Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Muvazene

" Ellerimle Yoğurup, Size Teslim Ettiğim Adamdır"

Recommended Posts

Sağlığında kendisi ile bu gibi şeyleri konuşma imkânım olmadı. Ötüken Yayınevi dolayısıyla başlayan, yayımcı-yazar ilişkileri giderek Üstâd'ın kendine has üslûbu içinde epeyce gelişti. Zaman zaman üniversite gençliğinin bir temsilcisi görüntülerim, aksiyona çok meraklı olan Üstad'ın ilgisini çekiyordu. Bana eski hayatından anekdotlar anlattığı olurdu.

 

Bir keresinde eşi Neslihan Hanım'ı ilk fark ettiği günü anlatmıştı: "Elinde tuttuğu kitabı imzalatmak için sıraya girmiş, bir gün karım olacağından habersiz..."

 

Bir başka gün, Marmara Kıraathanesi'nin önünden aşağı dönerken karşılaştık. Koluma girdi. O zamanlar, Fen Fakültesinin yanından Vezneciler'e çıkan cadde üzerinde, yarı bodrum bir yerde olan Ötüken'e uğradık. Kasada hiç para yoktu. " Gel seni tiyatroya götüreyim" dedi. Yürüyerek, Saraçhanebaşı'ndaki Reşat Nuri Güntekin Tiyatrosu'na gittik. Oyun başlamıştı. Hangi oyunun sahnelendiğini de bilmiyordum. Üstad pervasız adımlarla içeri girerken, görevlilerin tatsız bir üstüne yürüyüşüne ramak kalmıştı ki farkına vardılar. Salon doluydu. Ön tarafa iki sandalye getirilip yerleştirildi, oturduk. Niye bilmiyorum, sonra oyunun ortasında kalktık. "Gel boza içelim" dedi. Vefa Bozacısı'na gittik.

 

Evine ziyarete gittiğimiz zamanlarda da bizimle sanat - edebiyat üzerine konuşmazdı; siyasetten ve öğrenci hareketlerinden konuştururdu. Bir keresinde "ne var, ne yok" diye sordu. Ben de "Efendimiz, sessiz bir gürültü var." dedim. O sıralarda Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu'nun bu isimde bir şiir kitabı çıkmıştı. Sert bir şekilde "Kes kes! Dedi, Üniversitede neler oluyor anlat."

 

Yıllar sonra Milliyetçi Hareket Partisi'nin Meclis Grubu odasına gelmişti. Onaltı milletvekili, büyük grup masasının etrafında oturmuştuk. Genel Başkanımız, milletvekillerini kendisine tanıtıyordu. Benim adımı söylediğinde, rahmetli Üstad, hafif bir yüz seğirmesi ile Ellerimle yoğurup, size teslim ettiğim adamdır" Dedi. Saygıyla başımı eğdim.

 

Üstad'ın hiç kimseyle öyle yakından ilgilenip yoğuracak vakti olmazdı: ayrıca bu onun üslûbu değildi. Onun merakı kalabalıklara idi. Bir kişiyi dizinin dibine oturtup, onunla uğraşacak mizacı yoktu. O, "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak..." diye kollarını açtığında karşısında bütün milleti, hatta ümmeti Muhammed'i düşünürdü: muhatabı tek kişi olmazdı.

O kalabalıklar bazen çok canını sıkardı. Necip Fazıl, her büyük sanatkâr gibi, inceliklerin adamı idi. Müthiş tasvirleri, çarpıcı benzetme ve kesik cümleleri, bu fikir ve ruh inceliklerinin en ufak ayrıntılarını bile kaybetmemek içindi. Ama kalabalıklar her zaman orada olamıyorlardı. Bazen yükseklerde uçan bu kartalı, sadece ağzı açık, teslim olmuş bir hayranlıkla izleyebiliyorlardı.

 

Son yıllan yakın idi; Ankara'da Arı Sineması'nda bir konferansına gittim. Salon tıklım tıklım doluydu. Salonun arka giriş kapısının ağzına kadar ancak gelebilmiştim. Boyumun da uzunluğu sayesinde, boynumu biraz uzatarak Üstâd'ı sahnede

görebiliyordum. Daha konuşma başlamadan içerinin havası boğucu bir hâle gelmişti. O gün beni bir tanıyan çıksa da birkaç adım ileriye gidebilsem diye ne aklımdan geçirdim... Fakat ne tanıyan vardı, ne de kimsenin kimseye medet edeceği. Bırakıp çıkamıyordum da Necip Fazıl'ı uzun süredir dinlememiştim.

 

Üstad konuşmaya başladı; her zamanki güzellik ve mehabetinde idi. Fakat ara sıra aksamalar oluyordu. Şöyle ki; kalabalık konuşmanın inceliklerini, hatta yer yer kalınlıklarını da algılamakta güçlük çekiyordu. Olmadık yerde alkışlıyor, "yaşşa Üstad" diye nara atıyorlardı. Necip Fazıl'ın tam, son kelimeye vurgu yapıp, elini havada hafif bir burgu hareketiyle durduğu yerde ise, millet lafın sonunu bekliyordu. Üstad; alkış, kalabalık ise lafın sonunu bekliyordu. Ya da kalabalık paldır küldür alkışa kalkıyor, haykırıyordu. Bunların denk geldiği de oluyordu ama, genellikle koca çamlar devirerek, ortalığı ezip geçiyorlardı. Sözün inceliklerini arayacak zaman değildi. Üstâd'ın iyice sıkıldığını hissediyordum. Doğrusu ben de bulunduğum yerde tere batmış, iyice bunalmıştım, ama gidemiyordum.

 

Nihayet Üstad, yine böyle bir çam devrildiğinde, birkaç saniye sustu ve sonra mikrofona yaklaşarak "Bir sigara içebilir miyim?" dedi. Derken de sigarasını yaktı. Üstad kalabalıklardan izin alacak adam mı?. Öfkesini bastırmak ve kalabalığı ikaz etmek için böyle söylüyor. Sesinin tonunda da bu var. Ama kalabalık yine anlayamamıştı. "İç Üstad, iç" "Sana helâl olsun" gibi sesler yükseldi. Üstâd'a izin veriyorlardı. Ben telin koptuğunu hissettim. Necip Fazıl mikrofona yaklaştı; salonu şöyle bir süzdü ve şunlan söyledi: "Kırk yıldır koca bir buz dağını hohlaya hohlaya erittim, karşıma bir çamur deryası çıktı!". Eliyle kalabalığı gösteriyordu ve salondan yine şiddetli alkışlar yükseliyordu. Unutmam mümkün olmayan o sahneden sonra, benim artık bir şey dinlemeye mecalim kalmamıştı. Zor belâ çıktım.

 

Esasen; Üstâd'ın seçtiği konu hakkında söyleyecekleri çok da önemli değildi. Çünkü o, saçından tırnağına kadar bir üsluptu. Deha ışıldayan bir sanatkâr üslûp...

 

Kavrayıp, kadrini bilmediğim bir afetinden de söz edeyim. Ötüken Yayınevi'ni kurmuştuk. İlk kitap olarak, çok sevdiğim, Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanının yeni bir baskısını yapmayı arkadaşlarım kabul etmişti. Hatta ben, Yayınevinin adının Simeranya olmasını istiyordum: kabul ettiremedim. Yalnızız'ı da rahmetli Peyami Safa, sıkışık bir zamanında diğer altı veya yedi romanıyla birlikte Inkilap Yayınevi sahibi Garbis Fikri Efendi'ye satmış olduğu için yayımladık. Yayınevinin kuruculan olarak kitap meraklısı idiysek de yayımcılık anlamında kitaptan anlayanımız yoktu. Duyduk ki Necip Fazıl yeni bir piyes yazmış, satar mı, satmaz mı bilmeden peşine düştük. Sonunda Reis Bey'i Babıâli'de yankılanan, güzel ve özgün biçimli bir kapak içinde yayımladık. Kitabın reklâmı olmak üzere de bir broşür hazırladık. Çeşitli yerlerden elde ettiğimiz adreslere gönderecektik. Broşür, üçe katlanmış bir dosya kâğıdışeklinde idi. Birinci sayfasında Necip Fazıl'ın imzası dişi klişe hâlinde kullanılmıştı. İçeride "Reis Bey ve Necip Fazıl" diye bir tanıtma yazısı vardı. Üstad, "broşür basılmadan önce görmeliyim" demişti. Öğrenci idim ve Site Talebe Yurdu'nun 236 numaralı odasında kaçak kalıyordum. Gece yatağın üzerinde çalışarak bu yazıyı yazmıştım.

 

Ertesi gün provayı Necip Fazıl'a götürdüm. Okumaya başladı. Her cümleyi yavaşça ve vurgularıyla okuyordu. Nefesimi tutmuş, kıpırtısız duruyordum. Arada bir, cümleyi bir kere daha okuyor, şöyle bir duruyor, yahut "hımm" diyordu. Bir keresinde alt dudağını hafifçe kaldırıp "eh, olabilir..." anlamında başını yavaşça iki yana salladı. "Devrik cümle kullanmışsın." dedi. Ben öylece durmuş bekliyordum.

 

Yazıyı bitirdi ve bana dönerek "Aferin" dedi, "güzel yazmışsın". Bu benim o güne, belki de bugüne kadar aldığım en büyük aferindi. Ama nasıl oldu bilmem, o "aferin" bende hiçbir iz bırakmadı. Bir hataya uğramamış olmanın rahatlığını hatırlıyorum ama, kaleme kâğıda davranmak için bir şevk, bir heyecan... böyle bir etkisi olmadı. Unuttum gitti. Yıllar sonra, Üstâd'la ilgili sıradan sohbetler sırasında bu olayı hatırladım. Bir yazar için, hele kitaba kâğıda meraklı bir öğrenci için bu "Aferin"in ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Bugün, Üstâd'ın bir aferini ile epey yol yürünür gibi geliyor bana. Ama o gün, sanki o söz hiç söylenmemiş gibi oldu. Niye öyle oldu bilmiyorum.

 

(Nevzat Köseoğlu - Doğumunun 100. Yılında Necip Fazıl - Kültür Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayınları)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir çamur deryası! Ne müthiş tespit! Allah bizi o güruhtan etmesin. İdrakına varıp kuru taltiften uzak, yolda olmak. Cesedi ve ruhuyla bir hareketin parçası olmak. Gaye bu olmalı değil miydi?

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...