Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Üstâd'ı Anlamak İçin Karşılıksız Bir Muhabbet Beslemek Lazım...

Recommended Posts

26 Şubat 2009 tarihinde Atılım Üniversitesi Edebiyat Topluluğu tarafından düzenlenen "Necip Fazıl Kısakürek'in Edebiyat Hayatı" konulu panelde Yahya Düzenli'nin yapmış olduğu konuşma:

 

Topluluğunuzu hürmetle selamlıyorum. Bu kadar kalabalık ve yoğun olmasa da topluluğunuza mensup bir kısım arkadaşlarımızla bundan önce “Üstat”la ilgili birkaç sohbetimiz olmuştu. Öncelikle, üstada böylesine yoğun ilgi gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Doğrusu bu ilgi bizi heyecanlandırıyor, onunla ilgili düşüncelerimizin yeniden harekete geçtiği bir teyakkuza sevk ediyor.

 

Benim düşüncelerim, yaklaşık 35 yıldır, deyim yerindeyse üstatta ifna olmuş, yani onda yok olmuş düşüncelerdir. Bu ifna, ‘ifna olunandan alınanlar, ondan kalanlar’la hayata bakan bir ifnadır. Yani deyim yerindeyse tam bir “iradî” ifnadan bahsediyorum. Benim üstada dair yaklaşık 35 yıllık ezberlerim vardır. Bu ezberler değişmeyen, değişmeyecek ezberlerdir. Ben bir ilk kaynak olarak bu ezberlerden yola çıkarak insana, hayata, topluma, tarihe, medeniyete ve muhatap olduğumuz her şeye bakmak gibi bir usul ölçüsüyle hareket ediyorum.

 

Bu ezberler, kimilerinin “ezberlerimizi bozalım” dediği tarzda ezberler değildir, hareketli ezberlerdir. Yani hayatın, toplumun, olayların yenilendiği, değiştiği her ana uyarlanabilecek düşüncelerdir. Ben, bunları bir memba olarak Necip Fazıl’da görüyorum. Bir de şu önemli. Muhiddin Arabi ile ilgili ciddi bir eserin girişinde şöyle bir ifade vardı: “Arabî’yi anlayabilmek için ona karşılıksız bir muhabbet beslemek lâzım.” Bu Üstat Necip Fazıl için de böyle. Yoksa biz niçin Necip Fazıl’ı anlatmaya çabalıyoruz, sorusunun cevabını veremeyiz.

 

Benim burada sınırlı bir süre içerisinde söyleyeceklerim, şüphesiz Necip Fazıl’ı bütünüyle kuşatıcı olmayacaktır. Onun için böylesine girift, kompleks bir mütefekkirin, şairin hayatının-eserinin bazı kesitlerine yansıtıcı tutmak gibi bir yol izlemek zorundayız. Benim konuşmam, şematize edilmiş bir konuşmadan çok, Necip Fazıl’ın nasıl anlaşılmasına ilişkin olacaktır. Yani Necip Fazıl kimdi, dediğimizde, buna şablon olmayacak bir şekilde verilecek cevaplardan ibaret olacaktır.

 

Böylesine genç bir topluluğun Necip Fazıl’a ilgisi doğrusu çok önemlidir.

 

Niçin önemlidir?

 

Üstadın bir iki mısrasını hatırlıyoruz:

 

Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin,

 

Erken gel, beni evde bulamayabilirsin.

 

Üstadın söylediğinin aksine, bugün eserlerine ne zaman yönelirseniz yönelin O’nu “evde bulabilir”siniz.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben, adam tanımanın surat tanımak olmadığını Necip Fazıl’dan öğrenenlerdenim. Ne festivale indirgenmiş bir Necip Fazıl, ne de resmi şablonlar içerisine sıkıştırılmış bir Necip Fazıl profilinden bahsetmiyorum.

 

Necip Fazıl’ın doğrudan 1943 yılında fiilen başlayıp 1983’te vefatıyla sona eren 40 yıllık mücadele hayatını tek bir cümleyle anlatacak, bir cümleye yükleyecek olursak: Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir. Bir hesap sorma mücadelesidir. Köklerinden ve medeniyetinden koparılmış, ne kendisi kalabilmiş, ne de başka dünyalara ait olabilmiş, zorlama aidiyetler ile oturmayan, kök salamayan bir sistem ve rejime ve bunun sahiplerine karşı bir misyon mücadelesinden ibarettir.

 

Dış hatları itibariyle böyle… Asıl bu dışı besleyen iç kaynağa gelince… O da Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanıdığı 30 yaşında, müthiş bir “iç muhasebe”yle yatağına kavuşan bir “şahsiyet” görüyoruz. Yatağına kavuşan diyorum… Çünkü ben Üstadın hayatını, özellikle Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ni tanıdıktan sonraki hayatı ve ondan önceki hayatı diye ikiye ayıranlardan değilim. Necip Fazıl’ın hayatını bir bütün olarak, yani 20 yaşında yazdığı şiiri ile 1983’te yazdığı son şiirinin, gerek muhteva, gerek şekil, gerekse mana olarak, yönelik olduğu hedef olarak, derinliğine kaynak olarak tek bir kaynaktan neşet ettiğini düşünüyorum.

 

O’nun bölünmüş, parçalanmış bir hayatı yoktur. Öncesi ve sonrası diye bir hayat yaşamamıştır. 18 yaşında yazdığı ilk şiiriyle 79 yaşında yazdığı son yazdığı son şiirinin muhtevası, manası aynı yakıcı ruh iklimine aittir.

 

Bazen “hangi kitabından okumaya başlayalım?” diye sorular geliyor. Necip Fazıl’ın hangi kitabını elinize alırsanız alın, o kitap, o eser size bütün kitaplarının ruhunu verecektir.

 

Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir dedik. Bunu, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” mısrasında da, “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım” mısralarında da görebiliyoruz.

 

Necip Fazıl’ın yazdığı ve söylediği hiçbir şey konjonktürel değildir, zamanla, mekânla olayla sınırlı değildir. Zamana, mekâna ve olaya ilişkindir ancak bunlara indirgenmiş değildir. O olayları aşan bir yorum, anlayış tüter kaleminden.

 

Yani Necip Fazıl’ın düşünceleri kimilerinin zannettiği ve yazdığı gibi tarihselcilik kapsamı içerisinde miatlı-süreli düşünceler değildir. Hem zatî değeri, hem yaşadığı zaman dilimindeki değeri, yani aktüel değeri, hem de bütün zamanlar boyunca kendisine başvurabileceğimiz, fikir gıdamızı emebileceğimiz fikriyattır diye düşünüyorum.

 

Üstadın mücadele verdiği yılları, yani eserlerini ortaya koyduğu yılları, o bütünüyle bir milleti “tarihinden, dilinden, medeniyetinden” koparmak için her türlü devlet baskısının yoğunlaştığı dönemleri düşünürseniz, özellikle 1930’lu, 40’lı yılları düşünürseniz… “Allah” demenin bile yasak olduğu yıllarda nasıl bir mücadele verdiğini daha iyi anlamış oluruz.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kimilerinin zannettiği gibi Necip Fazıl Almanların bir Goethe’si değildir. Necip Fazıl İngilizlerin bir Shakespear’i değildir. Ben Necip Fazıl’ı, bütün bunların ötesinde bir medeniyet mücadelesi, 1923 ile 1983 yılları arasında yeni bir kök arama, suni bir kök arama mücadelesine, kavgasına, yapay bir tarih oluşturmaya karşı müthiş imkânsızlıklar içerisinde verilmiş gerçek bir medeniyet mücadelesi olarak görüyorum.

 

Asla yılmayan, vecd içerisinde verilmiş bir mücadele…

 

Ne diyordu: “Allah, Resul aşkıyla yandım bittim kül oldum. Öyle zayıfladım ki sonunda Herkül oldum!”

 

Eğer Necip Fazıl’ın hayatını kendi kavramlarıyla üç kelimede ifade etmek istersek, bunu “iman, fikir ve aksiyon” olarak ifade edebiliriz. Necip Fazıl 1927 yılında yazdığı bir mısrada diyor ki, “Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi” 1949 yılında Sakarya Türküsü’nde de “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!” Böylesine destanlık bir mücadelenin adamıdır Üstad.

 

Ancak, doğru okunduğunda “zevken idrak” edilebilecek bir mücadele…

 

Üstadın resmi formatlar içerisinde pek görülemeyen, kaçırılan, belki o resmi formatlar içerisinde ifade edilmesinde sıkıntı duyulan bütün bir hayatının özeti, Vasiyetnamesi’nde ortaya konulmuştur. Orada şunu söyler:

 

“Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

 

İşte bütün bir ontolojik hayatın kendi kaleminden net ifadesi.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” diye ifadelendirdiği davası, O’nun bir “medeniyet mimar ve inşacısı” sıfatıyla medeniyet mücadelesi olarak yürüttüğü kavga, onun büyük rüyasıdır, büyük duasıdır, büyük davasıdır ve büyük sevdasıdır. Bunun ne olduğunu “İdeolocya Örgüsü” kitabını okuyan ve okuyacak olanlar göreceklerdir. Bu eser bir medeniyet manifestosudur. O’nun ütopyasıdır. Ütopyası yani hayata ilişkin bir bütünlükte sistematize edilmiş “dünya görüşü”nün temel ipuçlarıdır.

 

Necip Fazıl’ın en büyük talihi de talihsizliği de şair olmasıdır diye bir olumsuz cümle kurmak istiyorum. Bu olumsuz cümleden yola çıkarak da şunu söylemek istiyorum: O’nun şiirinin tılsımlı derinliğine, büyülü etkisine kapılarak düşünce adamlığının, mütefekkirliğinin, mimarlığının, yani tarih, toplum, insan, medeniyet sorgulamalarının es geçildiğini düşünüyorum. Fikri böyle olduğu gibi şiirinin de bütünüyle gerektiği gibi anlaşılabildiği düşüncesinde değilim. Ancak şiirinin kelâm büyüsüne kapılıp mütefekkirliğinin, asıl bilinmesi, anlaşılması, hissedilmesi, hazmedilmesi gereken mütefekkir boyutunun anlaşılmadığı düşüncesindeyim.

 

Aslında üstadın bütün şiirlerini ihtiva eden “Çile” kitabı ile “İdeolocya Örgüsü” kitabını yan yana koyduğunuzda, birbirinin simetriğidir denilebilir.

 

Üstadın dünya görüşünü ifade eden “Büyük Doğu İdeolocyası”nın, -bu, aynı zamanda bir medeniyet tasarımıdır, inşa edilmesi gereken, günümüze ve dünyamıza sunulması gereken, alternatif olarak teklif edilmesi gereken bir mütefekkirin düşüncelerinden ibarettir- Çile’de “aks”ini görüyoruz. Bunun şiir diline dökülmüş, kendisinden önce böyle bir damarı olmayan, kendisinden sonra da bu damarın sürdürülemediği bir muhteva görüyoruz. Yâni Çile’nin İdeolocya Örgüsü’nün şiir diliyle ifade edilmiş biçimidir diye düşünüyorum.

 

Kimileri İdeolocya Örgüsü’nü anlayamadıkları veya yanlış kanallardan beslenerek saptırdıklarından dolayı Üstadın düşüncelerini realize edilemeyecek fikirler olarak görebilirler. Bu idrakler konumuzun dışındadır ve muhatabımız değillerdir.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstat Necip Fazıl yaşadığı dönem boyunca, mücadele hayatı boyunca, bu ister hapishane hayatı olsun, isterse toplumsal mücadelesinde olsun (medeniyet dünyamızın kavramıyla ifade edecek olursak) sürekli huzurda yaşamış bir adamdır. Kelimelere dikkat ederseniz, “huzurlu yaşamış bir adam” demiyorum, “huzurda yaşamış bir adamdır” diyorum. Yani, “kimin huzurundayım” sorusunun cevabını mücadelesinin gayesi bilmiştir.

 

O’nun el atıp da kendi rengine büründürmediği hiçbir mesele yoktur.

 

Bunlar çok iddialı cümleler gibi gelebilir size. Ben sentetik cümlelerle konuştuğum için, yani hüküm cümleleri halinde konuştuğum için bunların bende analitik olarak gerekçeleri var. En azından böylesine sentetik konuşmalar belki muhataplarımızca sebeplerine inilmesi gibi bir şeye vesile olabilir diye düşünüyorum

 

Üstat; maiyyet olmaya değil, maiyyet almaya memur bir düşüncenin adamıydı. Arkasına takılacağı değil, arkasına takılınacak düşüncelerin adamıydı.

 

Üstadı belli günlerde anmanın değil, bütün zaman dilimlerinde “anlama”ya çabalamanın önemli olduğunu düşünüyorum. O’nu ölü bir şark dekoru şeklinde anlamamak gerekiyor. Yani Necip Fazıl’ı belli zaman dilimlerinde anılması gereken, tarihsel ve arkeolojik bir malzeme olarak değil, sürekli içimizde yaşaması gereken ve anlaşılması gereken bir şahsiyet olarak anlamak, yaşatmak ve eserlerini hayata geçirmek gerekir diye düşünüyorum.

 

Necip Fazıl’ın, tavizsiz bir tavrı vardı. Mücadelesinde, fikriyatında, sanatında, şiirinde, tavizsiz bir istikameti vardı. Ne kadar eseri varsa, birbiriyle doğrudan ilgili veya farklı olan bütün eserlerinde hepsinin içerisine giydirdiği bir tavizsiz tavrı vardı. Necip Fazıl, mücadele hayatında da böyleydi, eserlerinde de böyleydi.

 

O’nun halini ifade eden iki kelime: Fikir ve Öfke’dir. O fikirsiz öfke ile öfkesiz fikrin hiçbir mana ifade edemeyeceğinin idrakindedir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “Eserlerinin ve hayatının bütününe yayılmış öfkeyi her zaman görebilirsiniz” der. Üstad bunu “ya ol, ya öl” formülasyonuyla ortaya koymuş ve bütün hayatını bu tavizsiz tavır çizgisinde yaşamıştır. Yani fikirsiz öfkenin ve öfkesiz fikrin Necip Fazıl’da yeri yoktur.

 

Üstad vefat ettiğinde herkes “boşluğu doldurulamayacak” diye beylik laflar ediyordu. Üstadın mücadele arkadaşlarından rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ise “Boşluk bırakmadı ki doldurulsun” demişti. Biz de böyle düşünüyoruz.

 

Konuşmamı, üstadın tarihi tezler taşıyan “Abdülhamid” kitabının en sonundaki bir cümlesiyle bitirmek istiyorum. Üstad kitabının sonunda diyor ki, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” Belki sizlere büyük bir iddia gibi gelebilir, ama ben de diyorum ki, “Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ne güzel dillendirilmiş. ''Muhabbet ister; anlaşılmak'' ne yerinde bir cümle. Bu yolda muhabbet istemeyen ne var ki?

 

ben Üstadın hayatını, özellikle Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ni tanıdıktan sonraki hayatı ve ondan önceki hayatı diye ikiye ayıranlardan değilim. Necip Fazıl’ın hayatını bir bütün olarak, yani 20 yaşında yazdığı şiiri ile 1983’te yazdığı son şiirinin, gerek muhteva, gerek şekil, gerekse mana olarak, yönelik olduğu hedef olarak, derinliğine kaynak olarak tek bir kaynaktan neşet ettiğini düşünüyorum.

 

Aynı şeyi Üstad'ın oğlu M.Kısakürek de söylemişti. +1...

 

Necip Fazıl’ın yazdığı ve söylediği hiçbir şey konjonktürel değildir, zamanla, mekânla olayla sınırlı değildir. Zamana, mekâna ve olaya ilişkindir ancak bunlara indirgenmiş değildir. O olayları aşan bir yorum, anlayış tüter kaleminden.

 

Ötelerin ötesinde bekleyeni varken O'nun bu üslupla yazmaması mümkün mü; değil...

 

''Ben, dinsizim'' diyen beyinsizlerin ''din'' dersi verdiği bir çağda, akılları bulandıran beyinleri döndüren bir çağda; tereddütsüz baş vuracağımız bir adresimiz var, ne güzel.

 

Seni seviyorum Necip Dedem :D, mekanın cennet ola...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl’ın hiçbir şeyini okumasanız da veya bütün kitaplarını okusanız da, hayatını tarasanız da ortada göreceğiniz tek bir hece vardır. O hece “ben”dir. Yani “ben idraki”.

 

Ontolojik olarak insanın ne olduğunu ben Necip Fazıl’dan öğreniyoruz.

 

Mustafa Bey’in dediği gibi, Necip Fazıl’ın birçok metaforları var. Bu “ben” idrakinin ne olduğunu anladığımızda ancak hayatın anlamını ve ötenin anlamını da ancak derinliğine anlayabileceğimiz mütefekkir bir şahsiyettir.

 

Üstat’ta bu “ben” idraki o kadar ileriye gider ki, “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı” der. Yine, “Bir kuş, bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” der.

 

İnanın, ancak velayetle idrak edilebilecek, velayetle izah edilebilecek anormal, yani cümle üstü cümlelerdir bunlar. Sadece hiçbir şey olmasa bile, kardeşimin okuduğu “Muhasebe” şiiri bile her şeyi anlatmaya yeter diye düşünüyorum.

 

Batılı çok büyük bir besteci şu an için diyor ki, “Ben bu büyük sanatçının eserleriyle tazeleniyorum, arınıyorum, canlanıyorum.”

 

Bizler de inşallah Necip Fazıl’ın eserlerinde derinleştikçe yeniden tazelenebileceğimizi, hayattaki duruşumuzu da yeniden teyit edebileceğimizi düşünüyorum.

 

 

Kaynak: Ay Vakti Dergisi (105. sayı)

Share this post


Link to post
Share on other sites
Necip Fazıl’ın hiçbir şeyini okumasanız da veya bütün kitaplarını okusanız da, hayatını tarasanız da ortada göreceğiniz tek bir hece vardır. O hece “ben”dir. Yani “ben idraki”.

 

Ontolojik olarak insanın ne olduğunu ben Necip Fazıl’dan öğreniyoruz.

 

Mustafa Bey’in dediği gibi, Necip Fazıl’ın birçok metaforları var. Bu “ben” idrakinin ne olduğunu anladığımızda ancak hayatın anlamını ve ötenin anlamını da ancak derinliğine anlayabileceğimiz mütefekkir bir şahsiyettir.

 

Üstat’ta bu “ben” idraki o kadar ileriye gider ki, “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı” der. Yine, “Bir kuş, bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” der.

 

İnanın, ancak velayetle idrak edilebilecek, velayetle izah edilebilecek anormal, yani cümle üstü cümlelerdir bunlar.

 

Bu cümlerin üstüne, velayet makamının yüksek mevkilerinde bulunan bir velînin, Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri'nin şu sözünü hatırlamakta fayda var: "Evvelkilerin de sonrakilerinde işledikleri günahların sorumlusu benim, hepsinin hesabını ben vereceğim. Zira Ebu Kasım Cüneyd, iğneden ipliğe herşeyin hesabını vermenin üstesinden gelmelidir."

 

"Benlik"

İnsanı yokluğa ve helâke sürüklemekten ziyâde varlığa ve teveccühe, ilâhî teveccühe doğru sevkeden bir benlik...

Her şeyde kendini görme.

Her olumsuz fiilde bir parmağı olduğuna inanma ve hatta bizatihi işin faili olarak kendini bilme...

"Benim, ben, ben, ben!..."

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'nin her yolcu için koyduğu düstur.

Firavun ile kendini olası ve olması gereken bir mukayesede kendisini ondan yüz bin defa daha aşağı görme meselesi...

 

Ve ona göre bir hayat...

Hayat ötesi hayat...

Bir ân dahi Allah'tan gafil geçmemiş, O ve O'nun zikri müstesna hiç bir şeye tenezzül etmeden yaşanılmış bir hayat.

Ve sevgi, aşk...

Hâli ile mukabele ve netice: "Ben kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli..."

 

Üstâd, Allah'ın dostu idi...

"Hayır!..." diyen çatlak sesler olabilir...

Olsun...

"Dostun dostu dosttur..." bahsini herkes anlayacak diye bir kâide mi var?...

Yahut O'nun kulunun kölesinin kulunun, O'nun kulu (ama alelade bir kulu olmadığı) mevzuunu?...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...