 

Bu yorumlar Beyan Yayınları'ndan çıkmış olan şairin bütün şiirlerini içeren "Şiirler" kitabının 2. baskısından alınmıştır.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU

 

Bırakıyor ardından belalara beni

Tedbirim öldü gövdemin binası geçti

 

Göğsümde ince gergin çelik bağcık

Tenimi bastıran içerilere

 

Bağırıyor leylaklarım ağlıyor ağlıyor duvarlar

Çatlayacak gibi susuz düzgün ve biçimli sanatlar

 

Çocuk yığılıyor kalp kalp üstüne konuyor

Bir baba damarı vuruyor sökülen nabzım

 

Şimdi batar birkaç nesil azdıran bozgun

Simsiyah aklım ve beyaz bir nokta kalbim

 

Kader akışı alkışlanıyor her kârım

Nazlı buluş git git kabarıyor dalgalar

 

çare yok gür gür bağıracağım yoksa bu sefil

İsyan yüklü gemi zor kayalıklarında gönlün

 

Harp. Ezilen etim söğülen köpekliğin için değil

Güzel ölçülü zulmetmeden yeterince öldürüşüm

 

Harp geliyor bir güzel bilendin mi kardeşim

Binlerce cilt tutuyor kılıçların hançerin

 

I believe in you believe in we believe in

In la ilahe illallah la ilahe illallah

 

Şimdi halk yüceldin guslet suyun götürmesiyle kuşan

Yüzün kolların ateş yakmaz başın ince ayakların

 

Dünya bir konak bir konuk ölümsüz hayat içre

Geçildikçe hor öpüldükçe soyunur şehvete

 

Şehvet ahırı değil yeryüzü

Domuz ahırı değil yer toprak

 

İki bakışımın arasında bulduğun toprak

Dört köşe duvarlar siyah örtü ve göç sesleri

 

Kapanıyorum kabul et öyle buyur

Bin açılı örtüye daha sar beni

 

Bin yıl bin daha

Dursam kapında

 

Sayısız perdeden bir perdecik kalksın için

Başım yüzüm kızarır haddim olmaz aslında

 

Sakin ve gövdemin mızraklarını döken bir geliş

Vara gele ancak birkaç ağaç alıyor göğsüm

 

Sakin ve daha sakin mızraklarım dökülsün daha

Aniden çıkıp havlayan köpekte emanet bugün

 

Binbir helak ve Allah selamıyla girilen ovada

Bir dağ gibi diz çök kendine ırmak ol tut tut bırak yıldırımları

 

Sakin daha sakin kımıltı yok bakışında

Bırak toprak altında göl olsun gözyaşın

 

Bir çeşit isyandın gönül ağlaması ilacın

Destur. Nice uzlet makamından geçersin şimdi

 

Şimdi çağırıyor o güzel aşka beni yalvarıyor beni

Duruyorum ve çeşit çeşit ölüm omuzumun binileri

 

Bu ova cennet olmalı sayımızca bir cennet safı

Bu çukur ateş olmalı sayımızca bir cehennem safı

 

Ya bu yol. Ayağın sahibi gövdeden habersiz yürüdüğü

Gövdenin ayağa merbut ayağa dönük ayak kesildiği

 

Sen gönlünü yukarıya bil

 

Bir dağ nasıl söylerse öyle söyle

Bir dağ nasıl inlerse başla öyle

 

Ey zarif sen de ata yoluna meylettin

Korkarım binbir belaya dayanmaz sıkletin

Share this post


Link to post
Share on other sites

cahit zarifoğlu nun benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır..hayatımda tam anlamıyla okuduğum ilk hikaye kitabı onun "küçük şehzade" sidir ve bu kitap bende okuma sevgisini ve alışkanlığını kazandırmıştır..o gün bugündür elimi kitaplardan alamıyorum..Allah razı olsun zarifoğlu ndan :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Daralan Vakitler

 

Yanakları, saçları, gözleri yanmış,

Zehirli gaz bombaları

Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini

Ağızları, küçücük dilleri yanmış

Bütün Beyrut sapsarı kalmış

Sanki ağlamak imkansız

Başları

Paletlerle ezilmiş babaları,

Yahudi doğramış analarını,

Binlerce çocuk topların, betonların altında.

 

 

 

Beyrut'un gözyaşları şimdi,

Kudüs'ün yanıbaşında,

Müslümanlarsa uzakta,

Sanki başka,

Gelinmez bir dünyada.

 

Acın, bir vadi,

Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda.

 

Gözüm baksın sadece,

Ayrıntıları,

Kıvrılıp kırılmış bilekleri,

Kemikten yakılmış etleri,

Kuma serilmiş cesetleri,

Büyük ajansların yaydığı resimleri,

Bir seyirci gibi görsün dursun,

Bir kadın gibi ağlasın..

 

Beyrut yengeç kıskacında,

Çoğu müslüman kafir yanında,

Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin.

 

Sen Filistin, hokkaları doldur kanla,

Şairler eğer ahın varken

Uzanırlarsa tomurcuklara güllere

Herbiri kanlı bir ateş gibi korku

Bir azar, bir şamar olsun.

 

Filistin, sen işine bak, kar toprağını,

Yoğur gazabını Yaradanın..

 

Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?

Çam ormanlarının salınışında,

Kuşların cıvıldayışında,

Otların serin tenlerinde.

Eğer varsan bakıp görmeye

Şeffaf perdenin az ötesini,

Bir ateş bulutu var en bildik yerde,

En emin yerde.

 

Ve bak, asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar

Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler,

Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.

 

Farzet körsün, olabilir,

Elele tut,

Taş al ve at,

Kafiri bulur.

 

Hani ceylanların,

Hani cihat marşın?

 

Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?

En arka safta bile kalmadın,

Cengi attın, dünyaya daldın,

Tezeğe konan sinekler gibi.

 

Dönüyor burgaç,

Dünya üstten, yanlardan daralıyor.

Ovalardan,

Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi,

Bir gün ister istemez,

Karşısında olacaksın kaçtıklarının.

 

 

Dua et,

O gün henüz mahşer olmasın...

 

 

 

* * *

 

Cahit Zarifoğlu (1940 - 1987)

Share this post


Link to post
Share on other sites

EVET

 

Evet hatırladım

 

Küçük basit şeyler

 

Yetiyor kederlenmeye

 

Ya mutluluğa

 

----------------------------------------------------------

 

Zarif bir yazi yazmak düstü bize

Oysa elimiz aczin ta kandisi

Share this post


Link to post
Share on other sites

BU AYAKLAR BENİM DEĞİLDİR ALIN

bir kızın saçları seni görmek kadar sana benziyordu

seni duymak kadar avuntulu

tutsandı arkama yaslanacaktım bu ayaklar benim değildir alın

mutsuz ve parasız yaşantılardan beri gemiler ayaksızlandılar bilmelisiniz

salt bir o değil, tut ki siz her şeyden sonra yaşamadığınız

 

SEN'li bir deniz görüyorsam, senli pencereler kadar güzel

en iyi ussuzlanmalıyım

kimselere soramıyorum

bakışların ellerince uzak

sen bir kez daha yoksun ya, korkmalarını ürkütüyorum işte

oysa tutarı yok denize varmalarım

 

KALKIP bir iki kadehten sonra seni düşünmeye varıyorum

sarhoşluğum artıyor gibi

kalkıp kentleri birleştiriyorum haritalardan yerinden

bunu yaptım mı benim ahır dağlarıma denizler büyüyor

 

ELİN YOK YA, ellerimde küçülmeler dökülmeler daha bilmem

EN uygarlığım gülüyor

tuttuk en gidip gelmeli yerlerinden günahlar

kim ne derse desin sen miydin

bak boş pencerelerini ıslansındı,

denize mavi mi gerek bırak yıldız oynayalım

en güzeline varsay ama en güzeline seni yakmak

yıldızlar yine gelebilirken

bak gitmelerine kansındı, avutsundu

SEN GÖZLERİNE IRAK OLMANIN

 

9 Ekim '958

 

 

Vefatının 20. yılında, çağdaş şiirin büyük isimlerinden Cahit Zarifoğlu'nu rahmetle yad ediyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Otuz İki Kısım Tekmili Birden

 

cahitzarifoglukz5.jpg

Seçkin bir kimse değilim

İsmimin baş harflerinde kimliğim

Bağışlanmamı dilerim

A. CAHİT ZARİFOĞLU

 

1. ‘Kafkasya’dan esen bir rüzgâr’ın Maraş’taki serinliğidir. Fransızca, Farsça, Arapça bilen; Nakşî tarikatına bağlı, Fuzuli’den gazeller okuyabilen; öğretmenlik, defterdarlıkta memurluk, hakimlik yapan; dört kez evlenen bir babanın oğludur. Evde, annesinin yanında hep ikinci bir kadın vardır. Yalnızlığı ve sessizliği sevmesi o yıllara rastlar. Hayattan kaçıp sanata sığınan bütün çocuklar gibi ‘yazı’yı arkadaş edinir.

 

2. Lise yıllarında sessizliğinden başka bir özelliği yoktur. Bu filozofça sessizliğin ona getirdiği ad Aristo’dur. Nuri Pakdil’le başlayan bir gelenek, Zarifoğlu, Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt’la devam eder: Dergi çıkarmak! Maraş Lisesi’nde bir edebiyat dergisi çıkarır. Maraşlı genç şairleri örgütler. Ne Türk Edebiyatı tarihinin tozlu sayfalarına dalar, ne de edebiyat aleminin dedikodularına. ‘Başka türlü bir şeydir onların anlatmak istedikleri.’

 

3. Abdurrahman Cahit Zarifoğlu, Maraş Lisesi’nde, yani taşranın o buğulu ve sıkıcı ortamında, sessiz, sakin bir gençken, bilmeden, tanımadan, yani farkında olmadan Rilke gibi düşünür ve kendisine sorar: “Yazmak zorunda mıyım?”. Yanıt, çok kesin bir ‘evet’tir.

 

4. “Evlerinde Dostoyevski, Balzac, Cervantes kitaplarıyla dolu bir kütüphane yoktur. 25 yaşına kadar kitabı yayımlanmış tek bir şair bile görmemiştir. Ancak, Rilke gibi dizeler yazar… İkinci Yeni’yi çağrıştıran, gizli ve karanlık dizeler… İşin garibi daha çok gençtir ve ne Rilke’yi okumuştur ne Pazar Postası’nı biliyordur, ne de İkinci Yeni’yi.”

 

5. Kendine özgü bir asaleti ve doğuştan artistliği vardır. Necip Fazıl ona ‘artist’ der. Necip Fazıl’ın evinde bir sohbet toplantısı vardır. Birkaç cümleden sonra ‘Kitaplarınıza bakabilir miyim?’ diye N. Fazıl’ın sözünü keser. Sıkılmıştır. Kitapların azlığıyla şaşırır. Plakları karıştırır. N. Fazıl’ın sözünü yine keser: ‘Efendim, hangi müzisyenleri seviyorsunuz?’ diye sorar. N. Fazıl, ‘Betoven’ dedikten sonra biraz şaşkın, biraz öfkeli, biraz hoşgörülü bir tonla: ‘Burada muhteşem bir konser icra ediliyor, sen orada notalarla meşgulsün.’dedikten sonra ‘artist’ sözünü ekler.

 

6. Hep atak, hep örgütçüdür. Mavera dergisi ve Akabe Yayınları’nı yönetir. Çevresindeki coşkuları çoğaltır.

 

7. Hem çok dağınık, hem iradesine müthiş sahip ve hem de serüvencidir. Dağınıktır, çünkü ilk gençliğinde bir filmi üst üste 13 kez izlemiştir. İradesine müthiş sahiptir, askere giderken kendisini şöyle ikna eder: “Nasıl olsa bunu yapmak zorundayım, o halde isteyerek ve severek yapayım.”

 

8. İslâmî çevrenin ilk serüvencisidir. Bu çevreden Avrupa’yı otostopla dolaşan ilk kişidir. Türkiye’de çok az kimsenin otostopla gezi yöntemini denediği bir dönemde, sırtında trendy bir çanta ve uzamış tıraşıyla Batı yollarında büyük serüvenler yaşar. ‘Doğunun Yedinci Oğlu’yla ‘Yorgun Serüvenci’ arasında gidip gelir.

 

9. Her kavruk Anadolu genci gibi sarışınları sever. Ellerinde hep beyaz bir gül destesi vardır. Gözlerinde sisli puslu bir akşam… Sarışın bir yalanda burkulan yüreğini birçok yerde bırakır.

 

10. Edebiyat üzerine konuşmaktan, ideolojik nutuklarından sıkılır ve bu konuşmaların yapıldığı yerden hemen uzaklaşır.

 

11. Çocuksu bir adamdır. ‘Erkek ve dalgınca büyür’ Çocukluğun gökyüzünden hiç kurtulamaz.

 

‘Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum

Uyku yansın

Yürek mecburlansın’

 

12. “Önce güreşe, sonra pilotluğa merak sarar. Güreş İhtisas Kulübü’nün yayın organında güreş güzellemesi, Türkkuşu dergisinde de pilotluk üzerine yazılar yazar. Kayıklara duyduğu tutku yüzünden de bir kayık kiralayıcının yanında çalışır tam bir yaz…”

 

13. “Yazılarında Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can gibi müstear adları kullanır. Abdurrahman Cem’de bıçkın bir İstanbul delikanlısını, Ahmet Sağlam’da yeraltındaki Güneydoğu medreselerinde “emsilebina” okuyarak işe başlamış, ağırbaşlı bir hocaefendiyi, Vedat Can’da ise genç şairlere yol gösteren, heyecanlı ve atak bir ağabeyi canlandırır.”

 

14. İlk şiirlerini Türk Dili, Soyut, Papirüs, Yeni Dergi’de yayımlatır. Sezai Karakoç’un Diriliş dergisini çıkarmasıyla birlikte kendini orada bulur… Çok okumaz, çok düşünmez. Fişek gibidir ve yaşamın şiirini yazar. Edip Cansever ve Cemal Süreya’nın şiirlerini sever, bir de Suç ve Ceza’yı…

 

15. Bir şiirinde şu dize yer alır: “Raskolinikov müthiş bir Allah ağrısı çekmektedir.” İşte bu, onun en entelektüel dizesidir.

 

16. “Serazat ve bohemdir. En azılı fundemantalizmden, en kıvrak sekülerizme kayar; hiç kimse tedirgin olmaz.”

 

17. Edebiyat ortamındaki kamplaşmalara karşın o, kabul edilmiş bir şairdir. Hangi kesimden olursa olsun kapısını şiir için çalan hiç kimseyi boş çevirmez.

 

18. Kendini kolayca ele vermeyen şiirler yazar. Şiiriyle karşılaşanlar, “Bu ne anlaşılmaz bir şiir” der. O da şöyle yanıt verir: “Herkes her zaman her şiiri anlamak zorunda değildir.” Kimse bilmez, Kirkeegard’ı hatmettiğini. Yine İslâmcı gençlerin ‘şiirlerinde dinsel öğeler bulunmadığına dair’ eleştirisine de ‘ Siz, hiç buğday içindeki güneşi gördünüz mü?’ karşılığını verir.

 

19. Afganistan işgaline karşı çıkar. Meral Maruf adlı genç bir Afganlı kızla mektuplaşır ve bu mektupları toplayarak “Dullar Kampı” adlı bir roman çıkarır. Afgan şiirleri yazar, ama hamaset yapmaz.

 

20. Faulkner’ı orijinalinden okur. Ve Faulkner’den şu cümleyi hiç unutmaz: My mother is a fish.

 

21. Okur mektuplarına yanıt vermek gibi sıradan bir işi, sorumlu bir edebiyat öğretmenliğine dönüştürür. Birçok yeteneği edebiyat dünyasına kazandırırken nice hevesli ve sabırsıza da bu işi bıraktırır.

 

22. Her zaman paraya ihtiyacı olur. Necip Fazıl gibi, paraya hakaretle bakar ve hakaretle harcar.

 

23. “İşaret Çocukları” ve Yedi Güzel Adam” yaşamının bohem döneminin iki şiir kitabı… “Menziller” dinginlik döneminin, “Korku ve Yakarış” ise ölüm öncesinin şiir kitabıdır.

 

24. “Felsefe bilmeden felsefe yapan, insanlığın varoluş sorunlarına doğulu bir hikmet adamı edasıyla yaklaşan bir şair, öykü kitabı yazarsa adını ne koyar? İns. ‘Sizi Görmeliydim’de modern öykünün en güzel örneklerinden birini sergiler.”

 

25. Yalın ve sadedir. Bu yüzden, çocuklarla ve yaşlılarla iyi anlaşır. Çocuklara olan ilgisi onu 5 çocuğa baba yaparken çocuk edebiyatının en güzel metinlerini de yazdırtır: Serçekuş, Yürekdede ile Padişah, Motorlu Kuş…

 

26. Öğrencilik devam ederken Genç Şairler toplantısına davet edilir. Toplantı sonunda konuşmacılar arasında ‘farklı bir ses’ olarak kalır. Beklenenin dışında konuştuğu için yalnızdır. İsmet Özel toplantıya Ankara’dan katılmıştır. Zarifoğlu’nu kutlar. ‘Toplantının yıldızıydınız. Bizim safımızda olmanızı isterdim.’ der. Ancak, yıllar sonra İsmet Özel, Zarifoğlu’nun safına geçer.

 

27. Yaşamında ve şiirlerinde yapaylığa hiç yer vermez. Gülümser, fakat kesinlikle sırıtmaz. İlişkilerinde sağlam bir duruş sergiler. Güvenilir ve sessizdir. Kimseye şirin görünmek için davranışlarını değiştirmez. Tavrını koyar. Evet’i ve Hayır’ı her zaman aynı rahatlıkla söyler. Gösteriş merakından dolayı Necip Fazıl’a, randevularına geç kaldığı için Sezai Karakoç’a tavrını hiç çekinmeden koyar. Çoğu kez, ‘Affedersiniz’ sözüne ‘Hayır, affetmiyorum’ karşılığını verir. Bunun sonuçlarına da katlanır. Gösterişten ateşten kaçar gibi kaçar. Kesinlikle dedikodu yapmaz. Çok çabuk sıkılır. İnsanlarla ilişkilerinde şairliğini hiç belli etmez. Onun şair olduğunu çevresindeki birçok insan, o öldükten sonra öğrenir.

 

28. Enis Batur’a göre, Cahit Zarifoğlu, bir gün keşfedilecek özel bir adadır. Selim İleri’ye göre, onun şiiri, bir gün, çok daha aydınlık bir ortamda, acısını asıl okuruna iletebilecektir.

 

29. ‘Yaşamak’ adlı günlüğü ‘Ne çok acı var!’ cümlesiyle başlar. Zarifoğlu’nun hayatı, bir başına bu tarafsız cümle içerisine sıkıştırılmış gibidir.

 

30. N. Fazıl’ın aracılığıyla Arvasilere damat olur. Nakşî şeyhine damat olmak hayatında yeni bir dönemi başlatır.

 

31. İstanbul’da Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü okur. Devlet memurluğu ona göre bir iş değildir. İlk kitabı ‘İşaret Çocukları’nı öğrenci harçlığıyla çıkarır. Askerliğini 1973′te 33 yaşında Kıbrıs’ta yapar. Memuriyete, 35 yaşında, 9/1 derece ve kademeyle Ankara Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nda başlar. Evrakı dolduran bayanın, ‘Senin hayatın kaymış. Bu yaşta bu derece…’ cümlesinden çok etkilenir. Ardından TRT Genel Müdürlüğü’nde mütercim sekreter olarak çalışır. Hayatının son dört yılını TRT İstanbul Radyosu’nda geçirir.

 

32. Simsiyah sakalı, geriye doğru taradığı gür saçları ve vezinli suratıyla bir şair yakışıklılığı sergiler. 47 yaşında kansere yakalanır. Uzun hastalık döneminde kendisini ziyarete gelen en yakın arkadaşına şöyle der: ‘Bana bir fıkra anlatsana…’

 

En çok dağları özler. 7 Haziran 1987′de ölür.

 

‘Erken iner güz

Gider o güzel yolcu

Yıllarda izi kalır’ (Avni Doğan)

En yakışıklı şairimizdin sen Cahit Abi

*Sıddık AKBAYIR

 

****************

 

Hayatını kendi diliyle şöyle anlatır:

 

"1940'ta Ankara'da doğdum. Rahmetli babam hakimdi. Bu vesile ile çocukluğum Güneydoğu'da geçti. İlkokula Siverek'te başladım. Maraş ve Ankara'da bitirdim. Ortaokula ise Kızılcahamam'da başladım, liseyi Maraş'ta tamamladım. Aslen Maraşlıyım.

 

Ceddimiz 300 yıl kadar önce Kafkasya'dan Maraş'a gelip yerleşmişler. Bunlar üç kardeşmiş ve içlerinden birinin adı Zarif'miş. İşte bizim aile bu Kafkasyalı Zarif'ten geliyor. Daha çok bu sebeple olacak Kafkasya'yı çok seviyorum.

 

Edebiyata lise yıllarında şiir ve kompozisyonlar yazarak başladım. Usta hikayeci Rasim Özdenören, şair Erdem Beyazıt, şair Alâaddin Özdenören ile aynı sıralarda okuduk. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatını bitirdim. Öğrenciliğim sırasında çalışmak zorundaydım. Muhtelif gazetelerde sayfa sekreteri olarak çalıştım. Bu yüzden tahsilim biraz ağır aksak ilerledi. Bütün bunlar zarfında vazgeçmediğim,değişmeyen, istikrarlı bir yönüm vardı,o da şairliğim ve yazarlığımdı.

 

Bir yerde çok titiz bir insanım,bir bakıma da hiç titiz değilim. Görünüşte bir düzensizlik içindeyim, ama her şey zihnimde benim de şaştığım bir disiplin ve düzen içindedir. Şu masanın halini görüyorsun.Çekmeceler de öyle. Ama söyleyin bir şey onu gözüm kapalı çıkarayım. Hayatımda öyle. Bir telaş içinde parçalanmış gibiyim. Ama saati saatine programlanmışımdır. Şiiri de ne zaman yazacağımı bilmiyorum. Memur gibi. Durum öyle gerektiriyor.

 

Sezai Karakoç ağabeyin yayınladığı Diriliş dergisinde şiirlerim yayınlandı. Ağabeyin sohbetlerinden ve yazdıklarından çok şeyler öğrendik.Her anlamda bizim hocamızdı. Yetişmemizde çok büyük faydası oldu. Sonra Nuri Pakdil ve arkadaşlarının yayınladığı Edebiyat dergisinde yazdım. 1976'dan itibaren ise ben, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan ve Nazif Gürdoğan'nın kurucuları olduğu Mavera dergisinde şiirlerim, bir-iki hikayem, senaryo çalışmalarım, günlüklerim ve "Okuyucularla" ismini verdiğimiz sohbetlerim yayınlandı. Bir kaç yıldan beri ise roman çalışıyorum. Bunlardan ilki "Savaş Ritimleri" 1985'te yayınlandı. Ayrıca çocuk edebiyatı dalında kitaplar yazdım."

*Sohbet, Olcay Yazıcı, Türkiye, 10 Mayıs 1986

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendim 23.03.2007 tarihinde Altunizade Kültür Merkezi'nde Merhum Zarifoğlu adına düzenlenen Unutulmayanlar programının iştirakçıları arasındaydım. Gerçekten çok hoş bir programdı. Özellikle Rasim Özdenören Beyin sohbeti bir harikaydı. Bu program sayesinde bizimle, uzun yıllar beraberinde bulunduğu Zarifoğlu hakkında çok ilginç ve leziz bilgiler paylaştı Özdenören, muhabbeti de gerçekten çok hoşmuş, şahit oldum... Bunun dışında Murat Güzel midir nedir, öyle bir adamı getirmişler, her lafa atladı, konuştuğundan da bi şey anlamadı kimse, sahneye atılıp gırtlağına sarılma arzusunu benim gibi "sessiz sakin" bi adamda bile uyandırdı, sinir etti fakiri. Gecenin ofsaytıydı. Neyse, programdan aklımda kalan, not aldığım birkaç hususu yazayım dedim, hazır başlığı da varken... Böylelikle merhumu bir kez daha yad etmiş ve ruhuna bir Fatiha daha gönderme fırsatına kavuşmuş oluruz bu vesileyle.

 

Özdenören şöyle anlatıyordu:

 

Yıl 1960, Zarifoğlu ile dönemin Maraş valisinin arası gayet iyi... Hatta o kadar iyi ki, Zarifoğlu iki yıl üst üste edebiyattan çakınca -ironiye bakın- okulu uzuyor ve vali lise yönetiminden "Artık şu adam şu liseyi bitirsin" diye ricada bulunmaya kadar varıyor. Zarifoğlu da bu yıl mezun olmuş liseden, artık kendisi mi geçti, yoksa valinin etkisi var mıydı, bilemiyoruz

 

Neyse, birgün bir sebeple, dönemin Maraş milletvekillerinden birisinin kapısını çalmaya karar veriyorlar ve işi Zarifoğlu organize ediyor. Valiyi ve birkaç kodamanı ayarlıyor ve bir pazar sabahı, hep beraber, milletvekilinin evinin kapısını çalıyorlar.

 

Milletvekili tıraş köpüklü yüzüyle, çizgili pijamalarıyla kapıyı açıyor, valiyi ve birkaç kıdemliyi karşısında görünce şoke oluyor ve kısa bir nutk tutulmasının ardından "Efendim kusura bakmayın, siz şöyle buyurun içeriye, ben hemen geliyorum" diyor. İşin aslını Zarifoğlu'na soruyorlar, aldıkları cevap şu:

 

-Bugün pazar olduğundan, vekil beyin evde olacağını tahmin etmiştim!.. Bakın, doğru çıktı işte!..

 

Bu çat kapı ziyaretin ilginçlikleri bununla da sınırlı kalmıyor. Milletvekili az sonra salona geliyor ve ziyaretçilerine çay mı, kahve mi alacaklarını soruyor.. İlk önce vali, "Hazırlanma süresi daha kısa olur, hem fazla rahatsızlık vermeyiz" diye düşünerek "kahve" diyor. Beraberindekiler de ona uyuyor ve aynı seçeneği dile getiriyor. En son sıra Zarifoğlu'na geliyor, ondan gelen cevap: "Çay!"...

 

Vali olaya müdahale ediyor, "Yahu herkes kahve istiyor, niçin hilafa davranıyorsun?" diyor. Aldığı cevap:

 

- Ben büyüklerimin yanında kahve içmekten imtina ederim...

 

Neticede ona da kahve geliyor, fakat büyüklerine saygısından o kahveyi içip içmediğini bilmiyoruz.

 

Rahmetli gerçekten ilginç adammış, 1975-1976 civarında Mavera Dergisi'nin kuruluş aşamasında, Özdenören ve Zarifoğlu, dergi hakkında sürekli fikir alışverişlerinde bulunurlarmış. Bir gün Ankara sokaklarında beraberce yürürken Özdenören derginin gelişimi hakkında çeşitli fikirler ortaya atmaya başlar. Uzunca bir süre konuşur, sesli düşünür, fikirler ortaya atar, tahlillerde bulunur. Derken bir caddede karşıdan karşıya geçmeleri gerekir. Özdenören kafasını şöyle bir kaldırır, bir de ne görsün? Yanında Zarifoğlu yerine hiç tanımadığı bir adam yok mu? Şok olur Özdenören ve adama kim olduğunu, arkadaşının nerede olduğunu sorar. Adamın cevabı şu şekildedir:

 

- Arkadaşınız sizi bir önceki sokakta terk etti, ben sizin konuşmalarınıza şahit olup yanınıza geldim. Eğer fark etmeseydiniz gideceğiniz yere kadar ben de size eşlik edecektim!..

 

Özdenören anlatmaya şöyle devam ediyordu:

 

Zarifoğlu bu tarz hareketleri sık sık tekrarlardı. Çeşitli sebeplerden dolayı bir yere gitmeleri gerektiğinde bazen sokağın ortasında arkadaşını terk edip yönünü değiştirir, bazen yolun ortasında durarak karşısındaki vitrine uzun uzun bakar, bazen bulunduğu yerde durup düşüncelere dalardı. Onun bu ilginç halleri lise yıllarına kadar uzanmaktaydı. Sınıfta Zarifoğlu'nun varlığıyla yokluğunu anlamak güç olurdu. Cevaplarını bildiği sorulara dahi parmak kaldırmazdı. Hatta bir keresinde ona yolda giderken selam vermiştim, benden gözlerini kaçırdı ve hiçbir mukabelede bulunmadan yoluna devam etti. Bu hal karşısında çok üzülmüştüm. Fakat zamanla bu hallerin onun karakterinin bir neticesi olduğuna kani oldum.

 

Hoş bir nükteyle devam edelim. Yine ve hep, Rasim Özdenören anlatıyor:

 

Zarifoğlu askerliğini 1975 gibi Kıbrıs'ta yapmıştı. Bizim Mavera ekibinden bir arkadaş ona Kıbrıs'ta tanınıp tanınmadığımızı sormuştu. O arkadaşa şöyle demişti:

 

-Yahu orada Allah'ı tanımıyorlar, seni kim tanısın?..

 

1960'lı yıllarda, Zarifoğlu Cemal Süreya'nnın da kendisi gibi çizgi roman tarzındaki kitapları okumaktan hoşlandığını öğrenir ve ona mektup gönderir. İsminin Cahit olduğunu, kendisinin de bu tarz kitapları okumaktan hoşlandığını ve mümkünse onunla aynı evde kalmak istediğini söyler. Cemal Süreya, bir süre sonra Rasim Özdenören'e bu olaydan "İsminin Cahit olduğunu söyleyen birisi sırf çizgi roman okumaktan hoşlanıyoruz diye benimle aynı evde kalmak istediğini söyledi, ne enteresan tipler var yahu şu dünyada" mealli ifadelerle bahseder. Rasim Özdenören hadiseyi anlar tabii. Yıllar sonra bu olay hakkında Cemal Süreya'ya sorulduğunda kendisi "Benim onu kabul etmemem gayet normaldi, çünkü ben bir müfettiştim, o ise ne idüğü belirsiz bir öğrenciydi" şeklinde bir yorum yapma lüzumunu görmüştür.

 

Son olarak, Rahmetli Zarifoğlu'nun, okuma alışkanlığıyla ilgili şu hadiseyi nakledelim:

 

Birgün Rasim Özdenören, Zarifoğlu'na, okuması için bir kitap verir.

 

-Yahu Cahit, şunu bir oku istersen haa?

 

Zarifoğlu kitabı alır.. Aradan haftalar geçer, haftalar ayları oluşturmaya başlar. Ve bir gün Rasim Özdenören, okuması için verdiği kitabın akibetini Zarifoğlu'ndan sorar:

 

-Ne oldu Cahit, kitap nasılmış?

 

-Okumaya başladım, iyi gidiyor.

 

-Ala...

 

Aradan bir hayli zaman geçer ve Rasim Özdenören, kitabın akibetini Zarifoğlu'na yeniden sorar. Bu kez aldığı cevap şöyledir:

 

- Yahu, Önsöz'ü amma da uzatmışlar ama!..

 

Rahmetlinin gerçekten nevi şahsına munhasırmış. Hanımıyla arasında bu ilginç özellikleri yüzünden çeşitli husumetler olduğunu da biliyoruz. Allah kendisine rahmet eylesin. Konferansın ardından bunları not almam iyi olmuş. Paylaşmanın vaktidir dostlarım.

 

(Trra)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Gerçekten leziz bir yazı olmuş, elinize sağlık. Yaşamak isimli günlüğü geçti bugünlerde Zarifoğlu'nun elime, bir türlü başlayamamıştım. İyi bir fişekleyici oldu, Allah razı olsun.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Aşağıdaki parçalar, Zarifoğlu'nun Yaşamak ismini taşıyan, okumaktan ziyadesiyle zevk aldığım günlüğünden alınmıştır.

 

ANKARA 1970. mutluluk üzerine bir cümle söylemeyi düşünüyorum. Çelişmesiz ve imla kurallarına da uyabilsin. "Aniden açılıyor kapı, içeriye kim girse beğenirsiniz.." gibi felan başlayan, Otuz kişilik koğuşta kömür gibi yatıyorum. Bu bindokuzyüz yetmiş yılında ben nerdeyim. Şüphesiz dışarı cehennemdir diye düşünüyorum. Yabancılar için avrupanın elinde, ömrün süfli bir kesitine hitap eder cinsten bayağı bir mutluluk kalmıştır. O zaman:

 

Mutluluk mudur bu kalan?.. Onun için daima dönülür.

 

O zamanlar olanların farkında değildim. Mahalle arkadaşlarımla öteki mahallelerden birine nedense döğüşmeye gittiğimiz bir gün yapayalnız bırakılınca anladım: Bizim sokağın yokuşunu bağırıp çağırmadan hızlı hızlı iniyorduk. Bir tahta parçası bulmuştum ve onu avucumda tartıyor, elimin kavislerine alıştırıyordum. Sebeb bizimkilerden biri oradan geçerken dayak yemiş olacak. Başka ne olabilir? -Ara sokaklardan geçip gidiyorduk, insanların bizim nereye gittiğimizden haberleri yoktu. Toplandığımız ve karar verdiğimiz ve gitmekte olduğumuz kendimizde duruyordu ve yoldan geçenler bunu bilmiyorlardı.

 

Karşımızdan gelenlere bakıyor gururlanıyordum. "Madem ki" diyordum "bir sırrımız var.." gerisini hatırlamadığım cümlelerle seviniyor ve sevincimden nereye gittiğimizi bile unutuyordum. "İşte hayat budur" dedim, biraz büyüdüğümü, bir şey olduğumu hissettim. Çocukluğuma isyan ediyordum. Hayatı henüz hak edecek kadar büyümemişken elde etmiş olmaktan şaşkına dönmüştüm, ona buna çarpıyor, zaman zaman yerçekiminden kurtulmuş gibi sıçrıyordum. -Fakat bir ara kalabalıktan ötürü bizimkilerden arkada kalınca, bu duyguları yapayalnız taşımak çocuk kalbime ağır geldi. Utanarak başımı öne eğdim, onlara yetişmek için koşmam gerekince kulaklarıma kadar kızardım. Bereket herkesin işi vardı, kimse farketmedi durumumu. Daha düşman mahalleye gelmemiştik. Küçük bir meydanı geçiyorduk. Birden içimizden dayak yemiş olan çocuk, ilerdeki bir grubu gösterdi. "İşte onlar" diye bağırdı. Ama umulmadık anda karşılaşıldığından olacak bu seste genel bir tahrik bir hücuuum ifadesi yoktu. İsteksizdi hatta. Ama bunları çok sonra düşündüm. Zira "işte onlar" der demez o tahta parçasını bir kama gibi kavramış atılmıştım bile. Bizimkilerin durakladıklarını, hemen mi bir süre sonra mı ters yüz edip kaçtıklarını farketmedim bile. Küçükleri bile benden iri olan bir grup çocuğun içine daldım. Hiç birinin yüzünü görmüyordum. Galiba bunun için başımı biraz kaldırmam gerekiyordu. Ama döğüştüğüm kişilerin yüzleri, kişilikleri benim için hiç mi hiç önem taşımıyordu. Tekrar karşılaştığımızda hatırlamamak için görmemeyi bile yeğliyordum. -Tanrım, yüzüne bakmadığın bir insanla nasıl döğüşebilirsin?

 

Bir iki tanesine vurdum. Düşmanlık yoktu içimde, içlerinden biri tahta bıçaklı kolumu tutmaya çalışıyordu. Başardı. Kollarımdan da yakalamışlardı. Biraz daha iri biri, -onun ağır ağır telaş etmeden yaklaştığını gördüm, elini enseme atınca kuvvetinin büyüklüğünden dizlerim çabucak bükülüverdi. Ona hiç zahmet vermemişti beni yere indirmek, kolayca iniyordum çünkü. Belimden, ensemden, kollarımdan, hatta ayaklarımdan tutulmuştum. Rasgele vuruyorlar, nefes almayı bile zorlaştırıyorlardı bana.

 

Bağırmalar vardı ama bunlar beni doya doya dövenlerin hınçla hırlayışlarına benzemiyordu. Ayırmaya çalışıyordu büyükler ve bir anda tüyleri cellatlarının elinde kalan bir horoz gibi beni onlardan ayırdılar. Saçlarım dağılmış, yüzüm ellerim kan içinde kalmış, ceketimin beli omuzlarıma çıkmış, pantolonum yan dönmüş gömleğim dışarıya çıkmış, düğmelerim kopmuştu. / Düğmelerden biri iliğin içinde ipliği ile sarkmaktaydı. Tersiyle yüzümü sildiğim kanlı elimin parmakları ile onu tuttum. Tahta hala elimdeydi, onu daha uzun süre atmadım. Hala saldırmak istiyordum. Bakındım, neredeydi arkadaşlarım. Hiç biri yoktu. Onbeş kişiden fazlaydık ve hiç gelmemişler gibi yoktular.

 

Kavrayıncaya kadar müthiş bocaladım.

 

Karşımda, sarkık duran ellerde de bana vurmaya istek kalmadığını görüyordum.

 

/ inandığın bir harekette, yanındakilerin kararlılığını kritik anlarda anlamaktan Allaha sığın /

 

Döndüm ve uzaklaştım.

 

Gelirken bir savaşçı gibi gelmiştim. Dönerken bir yenik değildim, küçük bir filozof olmuştum.

 

Mendille kanlarımı silerek girdim mahalleye. Tahtayı attım.

 

Çocuklar beni karşıladılar.

 

Ama ben eve yürüdüm.

 

Ne olurdu, beni görünce, konuşturmak için arkamdan gelmeselerdi, bir köşede toplu olarak dursalardı ve bana mahalleye gelmiş bir yabancıymışım gibi baksalardı.- Yıllarca hiç bir grubun içine girmemekte daha haklı olur muydum?

 

 

 

İSTANBUL 1965. şimdi acım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi, ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür. İnsanın yatağı ile iş yeri ya da okulu arasında bir iki otobüs ve bazen vapur da vardır. Suadiyede oturuyorum. Burası benim için bir gün, içimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık. Ama bu gece onbire doğru Beyazıttaki Marmara kıraathanesinden çıktım. O kadar beklediğim halde Mehmet Genç de Sezai Ağabey de Rasim de Şuayb da Abdurrahim de gelmediler. Garson Hulusi efendiye "çay kalsın, birazdan yemeğe gideceğim" dedim. Ama işte üç saattir bir türlü yemeğe gidemiyorum. Sırtım dönük olduğu halde bütün gürültülerin içinden iki kanatlı kahvehane kapısının o yağlı ve ılık açılışını duyuyorum ve bizimkilerden birinin o yavaş patırtısız ve entellektüel gelişini hisseder gibi oluyorum.-Hulusi efendinin ocak tarafına yönelmesini beklemeden, onun, aşağı yukarı hepimizin, etinin içini, iskeletinin şemasını görür gibi, sakin, içerden bakışı altında dışarı çıktım. Sonradan bir önceki vapura doğru. Karaköye kadar yürüyeceğim. Vapur için öğrenci pasom var. Kadıköyden Suadiyeye kadar dört kilometreyi ya yürüyeceğim ya da yürümeyeceğim. Otobüs yirmibeş kuruş. Benim bu gece on kuruşum var. Şimdi kim olduğumu anlıyorum, elimde net delillerim var, zihinsel bütün imkanlarımla, duyularımın bütün imkanlarıyla şimdi bu onbeş kuruşun peşindeyim. Bu kadar küçük ve net bir hedefe hayatın bütün amacıymış gibi yönelmem ben'i basit hatlarla şekillendiriyor. Bütün hatıralarım ve aşklarım kıymetten düşüyor. Gittikçe büyüyen o absürde kolkola girmiş birbirimize yaslanarak yürüyoruz, inadına; yalvarışlarım, peşte koşuşlarım, israflarım, dil döküşlerim, yenişlerim bastırıyor. Oysa şimdi başlıyor gibi bir şey, Çemberlitaşa doğru yürüyorum. İnsanlar, karanlıkta aniden çıkıp havlayan köpeğin karşısında kalakalan çehrede kanın çekilişi gibi çekilmişler. Ah İstanbul benimsin. Sokaklarını leş üleşir gibi basan insanlar yok. - Ve işte bir kere daha, Çemberlitaşı geçince Piyer Loti caddesine doğru, asvaltla kaldırım taşlarının birleştiği tozlu, ve çöplerin birikintiler yaptığı noktada, gözlerimi yerden bir an bile kaldırmadan yürüyorum. O bakır beş kuruşluklardan bulmaya çalışıyorum. Sultanahmet otobüs durağına kadardır bu iş. Ondan sonra nedense bulunmaz Ve işte bir beşlik. On adım, yüz adım daha ve işte iki beşlik daha, hemen hemen yanyana. Döndüm tamamlayınca. Cağaloğlu yokuşundan inmeye başladım. Gülhaneden bu saatlerde geçmeye korkarım. Derken Sirkeci. Son trenlerin kalabalığı, hep geç kalmış erkekler. Bu alandan bu saatlerde hep rüzgar çıkacakmış ve birbirimize karışacakmışız gibi geçtim ve bir kere daha geçtim . Köprüde bir velinin eli çağırmış ve tutmuş gibi dağılır bu. Vapur ışıklarını yakmış bekliyor. Turnikeler evlerin bahçe kapıları gibidir. Beklemedeki kitapçılar kapanmıştır. Kitaplar üzerine çekilmiş kapaklar soğuk. Kısa boylu tıknaz satıcısı, tezgahının etrafında bir yağ bidonuna sürünüyormuş gibi sürüklendiği o bir kaç adımlık yerden ve tüm gün süren duygusuz alış verişinden sonra şimdi karısının koynunda sabahlamaya çalışıyordur.- Vapur ev gibi alır, sarıp sarmalar, sıcak bir köşesine çeker, ve bütün geçmişin o güne has bir hülasasını içime çörekler. -karşıma yaşlı bir sarhoş oturdu. Beni bir yerden tanıyormuş gibi kestirmeye çalışarak baktı baktı, oturduğu yerden yalpalıyarak eğildi: "arakadaşım dedi, şimdi sen bana tam beş lira veresceksin, eksik olursa , anladınmı gücenirim". Yol boyunca İsrar etti. Vapur yanaşırken kalktı, sıraların arasına yürürken bir yandan da porsumuş koluyla beni göstererek bağırmaya başladı: "Yuh be, adam olacak şuna bakın, o kadar dil döktük, mecbur muyduk." Sıraların arasında sallanarak ayakta durdu. Sıkı sıkı yumduğu avucunu açarak bozuk paralarını göstererek, "işte hepsi diyorum ulan, ulanlar, beş lira daha lazım, (beni gösterdi) şuna bakın adam olacak be, adam ne demek, ne demek adam, para hepimizin parası değil mi, hükümet hepimizin hükümeti değil mi, şarabımızı rakımızı hükümet yapmıyor mu, şarapçı hükümetim benim sevgilim, (beni gösterdi) anlayışsız vapurcu seni para; para! hepimizin parası para ortak mal, sen kimin parasını benden saklıyorsun, paranın kimi sende kimi onda para hepimizin. Ben paramızı, beş liramızı istedim, yuf be."

 

Birden sakinleşip yan sıradaki birinin yanına oturuverdi. Hafif fısıltıyla, "haydi abi dedi, sen ver şu milletin beş lirasını bana, tamamla şu mereti."

 

Vapurdan, gecenin sessizliği içinde bir yalak akıntısı gibi çıktık. Dört numaralı Kadıköy-Bostancı otobüsüne seçilip yöneldi bir kısım, biletçi önden itibaren gelmeye başlıyor, bakır bozuklukları biraz sıkılarak uzattım. Yol boyunca bileti parmaklarımın arasında yuvarladım, buruşturdum, açtım, okudum, tekrar katladım, Bağdat caddesinden sahile doğru inen Akın sokakta iki yanlı evlerin bahçelerindeki bütün köpekleri havlatarak inerken farkına varmadan elimden düşürdüm. -Oda : şimdi başka bir hülasası geçmişimin.

 

Oda ve sen

Dayanabilirsen

 

Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.

 

Odun sobasının yanındaki küçük sehpanın üzerinde unutulmuş küçük bir elmayı ağır ağır yedikten sonra, yataktaki bir kokuyu araya araya uyudum.

 

 

 

MÎLANO 1967. kalın taş duvarlarında aslan başlarından sular boşanan ya da insan ve aslan başları boşanan istasyon. Boz renkli kütlevî yapılar, gökten çamur halinde bir toprak parçası atılmış ve yeryüzüne düşerken o çamurlar o binalara dönüşmüş gibi çünkü insanlar için yapılmışa benzemiyorlar. Bir kan olayının hareketsiz ve duygusuz arka duvarları gibidirler. Tam meydanın ortasındayım geri geri yürüyorum boz duvarların hayvanat bahçelerinde kavanozlardaki yılanlar gibi nefes alıp verdiğini görüyorum anamdan babamdan uzaklardayım.

 

durmadan yenen ve kusulan bir yemek gibi istasyonun büyük kapılarına ve merdivenlerine atılan dışarıya ve içeriye doğru hiçbirini tanımadığım ve birbirlerini tanımayan insanların bakışlarındaki esrarı kendi inançlarım içindeki yerini ve yorumunu bulmaya çalışıyorum. İşçilerin düzenli vuruşlarla kestikleri ağaç yolların kesiştiği meydanın üzerine insanların ve arabaların üzerine düştü. Hiç bir inleme hiçbir yardım koşması ve hiçbir balta duymadım. Demek ki düşünüyorum o gökdelenler kadar boylu ve meydanın kenarında boylanmış bir ağacın düzenli vuruşlarla kesildiğini ve arabaların ve insanların kaynaştığı meydanın üzerine düştüğünü, tabiat ve şehir hayatını iki şeffaf resim gibi üstüste koyarak.

 

Çay evlerinin ve aslanağızlarının çevirdiği o meydandan ibaret değildir bu koca şehir.

 

Kaldırımdaki masalardan birine oturuyorum yer bakınıp bularak aylardan ağustos, kaldırım kahvehanesi kalabalık. Kâğıt kalem çıkarıp seni hatırlamamak mümkün mü diye yazmaya başlıyorum. Bir otomobil tam üzerime geliyor süratle, derin bir korku nefesi almama bile zaman kalmadan sarsıntıyla kaldırımın üzerine de atılıyor masalara çarpıyor yanağıma şişe gibi birşey çarptı sert ve muktedir şaşırtılmaz kaçamazdım bir kaç kişinin masa ve sandalyelerle birlikte ezilir gibi derdest olduklarını gördüm daha derin bir korku nefesi bile alamamıştım tam en büyük çaresizlikle kendim için geleni bekliyorken araba önümde bir duvara çarpmış gibi durdu. Direksiyonda bir kadın var. Müthiş sakin. Bir park yerinde durmuş gibi inmekte acele etmedi. Biraz bana baktı. Ezilir gibi olanlardan bir bay kapıyı şiddetle açmasaydı belki de inmeyecek miydi. Çabucak oldu. Adam kadına vurdu. Araba üzerime yeni gelmeye başlamış gibi yerimden kalktım, vahşet çabuk etkiler bizi, kaslarımın sıkılaştığını hissettim, kaya gibi ve bişeyi kollayarak yana çekildim yanağımdan kan akıyordu kadını tartaklamaya başladı. Başı, tahta kırıkları, örtü, eğri demirler gibi şeylerin içinde ayakları beceriksizce uzatılmış çocuk gibi bir şey vardı arka tekerin altında. Ölmüş gibi kimse ilgilenmiyordu çıkarmak gibi bir şeye çalışmıyordu ve ben de eminim ölmüştü. Kadını adam kelimelerle boğmaktan bıraksa anlıyacaktı kadın, işte o zaman sanıyorum belki de bayılırdı, bağırıp çığlıklarla gerçeği bozmak isterdi. Ve oldu. Yüzünün rengi çekildi birden bire. Renksiz bir insan teni bembeyaz gibi hayır başka bir şey. Vücudundaki küçücük bırakılmalarda müthiş bir bayılma isteği vardı. Elini alnına ve başına götürmelerle kendini ayakta tutabiliyordu. Hudutsuz çöllerin metanetini kelimelerini içinde tutan ve derinden derine o kargaşaya rağmen o esmer adamın söylediğini duydum: La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azîm. Kaderin birdenbire bir çarpıcılıkla ortaya çıktığı bu kaza ile bu teslimiyet ve yaradana sığınma arasında birkaç saniye derin bir başıboşluk yaşadım. Şüphe mi hayır isyan mı hayır bunların hiçbirine uzantısı olmayan fakat bizim sınırında durmaya mecbur kaldığımız gerçeğin üzerimize bırakılırken doğurduğu deprem.

 

Daha sonra değişik renk ve dillerine rağmen çöllerde arınıp yayılan kelimelerin onları da elde ettiğini ve itişmelerin durduğunu, ölü genç kızın üzerine yavaş yavaş bir annenin indiğini, polislerin esrarengiz bir çocuk oyunu oynuyor gibi oraya buraya görünmeyen şeylere bakındıklarını, yerleri tebeşirle çizdiklerini, boz renkli duvarların ölüme de hayata da aynı oranda yabancılaşmış hayvanat bahçelerindeki yılanlar gibi ve ne zaman gitseniz elinizin altında olan yıllar gibi nefes almaya devam ettiğini fakat insanların akşama doğru çölün arı kelimeleriyle çekildiklerini ve başlarını yastıklara serdiklerini gördüm.

 

Seni hatırlamamak mümkün mü diye yazmaya devam ettim.

 

Sarı başın ve mavi habire yakalar gibi olduğum bakışına şimdi o arabanın kaldırıma fırlayış anı da karışıyor ve o annenin hayır sonradan ablası olduğunu öğrendiğim kadının o ölü şokunun üzerine doğru yüzümüze çarpan havayı yırtar gibi inişi hatıralarımıza yavaş yavaş engel oluyor ve gece geç saatlere kadar otelin penceresinden, Dom'un, yerin içinden toprağı acıtarak çıkmış gibi yükselen sivri ve saçaklı uçlarına bakıyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

"İnandığın bir harekette, yanındakilerin kararlılığını kritik anlarda anlamaktan Allaha sığın."

 

Muhteşem ötesi bir vecize... Ağız yarım metre açık, hayranlıkla bakabiliyorum buna...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Merhumun kısa ama vurucu bir şiiri... Ayakta alkışlıyorum şahsen.

 

Menziller

 

Sözün ve yolun baş çeşmesi ruhumun

Canım içre sevinç verir sözlerin

 

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

Hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım.

 

Aşkın bin gözlü devasa bir baş imiş

Yur her birini uykularından sohbetin

 

Dinlen ey Zarif bilatedbir çok söz açtın

Bu kırık akılla ne cürettir yaptığın.

 

 

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

Hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım.

 

Nasıl söyledin bunu be adam... Ne denir ki bunun üstüne...

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİZ OLMADAN

 

Bir sabah

Uyandık ki

Her taraf kar kar

Uyuyorduk hepimiz

Ah

Nasıl yağar

Hiçbirimiz olmadan

Share this post


Link to post
Share on other sites

KIRIK CAM

 

Kim kırdı bu camı?

 

Öğretmenim

Cam mı

Ne camı

 

Kim kırdı

Dedim bu camı

 

Öğretmenim

Bağışlayın

Ben kırdım

Simit satar öderim

 

Deyince

Gözleri yaşardı

Öğretmenimin

Share this post


Link to post
Share on other sites

İstanbul

 

Bir tohumdan daha az değil

Fatihin büyük güvercin kanatları

Meleklerin sık aralıklarla

Dokunduğu toprak

Güzel buyruklar

Gürbüz havalar

Boğaziçi bir akımdır

Bir akan sudur

Nice dergahlar

Dinler gibi nabzını

Yeni doğan çocukların

Yamaçlarda mezarlıklar

Sever gibi bazıları

Açık havada gömülmeyi

Çocuklar Topkapıda

Sedef kabzalı kılıçlar ellerinde

Rahlelerde Kur'an

Tefsir

Arapça

Farsça

Dikkatle önünü iliklemede

Padişah ve şehzade

Açılıyor dev bir kapı

Dikiliyor dev gibi bir sütun

Sütun başı sütun ayağı

Dibinde dilek şikayet sahipleri

Birer gürz gibi sağ ellerinde

İradeleri

Bir ellerinde arzuhalleri

Oğullarım

Dikkat edin

Hak yemeyin

Oğullarım

Mümkündür

Topal bir karınca

Mihnettir

Oğullarım

Mümkündür ki

Bir baş kesilir avluda

Akın, akan kanla

Cihangir

Taş yokuşlar

Eyüp

Sıla sıla Medine

Acı

Bu tortu

Karartır camları

Yorar küpleri

En berrak sular bile

Ve kapanıyor saray kapısı

Saklanıyor

Sarı sarı altınlar

Korkup

Şimdi birden Eminönü kalabalığı

Kimseyi tanımazsın

Kıyafetinden

Yüz çizgisinden

Katil efendi

Hırsız baş köşede

Haksız haklı

Şer belalı

Örtünmüş güneş

Çoktandır, yüzü nerde

Ya o ay

Kara bir zıbın biçmiş kendine

Bir düş

O buyruk

Şefaat

Gürbüz hava

O güzelleri İstanbulun

Dönüyor demir teker

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ama bir şarkıda geçer adımız

 

İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyordu. Sancılı, başarısız, kaotik bir öğrencilik dönemi idi onunki. Şiire sarılıyordu O da. Bir gün şiirlerini dosya hâline getirdi ve onları basacak bir yayınevi aramaya koyuldu. Ancak kapısını çaldığı yayınevlerinin hiçbirinden istediği cevabı alamadı. O da öğrenci bursu karşılığında bir matbaa sahibi ile anlaşıp bastırdı kitaplarını. Çok zor şartlarda okumaktaydı. Buna rağmen her ay aldığı bursu, bastırdığı kitabının ederi olarak matbaa sahibine ödüyordu. Birçok gece aç yattı, kimi zaman vapur parasını bile bulamayıp sokaklarda bozukluk aradı. Bastırdığı kitabı da en az onun kadar şanssızdı. Kitabının satılmasını sağlamak için bu kez kitapçıların yolunu tuttu. Fakat sadece bir yayıncı, kitabın gerçek pahasının yarısına yüz kitabını ondan satın aldı. Hem tek geçim kaynağından olmuş hem de yüzlerce kitapla kala kalmıştı. Kitapları koyacak yeri de yoktu genç adamın. Bir arkadaşına rica etti, kitapların barınacağı yer olarak bir ofisi buldu arkadaşı da. Ancak kitaplar, bütün kış boyunca ofis çalışanlarınca ısınmak amacıyla yakıldı. Kesin bir fiyaskoydu bu. Yıllar sonra Sarıkamış?ta askerliğini yaparken, kitabı bastırmak için harcadığı burs faiziyle beraber kapısını çalacak, arkadaşlarına kitaplarının telif ücretiyle borcunu kapatmalarını rica edecek ve O?na danışılmadan kitapları basılacaktı. Türk şiirine son yüzyılda armağan edilen en yetkin şiir kitabı, İşaret Çocukları işte böyle doğmuştu.

 

Cahit ZarifoğluAbdurrahman Cahit Zarifoğlu, kısa süren yaşamının her evresinde zaman mefhumuyla sürekli bir çatışkı hâlinde olacaktı. Yargıç bir babanın oğlu olmasından mütevellit sürekli şehir değiştirecek, doğallıkla eğitim hayatı asla bir düzen içinde seyretmeyecekti. Korkunç bir iklimdi çocukluğu. Sözgelişi Türk Edebiyatının engin düzlüğündeki bu yetkin süvari, Edebiyat dersinden ikmâle kalacak ve okulunu uzatacaktı. Kara Lise?de okurken pilot olma sevdasına kapılacak, brövesini alıp uçacakken eğitmenini bir kazada kaybedecekti. İnkılâp dergisi için düzenlediği kültür eki mezun olmasıyla sadece tek sayı çıkacak ve Zarifoğlu ?Bu şehirden kaçmak vaktidir artık? diyerek, aynı sınıfta olmalarına rağmen kendisinden önce mezun olup İstanbul?un yolunu tutan arkadaşlarını takip edecekti. Yirmi iki yaşında iken Açı ile bir açılım arayacak ama o da bir sayı ile akîm kalacaktı. Hesaplanamadan Ölü adlı şiirinde ?korkunç? olarak niteleyeceği fakülte hayatını on yılda bitirebilmiştir şair. Şiirleri için mahreç noktası kabul edilen Alman ozan Rainer Maria Rilke üzerine hazırladığı bitirme tezi, ?boş vermiş ve avare? bir yapıda olduğu gerekçe gösterilerek reddedilmiş, orijinal metni koruyarak ve aralara dipnotlar ekleyerek gerisin geriye arz ettiğinde ancak kabul edilmişti. Fikirlerini başka gölgeler altında saklayarak kabul ettirebilmişti yazar. Okulun uzaması hayat gailesini de uzatacak, yirmili yaşlarda başlayan pankreas sıkıntısı otuz üç yaşından itibaren yakasına sımsıkı yapışacak ve O?nu şair Hüsrev Hatemi?nin gözetiminde iken, henüz menevişleniyorken şiirli ağzı, hastane odalarında teşne bırakacaktı. Otuz dört yaşında iken askere alınacak ve hiçbir gelirinin olmadığı bu dönemde önüne bir sürü, vadesi geçmiş borç senedi çıkacaktı. Otuz altı yaşında Necip Fazıl Kısakürek?in aracılığı ile evlenecek ama çocukları sevmede peygambere öykünen Zarifoğlu, en büyük evladını sadece on yıl görebilecekti.

 

Cahit ZarifoğluBelki de bu yüzden zaman konusunda tavizsiz olacak, Arzıhal?de ?çiledin mi dünya tutar inilemen? ?yaman halimiz [hakkımızı] helal ettiremezsek? dediği Sezai Karakoç onu bir saat beklettikten sonra ?Beklettim, hakkını helâl et? dediğinde, ?Etmiyorum? diyecekti. Kader erken gelirdi O?na gelmemesi gerektiğini düşünürken, zaman ise hep geç kalacaktı O?na. Zamana yay gerip ok atılmalıydı O?na göre, buydu yaşamak sezonundan memnun kalabilmenin reçetesi. Ve yine belki de bu sebeple, yaşadığı anın hakkını verebilmek için çırpınıp duracaktı. Zamanı bir hallaç gibi dağıtmalı ve her zerresini özümsemeliydi. Zaman Zarifoğlu?na göre yaşayan bir varlıktı; boğuk elleriyle okşardı başını, düşünebilirdi, gerileyebilirdi, tavır alabilirdi hoşuna gitmeyen bir şey gördüğünde ve bir şehidin açık ağzına gül konduğunda, ansızın durabilirdi. Zaman korkularını pervasız yaşayamadan düşen o şehitlerindi nitekim, onların ardından ağlayan kadınlarındı zaman. Özellikle İşaret Çocukları?nda zaman olgusu oldukça zengin benzetmelerle işlenmiştir şair tarafından. Kara Lise ve Mavera?dan arkadaşı Rasim Özdenören, ?Hareketi, kıpırtıyı, kımıldamayı hep sevdi.? diyecek ve Zarifoğlu?na göre yaşamanın hareket etmekle eşdeğer olduğunu vurgulayacaktı. Bunun bir tezahürü olarak, mezun olduktan sonra Almancasını geliştirmek için Goethe Enstitüsü?ne kaydolan şair, Avrupa?nın önemli merkezlerini otostop yaparak dolaşacaktı.

 

Cahit ZarifoğluSıkıntılı geçen yıllar epritecekti O?nu, korku ile anlaşılmaz bir ilişkisi olacaktı. Tanımsız bir klostrofobisi vardı, Boğaziçi Köprüsü?nden meselâ, geçmeye korkardı. O gelmeden evvel korku gitmeliydi, saklamalılardı korkuyu ondan köşe bucak. Korku ağzına ölümüyle kitlenmişti. Korku karanlığa yakışırdı, elbette onun karanlığa münhasır alacaklıları olacaktı, kapışsınlardı onu. Aşkın içinde bile korkunun nüveleri vardı. Bununla beraber, secdeye giden alın mübarekti, korku sadece onu korkutamazdı. Çünkü o dokunulmaz olmuştu secdeye gitmekle. Fakat Zarifoğlu şiirinde korku?nun niceliği de niteliği de dönemseldir elbette. Nitekim, İşaret Çocukları?nda yoğun olarak kullandığı korku imajını; ümitten, beyaz haberlerden, ışıktan, kısacası güzel şeylerden bahsettiği Yedi Güzel Adam?da hiç kullanmaz. Menziller?de ise artık korku ile hesaplaşmaya duracaktır. Menziller?de en az İşaret Çocukları?nda olduğu kadar kesif olan korku imgesi artık şairi rahatsız etmiyordur. Ve ölümünden birkaç ay önce yayımladığı kitabına da Korku ve Yakarış adını layık görecektir Zarifoğlu. Esas korkulmayı hak edeni keşfetmiştir, korkuyordur da. Korkuyordur ama artık diğergam bir korkudur bu.

 

?Nitekim, İşaret Çocukları?nda yoğun olarak kullandığı korku imajını; ümitten, beyaz haberlerden, ışıktan, kısacası güzel şeylerden bahsettiği Yedi Güzel Adam?da hiç kullanmaz?

Hüseyin Cahid Doğan

Ama Bir Şarkıda Geçer AdımızYaşadığı çağa yabancı değildi Cahit Zarifoğlu. Afgan?ın figanı olmuştur meselâ. Savaş Ritimleri çalışmasında Sovyet-Afgan savaşını işleyen ACZ, Sevinç Çağına Doğru şiirinde Afganlı savaşçıları destansı bir biçimde resmetmiş, Yıldızlar Üstlerinde?de ise Afganlı mücahitlerin Bedir?de savaşan sahabeden beslendiğini ifade etmiştir. Afganistan Çağıltısı ise büsbütün dünyaya açık bir çağrı özelliği taşır; ırkçılığı alenen reddeder ve bütün Müslümanları Afganistan?da yaşananlara duyarlı olmaya çağırır. Mavera?da ise Afganistanlı Abdülhak ve Meral Matuf?un ağzından orada yaşananları okura aktarmıştır. Bir başka zulmün, Hama katliamının Türkiye?ye uzanan çığlıdır Zarifoğlu. Zamanın Kerbela?sının Hama olduğunu ifade eder Hama: Sımsıcak şiirinde. Hama?da susturulan insanlar ve camilerin bütün bir insanlığın felaketi olmasından korkar. Filistin?de akan kanın ise ağıtıdır şair. İntifada üzerine yazılmış olan en güzel şiir de O?nun kaleminden çıkmıştır. O?na göre Filistin?de taş atan çocukların kanlarıyla dolan hokkalar, Yaradan?ın gazabını yoğurmaktadır. Mahzundur, mahcuptur, ezilmektedir olan-biten karşısında susan insanlık adına.

 

Şaşkınlıktır Cahit Zarifoğlu?nun çevresine saçtığı. Daha tanışmıyorlarken Cemal Süreya?yı arayarak aynı evde kalmalarını teklif edecek, Süreya ise kendi tabiri ile uzun bir süre şaşkınlığını atamayacaktı. Aşka Dair?i de bu ilginç tanışma faslından sonra hem Papirüs?te hem de Papirüs seçkisinde yayımlanacaktır. Bundan dolayı Aşka Dair, İkinci Yeni içinde Zarifoğlu?nun en bilindik şiiri olacaktır. Necip Fazıl Kısakürek?i şaşırtmıştır ?Üstad bu oyuncaklarla siz mi oynuyorsunuz?? diye sorarak. Üstadından ?Artist? cevabını almıştır sorusuna. Namaz vaktinin geçmekte olduğunu fark ederek İstanbul?un en işlek caddesine seccade atıp namaz kıldığında, yanındakileri şaşkına çevirmiştir. İsmet Özel?in taraf değiştirmesi çağrısına ?Allah bilir? demiş, Özel?in yanındaki ?O ne karışırmış?? dediğinde de, ?Sadece O karışır? demiştir. Şiiri de şaşkına çevirmiştir şiirle uğraşanları. Fazla ya da eksiktir dizeleri, kapalıdır, anlaşılamıyordur. Kendisine bu durumu soran Nazif Gürdoğan?a ?Hiç kimse, şu ya da bu şiiri anlamak zorunda değildir. Şiirimi bana şikayet ediyorlar. Anlamıyorsa niye rahatsız oluyor bilmem? Ben de Botanik?ten hiç anlamam? cevabını verecek; Rasim Özdenören?e ?Bu şiirin nesini anlamıyorlar?? diye dert yanacaktır. Rüyasında Necip Fazıl?ı gördüğünde arkadaşlarına, ?Üstadı gördüm, yirmi beş yıl sonra kavuşacağız dedi bana? dedikten yirmi beş gün sonra vefat edecektir.

 

Yaşantısını sahabelere endeksleme gayretindeydi Zarifoğlu. ?Ebu Zerr, çorbanın suyunu bol koy, komşularınla içersin? hadisini işittikten sonra, Mavera yazıhanesinde öyle yapacaklardı arkadaşlarıyla yemeklerini. Abdullah bin Mesud kadar korkusuzdu ?Ben Müslümanım? derken ve Ömer bin Hattab denli kararlıydı çizgisinde. Müslümandır ve İlhan Berk?e göre İslâm haritasında önemli bir şair ve Müslüman şiirin öncüsüdür. Selim İleri?nin okuyabilmek için aylarca beklediğini ifade ettiği Yaşamak adlı tasnifi yapılamamış eserinde evre evre anlatacaktır nasıl bir yaşam sürdüğünü.

 

Kocaeli ve Kahramanmaraş?ta birer caddeye adı verilen şair ayırca İstanbul?da bir okulunun tabelasını ismiyle süslemektedir. Çocuk Edebiyatı dalında ödülü bulunan ACZ, ayrıca şiir, roman, hikaye, deneme, tiyatro alanlarında da eserler yazmıştır. Ayrıca Anılar Defterinde Gül Yaprağı şiiri, Selçuk Küpçük tarafından bestelenmiş; Daralan Vakitler ve Afganistan Çağıltısı da İbrahim Sadri tarafından seslendirilmiştir. Zarifoğlu?nu ölümünden önemli bir süre sonra, 2003 yılında Vivo?nun öncülüğünde tekrar keşfetme ve anlama gayreti oluşmuş, bu dönemde Okuntu, Kitap Haber, Parşömen, Hece gibi dergiler özel sayılar yayımlamış; Müslüman şiir için bir ilk olarak adına şiir ödülü konulmuş (Sadece iki kere verilebildi), hayatı belgesele aktarılmış, açık oturumlar düzenlenmiş ve Cahit Zarifoğlu Girişimi kurulmuştur.

 

Hüseyin Cahid Doğan

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ZAMANA YAY GERİP

OK ATMAK

 

Şarkı ve oyma dudak

Sağlam gözleri

Ve yandan bakılınca

Uzun yüzünde kabartma bir deniz

 

Bütün kuşlarla gidilir yanına

Sıhhat'i bir hava seçilir dolaptan

Bakılır en arkaya durmuş evin

Acısız aynasına

 

Bu yaşamak sezonu çok memnun

Yay gerip ok atan

 

.. ..... ... .....

.. .....

.. ..... ....

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...