ÖLÜ SAKLAYAN MEZARCI
Hikâyemi yazmak için her zaman uğradığım kahvehaneye gittim. Bu kahvehane, üst katı mahzun bir boyun gibi yana eğilmiş iki katlı bir evin alt katıdır. Dışardan her zaman tozlu, buğulu ve benek benek lekeli görünen camlarından içerisi pek farkedilmez. Kapıyı zahmetle açıp da içeriye giren, sokağın zemininden bir basamak aşağıya iner. Dört köşe ufacık bir dükkân… Yerde tuz ruhile temizlenmiş sarı, dört köşe taşlar… Ufak, yuvarlak, kırmızıya boyanmış masalar.. Etrafında arkalıklı hasır iskemleler… Sağda bir tezgâh… Tezgâhın tam orta yerinde ancak bir başın sığabileceği üç köşe bir delik… Etrafı baklava biçiminde kafeslerle örtülü.. Kafeslerin içinde siyah, pembe, yeşil, kırmızı, mekteplilerin el işi kâatlarından süsler… Kahveci, işte şu tezgâhın içinde, saçsız kafası, bir armudun dip tarafı gibi şişkin ve çıkık alnı, ufacık yeşil gözleri ve ebedî bir ceza altındaymış gibi korkak ve çekingen gülüşüyle yaşlı bir arnavut…
Ben içeriye girer girmez o kocaman kemik kafayı nasıl taşıdığı malûm olmayan ince ve pörsük boynunu tezgâhın deliğinden uzattı. Gülümseyişi daha acıklı bir eda aldı. Bu adam ağlamak için mi gülüyor?.. Titrek sesini duydum:
— Buyursunlar beyimiz!..
Boş masalardan birine geçtim. Bir kahve ısmarlayarak etrafıma göz gezdirdim:
Kahvede beş kişi var. İkisi tezgâhın yanı başındaki peykede bağdaş kurmuş oturuyor. Biri şişman, öteki kupkuru… Yakalıksız, kravatsız, altın köstekli iki mahalle eşrafı tipi…
Üçüncüsü uzak bir köşede, yüzüne çarşaf gibi gerdiği gazetesine dalmış, üzerinde düğmelerine varıncıya kadar sivilleştirilmiş bir asker elbisesi taşıyan eski bir zabit.
Öbür ikisi de ta orta yerde, tavana asılı petrol lambasının altında altmış altı oynayan iki kasketli adam..
Peykede bağdaş kurup nargilelerini fokurdatan iki mahalle eşrafile, ellerinin tersini küt küt masaya vuran altmış altı oyuncularının çıkardığı sesten başka kahvede çıt yok.
Cebimden kâatlarımı, kalemimi çıkardım. Masanın üstüne yaydım. Kalemi hemen yazıya başlayacakmışım gibi kâadın üst başına götürerek düşünmeye koyuldum.
Ne yazacağım?
Hikâyem bir iki saate kadar bitmelidir. Halbuki içimde her hangi bir buluş etrafında en ufak bir toplanma, bir kımıldanma yok.. Bomboşum..
Kurşun kalem, neye yaradığı meçhul, manasız bir alet halinde elimden sarkmış, kafam tam bir felç içinde, sersem sersem etrafıma bakınıyorum.
Altmış altı oynayanlardan siyah mintanlısı haykırdı:
— Etti elli sekiz. Yirmi de maçadan. Yeter. Getir Bayram ağa iki lokum.
Onlar gülüşerek ikinci partiye başladılar. Ben halâ düşünüyorum.
Peykede altın köstekli yakalıksız adam nargilesine ateş istiyor.
Ben halâ düşünüyorum.
Daha doğrusu düşündüğümü zannediyorum. Bütün dikkatim dışımda. Bu gün bu kahvehane üzerimde anlaşılmaz bir tesir yaptı.
Sivil zabit gazetesinin sekizinci sayfasında..
Ben halâ düşünüyorum.
Çıkıp gitsem mi acaba?
Evet, bugün bu kahvehane bende tuhaf bir tesir yaptı.
Yanıbaşımdaki bu insanlardan nerdeyse mühim, fevkalâde bir şey doğacak gibi dikkatimi üzerlerinden sıyıramıyorum.
Bayram ağanın üç köşe delikten uzanan başını gördüm.
Esmer dudakları kımıldamadan birşeyler mırıldandı:
— Ölü kaç gün kalmış evde?
Titredim.
Bu söz galiba benden başka kimsede bir tesir yapmadı.
Peykedekiler, altmışaltıcılar, gazetesini okuyan zabit, hep eski vaziyette.
Cevap veren bile olmadı.
Bilmem çocukluğunuzda başınızdan geçti mi? ¦mi Bir aile halkı geceleyin hep beraber oturup dereden tepeden konuşurken birden sofada bir çıtırdı duyulur. Lâf kesilir:
Biri :
— Dışarda ne var acaba, hırsız filân mı? gibi bir söz söyler.
Aldıran olmaz. Konuşma gene eski akışında devam eder.
Fakat sizin için öyle mi ya?..
Eğer hassas bir insansanız kayıtsızlıkla söylenen bu lâf sizi, delâlet ettiği şeyden daha çok korkutmuş, size ondan daha esrarlı görünmüştür. İşte bu anda böyle bir hissin içindeydim.
Korkumu yenmek istedim.
— Ölü kaç gün kalmış evde?..
Basit bir sual. Biri ölmüş ve bir kaç gün kaldırılmadan evinde kalmış. Olabilir ya. Fakat kendi kendimi kandıramadım. Ortaya atılan bu sözün tesiri neresinde bilmem? Belkide ait olduğu vakanın tabii hatlarından haberim olmadığı için, bence derin bir gizlilik ifade etmesinde.
Ölü kim?
Niçin birkaç gün kaldırılmadan kalmış? Bunlar izah edilmedikçe bu basit cümle zehirini dökmiyecek.
Sanki muhitim, bu lâfın üzerimdeki tesirini tahmin etmiş gibi susuyor, kimsenin ağzından tek bir izah kelimesi çıkmıyordu:
Bir nâra işidildi:
— Papas attım, versene kızını. Ne saklıyorsun? Arkasından kalın ve tane tane söyliyen bir ses:
— Ölü saklayan bir mezarcı. Gel de inan. Olur şey değil…
Altmiş altıcılar aldırış etmediler. Zabit gazetesinin ucundan, bu lâfı söyliyen peykedeki adama baktı. Bayram ağanın incecik boynu müselles delikten alabildiğine uzanmıştı.
Bir iki saniyelik bir sessizlik… Kahvehaneye koyu bir sır havası dolmuştu. Artık etrafındakileri benden fersahlarca uzağa gitmiş, belirsiz karaltılar, gizlenmek istenin hakikatlerin insan şeklindeki remizleri halinde görüyordum. Kimin kime söylediğini bilmediğim hep o cinsten sözler gidip gelmeye başladı:
— Beş gün kalmış. Düşün, beş gün… Kimsenin haberi olmadan…
— Mezarcı da beş gün, kendisinden başka kimsenin ayak atmadığı bu eve girip çıkıp girmiş ha!…
— Bereket versin çocuklara.
— Sahi… çocukların topu bahçeye kaçmış da duvardan topu almak için bahçeye girdikleri zaman kapının camından taşlıktaki ölüyü görmüşler.
— Ne de güzel kızdı değil mi?
— Ya!.. sorma, sorma…
Beş gün… Mezarcıdan başka kimsenin ayak atmadığı ev… Top oynayan çocuklar… Camlı kapı… Taşlıkta bir ölü.. Ne de güzel kızdı.. Ya!.. Sorma, sorma…
Çıldıracaktım. Hepsi ayrı ayrı bir esrar kuyusu açan bu sözler bir hadiseyi anlatmak şöyle dursun olup biteni büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu.
Mezarcı, güzel bir kızın ölüsünü beş gün evinde saklıyor, niçin? şüphesiz bu sözleri söyleyenler bunun sebebini biliyorlardı? Adeta, bilhassa bana dinletmek ve belki de gayet basit bir sebebin izah edivereceği adi bir vakaya, bir artist hünerile sonsuz bir mana vermek için evelden düşünülmüş, sıraya konulmuş bir üslupla konuşuyorlardı.
Yapılacak iş meydandaydı. Tek bir sual: — Ölü saklayan mezarcı mı dediniz? Niçin saklamış mezarcı bu ölüyü beş gün evinde?
Bu suali sormak için ayağa kalktım. Tezgâha kadar ilerleyerek kahvenin parasını verdim. Sonra yüzümü peykede oturan şişman, altın köstekli, yakalıksız adama döndürdüm. O, gözleri yerde nargilesini fokurdatıyordu.
Soracaktım! Soruyordum! Vazgeçtim!
Bu suale alacağım cevap sonunda her hadiseyi baya bir oluş mekanizmâsile hallediverecek ve hemen şaşkınlığımı kaldıracak bir cevap almayacak mı?
Şu veya bu şekilde bir cevap. Şu veya bu sebepten olmuş.. Bana ne? Olmuş ya!
Sebebini bilmiyeyim ki bu vakanın müthiş manası kıymetinden kaybetmesin.
Fikrimi bir an o kadar beğendim ki hiç bir şey sormadan hemen gerisin geriye döndüm. Hızla sarı dört Köşe taşların üstünden kaydım. Kahvehanenin kapısını açtığım zaman içerdeki esrarlı havanın benimle beraber bir yılan gibi temiz havaya kaydığını ve mavi bir toz zerresi halinde dağılarak bütün arşı doldurduğunu görüyordum.
(1928)
(Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınları, 15. Baskı / S. 31-35)