Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Beylerbeyi

Engin Ardıç

Recommended Posts

Yelkenler suya

 

Onur Öymen ağzından bir laf kaçırdı, daha doğrusu CHP'nin kafa yapısını ve ideolojisini belki kendisi de farkına varmadan kabak gibi ortaya döktü ya...

Kemal Kılıçdaroğlu onu önce alkışladı... Belki de farkında olmadan. Belki de "otomatik"...

Sonra uyandı... Aman aman, Öymen neler demişti öyle?...

"Hemşerilerinin" gazabından korktu. Belki de, gerçekten solcu olduğu, Ankara'da tepiştiği ama henüz bir "Ankara memuruna" dönüşmemiş olduğu gençlik günlerini hatırladı...

Öymen'in istifasını istedi. Öymen hiç aldırmadı. Çünkü bir Kemalist'in CHP'den bu nedenle istifası gerçekten de gülünç olurdu. Öymen, tam da olması gereken yerdeydi! (İleride hoşluk olsun diye MHP'ye de geçebilir. Aralarında bir "fraksiyon" farkı vardır alt tarafı.)

Bazı Kürtler, bazı Aleviler ve bazı yazarlar Öymen'in üstüne çullandılar. CHP kuyrukçusu bazı yazarlar da Öymen'i korumaya çalıştılar. Onu "bizim çocuk" saydıkları için.

Deniz Baykal, işin tadının kaçtığını görünce, duruma el koydu.

Öymen'i yanına alıp "mesaj verdi"...

Bunun üzerine Kılıçdaroğlu sustu. Tövbe, susmadı, ağız değiştirdi. Kendi çıkardığı sorunu, "AKP-DTP işbirliği ve yandaş medyanın" üstüne attı. Çark etti. Geri bastı. Lafını yuttu. Tükürdüğünü yaladı. Ortalığı Öymen ve kendisi karıştırmışlardı ama CHP'ye "çirkin bir tuzak" kurulmuştu ne hikmetse... Devirdiği "Parvus Efendi" çamından sonra, bir saçmalık daha...

"Kimse tahriklere kapılmasın" diye Demirel tarzı boş laflar bile çıktı ağzından.

Çünkü, Deniz Baykal'ın tepesi atarsa, Kılıçdaroğlu bir daha milletvekili olamazdı!

Aforoz edilirse yanardı. Biterdi. Siyasi efendini kızdırmayacaktın.

Örneğin bir diğer vitrin süsü, Nurettin Sözen, bugüne kadar hiç ağzını açmış mıydı?

Hakçası, bu durumda, Kılıçdaroğlu'na düşen, basıp istifayı gitmekti. Milletvekilliğinden ayrılmayacaktı tabii, yalnızca partiden.

Baykal'a diklenmeyi bilebilseydi "kendi kamuoyunda" çok puan toplayacaktı...

Öymen'e "gereğini yap" diye efelenen adam, kendisi gereğini yapamadı!

Bu durumda, eğer sanıldığı gibi bir adam olsaydı, Kılıçdaroğlu'na düşen, Sarıgül'ün kuracağı partiye geçmekti: CHP Light...

Ne güzel, hem de partinin daha kurulmadan bir mebusu olurdu Ankara'da, bu tür şeylere çok önem veren Ankaralı arkadaşlar da "irdelerlerdi" uzun uzun...

Kılıçdaroğlu bunu yapamadı. Siyasi çapı yetmedi.

Cahil olmasaydı, ünlü Fransız özdeyişini, örneğin Adolphe Thiers'in 1871 yılında Paris Komünü'ne karşı uygulamış olduğu "reculer pour mieux sauter", yani "daha iyi sıçramak için önce geri çekilmek" ilkesini hatırlardı... (Fransa'da bulunmuştu, Fransızca bildiği varsayılıyordu üstelik, ama ne tarih biliyordu ne de siyasi tarih.)

Şimdi, eminim, ona "Gandhi Kemal" adını takmış ama okuyucu zorlanmasın diye Gandhi'yi de Gandi yazmış birçok zavallı "biz de seni bir şey sanmıştık be Kılıçdaroğlu" diye ağlaşmaktadır...

Bir şey olmadığını sekiz ay önce söylemiştim, bana kızmıştınız!...

"Halka inmiş görünmek" için çizme giyip çamurlara dalan, "halk otursa otursa burada oturuyordur" diye Kâğıthane'de kiralık ev tutan adam, genel başkanın "nasıl olsa kazanamaz" düşüncesiyle, "böylece daha fazla da sivrilmemiş olur" rahatlığıyla, kuyrukçu basının da baskısıyla, kendisi hiç mi hiç istemese de zorla belediye başkan adayı edilmiş adam, ne olacaktı?

Çıkmaz ayın son çarşambasında Çalışma Bakanı.

İstanbul'u Allah korumuş.

 

Engin Ardic / 22 Kasim 2009 / Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Biraz da gülelim

 

Biliyorsunuz, birçok "köşeci" arkadaş, yazılarını fıkralarla süslüyor... Bunu yalnızca pazar günleri yapan da var, bundan hemen her gün kendini alamayan da...

Amaç elbette okuru rahatlatmak, gevşetmek, eh bu arada yazılarını fıkralar "sayesinde" daha da okunur duruma getirmek, yani "ayak alıştırmak" gibilerden köşeye "göz alıştırmak."

Bizim böyle bir sorunumuz yok ama bugün pazar. Gülelim, gülümseyelim, çünkü son günlerde buna çok ihtiyacımız var.

Fakat bizi fıkralarıyla "besleyecek" kimsemiz de yok. Sayın Yıldırım Tuna'yı tanımıyoruz.

Biz de geçmişe döndük, eski "Ülkü" dergilerini falan karıştırdık, bugün buraya Sayın Reşat Şemsettin Sirer'i konuk etmek istedik.

Kendisi, İnönü'nün, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'u "harcayarak" Köy Enstitüleri'ni emanet ettiği kişidir.

Bakalım velinimeti hakkında neler yazmış?

"Milli Şef'in insana hayret veren zihin kuvvetlerinin meydana gelişinde ve onun mütefekkir oluşunda esaslı amil elbette yaratılışındaki başkalık ve üstünlüktür."

Peki, Ahmet Emin Yalman, hani şu "liberal gazeteci" ne diyor?

"Türk yurdunda bir aile samimiyeti, sevgi ve emniyet havası yaratan Milli Şef, Türk ailesinin tabii reisidir."

"İttihatçı" gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın da demiş ki: "İsmet İnönü'nün kişiliğinde müşfik bir aile babasına kavuşan Türk milleti onu milletin babası olarak da kabul etmiştir."

Şu satırlar da Ahmet Kutsi Tecer ustamızdan: "Milli Şef, milli hayatımızın uyanık başıdır. Türk milletinin bahtını avucunda tutar, kendi kişisel iradesini açıkladığında milletin özgürlük ve egemenlik aşkını da açıklar. Milletin ülkülerini dile getiren, herkese doğru yolu gösteren ve bütün fikirleri bir arada toplayan kişidir. Milli Şef'in sözleri milleti için bir ışık tesiri yapmakta ve bu nedenle onun sözleri bütün milletin ağzından çıkmış sözler olarak kabul edilmektedir."

Cahit Tanyol hocamız da, İnönü'nün yayımladığı bir bildiri hakkında şu görüşlerini dile getiriyor:

"Milli Şef insanlığın ferdi değil maşeri yönünü temsil eden, toplumun bir din gibi ortaklaşa kabul ettiği bir kahramandır. Bu beyanname Türk nesrinin, Türk edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Bu beyannamenin her satırı üzerinde uzun uzun durmak, her kelimenin kalbini teker teker yoklamak gerekir. Milli Şef'in iradesinde bütün süslerden sıyrılmış bir sükun konuşmakta... Onda insanı yormayan, saran, kuşatan bir büyü seziyoruz. Asıl şaşılacak şey, onun büyük sanat adamlarına has olan bu engin dili, hiçbir söz hünerine, hiçbir muhayyile oyununa lüzum görmeksizin yapabilmesidir. Yirmi bir yılın kalbini ve kulağını bazen atılgan, bazen sakin, bazen coşkulu hamlelerle dolduran Türk inkılabı bu beyannamede yatıyor. İşte İnönü'nün sanatçılığı ve bu yazının mucizesi burada."

Fazla uzatmayalım, iki soru soralım.

Bir: CHP'nin niçin asla hiçbir serbest seçimi tek başına kazanamamış olduğunu ve de kazanamayacağını hâlâ merak ediyor musunuz?

İki: Şu okuduklarınızı birisi çıkıp Recep Tayyip Erdoğan için yazsa, Aydın Doğan'ın adamları onun kemiklerini sıyırıp atmazlar mı?

 

Engin Ardıç / Sabah / 13 Aralık 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kelle

Atatürk'ün yirmili yıllarda "aşırı sigara ve kahve içmekten" iki kere kalp krizi (ya da spazmı) geçirdiğini öğrendiğim zaman şaşırmıştım...

Çünkü bize öğretilmemişti.

Fakat "rakı içtiğini" bilmeyen vatandaş, herhalde yoktu...

Düşmanları onu eleştirmek için sık sık hatırlatırlardı bunu, dostları da bununla övünmek için. Rakı içince ya "zındık" olunuyordu ya da "ilerici". Örneğin bir Emre Aköz'e "sen rakı içen adamsın, nasıl Kemalist olmazsın" diye kızılabiliyordu...

Sirozdan ölmüş Atatürk'ün ölüm yıldönümlerinde de içki satışı yasaklanıyordu.

Akciğer kanserinden vefat etseydi Tekel sigara üretimini mi durduracaktı?

Bu ülke, gülünç bir ülkeydi.

Bu ülkede ilginç kelleler gezdirilirdi...

Aynı kafa, "sürekli Havana purosu içen" Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara'ya da kızıyordu!

Gülüyorsunuz ama gerçektir, altmışlı yıllarda bunu çok duyduk. Devrimci dediğin, Türkiye'den Küba'ya ithal edip Birinci sigarası içmeliydi!

Şimdi de bir gazeteci, Can Dündar, "Atatürk'ü içki sofrasından kalkmayan bir kişi olarak gösterdiği" gerekçesiyle yargılanmak isteniyor. Şu ünlü "Mustafa" belgeseli...

Savcı, Dündar'a "Atatürk'ün ellerini uzun parmaklı, ince ve zarif olarak göstermediği için" de kızmış.

Günün birinde, "sarışın ve mavi gözlü olarak gösterildiği için" kızacaklar da çıkabilir, "Orta Asya tipine" pek uymaz da...

Çünkü uzun boylu, esmer ve tok sesli arkadaşımız Rutkay Aziz, şu ünlü "Kurtuluş" dizisinde Atatürk'e en uygun oyuncu kabul edilmemiş miydi?

Bilirkişi raporunda, Mustafa belgeselinin "karanlık olması, aydınlık ve optik bir anlatımı bulunmaması, fon müziğinin etkileyici ama melankolik olması" da eleştirilmiş ve "Atatürk'e hakaret" sayılmış. "Sinemada optik anlatım" konusu kafamızı kurcaladı doğrusu. Yüzlerce film seyrettik, şu kadar sinema kitabı okuduk, "optik anlatım" sorunuyla hiç karşılaşmamıştık... Acaba optik anlatım yolunu seçmeyen yönetmen kamerayı kendi poposuna mı tutmaktadır?

Bilirkişi raporunu yazan Sayın Prof. Dr. Ahmet Mumcu'dan, en kısa zamanda, "Yeşilçam yönetmenlerinin kazığa oturtulmaları" yönünde de bir rapor bekleriz!

Behlül de, Bihter'i öptüğü için kovuşturulmalıdır.

Bundan sonra dekupajlı senaryosunda "dış/gece" yazan sekanslar çekecek sinemacılar da ayaklarını denk alsınlar, hele o Çağan Irmak.

Oyuncular da sayıyla kendilerine gelsinler.

Çünkü bu ülkede "Atatürk'ü oynayacak sanatçının içkisi, sigarası, kumarı, zamparalığı, gece hayatı olmamalıdır" diyebilen kafalar da var.

Kim mi? Hani şu, kitabını katar katar alıp okuduğunuz (ya da okur gibi yaptığınız) kişi.

Şu yaşıma geldim, bu ülkenin gülünç mü yoksa acınacak mı olduğuna kesin karar veremedim. Bu konuda bir yargıya varmak için yeni saçmalıkları beklerim.

 

18 Aralik 2009 / Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Diplomalı eşekler

 

Cahil insanlar, "okumayı" sihirli bir değnek sanırlar. Okumakla iş bitecektir. Çocuklarını okutacaklar, onlar da büyüyünce, yaşlı ana babalarına "bakacaklardır"... Çocuk, bir tür yaşlılık sigortasıdır.

Bu insanlar, okumak deyince elbette "ders çalışmayı ve sınıf geçmeyi" anlarlar. Ders dışı her türlü okuma zararlıdır, gözleri bozar, kafa karıştırır. Çocuğun harçlığını kitaba değil "boğazına" harcaması istenir.

"Meslek" deyince de akıllarına üç şey gelir: Doktorluk, avukatlık, mühendislik.

Haa, bir de "atom mühendisliği" vardır ki, cahil halk arasında "en makbul, en ileri meslek" olarak kabul edilir. Ne var ki, böyle bir mühendislik dalı yoktur. Ana baba herhalde bundan "nükleer bomba imal eden teknik elemanı" anlamamaktadır, daha çok "uzay" falan gibi çağrışımlar içerir bu saçmalık.

Eh, aile içi hiçbir eğitim de verilmediğinden, bunların okuttuğu çocuk da genellikle diplomalı eşek çıkar. Bunlar, iş bulur çalışırlarsa çalışan eşek, bulamazlarsa işsiz eşek olurlar.

Bunların üniversite hayatlarına küçük bir örnek: Geçenlerde, Dr. Cengiz Aktar, Devlet Bakanı Egemen Bağış'ı bir konuşma yapması için Bahçeşehir Üniversitesi'ne konuk etmiş...

Bağış, Avrupa Birliği'ni ve ilişkilerimizi anlatacak. Konuyla ilgili devlet bakanı.

Ayağına gelmiş, daha ne istiyorsun? Ankara'da peşine düşsen günlerce dolanırsın da işlerinin yoğunluğundan randevu alıp görüşemezsin...

Yuh çekmişler. Konuşturmamışlar.

Adam sanki Bulgar hükümetinin Türkiye'den tazminat isteyen zıpçıktı bakanı...

Çünkü piçkuruları "Avrupa Birliği'nin ne olduğunu biliyorlarmış"...

Biliyorsan dinlemezsin, mecbur musun? Git kantinde kızlarla kakara kikiri yap, sinemaya git, çay iç, ne halt edersen et...

Ya da bakan konuşsun, ondan daha iyi biliyorsan meseleyi, kalk soru sor, eleştir, görüşlerini çürüt, adamı müşkül duruma düşür, onu silkele, perişan et!

Ama konuşturmayınca "eylem koymuş" oluyorlar akıllarınca.

"Avrupa Birliği savaş demekmiş"... Bildikleri bu.

Bakanı konuşturmayınca da "memlekete sahip çıkmış" oluyorlarmış.

Öğrenme arzusu yok, tartışma görgüsü yok, dinleme terbiyesi yok, önyargı var, bağnazlık var, beton kafalılık var. Ne bildikleri de ortada. Bunlar üniversiteyi bitirecekler, anaları babaları da "oğlumuz okudu da adam oldu" diye sevinecekler. (Küçük bir örnek daha vereyim: Dr. Ali Bayramoğlu çocuğun sınav kâğıdını göstermişti de ikna olmuştum, gözümle görmeseydim asla inanmazdım... Bayramoğlu'nun yazılıda sorduğu şu: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin dış politikasını özetleyiniz"... Son sınıf sınavı bu, bizim okulda ancak üçüncü sınıf bilgisiydi... Öğrencinin yanıtı tek cümle: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, Atatürk'ün önderliğinde zaferden zafere koşmuştur!"... Bu hayvan birkaç ay sonra okulunu bitirdi, ortalıkta diplomalı siyasal bilimci diye dolaşıyor, belki "hariciyeye" bile girmiştir...)

Bunların yüzünden artık hiçbir gazeteci hiçbir üniversitenin kapısının önünden geçmez oldu. Çünkü konuşturmamakla yetinmiyorlar, bir de saldırıyorlar.

Az daha uyanıkları da, konuşmacıyı "provoke" edip küfür ettiriyor, sonra da tazminat davası açıyor, harçlığını çıkarıyor!...

Sakın ha sakın, hiçbir üniversiteden hiçbir hoca bana bu gibi bir taleple gelmesin.

Nasıl olsa öğrencileri anlatacağım şeyleri benden daha iyi bilmiyorlar mı canım?

 

Sabah / 10 Ocak 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

İkinci Dünya Savaşı'na girmeliydik

 

Aramıza yeni katılan değerli bilim adamı ve yazar Süleyman Yaşar'ın zikrettiği şu cümle kulağınıza küpe olsun: "Eğer yeni dünya düzeninin kurucularından biri olmak istiyorsanız, dünyanın sorunlarıyla uğraşacaksınız."

Yok öyle hem kabuğuna çekilip hem de "yurtta şu, dünyada bu" diye politika üretmek...

İspanya ile, Brezilya ile, Rusya ile ortak adımlar atacaksınız. Oradan oraya koşacaksınız, seğirteceksiniz. Dışişleri Bakanı Türkiye'yi özleyecek, bir süredir ayak basamadığı için...

"Başbakan'ın taa Washington'da ne işi var" diye akılları sıra muhalefet yapan zavallı küçük insanlar da çatlaya çatlaya seyredecekler.

Türkiye, Özal'la başlayan "kabuğunu kırma" döneminde yepyeni bir aşamaya geçti.

Karşı çıkan, "memleketin dövizleri çarçur oluyor" zihniyetiyle bizi gene Kapıkule'nin bu tarafına hapsetmek isteyen zavallı küçük memur kafasıdır. Bu kafa Türkiye'nin hep elini kolunu bağlamıştır.

Fakat artık "otarşi" politikası, yani kendi kendine yetme, kendi yağıyla kavrulma politikası tarihe karışmıştır.

Bize cevap vereceği yerde satır arasında hakaret etmekten başka çare bulamayan sevgili dostumuz Zülfü Livaneli'nin deyimiyle "Ankara rejimi" bitmiştir.

Örneğin yeni rejim artık vatandaşlarına "kolay pasaport veren" ve onların yurt dışına çıkışlarını kısıtlamayan bir rejimdir. Dış politikayla ne ilgisi var mı diyorsunuz? O kadar çok ilgisi var ki, bir paranın arka yüzü gibi...

Dünyada söz sahibi olmak istiyorsanız, dünyaya "bulaşacaksınız"... Dünya meselelerine "fiilen müdahale" edeceksiniz.

Kalkıp Gazze'ye yardım götürmek ve İsrail ordusu tarafından öldürülmeyi göze almak da bunun bir yoludur, hem de onurlu bir yoludur.

İspanya İç Savaşı, 1936'dan 1939'a kadar iki yıl sekiz ay sürdü. Dünyanın dört bir yanından hem aydınlar, yazarlar, çizerler hem de sıradan insanlar, kendi ordusu tarafından saldırıya uğrayan genç İspanyol Cumhuriyeti'ne yardıma koştular. Dövüştüler, öldürdüler ve öldüler.

Öte yandan Alman ve İtalyan birlikleri de karşı cephede, faşistlerin safında çarpıştılar.

Onlar da öldüler ve öldürdüler.

Türkiye ne yaptı? Hiçbir şey.

Önce şaşırdı, İspanya'da "cumhuriyetçilerle milliyetçiler" çatışıyorlardı, nasıl işti bu? Biz hem cumhuriyetçi hem de milliyetçi değil miydik canım?

Sonra da ilgilenmedi. Dönüp bakmadı. Ankara böyle istiyordu. Bir tek Türk, Allah için, ilaç için bir tek Türk, İspanya'ya gitmedi.

Oysa taa 1871 yılında, Paris Komünü ayaklanmasında bile üç Türk vardı, o sıralarda Paris'te öğrenci olarak bulunan Reşat, Mehmet ve Nuri Beyler!

İkinci Dünya Savaşı'nda da çok ustalıklı bir denge politikası izledik, savaşa girmedik, değil mi? Oysa girdik, ama iş işten geçtikten, savaşın sonu belli olduktan sonra ve yalnızca "kâğıt üzerinde"...

Çünkü Almanya'ya savaş ilan etmemiş olan devleti yeni kurulacak Birleşmiş Milletler'e almıyorlardı. (BM, "global" bir topluluk değil, "Almanya'ya karşı çıkmış ülkeler" topluluğudur.)

Niçin, göstermelik de olsa, bir tümen düzeyinde de olsa, hiçbir Türk birliği çarpışmamıştı, örneğin İtalya'da, Polonya ve Çek birliklerinin yanında? Niçin hiçbir Türk kuvveti Batı Trakya'ya yürüyüp Yunan halkının yardımına koşmamıştı?

Yunan halkının elinden o zaman tutsaydık, sonradan Kıbrıs sorunu çıkar mıydı? ("Oraları alsaydık" gibi bir yaklaşım içinde değilim, yanlış anlaşılmasın.)

Çok değil beş sene sonra Kore'ye asker göndermek için yırtınacak Türkiye, niçin "vakitlice" demokrasinin ve özgürlüğün safında, ezilen halkların yanında yerini almamıştı? O zaman Stalin bizden o kadar kolaylıkla toprak ve üs isteyebilir miydi, kendi müttefikinden?

Kokmayacaksın, bulaşmayacaksın, sonra da sana bulaştıkları zaman ağlamaya koyulacak ve gidip Amerika'nın kucağına oturacaksın...

Şimdi de "Araba çoraba" iğrenerek bakacak ve sonra da "Ortadoğu'yla ne ilgimiz var yahu" diye şaşacak mısın?

Unutma, Türkiye artık Somali'ye, Bosna'ya, Afganistan'a "asker gönderen" bir ülkedir.

Bitti sizin rejim, bitti... Baksana, artık sakallıları ve başörtülüleri bile Orduevi'ne sokuyorlar.

Her şey değişti, sen uyu..

 

Sabah / 10 Haziran 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Katastrof

 

Büyük bir yalanı ısıtıp ısıtıp sürmeye çalışıyorlar, kabak tadı verdiklerinin farkında değiller: Anayasalar "uzlaşmayla" hazırlanırmış... Bu son değişiklik de uzlaşma sonucu ortaya çıkmadığından hayır oyu vereceklermiş...

Hayır. Kim bilir kaç kere söyledik: Anayasa uzlaşmayla olmaz. "Konsensüsle monsensüsle" yazılmaz. Anayasayı, o ülkede o dönemde kimin borusu ötüyorsa, o yapar.

Hele hele Büyük Britanya gibi bir ülkede anayasa hiç yapılmaz bile! Bir "İngiliz Anayasası" yoktur ve hiç olmamıştır. (Çokbilmişler hemen "Magna Carta" demesinler, on üçüncü yüzyılda kralla aristokratlar arasında bir "yetki paylaşımı" belgesidir, o kadar. "Devlet yapısını" düzenleyen bir yanı yoktur.)

Toplum bizimki gibi çok çalkantılıysa, anayasa "dikiş tutmaz" ve sık sık değişir.

Türk anayasalarını bugüne kadar bürokrasi hazırladı ve uyguladı.

Mithat Paşa'nın 1876 Anayasası da bir bürokrat belgesiydi, 1921 Anayasası da, 1961 de, 1982 de...

Kiminde askerin payı daha az, kiminde daha çoktur ama sonuçta bunların hepsi de, ama hepsi de bürokrasi ve onun yandaşları tarafından yapılmışlardır. Mithat Paşa'yla Kenan Paşa arasında olumlu ya da olumsuz bir zümre farkı yoktur.

Türk anayasalarının hiçbiri uzlaşmayla hazırlanmamıştır. 1876 ve 1921 anayasalarından halkın haberi bile olmamıştı. 1961 ve 1982 anayasalarında karşı görüş bildirmek mümkün değildi. 1961 Kurucu Meclisi ve 1982 Danışma Meclisi, meclis falan değil, bürokrasinin "hınk deyicilerinden" oluşmuş ve "sözde sivil tadı verilmiş" güdümlü topluluklardı!

Şimdi ilk kez "sivil anayasa" isteği dile getiriliyor. En domuz postal yalayıcısı, kendine solcu süsü veren en hokkabaz dolandırıcı bile 12 Eylül Anayasası'nı artık kolay kolay savunamıyor.

Ama yalnızca dile getiriliyor işte... Yapılamıyor.

O zaman da, bürokrasinin denetim mekanizmalarından geçirilebildiği kadarıyla bölük pörçük birtakım "rötuşlarla" yetiniliyor.

Çünkü toplumda şimdi AKP'nin borusu ötüyor ama pek o kadar da ötmüyor...

Görünür bir gelecekte de bu gerçek değişmeyecektir. 2011 seçimlerini gene AKP kazanacak ama koltuk sayısı esaslı bir anayasa değişikliğine gene yetmeyecektir.

Öyleyse?

Gücü yettiği oranda gene birtakım "madde rötuşlarıyla" yetinecek ve böylece 2015 yılına gelinecektir. Sonrasını Ahtapot Paul bile kestiremez.

Bir "kurucu meclis" toplama teklifi, basının bürokrat kuyrukçularının "suret-i haktan görünüp işi yokuşa sürme" çabasından başka bir şey değildir. Böyle bir meclisi bu şartlarda toplamaya hiçkimsenin yetkisi yoktur ve TBMM'nin dışında ve üstünde oluşacak böyle bir "süper meclis" girişimi, girişeni "ağırlaştırılmış müebbet hapis" tehlikesiyle karşı karşıya bırakır!

Kaldı ki böyle "muhayyel" bir mecliste kimin neyi nereye çekeceği şimdiden bellidir ve hiçbir sonuca da ulaşılamayacaktır.

Öyleyse?

Hiç istemediğimiz esaslı bir sarsıntı, belki de büyük bir "katastrof" gerekiyor.

Savaşa girip yenilmek gibi...

Hiç istemediğimiz PKK'nın kazanması ve güneydoğu bölgemizin ne yazık ki bizden kopup gitmesi gibi...

Ya da en azından bir şekilde bir "federasyon" çözümünün fiilen yürürlüğe girmesi gibi... (Bu gelişmeye uygun yeni bir anayasa "istimi" arkadan gelmek üzere.)

Ya da "sağ sol demeden balyozu indirecek" yeni bir faşist darbe... O zaman, eskisinden daha beter, daha gerici bir anayasa... (Eh, bu da bir çözüm!)

Ya da, ya da, mevcut sivil iktidarın elini "çok daha fazla güçlendirecek" bir gelişme... Örneğin yeni bir muhtıra, belki birtakım çılgınların başarısız bir darbe girişimi, azıcık da kan dökecek cinsinden... Bunun ardından hemen gidilecek yepyeni bir seçim ve "silip süpürecek" bir oyla, bu kez anayasayı tümden değiştirecek koltuk sayısıyla, diyelim şöyle en azından 400 kişiyle falan gelecek bir halk iktidarı...

Bunların hiçbirinin "olanak ve olasılığı" görünmüyor.

O zaman da başa dönüyoruz: 12 Eylül günü, bu düzenin otuzuncu yıldönümünde, değişikliğe bizden "yetmez ama evet..."

Başka çare yok.

 

16 Temmuz 2010/Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Al gülüm ver gülüm

 

Bilirsiniz, subaylarımız "plaket" alıp vermeyi pek severler. Vara yoğa plaket alıp verirler: Kolordu komutanının tümen karargâhını ziyareti, tümen komutanının topçu alayını denetlemesi, hani neredeyse alay komutanının avcı taburunu gezmesi, hep birer "plakete vesile" olur.

Böylece bu ziyaretlere ve teftişlere bir "Atatürk'ün bilmemnereye gelişi" tadı da verilir...

Kenan Evren'in deniz ve kum hakkında bir süre tetkiklerde bulunmak üzere askeri kampı teşrifleri gibi... (Muhterem kamp sakinleri, ben de turist çocuğuyum!)

Emekli subayların evleri, aynalı büfenin önüne sıralanmış, varsa kitaplık raflarına dizilmiş, "Nutuk" ile "Şu Çılgın Türkler", bir de "Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya" önüne yerleştirilmiş plaketlerle doludur... (Eskiden bu kitaplar arasında Doğan Avcıoğlu'nun eserleri de vardı, şimdi pek bulamazsınız.)

"Bu plaketlere harcanan paraya yazık" derseniz sizi vatan haini ilan edecekler de çıkabilecektir.

Subaylar madalya da severler.

Madalyalar içinde en şereflisi olan İstiklal Madalyası'nın apayrı bir önemi ve ağırlığı vardır elbette...

Fakat diğer madalyaların neyi simgeledikleri, neyi ödüllendirdikleri pek anlaşılamaz.

Al örneğin NATO madalyası... Ne yapmış paşa, vurduğu gibi Kızılordu'yu mu dağıtmış?

Laf aramızda: Kanla kazanılmış da olsa bütün Osmanlı madalyalarını bir çırpıda yasaklaması, örneğin Atatürk'ün bile Çanakkale Madalyası'nı bir daha asla takmaması, cumhuriyet rejiminin haksızlıklarından ve ayıplarından biri olmamış mıdır?

Eski Kızılordu komutanları da madalyayı pek severler, pek önem verirlerdi. Fakat işin iyice suyunu çıkardıklarından (Rusya ne de olsa bir Doğu ülkesiydi), üniformalarının ceketlerinde madalyadan boş yer kalmazdı.

Üstelik Rus gelenekleri uyarınca sivil yöneticiler de general sayıldıklarından (Osmanlı'nın "sivil ve başıbozuk paşaları" gibi) onlarda da bir araba madalya...

Eh, ne de olsa dünya savaşı kazanmış, hem Hitler'i yenmiş, hem koca bir imparatorluk kurmuş adamlardı bunlar...

Batı dünyası bu kadar gösteriş sevmediğinden, Batılı subay madalyanın kendisini takmaz, onu temsil eden "renkli şeritler" taşır göğsünde.

Cafcaf, geri kalmış ülkelere özgüdür.

Dün okudum, memur gazeteleri keyifle yazıyorlar, İlker Başbuğ'a yeni bir madalya verilmiş.

Yok canım, Başbakan Erdoğan tarafından değil herhalde!

Güney Koreliler vermişler.

Tongil Liyakat Madalyası!

Efendim bu Tongil, Kore'de bir köy, pirinci meşhur.

İlker Paşa bu köyü komünistlerin elinden mi kurtarmış acaba? Paşa o tarihte ilkokul öğrencisi...

Hayır efendim, bu madalya paşaya "Kore ile Türkiye arasındaki askeri işbirliğinde temel bir rol üstlendiğinden" dolayı verilmiş.

Altmış yıldır Kore'yle aramızda böyle bir işbirliği var da bizim mi haberimiz yok? Kore'de savaşmış olan sevgili Refik Erduran ağabey biliyor mu böyle bir süregelmiş ilişkiyi?

Bilmaiyorsak niçin bilmiyoruz? Cehaletimizden mi, gizli tutulduğundan mı?

Yok yahu, bizim Hava Harp Okulu "öğrenci mübadelesine" başlamış, oymuş mesele...

Pek de "madalyalık" bir tarafını göremedik ama devlet büyükleri herşeyi bizden daha iyi bilirler. Bu durumda hemen Kore Genelkurmaybaşkanı'na da bir Türk madalyası verilmeli, bu madalya Seul büyükelçimiz tarafından kendisine törenle takılmalı ve konunun Kore basınında ilgi görmesi MİT ajanlarımız tarafından sağlanmalıdır.

Paşamızı kutluyoruz. Göğsünü gere gere yeni madalyasını taksın gitsin, Orduevi lokantasının "general bölümüne" otursun.

Orada Hilmi Bey'i görürse de hiç selam bile vermesin! Arkadaşları öyle yapıyorlar ya...

 

15/08/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dışa katlayın!

 

Büyük bir zafer elde ettiklerini, ya da en azından "mevzi kazandıklarını" sanıyorlar...

Mühürde niçin "evet" yazıyormuş? Bu, oy verme sürecini ve sonucu etkilermiş. Oy verecek vatandaşın üzerinde "manevi baskı" yaratırmış. Hayır oyu vermek niyetiyle sandığa giden "temiz vatan evladının" mühürde eveti görünce kafası karışır, sonra maazallah hiç istemediği halde eveti evete bastırıverirmiş...

Şu halk bilinçli mi yoksa cahil mi, bir karar verseler iyi olacak yahu!

Aslında dağdaki çobanın eveti bir evet, Aysun'un hayırı iki hayır sayılsa ne güzel olacak ama... Körolmayasıca Anayasa bütün vatandaşların eşit olduğunu söylüyor işte... Anayasa'yı yaptırırken genç ve güzel mankenleri hiç düşünmedin be Kenan Paşa...

Neyse, mühürleri değiştirtmeyi başardılar.

Yeni mühürde "tercih" yazıyor.

Böylece cahil halkın yanlış yapması önleniyor.

"CHP" ya da "MHP" yazsa daha da güzel olacaktı ama ne yazık ki Yüksek Seçim Kurulu'nun da tarafsız olmak gibi körolası bir yükümlülüğü var.

Fakat elde yeterli sayıda tercih mühürü bulunmadığından, olanaklar ölçüsünde tercih mühürü, bunun darlığı çekilen bazı sandıklarda gene babadan kalma evet mühürü kullanılacakmış!

İşte ne güzel bir şarlama fırsatı!

Muhalefet bu kıyağımı unutmasın: Sonuç evet çıkınca (ki öyle çıkacak) hemen "mühürler aynı değildi" diye iptal istesin!

Yüksek Seçim Kurulu da bu ahmakça talebi ciddiye almasın, bir kere daha madara olsunlar.

Evet çıkacağını gördükçe dellenenler, uyuzlukta çare tükenmez, yeni bir numara daha buldular:

Bu işte niçin mühür kullanıldığını anlamıyorlarmış...

Kalemle bir X işareti konulsa daha iyi olmaz mıymış?

"Eli kalem tutan" CHP'li emekli memurlar hayır oyu vereceklerine, "oturmasını kalkmasını ve de kalem kullanmasını bilmeyen" cahil halk evet oyu vereceğine göre, bu durumda hayır oylarında anlamlı bir artış elde edilebilir vallahi...

Göbeğini kaşıyan ayı atıverir bir çizik pusulanın hayır tarafına, kendi kalesine de gol atmış olur.

Efendim gerekçe olarak açık açık bunu söyleyemeyeceklerine göre, daha akla yakın bir bahaneye sığınıyorlar: Mühürün "bulaşma" tehlikesi varmış.

Pusula katlandığı zaman mühür "karşı tarafa" da bulaşırsa oy geçersiz sayılıyor.

Fakat bu sakınca, iki tarafı keskin bir bıçak gibi: Hayırın evete bulaşması mümkün olduğu kadar evetin de hayıra bulaşması olası...

Bu önlemenin de bir tek çıkar yolu var kardeşim: Oy pusulasını "dışa" katlayacaksın!

Bendeniz yıllardır her seçimde öyle yaparım, size de tavsiye ederim.

Korkmayın, "zarfa bulaşırsa" oyunuz geçerlidir.

Zarflar da artık namussuzca "içi görünür" şekilde yarı saydam yapılmıyorlar çok şükür...

Kimin kime ya da neye oy verdiğini kimse göremez artık.

Görse de kimse kimseden hesap soramaz. O devir geçti.

Korkmayın, artık 1946 seçiminde olduğu gibi sandık başında kulak çekmek üzere hazır bekleyen "bürokrasinin mutemet adamları" bulunmuyor... Oyunu beğenmedikleri zaman "kendine gel, sonra karışmayız ha" diye azarlayamıyorlar vatandaşı...

Size şaka gibi gelir ama bu da yaşanmıştı bu ülkede.

Aklın ve demokrasinin gereği olan "gizli oy, açık sayım" ilkesi geçerli artık.

İsmet Paşa'nın adamlarının en rezil buluşu olan "açık oy, gizli sayım" utanmazlığı çok gerilerde kaldı.

Sabredin, eski Türkiye de çok gerilerde kalacak. Torunlarımız tarih dersinde okuyup şaşacaklar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kosmopolis

Üç hafta önce bir akşam Yunanistan'da Petros Markaris'le birlikteydik. (Lord Byron'u kendinden geçirmiş o büyülü Sounion burnunda eşek gibi bir mehtap, Poseidon tapınağı şakır yakır ışıkla yıkanıyor, hava sıcak ama esinti var, nem yok, iyi ki İstanbul'da değilim!...) Birlikteydik ama hiç konuşmadık.

Bir düğündeydik. Büyükçe bir masanın bir ucunda o oturdu, bir ucunda ben. İstanbul'da Ergekenon dayağı yemiş ve çok şükür Hrant Dink'ten daha talihli çıkmış gazeteci Andreas Rombopoulos'la çene yapmaktan Markaris'le ilgilenemedim. O da daha çok Profesör Ayhan Aktar'la lafladı...

Hiçkimse akıl edip de bizi tanıştırmadı, benim de adamı biryerlerden gözüm ısırıyor ama tam da çıkaramıyorum... İyi ki de konuşmamışız, "ne iş yapıyorsunuz" diye sorup rezil olmaktan kurtuldum. O beni tanıdı galiba, efendi adam, gülümsemekle yetindi.

Markaris İstanbullu bir yazar. Yetmiş üç yaşında.

Angelopoulos ve Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerin senaristi. Öyküleri, denemeleri de var ama asıl "polis romanlarıyla" tanınıyor. Türkçe'ye de tercüme edildi, kitapçılarda rahatlıkla bulabilirsiniz. "Hafiyesi" de Komiser Kostas Haritos... Karısıyla geçinemeyen, huysuz, saldırgan ve sıkıntılı bir roman kahramanı...

Heybeliadalı ve Tatavlalı (Kurtuluşlu) hemşerim Markaris, Komiser Haritos aracılığıyla Yunanistan'ın medya çevrelerini, reklam sektörünü, "solcu geçinenlerini", Atina trafiğini, çirkin yapılaşmayı, hava kirliliğini vb. yerden yere vuruyor.

"Yunanistan'ın Stieg Larsson'u sayılır" diyeyim, anlayan anlasın.

Bütün kitaplarını aldım, Larsson'un üçüncü cildinden başımı alabilirsem sırayla okuyacağım. (Larsson'u gene "bitmesin" diye yavaş yavaş okuyorum, çünkü bir dördüncü cildi yok ve olmayacak. Larsson son eserinde "İsveç Ergenekonu'nu" anlatmış!)

Markaris'in bir sözü beni çarptı.

"İstanbul, çeşitliliktir" demiş.

İstanbul'u bizden daha iyi bilir. Çünkü biz beş yüz elli yıldır bu şehirdeyiz, "onlar" iki bin beş yüz yıldır!

İstanbul uzunca bir süre öyle olmaktan "kurtarılmaya" çalışıldı.

Ankara yönetimi, İstanbul'u "ulus-devletin herhangi bir taşra kenti" yapmak istedi. İstanbul'a "gıcığı" vardı, çünkü hem işgal görmüştü bu şehir, hem de yirmili yılların ortalarında İstanbul basını diktaya karşı çıkmış, sonunda Takrir-i Sükun Kanunu'yla ancak susturulabilmişti.

İmparatorluk başkenti, cumhuriyet başkenti tarafından "tu kaka" edildi.

1940 yılına kadar çivi bile çakılmadı İstanbul'a.

Kara listeye alındı, üzerine ölü toprağı serpildi.

"Arındırılmaya" da çalışıldı. Ankara'da Ermeni'nin köküne kibrit suyu ekilmişti ama İstanbul'da çok vardı onlardan...

Rumlar ve Ermeniler Anadolu'dan sökülüp atılmışlar, İstanbullu azınlıklara "dokunulamamıştı"... Onlar için de başka yöntemler bulundu ve Kıbrıs olayları bahanesiyle onlar da gönderildiler, gitmeye zorlandılar.

Şimdi İstanbul "intikamını" almaktadır artık.

İstanbul geri geliyor.

"Kozmopolit" kimliğiyle geri geliyor.

İnanmayan çıkıp Beyoğlu'nda bir dolansın. Bir köşede viyolonsel, bir köşede "santur" çalan gençlere baksın. Alevi kardeşlerimizin "türkü barlarına" bir göz atsın. Cihangir kahvelerinde kaç ülkeden kaç dil konuşulduğuna kulak versin. Bağdat Caddesi dolaylarında sürekli oturan Japonlar'ı da görsün.

Siz ne diyorsunuz yahu, erken davranmazsam Remzi ve D-R gibi mağazalarda Fransız müşteriden Le Monde ve Le Figaro kalmıyor... Migros'un bir köşesinde jambon ve "bacon" satılıyor.

Bize bu şehirde yıllarca çocukluğumuzun tadlarını, bir cappucino'yu, bir espresso'yu, bir mortadellalı sandviçi bile unutturmuş olanlara da yazıklar olsun...

İstanbul onlardan köklüdür. Onlardan büyüktür. Onlardan kalıcı olacaktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Halkın anlayacağı şekilde anlatalım

Çok kişi Anayasa'da neyin değişeceğini bilmiyor. Muhalefet meseleyi ayağa düşürüp "hani benim Receb'im, Receb'im, sana hayır vereceğim, almazsan karakola gideceğim" gibi bir mahalle karısı basitliğine getirip bağladığı için, çok kişi hayır verecek ve sonra da Trabzonspor'a yenilmiş Fenerbahçe düzeyinde üzülecek...

Çok kişi de evet oyu verecek ve "başardık başardık" zihniyetiyle sevinecek...

"On binler hayır dedi" şeklinde şişiniyorlar. Böyle yazıyorlar.

Milyonlar da ne diyecek, görelim bakalım.

Bu arada neler olacak?

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun "yapısı" değişecek.

Bunun "sokaktaki adam" için hiçbir anlamı da önemi de yok gibi görünüyor.

"Anayasa maaşıma zam getirir mi" ya da "toptan ve perakende kayısı fiyatlarını etkiler mi" düzeyinde dolaşanlara gel de anlat bunu...

Olur. Gelelim ve anlatalım.

Bugüne kadar, HSYK kısaltmasıyla tanınan bu kurul, "al gülüm ver gülüm" yaklaşımıyla seçiliyordu...

Ya da "tut beni tutayım seni" anlayışıyla...

Yargıtay ve Danıştay üyeleri HSYK üyelerini seçiyorlar, HSYK üyeleri de Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçiyorlardı.

"Kapalı devre turnike"... Kendi aralarında iş bitiriyorlardı.

Eğer evet derseniz, HSYK'nın üye sayısı arttırılacak, bazılarını gene Yargıtay ve Danıştay seçecek ama esas olarak illerde görev yapan hâkimler ve savcılar, bir ölçüde de cumhurbaşkanı söz sahibi olacak seçimde.

Yani, "zümre hâkimiyeti" bitiyor. "Yüksek yargının" birbirini kayırma çemberi kırılıyor, yargının asıl "emekçilerine" de söz hakkı veriliyor. Yargının "tümü" temsil ediliyor. Buna üniversitelerin hukuk hocaları ve avukatlar da dahil olacaklar, onlar da söz sahibi olacaklar. ("Söz sahibi olmak istemem" diyen hayırcı avukatın aklından fikrinden şüphe edilir.)

Bir de cumhurbaşkanı tabii...

Bunu sakıncalı buluyor muhalefet ve amigo medyası...

Niçin?

Çünkü şimdilik "Abdullah" seçecek o kurula dört üyeyi.

Allah korusun, sonra CHP'li olmayan birilerini seçiverir... Memleket elden gider...

Cumhurbaşkanı, yani devletin en üst makamı, orduların başkomutanı...

Olur mu efendim? O makamda "bizim adamımız" oturursa iyidir, başkası oturursa kötüdür!

Şöyle memur emeklisi bir cumhurbaşkanı olacaktı ki, memleket kurtulacaktı. Emekli büyükelçi, paşa falan...

"Halk adamı" bize uymaz, halk dediğin cahildir.

Hele "dindar" cumhurbaşkanı hiç uymaz, Atatürk camiye mi giderdi?

Bu kafada giden "hayırcı esnafına" bir soru sormak isterim:

Niçin korkuyorsunuz? Hani seçimi kazanacaktınız? Hani CHP-MHP koalisyonu çantada keklikti? Amigolar öyle yazmıyorlar mıydı? Şunun şurasında sekizon ay bir şey kalmamış mıydı sıkıntılarınızın sonuna?

Kılıçdaroğlu başbakan, Bahçeli başbakan yardımcısı, ondan sonra hayırlısıyla "kasetlerin Baykal" da cumhurbaşkanı olmayacak mı? Garanti değil mi bu iş?

Eh o zaman HSYK'yı da o seçer canım, kendi adamlarını getirir... Fena mı, daha ne istiyorsunuz?

Yoksa bu umutsuz çırpınmalarınızın temelinde "hiçbir zaman kolay kolay seçim kazanamayacak olmanızı" bilmenin gizli umutsuzluğu mu yatıyor?

"Hep onlar kazanıyorlar" çaresizliği, ha?

Tüh, piyasada darbe yapıp sonra iktidarı size teslim edecek arslan parçası da kalmadı...

 

 

ENGİN ARDIÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

İqra!

Masamın üstünde üç kitap duruyor. Okunmak için sıra bekleyen iki yüz kadar kitabı saymıyorum, bunlar güncel ve çok önemli.

Üçü de pahalı değil, üçü de kalın değil, bir kitapsever sıksa referanduma kadar üçünü de bitirir. Ama, referandum için değil, Türkiye'yi tanımak için okuyacaksınız. Oyunuz ne olursa olsun.

Birincisi, Osman Can'ın "Darbe Yargısının Sonu" isimli eseri.

İkincisi, Profesör Süleyman Yaşar'ın "Derin Ekonomi" adlı kitabı.

Üçüncüsü de, Rasim Ozan Kütahyalı'nın "Hepimiz Birimiz Birimiz Hepimiz İçin"...

Osman Can'dan Türk hukuk düzenini ve düzenin nasıl "halka karşı bürokrasiyi korumak ve kollamak" üzerine kurulduğunu öğreneceksiniz. Bu arada birtakım hırboların gözbebeği Mahmut Esat Bozkurt'u da daha yakından tanıyacaksınız... Profesör Yaşar size, hükümeti devirmek için bir tarafını yırtan Aydın Doğan medyasının niçin ve nasıl "kriz lobiciliği" ve "felaket tellallığı" yaptığını, TÜSİAD'ın da Anayasa değişikliğine niçin gönülsüz hatta ters davrandığını anlatacak. "Türkiye battı batıyor" propagandasının hangi amaçla, nereden ve nasıl kaynaklandığını gösterecek. "Ekonomi batsın yeter ki bunlar gitsin" kafasında olanların içyüzünü açıklayacak. Kütahyalı da, ordunun tavrını, Ergenekon'un derdini ve Kürt dramını size özetleyecek.

Okuyun. Benim yazıları boşverin, oturun bunları mutlaka okuyun.

 

Bir de taraflı olsaydın be kardeşlik...

Al işte, dakika bir gol bir... Bakın şimdi, Osman Can nasıl yerden göğe kadar haklı çıkıyor:

Bülent Serim diye bir adam varmış. Anayasa Mahkemesi'nin eski genel sekreteriymiş. Ben tanımıyorum, hukukçular bilirler.

Bu adam geçen gün bir mektup mu ne yazmış Aydın Doğan'ın postalcılarından birine, biryerlerde konuşma mı ne yapmış, demiş ki:

"Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesiyle medya tamamen susturulacak, laiklik karşıtı eylemler artarak sürecek, 2011 seçimlerinde oy satın alma yöntemleri kullanılarak seçimler kazanılacak, başkanlık sistemine geçilecek, cumhuriyet İslami bir yapıya kavuşturulacak, federasyona geçiş için gerekli düzenlemeler yapılacak, bugüne kadar örtülü olarak ABD'nin kullandığı egemenlik AB'ye devredilecek..."

Bu adam, doksanlı yıllarda Anayasa Mahkemesi'nin genel sekreteriydi!

Muhterem sanki genel sekreter değil, Kılıçdaroğlu'nun "ofis boyu"...

Hukukçu falan da değil üstelik, maliye kökenli bir bürokrat. Hesap uzmanı, yüce mahkemede!

Hani "Anayasa'yı değiştirip mahkemeye hukukçu olmayanları atayacaklar" diyorlar ya, bakın bakalım kim kimi ne zaman getirmiş yerleştirmiş?

Yalnızca bu adamın varlığı ve söylediği sözler bile, Anayasa'nın niçin değişmesi gerektiğini özetler.

Anayasa Mahkemesi'ne "sızabilen" bu tür adamları Anadolu Kulübü'nün briç masalarına ya da tarihin uygun sepetine göndermek için, referandumda oyum evettir.

 

ENDİN ARDIÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lüzumsuz adam

 

Hiç korkmasınlar, zil takıp oynayacak değilim. Üstlerine çıkıp tepinmeyeceğim. Bu yazının başlığının "Düdük makarnaları, beni hatırladınız mı?" olacağını aylar öncesinden söylemiştim, aha sözümden döndüm. Onlara acıdım.

Sözkonusu kişileri, zavallılıklarıya başbaşa bırakıyorum.

Şimdi kimisi zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışıyor (huylarıdır), kimisi hiçbir şey olmamış havasında kuyruğu dik tutma derdinde (sanki kaç yıldır başka bir şey yapıyorlar), kimisi günah keçisi arıyor, kimisi işinden kovulma korkusunda, kimisi hep yaptığı gibi gene CHP'yi "kurtarmaya" çalışıyor.

Kurtaramazlar.

Burada "elini atsa sakalını bulamayan derbeder, kendine hayırı olmayan gariban, becerip de kendi oyunu kullanamayan zavallı mı halktan oy isteyecek" edebiyatını Internet geyikçisi gençlere bırakalım... Biz gülmekten yorulduk, çenemize ağrı girdi, isteyen doya doya sürdürsün.

"Yirmi birinci yüzyılda CHP'ye gerek var mı?" sorusunu sormaya kimse cesaret edemiyor!

Efendim işte demokratik açıdan güçlü muhalefet lazım, falan filan...

Bu partinin niçin "şöyle doğru dürüst bir lider" bulup çıkaramadığından yakınıyorlar. Aynı endişe, CHP'nin "kan kardeşi" MHP çevrelerinde de var, "nerede şöyle Türkeş gibi bir başbuğ" yakınmaları...

Çıkmaz, çıkamaz.

Çünkü böyle bir "ihtiyaç" yoktur toplumda.

1919 yılında bir kurtarıcıya ihtiyaç olduğu için toplum bir önder doğurmuştur.

Yetmişli yıllarda ülkeyi "12 Mart havasından çıkaracak" bir politikacıya ihtiyaç duyulduğu için Ecevit öne çıkmıştır. (Bir çuval inciri berbat etmiştir, o ayrı.)

Türkiye, şimdi ve bundan böyle Bayar-Menderes-Demirel-Özal çizgisinde yürümek istiyor. Bürokrasi tarafından yönetilmek istemiyor. "Başında memur" istemiyor yani. (Laf aramızda, hiçbir zaman da istememişti, berikiler de hep "sopayla" geldiler.)

Onları da, Osman Ulagay'ın deyimiyle "aşacak" bir öndere ihtiyacı vardı, buldu.

Bürokrasi kuyrukçularından "Erdoğan'ı da aşacak" bir lider çıkmaz, çıkamaz. Ulagay boş konuşmaktadır.

Ne Kılıçdaroğlu, ne Baykaloğlu, ne onun bunun oğlu kurtarabilir CHP'yi... Ne Mustafa Sarıgül, ne Mahsun Kırmızıgül, ne Yılmaz Morgül... (Kılıçdaroğlu dedikleri adam da, alt tarafı, Alevi oylarının kaçmaması için "iyi sıhhatte olsunlar" tarafından bulunmuş ve zorla koltuğa oturtulmuş bir "çakma başkan", o kadar... Fakat "batı kıyılarından" da korktular ki, Dersim'in Kureyşani aşiretinden bir Kürt Alevisi'ni, Horasan'dan gelmiş Kayı boyundan katıksız Türk diye pazarladılar!)

Kurtaramaz, çünkü "kurtulmaması" gerekmektedir.

"Tarihi misyonunu" tamamlamış, büyük başarıların yanısıra çok büyük hatalara da imza atmış, devrini bitirmiştir.

Bir vali, "CHP'nin 1950 yılında kapatılması gerekirdi" derken aslında bunu demek istemişti, lafı düzeltmeyi beceremedi, kötü söyledi, adamın üstüne çullandılar.

Bürokrasinin altı yüz yıllık "hâkimiyeti" bitmektedir, siz isterseniz "vesayet" deyiniz, aynı kapıya çıkar.

Türkiye artık "o kabuktan" çıkmıştır.

Bu büyük bir devrimdir. Türkiye için asıl devrim budur ve 1930, 1950, 1965, 1983 peşrevlerinden, denemelerinden sonra asıl şimdi başlamıştır.

Ama elbette siyaset sahnesinde bir "aksesuar" olarak CHP kalacaktır. Fransa'da devrimden iki yüz yirmi yıl sonra bile kralcılar yok mudur? Neredeyse, hayatının son yıllarında Bodrum'da turistlerle resim çektiren rahmetli Zeki Müren gibi, bizimkiler de "anı" ve "renk" olacaklardır.

Müzayedelerdeki sararmış kitaplar, müzelerdeki solmuş eski zaman elbiseleri gibi...

 

15 Aralık 2010/Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

2012 yılında neler olacak?

Yok canım, Marduk falan gelmeyecek... O bir şakaydı.

Bakın neler olacak:

2011 seçimlerini AKP kazanacak. Yüzde 40 ile 45 "bandında" oy alacak. Hükümeti yeniden kuracak. (CHP-MHP koalisyonu olmayacak, patronlarına uşaklık etme gayretiyle bu hayali kuran Babıali leşkerleri gene moraracaklar.)

Aydın Bey ile Zafer Bey, haksız inşaat ruhsatı yerine havalarını alacaklar. Yeşil alanları katledemeyecekler.

Sonra, Recep Tayyip Erdoğan yüzde 50-60 arası oy alıp cumhurbaşkanı seçilecek.

Abdullah Gül de başbakan... ("Yakışır mı Çankaya Köşkü'nde oturmuş adama böyle bir tenzil-i rütbe?" demeyiniz. İsmet İnönü yapınca oluyordu da...)

Bu arada Anayasa değişecek. "Sıfırdan" yeni bir Anayasa hazırlanacak. ("Burhan Bey" çalışmalarını bitirecek.)

"Uzlaşma isteriz" deyip duran hiçkimse, uzlaşmaya yanaşmayacak tabii...

Çünkü bugüne kadar kimin ne dediği, ne yaptığı bellidir. Ne yapacağı da bellidir.

Parlamentoda "taş koyamayınca" bu işi yüksek yargıya yani bürokrasinin öncü birliğine havale etmek isteyecekler gene.

Yüksek yargı "eski sınıfsal reflekslerini" koruyorsa paketi kuşa çevirmeyi deneyecek. Belki, livarda kuyruğu titreten lüfer gibi, son bir çırpınışla AKP'yi kapattırmaya kalkacaklar bile çıkabilir! Onlara hiçkimse gülmeyecektir bile.

Öyle ya da böyle, halkoylamasına gidilecek. Bu arada patron uşakları gene yalan yazacaklar. Kendilerince propaganda yapacaklar.

Düzmece anketler yayınlanacak.

Ve halk yeni Anayasa'yı, "ezici" değil ama "anlamlı" bir çoğunlukla kabul edecek.

"Bu oranı beğenmedik, Kenan Paşa'nın Anayasası gibi yüzde 90 olsaydı kabul ederdik" diyenler çıkacak ama kimse onları ciddiye almayacak.

Ve Türkiye'de başkanlık sistemine... geçilmeyecek, bir tür yarıbaşkanlık sistemine geçilecek.

Fransa gibi!

Fransa yaptığı zaman alkışlayan basın sergerdeleri, Türkiye yapınca kıyameti koparmayı deneyecekler ama onları kimse dinlemeyecek.

Bu da aslında, bugün "fiilen" uygulamada olan sistemin "esas teşkilat hukuku" açısından da bir tür "tescili" anlamına gelecek.

Huysuzlanacaklar için tek çıkar yol, seçimleri kazanıp hem cumhurbaşkanlığı hem başbakanlık koltuklarına "kendi adaylarının" seçilmesini sağlamaktır. Başka yolları olmayacaktır.

Atıyorum, Deniz Baykal cumhurbaşkanı, Kemal Kılıçdaroğlu başbakan, falan...

"Hiçbir zaman olamaz öyle şey" mi diyorsunuz?

Yani hiçbir zaman hiçbir seçimi kazanamayacağınızı kabul ediyorsunuz!

Yoksa bütün ıkıntı ve sıkıntılarınız, o sistemde de bu sistemde de, öyle de böyle de "size ekmek çıkmayacağını" bilmenizden mi kaynaklanıyor?

Bakın sizin gibi düşünen birileri daha var: PKK denilen rezil örgüt.

Yeni Anayasa'yla Kürt halkına sağlanacak özgürlük ve güvenceleri gene "beğenmeyecek" ve asıl derdi olan tam bağımsızlık uğruna iç savaşı sürdürecek.

Bu da Türk faşistlerinin "canına minnet" tabii...

Size bir ağabeylik edeyim, "tüyo" vereyim:

Hükümetin düşmanları, yatsınlar kalksınlar, Üçüncü Dünya Savaşı çıkması için dua etsinler!

O zaman bütün "parametreler" bir çırpıda değişir. Demokrasi rafa kalkabilir, ipler gene bürokrasinin eline geçebilir. Türkiye elli yıl geri gider, sonra da batar.

Hani, Türk uçağını düşürüp suçu Yunan uçağının üstüne atmak ve ortamı gerip sıkıyönetim ilan edilmesini sağlamak falan gibi bir şey canım...

Düşürsenize oğlum bir İsrail uçağı, İran'ın üstüne atıp!

 

18/09/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bahçesiz

 

Ekonomiyi batırıp hemen ardından erken seçime gittiklerinde (2002), ortaya çıkan ummadığı sonuç üzerine rahmetli Ecevit "kendi kendimize intihar ettik" demişti...

"Nodallık olasılıkları" falan gibi saçma sapan laflar etmeye başladığı, "kafasının gitmeye yüz tuttuğu" sıralar...

Kendi kendine intihar... Demek ki bunun bir de "el yardımıyla" edilen cinsi vardı...

Hem de vardı vallahi... İntiharda "yardımcı kullanan" bir tek Japonlar'ı bilirdik ama (sen karnına bıçağı saplarken yardımcın da kılıcıyla kafanı uçuruyor), demek ki bazı Türkler de bu yola gidiyorlardı. Üçlü koalisyon "el ele" intihar edebiliyordu.

Bunu Devlet Bahçeli de sevmiş anlaşılan.

Sonuç olarak 2002 yılında kendi kendine intihar edenlerden biri de o değil miydi?

Şimdi, referandumda uğradığı hezimet üzerine, hükümetin "hemen erken seçime gitmesini" istedi.

Yani, bir kere daha intihar edecek. Referandumun gazıyla hükümet yüzde 50 oy toplasa, MHP belki meclise bile giremeyecek!

O karnına bıçağı saplayacak, başbakan da kellesini uçuracak.

Neyse ki başbakan "bu gaza" gelmedi de Sayın Bahçeli'ye on ay kadar daha yaşama olanağı sağladı, "hayat öpücüğü" verdi.

Umur görmüş koskoca devlet adamı Devlet, bu şartlarda yapılacak bir erken seçimde yerlere düşeceğini bilmez mi, göremez mi?

Görür tabii de, "bir şey söylemiş olmak için" konuşuyor.

Ne desin? "Bütün politikalarım yanlış çıktı, aziz Türk milletinden özür dilerim" mi desin?

Ya da, "Tanrı Türk'ü benim gibi politikacılardan korusun" mu diyecek?

Hayır canım, tehditler savurmaya devam edecek.

Çünkü Sayın Bahçeli'nin Türk milletine söyleyebileceği, verebileceği hiçbir şey yoktur.

Hiçbir "projesi" yok, hiçbir "alternatif" önerisi yok.

Nedir MHP'nin, iktidara gelirse yapacakları? Hiçkimse bilmiyor. Kendileri de bilmiyorlar.

Peki, Aydın Doğan ile Zafer Mutlu'nun "olmayacak yerlerde tasarladıkları alakasız sitelere inşaat izni çıkarabilmek ve birkaç milyon dolar daha kazanabilmek için" ısrarla istedikleri CHP-MHP koalisyonu gerçekleşse, o zaman "hükümetin küçük ortağı" sıfatıyla icraatı ne olacaktır MHP'nin? O da belli değil.

Sayın Bahçeli bir "başbuğ" değildir.

İktidar programı, iç savaşı daha da şiddetlendirmeyi önermekten ileri gidemiyor. ("Daha fazla bomba!")

Bunu da en çok PKK istiyor ne yazık ki...

"Ortalama Türk" ile "ortalama Kürt" de savaşın bitmesini istediklerinden, MHP oy alamıyor.

Sayın Bahçeli, ülkücülerin başına yakışmamaktadır. O mevkiin, o koltuğun adamı değildir.

12 Eylül döneminde işkence gören ve bu yüzden Kenan Evren'in Anayasası'na hayır oyu veren ülkücüleri "zavallılar" diye aşağılaması, bunun en basit kanıtıdır. Partiyi ortadan ikiye çatlatması da, liderlik başarısının kanıtı!

Aslına bakarsanız, Sayın Bahçeli, koalisyon ortağı olup da Apo'yu "asamadığı" gün bitmişti...

O günden beri uzatmaları oynuyor.

"Doksan artı en az kaç dakika" daha oynar bilmem ama, Türkiye gelecekte "kerinçsiz" olacağı gibi "bahçesiz" de olacaktır.

 

20/09/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yürrüü

 

Stratejileri belli oldu. Önümüzdeki iki yıl boyunca neye saldıracakları anlaşıldı. "Türkiye batıyor, halkımız aç ve sefil" edebiyatı tutmayınca, "şeriat geliyor" palavrası sökmeyince yani şeriat sekiz yıldır bir türlü gelemeyince, "yetim hakkı yediler" gibi çirkin ve çapsız iddialar havada kalınca, "havuzlu villa" teranesi dönüp kendi adamlarına dokununca, tutacakları yol meydana çıktı: Başkanlık sistemini dillerine dolayacaklar.

Şimdiden yazmaya koyuldular. Referandumun hemen ertesi gün başladılar: "Başbakan padişah olmak istiyor!"

Eh, padişah aynı zamanda halifeydi ya... Eşek değilsen satır arasını anlarsın...

Başkanlık sisteminin bir tek Amerika'da yürüdüğünü, diğer ülkelerde "başkan baba" sistemine yani diktatörlüğe dönüştüğünü söylüyorlar.

Haklılar. Bizde başkanlık sistemi hiç olmadı ama Allah'a şükür yakın tarihimizde hiç diktatör de görülmedi!

Bünyemize aykırıdır efendim. Bize hiç uymaz.

Başkan olursa sonra densizin biri çıkar da onu "Milli Şef" ilan ediverir.

Recep Tayyip Erdoğan "ebedi şef", Abdullah Gül de "milli şef" mesela... Bırrr... Düşünmesi bile korkunç...

"Başkanın tarafsız olması gerekir oysa bu adam bal gibi partili" diyorlar ve diyecekler.

Evet, örneğin Atatürk ve İnönü hayatları boyunca hiçbir partiye üye bile olmamışlardı!

"Başkanın bir beyefendi olması gerekir, bu adam Kasımpaşalı" da diyeceklerdir.

Başbakan yardımcısının kafasına Anayasa kitapçığı fırlatan Ahmet Necdet Sezer gibi bir beyefendi, örneğin...

Belki "ruh sağlığının yerinde olması gerekir" de diyeceklerdir.

Nasıl yani, "kargalar geliyor" diyerek masanın altına saklanan Fahri Korutürk falan gibi mi?

Başkan, hükümet üyelerini kendi keyfine göre seçecekmiş...

Evet, Atatürk bakanları, hatta valileri, büyükelçileri bile asla kendisi seçmeye kalkmaz, hükümeti meclisin özgür iradesine ve memurların seçimini de ilgili bakanlara bırakırdı... Aslına bakarsanız mebusları bile seçmezdi de her vilayet seçime girecek kendi temsilcilerine kendisi karar verirdi...

Sistem "yarı başkanlık" olursa da bu sefer "kukla başbakanlar dönemi başlıyor" diye kızacaklardır.

Refik Saydam, Hasan Saka, Şükrü Saracoğlu, Şemsettin Günaltay falan gibi mi acaba?

Tövbe ıstağfirullah, yoksa Fahri Özdilek, Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu, ya da Bülend Ulusu falan gibi mi?

Başkanı halkın seçmesine çok itiraz ettiler ama referandumda (bundan önceki referandumda) yüzde 70 çıkınca ağızlarını daha fazla açamadılar.

Oysa bu iş cahil halka, genç ve güzel mankenlerle ne yazık ki eşit oya sahip dağdaki çobana, göbeğini kaşıyan kısa bacaklı, kıllı ayıya bırakılır mıydı?

Bırakırsan sonra halk gider Cemal Gürsel ya da Kenan Evren gibi birisini seçiverirdi vallahi...

Bunlar halkın seçimiyle gelmemişler miydi? İşte buyurun. Biz ne dedik?

Halk ne biçim Cevdet Sunay'ın da arkasındaydı... Hatta Faruk Gürler'in de arkasındaydı da namussuz politikacılar mecliste taş koyarak başkan seçilmesini engellemişlerdi... Politikayı politikacılara bırakırsan işte böyle olurdu. Oysa halk Menderes asıldığı zaman ne biçim sevinmişti, değil mi yani? (Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Sayın Tansel Çölaşan öyle diyor.)

Cahil halk işte... Şöyle adam gibi Deniz Baykal'ı seçmez ki başkan diye, saygı duyalım...

Laf aramızda, Atatürk olsun İnönü olsun, hangi serbest seçimi kazanmışlardı yahu?

Ben bilmiyorum, bir hırt çıksın bana öğretsin.

 

22 Eylul 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bunlar gerçekten korkuyorlarmış yahu!

 

Hani muhalefetin "korku" üzerine kurulduğu söyleniyordu ya...

"Beni de içeri atacaklar" diye korkup soluğu Amerika'da alan Ergenekon çocukları...

Sanki bakılacak bir yanları kalmış gibi "beni çarşafa sokacaklar" diye korkan "İsmet Paşa kızı" yaşlı teyzeler...

"Kısa bacaklı kıllı adamlar ırzıma geçecekler" diye korkan bunalımlı bayanlar...

"Rakı içirmeyecekler" diye korkan emekli memurlar...

"Patron tirajını yerlere düşürdüğümüz gazeteyi satarsa iş bulamayız" diye korkan kalemşorlar...

"Yazılarımın artık okunmadığını görüp bir de çok para isteyince kapının önüne koydular" diyemediği için utanmadan "beni başbakan kovdurdu" yalanına sığınmaya çalışan esnaf...

Gerçekten korkuyorlarmış, şaka ya da abartı sanıyorduk.

O kadar korkuyorlar ki, "pogroma uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ortaçağ Yahudisi" gibi kendilerine "gettolar" yaratmaya koyulmuşlar!

Hani o çok kızdıkları "haşema otelleri" gibi... Hani Fatih ilçesinin Çarşamba mahallesindeki "kurtarılmış bölge" gibi... Bunlar da "Atatürkçü siteler" oluşturmaya başlamışlar.

İmzasız psikopatların bizlere ağız dolusu hakaretler ettikleri Internet siteleri değil efendim, "oturma" siteleri...

Hani havuzlu falan... Kılıçdaroğlu'nunki gibi.

Hani kapısına iki metreye iki metre beyaz poliüretan bir kulübe koyup içine de uyuklayan bir köylü oturttuğun zaman kiralara zam yapıyorsun ya, işte onlardan.

Bunlardan biri Antalya'da gözlenmiş, ne de olsa tuzlu su kenarıdır.

"Atatürkçü Feyziefe Sitesi..."

Hayır, Çölaşan ailesi orada oturmuyor, onlar Ayvalık'a giderler, "kankalarının" yanına.

Sitenin girişinde (yoksa "nizamiyesinde" mi demeliydim?), kırmızı-beyaz bir tabela... Bayrak rengi, çünkü tabelaları tabela yapan üstündeki kandır, bir site, eğer aidatlar vaktinde ödeniyorsa vatandır... Üstünde diyor ki: "Atatürkçü laik demokratik insanların yaşadığı sitedir"...

Bu hesaba göre bizim evler de hayvanat bahçesidir herhalde.

Üç-beş nöbetini bekçi tutuyor, beş-yedi nöbetini kapıcı ondan devralıyor, gelenim gidenim çoktur vukuatım yoktur komutanım, pardon sayın yöneticim...

Söylenenlere göre de referandum öncesi site yönetimi kapıları tek tek çalıp "hayır" oyu verilmesi için propaganda yapmış.

Yakında sitede "Atatürk çimlere basmazdı", "İnönü aidatını vaktinde öderdi" ya da "Mahmut Esat havuza işemezdi" gibi tabelalar da gözlenebilir.

Merak ediyorum, bu sitede kiralık ev tutmak istesem bana verirler mi yoksa döverler mi? "Demokratik" bir yer ya, o bakımdan...

Tersini düşünün: Kapısındaki yeşil-beyaz tabelada "namazında niyazında dindar insanların yaşadığı sitedir" yazan bir yer... Yönetici de kapıları çalıp "evet oyu verin" diye bastırıyor... İçki içen kiracı almıyorlar, öğle namazının kaç rekât olduğunu bilemeyen misafiri bile sokmuyorlar kapıdan.

Ayyuka çıkacak küfürleri duyar gibiyim. Utanmadan "Türkiye bölündü" yazanlardan hem de...

Yahu bunlar meğerse gerçekten korkuyorlarmış.

İleride "bir adayı ele geçirip oraya yerleşmek" falan gibi formüller de düşünebilirler. Tevfik Fikret ve Servetifünun dergisindeki arkadaşları da bir zamanlar Abdülhamid'den kurtulmak için Güney Afrika'ya kaçıp yerleşmeyi düşünmüşlerdi.

Yeter ki tuzlu su kıyısından uzaklaşmayalım, içerilere girmeyelim arkadaşlar!

Çünkü yüzde 55 oranında evet oyu veren İstanbul dağın başında, yaylanın tepesindedir.

Sizin siteye de...

Dense dense "antik kent" denir yavrum, madem olay Antalya'da geçiyor...

 

23/09/10

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk sağ olsaydı

 

Son yıllarda patır patır ortalığa dökülen "karanlık adamlar" başlıca üçe ayrılıyorlar.

Bir: Edepsizlenenler, bağırıp çağıranlar, duruşmalarda hâkime ve savcıya sert çıkanlar, posta koyanlar, tehditler savuranlar... Yani, zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışanlar... Bunların içinde üç günlüğüne açlık grevine yatıp kimsenin iplemediğini görünce dönüp karavanaya yumulanlar da var.

İki: Kalbi sıkışanlar, tansiyonu çıkanlar, şekeri yükselenler, prostatı azanlar... Bunlar da kendi aralarında "doğal nedenlerle" kendiliğinden hastalananlar ve "arkadaş yardımıyla ayağı kayanlar, merdivenden düşenler, mikrop kapanlar" falan olarak ayrıca ikiye ayrılırlar. Ne hikmetse birdenbire "hafızasını kaybedenler, yediği hiçbir herzeyi hatırlamayanlar" olarak diğer bir alt grupları da vardır.

Üç: Utananlar, sıkılanlar, "onurlu" bir yol olarak intiharı seçenler...

Suç işlemek serbest ama sıkıyı görünce şakağına tabancayı dayamak onurlu sayılıyor. Erkekçe ve açık seçik "evet, ben bunları yaptım" ya da "şu, şu, şu kişiler azmettirdi" demek onurlu sayılmıyor. Kol kırılacak, ille yen içinde kalacak.

Bu kafa kaç kişinin başını yedi, fakat bu tutumun "diğer büyük başları" kurtaracağı sanılıyor. Kurtaramayacaktır.

Gene bir denizci yüzbaşı, bir "bahriyeli" kendi canına kıymış.

"Fuhuş çetesi dosyasında" adı geçiyormuş.

Böyle bir çete hakkında çok gizli bir soruşturma yürütülüyor, bazı kişiler içeri alındılar, arkası da gelecek gibi... Bu kişiler, subay!

Neyse ki basın toplantısı düzenleyip "sivil savcı şunları şunları araştırsın, bunları bunları araştırmasın" demeye cüret edecek densiz bir komutan yok başlarında!

Hani, göbeğini kaşıyan kısa bacaklı ve kıllı ayılar sayesinde Anayasa da değişti ya...

Bu çetenin, Ergenekon'la bağlantısı var mıdır yok mudur ben bilemem savcı bilir, bazı yüksek rütbeli subaylara "şantaj yapmak" amacıyla profesyonel kadınlar kullanarak (bu lafa da biterim) gizli fuhuş dosyaları hazırladığı söyleniyor...

Bayat bir yöntem!

KGB yapardı bunu... Kadın gönderip NATO'da görevli yöneticilerin gizlice resimlerini çekerler, sonra da "karına gösteririz haa" tehdidiyle adamı kendilerine "çevirmeye" çalışırlardı...

Batı'da ahlak ölçülerinin ve yaşama biçimlerinin ne kadar değişime uğradığını bilememişlerdi bazı hırbo Ruslar...

"Verin ben kendim göstereyim, fantezi yaparız" gibi cevaplar almaya başlayınca, KGB bu yöntemden vazgeçti!

Bizim bürokraside çok şükür işin bu kadar çivisi çıkmamıştır.

Fakat bunlar şantaj yapacaklar da ne elde edecekler acaba?

Para mı isteyecekler? Memur maaşı belli...

Yoksa, "darbe yapacağız, bize katıl, en azından sesini çıkarma" mı diyecekler?

Tüh be, bize hiçkimse "demokrasi getireceğiz, Ayşe de zaten yola çıktı, sana doğru geliyor" demedi anasını satayım!

Şaka bir yana, bugüne kadar tam on bir subay intihar etti patır patır, balkondan atlayan da var.

Onur meselesi... Şantaj yapmak ayıp değil, gizli örgüt kurmak, darbe planlamak ayıp değil, kadın tedarik etmek ayıp değil, suçu kabul edip cezasına katlanmak ayıp.

Türk ordusunun itibarını, şerefini kurtarmanın, bu pislikleri temizlemenin zamanı geldi de geçiyor paşalarım!

Faraş ve süpürgeyle halının altına iterek değil ama.

"Karısının mal mülk hırsına boyun eğerek hırsızlık yapan paşa" konusunda gösterdiğiniz tutumu ve kararlılığı bu konuda da göstereceksiniz, o kadar.

Haaa, başına dert almamanın, hapislere düşmemenin, sıkıyı görünce şakağına kurşunu basmamanın da bir tek yolu var:

Suç işlemeyeceksin! Bu tür rezilliklere bulaşmayacaksın, taşıdığın üniformanın şerefini koruyacaksın. O zaman "beni sivil mahkeme mi yargılasın askeri mahkeme mi yargılasın" ikileminden de kurtulursun, hiç girmezsin o döngüye.

İkide bir "Atatürk sağ olsaydı" demeye bayılıyorsun, Atatürk sağ olsaydı seni ne yapardı, biliyor musun?

 

24/09/10

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bitir beni Kemal :) :) :D

 

Çok tartışılmış bir konudur efendim (kötü yazarlar lafa böyle girerler)... Serbest Fırka meselesi.

Bunun gerçek bir muhalefet hareketi mi olduğu, yoksa bir "muvazaa" partisi mi sayılması gerektiği çok tartışılmıştır. (Eee, senin fikrin ne?)

Bir yoruma göre, Atatürk "şöyle ikinci bir parti kurdurayım da kimler bana karşı, dökülsünler ortaya, bir göreyim" demiştir... Sonra canlarına okumak üzere...

Kimisi de, "memlekette CHP'ye karşı öyle büyük bir tepki vardı ki, Atatürk ikinci bir partiye izin vermekten başka çare bulamadı" der...

Kimi şaşkın da bu partiye izin verilmiş olmasını "Atatürk'ün ve İnönü'nün aslında ne kadar demokrat olduklarının" kanıtı sayar! (Kapanmasına ne diyor?)

Fakat bütün CHP amigoları, Serbest Fırka'nın (ömrü de hepi topu üç aydır, 1930 yılının ağustos ayından kasım ayına kadar) bir "karşıdevrim" hareketi olduğu konusunda birleşirler.

Bunun çeşitlemeleri de vardır: Türkiye'deki üçlü kutuplaşmaya çare bulduğunu iddia eden büyük bir şarkıcı-mütefekkir, geçen gün Serbest Fırka'nın ayakta kalmasına o dönemde "ülke koşullarının hazır olmadığını" yazıyordu. (Kelliğe ve kısırlığa karşı da çareleri var mı?)

1925 yılına kadar memlekette bir sürü parti vardı... Sosyalist partiler de, komünist partisi de serbestçe faaliyetteydi...

Tövbe, "padişahçı" parti yoktu. "Cumhuriyetçi muhalefet" vardı, 1924 yılında susturuldu.

Bir yıl sonra da "her türlü muhalefet" susturuldu.

Bunun "yalnızca İnönü'nün isteğiyle ve Atatürk'ün göz yummasıyla" mı gerçekleştiğini, yoksa her ikisinin "ortak irade ve kararıyla" mı olduğunu da pek tartışırlar.

Öyle ya da böyle, hani o hazır olmayan ülke koşulları, yirmili yıllarda "yapay" bir şekilde yaratılmıştır!

1930 yılında ülke koşulları hazır değildi de, 1945 yılında nasıl hazır oluverdiler? Sakın dünya savaşını Amerika kazandığı için olmasın?

Serbest Fırka'nın karşıdevrimci olduğu söylenir ve kanıt olarak da Menemen olayları gösterilir. Bu partinin Menemen'deki ayaklanmayla hiçbir ilgisi yoktu.

Tıpkı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın da Şeyh Sait ayaklanmasıyla hiçbir ilgisinin olmadığı gibi.

Bunlar, muhalefeti susturmak için bulunmuş bahanelerdir.

Sosyalistler mi karşı çıkacaklardı Batılılaşma devrimine, alafranga liberaller mi? Güldürmeyin beni.

Serbest Fırka, CHP'nin (yani bürokrasinin) sekiz yıllık uygulamalarına karşı halkın duyduğu tepkiyi ve hatta öfkeyi bir ölçüde yatıştırmak, tabir caizse "gazını almak" için kurdurulmuş (kurulmuş demedim, kurdurulmuş dedim), ve de üç ay gibi kısa bir sürede çığ gibi büyüdüğü ve güçlendiği için, "Allah korusun" ilk genel seçimde CHP'nin yerine geçebileceği anlaşılınca yokedilmiştir.

İzmir yakılmış olduğu için de halktan en büyük ilgiyi orada görmüştür! (Talihsiz, güzel ve yalnız İzmir, şimdi de geri kaldığı için bu kez ters yönde tepki gösteriyor.)

Bu ne demokratik bir yaklaşımdır ki, bir parti emirle kurduruluyor, sonra da emirle "kendi kendini feshetmesi" telkin ediliyor? Bu ne özgür bir partidir ki, Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım partiye üye ettiriliyor, kendisi üye olmuyor, olduruluyor? (Rahmetli peder beni bir partiye "sokmaya" kalksa evde kavga çıkardı.)

Efendiler, işte CHP ancak bu şekilde iktidara gelebilir ya da orada kalabilir... Ya muhalefeti susturarak, ya da çaresiz kalınca darbe kışkırtarak. CHP hiçbir serbest seçimi tek başına kazanamamıştır ve de kazanamaz.

Yani Sayın Kılıçdaroğlu, hiç öyle Zafer Mutlu'nun askerlerinin gazına gelip de "yüzde 40 alacağım" hayalleri kurmasın. Alamaz.

Geçenlerde de Internet'te serserinin biri "CHP'nin iktidara gelince beni bitireceğini" yazıyordu...

Bitir beni Kemal... Beni bertaraf et... Bana yazık et...

Siz seçim kazandığınızda ben herhalde doksan ya da yüz yaşımı bulurum, o saatten sonra bitirsen ne olur, başlatsan ne olur?

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu adam bazen doğruları söylüyor.şaşmamak gerekir çünkü yeri gelmiş şeytanda doğruyu söylemiştir.Ebu Hureyre ra şeytanı yakaladığında ona ayetel kürsinin önemini anlatmıştır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Münferit sulh

 

 

Bendeniz Doğulu olduğum için işim gücüm "geçmişle kavga" etmekmiş. Kendisi Batılı olduğu için geleceğe bakarmış. (Batı okullarında okumuş, biz de taşmektepte medrese tahsili gördük.)

Adam böyle diyor.

Geçmişin doğrusunu bilmeden, onunla hesaplaşmadan bir gelecek kurmaya çalışmak, ancak ciddi bir eğitim görmemiş, kendi kendini yetiştirmiş yarı-aydınlara özgü bir güdüklük olsa gerek.

İzin verirseniz bugün gene geçmişle kavga edeceğim azıcık, huyum kurusun, kendimi alamıyorum...

Şamil Tayyar yeni bir kitap yazdı: "Çelik Çekirdek"... Derin devletin ipliğini bir kere daha pazara çıkarıyor. (Gücü yettiği kadar.)

Şamil tipik bir Doğulu olduğu için derin devletin geçmişine de uzanmış, ortaya "Enver Paşa hükümetini darbeyle indirme teklifini Atatürk'e kimler neden götürdü?" sorusunu da atmış.

Göbeğini kaşıyan Şamil, senin neyine gerek 1917 yılının olayları? Aradan doksan üç yıl geçmiş... Git konsere, bak bakalım yiğidin arslanın nerede yatıyor, Türkiye'nin geleceğine katkıda bulun (beleş girme oğlum, bilet al)...

Bendeniz de bu konuyla kavga edeyim kendi açımdan. Severim.

İttihat ve Terakki'nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil darbe yapacak (severler!), Enver'i ve Talat'ı devirecek, daha sonra Alman ittifakından çıkıp İngiltere ve Fransa'yla "tek taraflı barış" anlaşmasının yollarını arayacaktı. Türkiye'yi savaştan çekecekti. (Buna o zamanın diliyle "münferit sulh" deniyordu.)

Bunu planlayan da darbeciydi, devrilecek olanlar da darbeciydiler. Bu bir iç hesaplaşmaydı. (Yakup Cemil dört yıl önce ünlü Babıali baskınında Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı öldürmüştü. O dönemde, adalarda mahkeme kurup sonradan asmak gibi dolambaçlı yollara gitmiyorlar, hemen oracıkta çekip vurup işi kısa kesiyorlardı.)

Atatürk'ün bundan haberi vardı.

Açıktan açığa desteklemedi, ama karşı da çıkmadı.

Çünkü, eğer darbe başarılı olsaydı, onu Harbiye Nazırı yapacaklardı. (Daha sonra, mütarekenin başlarında da bunun için çok uğraştı. Hiçkimse kalkıp da bana "koskoca Atatürk gerici Osmanlı'ya bakan olmayı ister mi canım" demesin, gülmem bile.)

Sustu ve beklemeye geçti. Almanya'nın savaşı kazanamayacağını görüyor, bunun bizim için de yıkım anlamına geleceğini iyi biliyordu, üstelik de Enver'le karşılıklı olarak birbirlerinden nefret ediyorlardı. Kaldı ki, savaşı kaybedersek yıkılacak, kazanırsak da bir Alman sömürgesi olacaktık. Her iki durumda da geleceğimiz berbattı. Tek yol savaştan usturubuyla çekilmekti. (Daha sonra da yeni ve sonuncu Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl'ın deneyeceği ve başaramayacağı gibi.)

Yakup Cemil darbeyi yapamadı, yakalandı, yargılandı ve Kâğıthane'de kurşuna dizildi.

Hiçbir şey kanıtlayamayacakları için Atatürk'e dokunamadılar.

Belki Atatürk Yakup Cemil'in bu işi kıvıramayacağını görmüş, belki "münferit sulh" açılımını müttefiklerin yutmayacağını düşünmüştü... O yüzden, karışmadı. Kendini çekti, bekledi.

Yakup Cemil bir darbecinin yapmaması gereken her türlü "amatör" yanlışı yapmış (oysa bu işlerde çok tecrübeliydi ama ruh sağlığının pek dengeli olduğu söylenemezdi), Meserret Kıraathanesi'nde uluorta bağırıp çağırmış, yan tarafta bilardo oynar gibi yapan Teşkilat-ı Mahsusa ajanları da bunu rapor etmişlerdi. (Oysa merhumun kendisi de aynı örgüttendi, örgüt içindeki "Envercileri" bilmesi gerekirdi.)

İş o kadar ayyuka çıkmıştı ki, bir gün Ömer Seyfettin Meserret Kıraathanesi'nden çıkıp Sirkeci'ye inerken Yakup Cemil'in koluna girmiş, "cancağızım," demişti, "böyle uluorta atıp tutma, başını derde sokacaksın, sen darbeni yap, merak etme, başarılı olursan herkes peşinden gelir!"

Aynı yanlışı, 1962 yılında, Ankara Orduevi'nde rakı içerken uluorta konuşan Talat Aydemir de yapacaktı... Onu kurşuna bile dizmediler, astılar.

Görüldüğü gibi, geçmişi öğrenmenin her türlü macerapereste, hem darbecilere hem de Kılıçdaroğlu üfürükçülerine faydaları saymakla tükenmez.

Buna şarkıcı türkücü esnafı da dahildir.

 

 

30/09/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zamansız yazı

 

Bir "ulus-devlet" kuruyorsun... Fiilen yıkılmış bir imparatorluğu yabancılarla da anlaşarak, onların gözetim ve onayıyla tasfiye ediyor, senden kopup gitmiş olan toprakları ve halkları reddediyor (o saatten sonra etmesen ne yazar?), elinde kalan topraklarda yeni bir devlet oluşturuyorsun...

Harika! Mucize!

"Kendinden" saydığın toprakların küçük bir kısmını da istemiyor, onlardan vazgeçiyorsun. Peki, o kadarını da anladık. "Reel politika", acı gerçekler, ancak bu kadarını kurtarabildik, idare edin, geri kalanını da isteyecek gücümüz yok, falan. Tamam.

İmparatorluğun bir kısım halkını hiç tanımıyor, onlara hepten sırtını dönüyorsun, zaten müttefiklerin (yani düne kadar düşmanlarının) eline geçmiş, fiilen sömürgeye dönüşmüşler. Anladık. O dönemde Arap'tan ne bize hayır var, ne de bizim onlara hayrımız dokunabilir, peki.

İmparatorluğun diğer bazı halklarının da senin yaptığını yapmalarını, yani onların da kendi devletlerini kurmalarını engelliyorsun. Devlet kurmak senin hakkın, onların hakkı değil.

Gerekçe olarak, onların "zaten mevcut devletlere eklemleneceklerini" öngörüyorsun. Ayrıca bağımsız bir Anadolu Rum ya da Anadolu Ermeni devleti olmayacak, gidip başkalarına, komşu soydaşlarına "katılacaklar"... Buna karşı çıkıyorsun, güzel.

Kurduğun devlet, bir ulus-devlet.

Ermeni unsurunun bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını sürmüşler, Rum unsurunu "göndermişsin", temizlik yapmışsın. Elinde, katlanman gereken bir avuç "azınlık" kalmış, onları tutmak zorunda kalmışsın, ama onlara da baskı yapıyorsun. O kadar ki, adalet bakanın "onların hakkı uşak olmaktır, bize hizmet etmektir" diyebiliyor... Onları bürokrasiye almıyor, daha doğrusu Osmanlı bürokrasisinden temizliyor, yeni kuracağın (kuracağını iddia ettiğin) cumhuriyet bürokrasisine sokmuyorsun. Memur yapmıyorsun. Askere aldıklarının eline "kullanmayı öğrenmesinler" diye silah bile vermiyorsun.

Bunu da, kabul etmesek, hoşumuza gitmese bile "oldu bitti" niyetine anlayışla karşıladık, hadi bunu da, hoşgörmesek bile eleştirmekle yetindik...

Böylece, İttihat ve Terakki diktatörlerinin, dünya savaşında yenileceklerini hissedince düşündükleri son çözüm, son çare, "imparatorluk hevesinden vazgeçip Anadolu'da bir Türk devleti oluşturma, hiç olmazsa bu şekilde ayakta kalma" fikri de gerçekleşmiş oldu. Bunu, yenilmiş, yıpranmış, yerlere düşmüş A kadrosu değil de, temiz kalmış, dipdiri, üstelik yeni bir savaşı da kazanmış B kadrosu başardı. Kabul.

Lakin...

Bir ulus-devlet kurduğunu söylüyorsun...

Peki Kürt kamburunu niçin sırtına alıyorsun?

Onlara başlangıçta "federasyon" sözü verip niçin sonra vazgeçiyorsun?

Nasıl bir devlet bu "iki halklı ama tek ulus-devlet" yahu? Literatürde var mı böyle bir şey?

Federasyon olursa, yapmayı planladığın "radikal Batılılaşma devrimini" onlara kabul ettiremem diye mi endişe ettin?

Yoksa "nasıl olsa zaman içinde baskıyla eritirim" diye mi düşündün?

Eritemedin, adamlar yirmi kere ayaklandılar, bu kamburu bütün ağırlığıyla bize, gelecek kuşaklarına devrettin, ne halt edeceğimizi bilemiyoruz şimdi!

Niçin Lausanne'da pazarlığı "Müslüman halk" üzerinden yaptın da "Türk milleti" üzerinden yapmadın?

Niçin bırakmadın Kürtler de Araplar gibi "gitsinler"...

Lausanne'da Müslüman davası görülecekse niçin Arap da gözetilmedi?

Yok eğer amaç Türk'ü kurtarmaksa niçin Kürt de bu işe katıldı?

Acaba sınırlar da yanlış mı çizildi?

Nasıl çıkacağız şimdi biz bu işin içinden paşam? On binlerce insan öldü paşam...

Kusura bakmayın, iyi bir yazı olmadı bu.

İçinde ne Hanefi Avcı geçiyor, ne Emir Kusturica, ne Arda Turan, ne de Guus Hiddink.

 

Sabah/15 Ekim 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ayrılanı kurt kapar

 

 

Kendi başımıza gelince şaşırıyoruz, yakın zamana kadar dünyaya kapalı olduğumuz için bilmedik ve öğrenmedik: Bazı eyaletlerin birlikten "ayrılma hakkının" kavgası yüzünden Amerika'da dört yıl içinde altı yüz kırk bin kişi ölmüştü...

Biz o sayıya çok şükür henüz ulaşmadık ama iktidara Türk faşistleri gelirlerse ve Kürtler bu kez sağlama ayaklanırlarsa korkarım ulaşırız da!

Geçen gün bir laf ettim, "iki halklı tek ulus-devlet var mı" diye, bir Allah'ın kulu çıkıp da var demedi.

Oysa var. Belçika var, İspanya var (üç halklı), İsviçre var, o da üçlü, Finlandiya var, Büyük Britanya bile var...

Belçika yapay bir devlet, Fransa ile Almanya arasında "tampon bölge" niyetine zorla oluşturulmuş (her iki dünya savaşında bu da işe yaramamıştı), şimdi de "AB merkezi" olarak tutulmak isteniyor ama gene de bölünme sinyalleri veriyor.

Yugoslavya da böyleydi, dağıldı.

İspanya'da hem Katalanlar hem de Basklar...

Fransa da, "çeyrek" halk olarak Brötonlar'ı ve Korsikalılar'ı sayarsanız iki buçuk halklı...

Büyük Britanya'da hem İskoçlar hem Galliler, azıcık kalmış İrlandalı'yı da katın, yani "Kelt" unsurunu... Niçin bu halkların takımları futbol şampiyonalarına ayrı ayrı katılırlar, hiç kafanızı kurcalamadı mı? United Kingdom, adı üstüne "birleşik krallık" ama içinde kimlikleri farklı dört ayrı eyalet var. (Buna karşılık Almanya daha bir bütündür. Federasyondur ama yalnızca yönetim açısından. Çünkü tek halktır.)

Demek ki olabiliyor.

Olabiliyor da, nasıl?

Sistemin iki yönlü işlemesi şartıyla.

Bir: Merkez yönetimi çevre halklara özgürlüklerini verecek, kimliklerini tanıyacak. İspanya'da Katalanca kitap yayınlamak, Baskça konuşmak serbest. Galler bölgesinde bütün isimler, bütün tabelalar iki dilde. İskoçya'nın kendi merkez bankası bile var, parasını kendisi basıyor. İsviçre'ye gidenler bilirler, Cenevre-Zürih yolunda Fransızca tabelalar birdenbire bıçak gibi kesilir, Almanca tabelalar başlar. Finlandiya'da iki resmi dil kullanılır, Fince ve İsveççe.

Tanınan haklar hem kültürel olacak, hem de yönetime ilişkin... Bölge yönetimleri ağırlık ve önem kazanacak. Fransa bunu sağlayamadı ama İspanya'da her bölgenin kendi ayrı bayrağı, parlamentosu, hükümeti bile var! (Bunun için ille Katalan ya da Bask olması şart değil, Endülüs de böyle haklara sahip, Galiçya da, Estremadura da.)

İki ve de lakin: Merkez kültürü ister istemez "başat" olmak zorunda!

"Çeşitlilikte birlik" için bu şart.

Haklarını elde etsen de "kıyıda" olduğunu bilecek, merkeze uyacaksın.

Her Katalan hem kendi dilini konuşur, okur yazar ama hem de Kastilyaca, yani "standart İspanyolca" bilmeye mecburdur. Fince iş göremeyen İsveçli azınlık mensubu Finlandiya'da yaşayamaz. Fransızca bilmeyen Bröton ancak köyünde süt sağar. İngilizce'si zayıf Cardiffli Londra'da iş de bulamaz.

Gelelim Türkiye'nin yarınına...

Kürtçe oku yaz, gazeteni çıkar, televizyonunu seyret, kitabını yayınla, okulda dil dersini de al, ama fiziği kimyayı, matematiği Türkçe'den öğreneceksin. Ankara'ya Kürtçe dilekçe yazarsan kime anlamaz. Yalnızca sana özel "Kürtçe SABAH" edisyonu da yapamayız. Gazeteyi "To Proi" olarak bir de Rumca basamayacağımız gibi.

Yani şeker kardeşim, senin asıl niyetin, asıl derdin özerklik mi, bağımsızlık mı, karar ver.

Bağımsız olursan sen kaybedersin. Vize koyarız, Diyarbakır elçiliğimizden izinle gelirsin İstanbul'a, üç aydan fazla da oturamazsın, Avrupa'nın bize yaptığı gibi.

"Kırmızı çizgilerimizi" iyi belle ve de gözünü seveyim onları çiğnemeye kalkma.

Bir de düşün, atağa kalkmış yeni Türkiye'nin vatandaşı olarak kalkınmadan pay mı istersin, dandik bir Afrika ülkesi gibi herşeye sıfırdan başlamak mı?

 

 

 

18 Ekim P.tesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Först leydi

 

Birtakım densizler, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkanına "tavır koymaya" cüret edebiliyorlar ve 29 Ekim davetine katılmayacaklarını söylüyorlar.

Gerekçe olarak davetiyede "Türkiye Cumhurbaşkanı" yazılmış olmasını gösteriyorlar ama Ahmet Necdet Sezer'in ona buna yıllarca göndermiş olduğu davetiyelerde de böyle yazıldığı ortaya çıkınca mosmor oldular.

Asıl neden Hayrünnisa Hanım'dır. Onun başının örtülü olması.

Çünkü bu görüntü, kafalarındaki "First Lady" kavramına uymuyor. Leydi dediğin, "Lady Gaga" gibi olmalı! Türban dediğinle de ancak alay edilir, televizyon dizisindeki Dilber Hala'ya bakıp bakıp gülünür. Yaklaşım bu.

Alafranga adamlar ya bunlar (karılarının saçlarından başka neleri alafranga acaba?), köşkteki hanım ille bir "lady" olacak.

Oysa Türk olduklarını hatırlayıp cumhurbaşkanının eşine "hanımefendi" diyebilseler rahatlayacaklar.

Ama bunlar Adnan Menderes'e "beyefendi" denilmesinden de rahatsız olurlardı, çocukluğumdan hatırlarım.

İşin matrağı, o zamanlar "sayın" lafı da henüz icat edilmemişti!

 

 

17/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çantaya bak! :) :) :)

 

 

Tarih öğretmeni olma hakkına sahip, Türk, Osmanlı ve dünya tarihini bilen, halkın severek izlediği dizilerde başrol oynamış, çalışkan, özverili, disiplinli, yardımsever, özgürlükçü, barışçı ve başarılı bir genç kadınım. Artık daha fazla kullanılmak istemiyorum.

 

Tövbe ıstağfirullah, bendeniz değil efendim, Aysun Kayacı... Böyle demiş.

Ben kadın da değilim, ne yazık ki genç de değilim. Tarih öğretmeni olmaya da hak falan kazanmadım.

 

Televizyona çok çıktım ama dizilerde oynamadım. Kendi hakkımda "çalışkan, özverili, disiplinli, yardımsever, özgürlükçü, barışçı ve başarılı" gibi tanımlar kullanmayı da hayatımda hiç düşünmedim, bizim zamanımızda böyle konuşmak ayıp sayılırdı, artık değilmiş.

Aysun Hanım, tarihe geçmiş olan o ünlü "çobanın oyu" özdeyişiyle artık daha fazla hatırlanmak istemiyormuş. Tarih bilgisiyle ve sanatıyla hatırlanmak isteyebilir.

İşin kötüsü, biz o ünlü özdeyişin "tamamını" hatırladık: "Benim verdiğim oyla ayaktakımının, dağdaki çobanın oyu bir olabilir mi?"

Bazı köşe yazarlarımızın "kız haklı" demiş olduklarını da...

Unutulmasını istiyorsa hemen unutalım.

Lakin kamu vicdanına söz geçiremiyoruz, o hatırlar.

Tarih öğretmeni olma hakkına sahip olmadığımız için, Sayın Kayacı'ya tarih öğretmeye kalkacak kadar da densiz değiliz. "Kız haklı" demiş olan AÜSBF mezunlarına hele hiç (bu kısaltmaya Google'dan bakınız.)

Sayın Kayacı, demokrasi tarihinin aynı zamanda bir "eşit oya sahip olma mücadelesi tarihi" olduğunu Yeditepe Üniversitesi tarih bölümünde mutlaka öğrenmiştir. (Boru değil, Yeditepe bu... Sevgili dostumuz Zülfü Livaneli'nin müzik bölümünden mezun olduğu Fairfax Üniversitesi'ne hiç benzemez!)

Siyasal'ın kantininde belki anlatmıyorlar.

Orada Pasarofça Antlaşması'nın maddeleri falan öğretilir.

Sayın Kayacı Fransa tarihini elbette çok iyi bileceği için de, Fransa'da "sansiter" oy hakkından "üniversel" oy hakkına geçişin ne kadar uzun zaman aldığını ve bu uğurda ne mücadeleler verildiğini, öğretme hakkını elde edecek kadar öğrenmiştir mutlaka.

Belli bir vergi ödemeyen vatandaşın (ya da tebanın) oy hakkı yoktu...

1830 devrimi, bu vergi eşiğinin yılda iki yüz franktan yılda yüz franka indirilmesi ve böylece küçük burjuvaların da oy kullanabilmeleri için yapıldı. (Basın özgürlüğü kavgası da vardı tabii.) Tarih öğretmeni olmadığım için rakamlarda yanılabilirim, öğretmen düzeltsin.

Fransa'da "ayaktakımına" oy hakkı, ancak 1851 yılında, başkan Louis-Napoleon'un darbesiyle verildi (gene bir aralık ayında, amcasının "18 Brumaire" darbesi gibi, bu konuyla ilgili Karl Marx'ın ünlü kitabı da geçenlerde yeniden yayınlandı ülkemizde, Aysun Hanım mutlaka okumuştur.)

Adı evrenseldi ama, erkeklere... Kadınlara oy hakkı falan nanaydı...

Yani Aysun Hanım 1981 yılında Türkiye'de dünyaya geleceğine 1881 yılında Fransa'da dünyaya gelseydi, oy moy kullanamayacaktı!

Bunun için taa 1946 yılına kadar beklemesi gerekecekti.

Oysa Türkiye'de kadınlar bu hakka 1935 yılında sahip oldular. (Belediye seçimleri için 1930 yılında.) Bizde "kadın çoban" olmadığı için de bu konu o zamanlar hiç tartışılmadı...

Acaba Atatürk niçin çobana bir, öğretmene iki, mankene üç oy hakkı tanımamıştı?

Tarih öğretmeni vardı ama manken yoktu ülkede... Belki de ondandır.

İşte bu yüzden büyük önder de "beni aynı zamanda tarih öğretmeni olma hakkına da sahip Türk mankenlerine emanet ediniz" diyemedi.

Aman sakın beni de etmeyiniz ha...

Dağdaki çobana emanet ediniz, o bana daha iyi bakar.

 

 

14/10/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...