Abdülbaki Fazıl Bey

ABDÜLBAKİ FAZIL BEY

(Ö. 29 Kasım 1921)

İkinci Abdülhamîd devrinin İstanbul’u… Motor hırıltısından, fren gıcırtısından (klâkson) dırıltısından, (egzost) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok… Sokaklarda kire (tek atlı, iki tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri… Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar…

Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüzler aydınlık…

1904 yılının ilkbahar sonları… 26 Mayıs Perşembe…

Sabahın alaca karanlığında ilgililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışırken (İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklarında beyaz gömlekli havagazı lâmbaları yanmaktadır) Çemberlitaş tarafında bir konağın ahırında tek atlı bir (brek) araba çıkartılıyor. Ona 17 – 18 yaşlarında bir delikanlı atlıyor ve kamçısını şaklatarak atı dört nala sürmeye başlıyor.

Arkasından bakan seyis ve arabacıların “deliye de bak!” gibilerden mırıldanıp mırıldanmadıkları meçhûl…

Bu delikanlı, benim adı “Deli Fazıl”a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sarıyer’deki köşkünde bulunan Büyük babama bir müjde götürmektedir:

— Baba, bir erkek çocuğum dünyaya geldi! Torunun!..

. . . .

Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı Abdülbâki Fazıl’a öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatiyle hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü ve «Deli Fazıl» lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu zaptetmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.

Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:

— Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..

Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız vermeye razı olan yok…

Derken araya Zafer Hanım’ın (Fazıl Bey’in annesi) akrabalarından biri giriyor.

— Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece temiz ve müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!..

Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.

Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resûlünü ve emirlerini anıp ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr Müslüman – Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile…

Uğultu girdabı konakta, ondört – onbeşlik mâsum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hali?..

Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o “götürün!” nârasını basar basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “getirin!” nârasında yakınlaştırmak üzere civarda bir ev tutmayadek gidiliyor.

. . . ..

Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosunda (Miloviç)in (Çardaş Fürstin) operetine götürdü. O da kadının uzaktan uzağa âşıklarından…

Opereti tek seyredişte adetâ ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim.

Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni dinlerdi.

Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.

Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:

— Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli…

Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek söz söylemeden odasına çekildi.

Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu – Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kaybetme yolundaydı.

Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.

Babam bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba:

— Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!

Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.

4 yıl sonra, ben Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar konuşamadım.

O, girdaplar çizen, her türlü nefs muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti.

Bir gün endam aynası karşısında:

— Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!

Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına mâlik bulunduğu halde olamamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…

(Fazıl Bey, 1920 kışında, müthiş karlı ve fırtınalı bir gecede, ikinci evliliğini yaptığı, Mediha Hanım’ın tam tersi bir yapıya sahip Kadıköylü eşinin evinden sert bir münakaşa sonunda ayrıldı ve babası Hilmi Efendi’nin Sarıyer’deki köşküne döndü. Geceyarısı vasıta bulamadığı için, sandalla geçtiği Karaköy’den Sarıyer’e kadar yürümüştü. Soğuk algınlığı yüzünden yatağa düştü ve bir daha kalkamadı.)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.