Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Çocuk Saflığında Bir İnsan...

Recommended Posts

26 Şubat 2009 tarihinde Atılım Üniversitesi Edebiyat Topluluğu tarafından düzenlenen "Necip Fazıl Kısakürek'in Edebiyat Hayatı" konulu panelde Sadık Yalsızuçanlar'ın yapmış olduğu konuşma:

 

Hepinizi saygıyla selamlıyor, davetiniz için teşekkür ediyorum. Necip Fazıl’ı bir kere daha minnetle ve rahmetle anıyorum.

 

Necip Fazıl’ın kendisini ben görmedim. Ama bir kere telefonla konuştum kendisiyle. Küçük oğluyla birlikte İstanbul’da aynı şirkette çalışıyordum.

 

Hıncal ULUÇ’un editörlüğünü yaptığı Erkekçe diye bir dergi vardı. Şimdi sanıyorum yok galiba. O dergi üstatla bir söyleşi yapmış. Orada çıplak kadın fotoğrafları falan vardı. Erotik bir dergiydi. Böyle 8-10 sayfa Necip Fazıl’la kapsamlı bir söyleşi yapılmış. Başlığa da böyle “tasavvuf” kelimesinin geçtiği bir cümle almışlardı. Bu söyleşinin duyurusunu yapmışlardı. Ben onu bayide görünce ilgimi çekti ve aldım. Söyleşiyi okudum.

 

Tabii, öyle bir dergide, tabii 1980’li yıllarda, 1981 de olabilir, bir heyecanla kendi kendimi ajite ettim ve üstadı telefonla aradım. Oğluna şirketle ilgili bir şey söyleyeceğim diye de bir bahane uydurdum. Telefonda kendisiyle “Efendim, ben sizin hayranınızım”, kem küm falan kekeme bir şekilde konuştum. Ellerinizden öperim dedikten sonra, Erkekçe dergisi der demez, bana “Evladım, biz onları dava ettik” deyip, kestirip attı. Bir tek böyle bir diyaloğum var üstadın kendisiyle.

 

Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, içindeki çocuk… Ona aslında insani kadim de deniliyor. İnsani kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır.

 

Rasim arkadaşımız anlatmıştı. Çankırı’da bir şenlikte yaşanan bir olayı anlatmıştı. Üstadı kandırmak çok kolaydı. Her konuda çok rahatlıkla kandırabilirdiniz. O kadar inanmaya açıktı. Sevdiği, inandığı ve güvendiği insanlar ne söylese inanırdı. Hele Hele para konularında, dünyevi konularda veya diğer konularda. Mesela okumadığı, bilmediği bir konu varsa, -gerçi Necip Fazıl’ın bilmediği konu yok gibidir- o konuda bir şey söylenirse inanırdı. Bu da onun saflığından gelirdi.

 

Mesela, onun en çok sevdiğim şiirlerinden bir tanesi sizlere okuyayım:

 

Al eline bir değnek,

Tırman dağlara, söyle!

Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle.

 

Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!

 

Bu, Necip Fazıl’ın bu saf yönünü ortaya koyan bir şiirdir. Heideger’in dediği gibi, “dünyada yaşıyoruz, ama göklerle çevriliyiz.” Şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl bir defa modern zamanlarda Türk şiirinde bunu yapmış bir insan diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

 

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe “kelam” dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, toprağı mayalayan şeyi yapar. Daha doğrusu insan, göz ve sözle mayalanır, insan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, şimdi üzerinde yaşadığımız bu toprakları -ki Anadolu biliyorsunuz “Güneşin doğduğu yer” demektir- Anadolu’yu Türkçe sözle ilk mayalayan Yunus Emre’dir. Zaten Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Dil üslubunda modern etkiler, Her büyük şairde olduğu gibi kendine özgü bir üslubu vardır.

 

Bizim büyük şair bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Yani hem siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadolu’yu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

 

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık 4 bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

 

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir “bela” diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasrı’nın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti artan bir süreçtir.

 

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Bizim Türk modernleşmesi denilen Cumhuriyet modernleşmesi ise, çok patolojik tarafları olan, daha çok Kemal Tahirlerin, Cemil Meriçlerin, Erol Güngörlerin belirlediği, tartıştığı, ifade ettikleri gibi çok patolojik yanları olan, kendi kendini sömürgeleştirme tarafları olan, Batılılaşma biçiminde çok algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha çok böyle köktenci pabuçlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, 20.yüzyılın başlarında bayağı bir çekilmiştir.

 

Pir Sultan Abdal bile söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

 

Bozuldu yolcular yollarda kaldı

Edep erkân gitti dillerde kaldı

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

Beklerim yolların gel efendim gel

 

Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme sürecine karşı bizim maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır. “Çile” aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatlere itaat etmeyen bir şiirdir. Necip Fazıl’ın aşağı yukarı bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Ağabeyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında aslında bir milattır. Hiç tanımadığı Hızır kılığında bir adam ya da Hızır gibi bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “Şuraya git” diyor. O da gidiyor. Orada Abdülhakîm Arvâsî adında modern zamanların bilgesiyle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal’de böyle şahsiyetlerden biridir. Yani üç dört kişi ancak çıkar. Mesela Nazım Hikmet’te böyle çok belirgin, önde bir şahsiyet görmeyiz.

 

Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, yani her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

 

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya: “Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkârdır.” Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

 

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.

 

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.”

 

Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

 

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yaşam yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de bu meta hikâyesi kendi şeyidir. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

 

Bu şiir 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonraki bir şiirdir. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde, zaten bu kitaba “Çile” diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil, yani “menzile girmek” birtakım yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, 2-3 metrekarelik bir odaya girerek, kimseyle konuşmaması ve içmemesi gibi.

 

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

 

Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, “Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl’da bu var mı yok mu diye

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motife etmesinin hikâyesidir.

 

Biz niye okuyoruz? Okuma, başka benlikleri dinlemekten başka nedir ki? “Öteki”nin hikâyesi bizim açımızdan son derece biricik, dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse… Çünkü biliyorsunuz Uzak Doğu el sanatında hani bir kavram var, geo diye. Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz. Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile şiirin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

 

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

 

Burada “Atlas” kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, makro âleme doğru gidiyoruz. Burada mikro âleme giriyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

 

Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

 

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

 

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

 

Aslında hayatın özü, bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir. Bu bir gelenektir aslında. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:

 

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

 

Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

 

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

 

Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazıl’ın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabetleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim bu 70 yıllık, 80 yıllık, 90 yıllık, 100 yıllık, 150 yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikâyemizin, kamusal hikâyemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikâyesidir.

 

 

 

Kaynak: Ay Vakti Dergisi (105. sayı)

Share this post


Link to post
Share on other sites

arkadaşlar elinize sağlık paylaştığınız için. FAKAT BEN KATILMIYORUM BU YOK^^ üstad çocuk ruhluydu kandırılabilirdi tarzında v.s şeylere ^^

 

Yalnızuçanlar'ın yapmış olduğu konuşma: Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Hani meşhur bir söz var ya, içindeki çocuk Ona aslında insani kadim de deniliyor. BİZ ONA KADİM DİYELİM OZAMAN NE O ÇOCUK MOCUK

 

yok bide= Üstadı kandırmak çok kolaydı. Her konuda çok rahatlıkla kandırabilirdiniz. O kadar inanmaya açıktı. . ... saflık maflık..... YAVAŞ OLUN BİRAZ ABİLERYA BOZULUYORUM BEN BİRAZ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...