Kumarhane Baskını

KUMARHANE BASKINI

KOMPLO
(…)
Bir sabah hayretler içinde gördük ki, gece Cemiyet Umumî Merkezimize gizlice girilmiş, dosyalar adamakıllı karıştırıldıktan sonra güya yerli yerine istif edilmiş, çekmeceler açılıp, elenmiş, taranmış, tekrar kilitlenmiş. Bu arada bazı mektuplar götürülmüş, bütün bunlar yapılırken iz bırakmamağa çalışılmış, kapının (yale) kilidine kadar hiçbir zorlama alâmeti göstermeksizin içimiz dışımız elekten geçirilmek istenmiştir.

İz bırakmamakta hırsızlar kadar hünerli olmayan polisimizin “Birinci Şube” markasını taşıyordu bu manzara..

Kararımızı verdik: işyerimizi efe ve külhani soyundan silahlı bir adama bekleteceğiz. Biz çıkarken o girecek ve yatağını serip yatacak, bir tecavüz karşısında da, nefs ve mesken müdafaası hakkiyle silahını kullanacak.

Nerede bulalım bu adamı?..

Hatırıma hapishanede tanıdığım bir efe geldi. Bu adam Beyoğlunda, kumar oynattığı bir batakhane işletiyordu. Onu bulmaya ve bana böyle bir adam tedariklenmesini istemeye gittim. Henüz müşteriler gelmemiş ve oyun başlamamıştı. “Ne içersiniz?” sualine “bir sade kahve!” cevabını henüz vermiştim ki, kapı, korkunç bir tarakayla devrildi.

Baskın!.. Polis, o an içinde üç beş kişiden başka kimse ve oyun namına hiçbir şey bulunmayan kumarhaneyi basıyor ve orada, İslam mücahidi geçinen necip Fazıl’ı yakalıyordu. Bu bir komploydu.

KİM YAPTIRDI?
Polise, basın kartını göstererek kim olduğumu, buraya hapisteyken tanıdığım birini görmek için geldiğimi ve zaten ortada oyun diye bir şey bulunmadığını söylediğim zaman bizzat şube müdürleri hiçbir hayret eseri göstermeden, aradığını gayet rahat ve kolay ele geçirmiş bir avcı edasıyla “lutfen otomobile!” dedi ve hepimizi palas-pandras toparlayıp evvela Taksim karakoluna, oradan da Emniyet Müdürlüğüne götürdü.

Götürülmesi gereken bir bendim; kimbilir hayatlarında kaç kere basılmış sabıkalılardan ibaret öbür tanımadığım adamlarsa, benim kumar arkadaşlarım sıfatiyle yemeğin garnitürünü ve filmin figüranlarını teşkil ediyorlardı.

Taksim karakolunda şube müdürüne Vali ile telefonda görüşmek istediğimi söyledim.

-Açıp bir bakayım!

Dedi ve bitişik odaya geçip dakikalarca kaldıktan sonra döndü.

-Vali Bey evlerinde yoklarmış…

Bunu öyle tutuk ve kekeme bir eda ile söyledi ki:

-Vali Bey, evinde olmadığını söylememizi söyledi!

Der gibi bir hali vardı.

Emniyet Müdürlüğündeki nöbetçi müdür aynı teklife gayet açık ve bütün manevrayı belli edici bir cevap verdi :

-Vali Bey her şeyi biliyor! Görüşmenize ihtiyaç yok!

Demek ki, evinde olmayan Vali, Emnşyet Müdürlüğüne bizzat telefon edip vaziyeti sormuş, yani tertibin yolunda gidip gitmediğini anlamak istemişti. Yahut da aldığı emir gereğince, müdür, durumu telefonla Valiye bildirmişti. Aynı şey…

Fakat işi doğrudan doğruya Vali Fahrettin K. Gökay’ın idare edemeyeceği, etmeyeceği, kendinden böyle bir hamaratlığa kalkışmayacağı da meydandaydı. Besbelli ki, emir Ankara’dan, Bakan çapında birinden geliyor, belki onu da aşarak Başbakan adına konuşabilecek bir sıfata dayanıyordu. Ve gaye, benim kumarbaz olduğumu akıllarınca resmî huccete bağlayarak Müslümanların gözündeki itibarımı kırmaktı. Benim kumar oynayan bir adam olup olmadığım bir tarafa; muhakkak olan şuydu ki, İslam davasını dünya çağında bir fikriyatla müdafaa ve bütün sahte oluş ve erişlerin maskesini yırtıp atma kabiliyetinde bir adama tahammülleri yoktu. Demek ki, İslamiyetin aslına ve hakikatine dayanamıyorlar ve benim naçiz şahsıma değil, benden ve herkesten münezzeh İslam’a karşı harekete geçiyorlardı.

Bu vaziyette derin ve gerçek bir müminin ortaya çıkıp şunları söylemesi lazımdı:

-Eğer Necip Fazıl İslamın haram tanıdığı kötülükleri yapan bir insasa onu suçlamak hakkı küfrün değil, müminlerindir. Küfür, hatta kibar hayatın bir gereği ve güzel bir iş bildiği bir mevzuda onu suçlamakla, onu Müslümanların gözünde tesirsiz kılmak, yani onun tesirini kabul ve dolayisiyle İslamiyeti herhangi bir inkişaftan alıkoymak taktiğini takip etmektedir. Bu takdirde, eğer Necip Fazıl, küfre, küfrün mayasındaki şenaati harekete getirmek fırsatını vermişse ona vicdanımızın ta içinden “yazıklar olsun!” der ve salahı için dua ederiz; fakat iman borcumuz icabı, elbette küfrün imzaladığı senetleri kabul edemeyiz! Hele bir (komplo) tuzağına düşürülmüş bulunuyorsa, onu, imanı uğrundaki fedakarlığının cezp ettiği mazlumluk olarak en yüksek rütbede görürüz!

Ama neredeydi bu ses?..

Bu sesin yükselebileceği gün zaten İslam davası kurtulmuş olacak; ve onların bizi kendilerince ayıp olmayan bir fiilde basması yerine, bizim ayıp ölçülerimize göre topyekun basılmaları gerekecekti.

Emniyet müdürlüğünde bana hizmet ve nezaketlerinden(!) verdikleri şube müdürü odasının kanepesinde bunları düşünürken hatırıma basın geldi. Adım başında takip edilmek suretiyle, girdiğim yer belli olur olmaz hemen baskın yapıldığına ve sonu “hane” tabiriyle biten kötü yerlerden hangisinin önünden geçecek olsam hemen basılmam için tertipli bulunulduğuna göre bu işi aksettirecekleri gazete veya gazeteler olması gerekiyordu. Vâkıâ ertesi gün Sulh Ceza Hakiminin karşısına çıkılınca işe bir kıyamet süsü verilecek ve fotoğraf (flaş)ları işleyecekti ama, hadisenin yeni hükumete (sempatizan) bir gazetede önceden bildirilmesi ve işin duyurulması lazımdı.

Öyle oldu. Sabaha karşı halden anlar bir polis memuru vasıtasiyle temin ettiğim gazetelerde hiçbir şey yokken, vatansız (Vatan) gazetesinin birinci sahifesinde bir manşet:

“NECİP FAZIL KUMARDA BASILDI!”

Ve bir yazı:

“Büyük Doğu Cemiyetinin yüce başkanı, İslam davasının ulu mücahidi Necip Fazıl…”

Sonradan, gece yarısı kalıp değiştirerek havadisi yetiştirdiğini ve onu İstanbul’dan değil, Ankara’dan aldığını öğrendiğimiz bu Yahudi gazetesi, haberin patronluğunu ele almakla, tertibi adeta (radar)la idare eden patronunu ifşa eder gibiydi. Bu patron ve devlet, ne de hükümet reislerinden biriydi; vekiller heyeti çerçevesinde, vekaleti olmayan vekil üstü birinden başkası olamazdı.

HÂDİSE
Hadise üzerinde bu kadar duruşum, sanılmasın ki; onu bütün hakikatiyle madde planında tespit ve böylece masumluk ve mazlumluğumu iddia etmek içindir. Aslında siyasi olan hadiseyi iç delaletleriyle göstermek ve üzerinde durulmaya değer kıymeti yalnız bu delaletlere bağlamak davasındayım. Yoksa hem hadisenin cereyan şeklini, hem de bundan çıkacak masumluk ve mazlumluk hükmünü izah ve ispat gibi bir telaş ve gayretten münezzeh ve müstağniyim. Bunlar, kendi kendilerine meydana çıkacak neticelerdir; asıl sebep değil.

İşi bu kadar teferruatla ele alışımda asıl sebep ikidir. İlki, bir dava adamının –o güne kadar itiraf edemediğimi itiraf ederim- ne türlü alçaklık tertiplerine hedef olabileceğini ve mutlaka bu hain ihtimale göre bir hayat takip etmesi lazım geldiği; öbürü de, mensupları arasında bir yamalı bohça manzarası arzeden Demokrat Parti rejiminin şu veya bu şahıslar marifetiyle başlangıçta nerelere kadar düşürüldüğü…

Bu iki hakikatin ön plana alınmasında, birinin, yetişme yolundaki genç nesillerde bulunması gereken siyasi dehayı göstermesi, öbürünün de, bazı yarım yamalak rejim denemelerindeki içyüzleri açığa vurması bakımından, benim kumar oynayıp oynamadığımı ve hadisenin cereyan şeklini kat kat aşan bir kıymet vardır.

Evet; başını mukaddes bir davaya adamış insan öyle bir siyasi tedbir dehasına sahip olacaktır ki, bir kapının önünden geçerken içerden ihtiyar bir kadının çıkıp “oğlum, fenalaşıyorum, elimden tut” diyerek onu içeriye çekebileceğini ve o evin de bir kerhane olabileceğini hesap etmeye kadar varacaktır. Yahut bir bankadan 100 liralık havalesini çekerken bir müşterinin “1000 liramı çaldılar!” diye haykırması üzerine hemen oracıkta işe el koyan polisin 1000 lirayı onun cebinden çıkaracağına kadar hayalini işletecektir.

Ben, o zamana değin bunlardan hiçbirini düşünemezdim. Zira her şeyi hayal edebilir, fakat alçaklığı bu dereceye kadar indirebilecek politika adamlarının bulunabileceğini tasavvur edemezdim.

İşte, ikinci noktanın cevabı kendi kendisine geldi:

Demokrat Parti rejimi, başlangıçta, bana ve güttüğüm davaya, Halk Partisinden görmediğim bir küçüklük tatbikine kadar gidiyor ve bunu, ömrü boyunca süren “yamalı bohça” tabiriyle ifade ettiğimiz insicamsız, bünyesindeki Yahudi ve Mason emellerine alet şahıslar vasıtasıyle yapıyordu. Sonradan da görüleceği gibi, Adnan menderes, partisinin bir cenahında yaşayan bu aşağılık tiplerin karakterinden münezzeh, saffet örneklerinin başında bulunuyor, işe bir adliye ve zabıta süsü vermek isteyen sefil yaratıkların dışında kalıyordu.

Ertesi günü, Beyoğlu Sulh Ceza Mahkemesinde, Ziya isimli, cinsiyetini ancak başkalarında tanıyıcı temayülleriyle meşhur bir hakim huzurunda duruşma… Baskını yapan polislerin hepsi birden kumar diye bir şey görmediklerini bildirdikleri halde nakdi ceza mahkumiyeti…

Bir gün sonra da küfür matbuatının dilinde sadece Necip Fazıl… Her zaman olduğu, ondan ve bundan sonra da olacağı gibi, kibrit kutusu çapında bir dergiye karşı, çarşaf boyunda şehametli gazeteler, ancak el ele vererek çıkabiliyorlar… Yoksa bunlardan birinin, (dretnot) cüssesine rağmen bizim oyulmuş kabaktan teknemize tek başına karşı çıkabilmesi ne mümkün!..

Bütün bir gün ve gece, uykuya karşı (aktedron) alarak çalışıyor ve dillere destan, meşhur 54’üncü sayımızı, radyo ve keçemizi rehine vererek çıkarıyoruz. Kapağımızda hemen bütün gazetelerin isim başlıkları ve bizden bahsedici yazılarının manşetleri… Klişenin altında da şöyle bir takdim:

İŞGAL ORDUSU GAZETERİNDEN BETER, SÖZDE TÜRK, KÜFÜR BASINI…

Büyük Doğu’yu toplatıyorlar; ve o sayıda çıkmış başka bir yazımızı bahane ederek bizi tevkif ettiriyorlar.

Kısa bir zaman sonra beraat edip hapisten çıkıyor ve 55. sayımızdan başlayarak tekrar mücedelemize girişiyorux. İşin tatlı tarafı şu ki, biz emirlerindeki savcının himmetiyle başka bir yazıdan Ahmet Emin Yalman, Nadir Nadi, Sedat Simavi, Falih Rıfkı Atay, bütün kalem (komprador)larının, intihar etmelerini gerektirecek şekilde ipliklerini pazara çıkardığımız halde taraflarından dava edilemiyoruz. Sıkı mı, hakim, gençlik ve Müslüman umumi efkarı önünde bizimle hesaplaşmak…

Mecmua toplatılmış, fakat kârı bayilere ait olarak, karaborsada binlerce nüshası satılmıştır.

Nitekim bir yıl sonra tanıyacağım Menderes, bana Başvekalette soracaktır:

-O sayıdan ne kadar bastınız ve sattınız?

-Toplatıldığını biliyorsunuz!

-Olsun; her halde el altından satmışsınızdır!

-Onbinin üstünde sattığımıza ve yüzbin kişiye okuttuğumuza inanabilirsiniz!

Adnan Bey bu noktada duracak ve gözleri pırıl pırıl, elini göğsünün üzerinden geçirerek şöyle diyecektir:

-Oh, içim yağ-bal oldu!

Adnan Bey, hem tek ve hem çift numaraya para koyan mizaciyle hep buydu ve hep bu olarak kaldı.

İşin mana cephesini böylece yerine getirdikten sonra, şimdi sıra, maddi tarafiyle (komplo)yu vesikalı ispata kavuşturmaya gelmiştir.

İSPAT
Vatan gazetesinde bu tertipli işi gazete planında tertipleyen, o gece sekreterlik nöbetindeki Cavit Yamaç isimli solcu bir yazar…

Aradan yıllar geçecek bu adam “Vatan” gazetesinden atılacak ve o zaman Adnan Menderes’in himayesiyle çıkan üçüncü günlük Büyük Doğu’ya (9’uncu devre) gelip, derin bir vicdan azabı çektiğinden ve komplocuların sırrını fâşetmek ihtiyacını duyduğundan bahsedecektir.

İşte bize yazdığı mektuptan parçalar:

“Necip Fazıl;

Sözüne tam itimadım olan bir dostumun ikaziyle, senin kumarhanede basılmanın kökü derinlerde bir komplodan ibaret olduğunu keşfettim. Beni ziyarete gelen dostum, bana senin kumarhanede yakalanmandan bir hafta kadar önce, tek maddesi (Necip Fazıl’ı ortadan kaldırmak) olarak isimlendirilecek gündemin etrafında toplanan bir yığın maskeliden bahsetti. Tanırsın onları sen… Tefekkür sıkletleri yoktur, kitap ve bilgiden nefret etmişler, gövdelerinin üstündeki yuvarlağı miskin gayeler kovanı haline getirmişlerdir. İşleri karanlıktadır. Gün ışığında kimsenin karşısına geçip de şöyle erkekçe, kabadayıca, külhanca bir söz ettikleri varid değildir.

Yaptığım tahkikattan anladım ki, biri senin bulunduğun yerlere pek yakın bir yerde, diğeri ise, biraz daha uzak mesafede iki toplantıda senin ortadan kaldırılman kararlaştırılmış ve sonra o (meşhur baskın) vuku bulmuştur.

Seninle benim aramda, Pasifik Okyanusu’nu endazeleyecek kadar çok, milyarlarca zıt şey var. Sen kendine göre, aziz telakki ettiğin bir görüşün, ben de kendime göre, inandığım ve benimsediğim ölçülerin kişisiyim. Ama bu senin yok olmanı istemem için bir sebep değildir. Böylesi Bolşevik veya nazi doktrinlerinin hareket tarzıdır. Senin var olup da davanı inancın boyunca müdafaa etmen benim için mukaddestir. Çünkü ben o Frenk fikir adamının çizmiş olduğu hattan yürümeyi kendime şiar edindim. Diyorum ki: (Ben senin gibi düşünmüyorum. Ama senin düşündüklerini serbestçe söylemeni temin için canımı vermeye hazırım.)

Yukarıda bahsini ettiğim toplantılara katılanlar, piyasa ölçülerine göre kuvvetliydiler. Paraları vardı, imkanları vardı, yüzbin iftirayı bir saatte basacak rotatifler emirlerini bekliyordu. Sadece en mühim şeylerden mahrumdular: Ortaya çıkacak bir suratları yoktu.

Senin ortada dolaşıp onların bulaşık işlerini aydınlığa dökmen, “Meserret”te bir kahve içmen huzurlarını kaçırıyordu. Yetmiş şer dehasının bir araya gelip de kuramayacağı şeytani planlar bunlardan sadece birinin sermayesiydi.

Bu (samimi) toplantılar yapılırken, hiç birinden haberi olmadan bu hadisede teknik olarak birinci sınıf bir rol oynayacak olan ben, (Vatan) gazetesinde ajans, radyo ve telefon haberleri içinde sabahlara kadar kafa yoruyordum.”

Cavit Yamaç, esas olarak sezdiği, fakat elbette kendisine bütün çıplaklığıyle anlatılmayacak olan komploya nasıl alet olduğunu şöyle hikaye ediyor:

“Malum gece, işimi bitirmiş, gazeteyi bağlamış, tam gitmek üzere çıkıyordum. Kapıda kılık kıyafeti düzgün, otuz beş yaşlarında bir zat yolumu kesti. Adımla hitap etmişti. Çok mühim bir havadisi olduğunu, bunu gazeteye koymamı söyledi. Ben, gazetenin işinin sona erdiğini, basılmak üzere verildiğini kendisine bildirdim. Israr etti, vereceği havadisin müthiş bir şey olduğunu ifade etti. Bir an evvel istirahate kavuşmak isteyen yorgun insanların ruh haleti içinde kendisine havadisin mahiyetini sordum. Senin Beyoğlu’nda bir kumarhanede basıldığını ve Taksim karakolunda ifade vermekte olduğunu söyledi. (Vatan) gazetesinin sana karşı olan hissiyatının aşinası olduğu belliydi. Beni otomobille Taksim karakoluna kadar götürmeyi, hadiseyi gözlerime arzetmeyi teklif etti. Bir an tereddütten sonra razı oldum: Yolda muhbire, adımı nereden bildiğini sordum. Kendisinin beni tanıdığını söyledi. Hadiseye nasıl muttali olduğunu sorunca da kendinin de basılanlar arasında olduğunu, fakat kolayını bulup kaçtığını bildirdi. Karakola beraber gittik. Sen ifade veriyordun. Bir polise ne olduğunu sorunca, o da bana muhbirin söylediklerini aynen tekrar etti. (Vatan) gazetesine döndüğüm zaman saat üçe geliyordu. Gazetenin kalıpları dökülmüş, basılmak üzere makineya verilmişti. İşleri durdurdum, civarda oturan bir dizgi operatörünü uyandırarak (Necip Fazıl, kumarhanede basıldı) başlıklı havadisi dizdirerek gazeteye koydum ve yeni kalıplar döktürerek gazeteyi baskıya verdim. Haber, gazetenin politikası içinde birinci sınıf bir şeydi. Nitekim bunu ertesi günü, Yalman meşhur göz pırıltıları içinde ifade etti: (Güzel bir gazetecilik yaptınız, tebrik ederim.) Kılıç çarpışmasını arsenikten, yumruklaşmağı hasmının yatağının içine kobra yılanı koymaktan daha muteber sayanlardanım.

Bu açıklamam, o zaman içine yer ettirilen yaranın üstüne en küçük, en hafif bir pansuman olursa, kendimi mesut addedeceğim.

Cavit YAMAÇ”

Cavit Yamaç, maddi tertibine alet olduğu hadiseyi anlatırken, tam matbaadan çıkacağı zaman yolunu kesen adamın bir polis olduğundan, ertesi gün kendisini tebrik eden Ahmet Emin Yalman’ın sanki önceden haberi yokmuş gibi davranışından gafildi. Her şey o surette tertiplenmiştir ki, öz adamları bile sadece vazifesini yapmaya terkedilmiş ve kendisine fazla ipucu verilmemiştir.
Yahut… Yahut, bildiklerini tam söyleyememektedir Cavit Yamaç…
İşte o kadardır ol hikâyet…

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.