Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

medreseli olmak varolmaktır

Üye
  • Content Count

    4
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by medreseli olmak varolmaktır


  1. Türk Tiyatrosu,

    Necip Fazıl ve Bir Adam Yaratmak Piyesi*

    Prof. Dr. Muhammed HARB**

    Çeviren: Osman AKYILDIZ

     

    Eserleri 1950’li yılların başında Arapça’ya tercüme edilen Nazım Hikmet (1903-1963), Arap dünyasında tanınan çağdaş Türk edebiyatının iki önemli şahsiyetinden biridir. Onun hakkında Iraklı şair Abdulvahhab’ın “Nazım Hikmet’e Mektup” (Beyrut, 1956) adlı bir eser ve Dr. Ekmelüddin İhsan’ın Nazım Hikmet’ten çevirdiği “Ferhat ile Şirin” (Kahire, 1969) isimli bir piyes yayınlanmıştır.

    Necip Fazıl (1905-1983) ise; 1968 yılında Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim dersler, “Çağdaş ve Yeni Türk Edebiyatı” (Kahire, 1975) adlı kitabım, Arapça dergilerde hakkında yazdığım makaleler, tercüme ettiğim Doğu edebiyatına has bir havası olan “Hasene Bacı” (Mecelletü’l-Arabi, Kuveyt, Nisan 1986) adlı öyküsüyle tanınan diğer bir şahsiyettir.

     

    Necip Fazıl

    Türk edebiyatının gerçek bir üstadı olan fikir adamı, tiyatro yazarı, şair, gazeteci ve romancı Necip Fazıl’a Mayıs 1980’de “Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiştir. Arapça kaynaklarda Zülkadir olarak geçen, tarihteyse Dulkadiriyye ismiyle bilinen köklü bir aileye mensup olarak 25 Mayıs 1905’te İstanbul’da dünyaya geldi Necip Fazıl.

    Çocukluğunu, Sultan Abdulhamid devrinde İstinaf ve Cinayet Mahkemesi reisliği yapan dedesinin köşkünde geçiren Necip Fazıl; Amerikan Koleji ve Heybeliada Deniz Lisesi gibi çeşitli okullarda okuduktan sonra 1921 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girdi. Sorbonna’ya felsefe tahsili için gönderildiği Fransa’da kendi deyimiyle tam bir “bohem hayatı” yaşadı. Fakat eğitimini tamamlamadan ülkesine döndü. Birkaç bankada memur olarak çalıştıktan sonra, 1938-1941 yılları arasında Fransız mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Robert Koleji’nde, Ankara Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu.

    Şiirlerini 1922 yılında yayınlamaya başlayan Necip Fazıl, 1925’de “Örümcek Ağı”nı, 1928’de ise şairler arasında “Kaldırımlar Şairi” lakabıyla iyice tanınmasına neden olan “Kaldırımlar”ı yayınladı. Dergilerdeki hikaye yazıları 1933 yılında “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” kitabıyla ortaya çıktı. “Tohum” 1935’de yazdığı ilk piyesidir. Necip Fazıl 1942 yılından itibaren yazarlığı bir yaşam tarzı edinmiştir.

    Türkiye’de şu ana kadar en uzun yayın hayatına sahip olan aksiyoner, fikrî, edebî ve siyasi bir dergi olan “Büyük Doğu”yu Mayıs 1943’de çıkardı. Bu dergi basın ve yayın kanununa muhalefetten dolayı birçok defa kapatılmıştır.

    1934 yılında Şeyh Abdulhakim Arvâsî’ye bağlanmasıyla hayata bakış açışı değişmiş ve yeni bir anlayış devrine girmiştir. Bu değişiklik fikir ve siyaset hayatına da yansımıştır. Kendini ahlâkî çöküşün, kargaşanın ve katı taklitçiliğin hakim olduğu bir sınıfta bulan Necip Fazıl, karşısında zamanın pozitivist seçkin kalemlerini ve idareciler sınıfını gördü. Türkiye’nin resmi hedefi batılılaşmaktı. Necip Fazıl ortaya çıkardığı tarihi hakikatlerle bazı mihraklar tarafından kötülenen Sultan Abdulhamid ve Vahidüddin gibi tarihi şahsiyetlerin itibarını sağlamıştır. Necip Fazıl, her yönüyle Tanzimat devrini eleştirmiştir. Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır.

    Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türk Edebiyatı Vakfı, 1975 yılında Necip Fazıl’ın fikir ve edebiyat hayatının 50. yılı münasebetiyle büyük bir kutlama toplantısı düzenlemişti. Mayıs 1980 yılında katıldığım doğumunun 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan törende, Ahmet Kabaklı başkanlığındaki Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Üstad’a “Şairlerin Sultanı” unvanı verildi.

    Necip Fazıl 1983 yılında vefat etti.

     

    Necip Fazıl’ın Eserleri

    Velûd bir kalemi olan Necip Fazıl’ın senaryo, anı, dinî, tarihî, edebî, fikrî eserleriyle makaleler, konferanslar ve mahkeme önünde kendini savunmak için yazdığı müdafaalar vardır. Burada fikrî ve edebî eserlerini takdimle yetiniyorum.

     

    Şiirleri

    Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1926), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Esselam (1973).

     

    Tiyatroları

    Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (1938), Künye (1940), Sabır Taşı (1940), Para (1942), Parmaksız Salih (1949), Ahşap Konak (1965), Reis Bey (1946), Siyah Pelerinli Adam (1961), Yunus Emre (1969), Kanlı Sarık (1970), Sultan Abdulhamid (1969), İbrahim Edhem (1978), Mukaddes Emanet (1975). Sır (1946) ve Kumandan (1971) Büyük Doğu’da tefrika edildi, tamamlanmadı.

     

    Hikayeleri

    Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil (1933), Ruh Burkuntularından Hikayeler (1965), Hikayelerim (1970).

     

    Romanları

    Aynadaki Yalan (1980), Kafa Kağıdı (1984).

     

    Fikrî Eserleri

    Çerçeve (1940), İdeolocya Örgüsü (1959), Türkiye’nin Manzarası (1968), 1001 Çerçeve (1968-1969), Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık (1969).

    Necip Fazıl 1924-1983 arası on beş gazetede on yedi müstear isim kullanarak yazı yazmıştır.

     

    Necip Fazıl’ın Tiyatrosu

    Necip Fazıl, birçok sanat ve edebiyat dalında faaliyet göstermesine rağmen, sanatçıların kendi öz varlıklarının sırrına erdikleri yerin tiyatro olduğunu görerek tiyatroya büyük önem vermiştir. Tiyatrosunu cemiyet ve insan meselelerinden uzak tutmamıştır.

    Necip Fazıl’ın tiyatrosunu mevzusu açısından başlıca beş bölüme ayırabiliriz:

    1. Tarihi olaylar (Tohum, Künye, Kanlı Sarık)

    2. Tarihi şahsiyetler (Sultan Abdulhamid, Yunus Emre)

    3. Felsefî ve fikrî (Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam)

    4. Günlük sosyal olaylar (Para, Ahşap Konak, Parmaksız Salih, Mukaddes Emanet)

    5. Anonim (Sabır Taşı)

     

    “Tohum” piyesinde; İstiklal savaşında Avrupalılara karşı kazanılan zafer ve Maraş müdafaasından bahsedilir. “Künye”de ise; Osmanlı Devleti’nin 1904-1922 arası sosyal ve siyasi duraklamasıyla bir yüzbaşının ordudaki gençleri yönlendirmesi anlatılır. “Kanlı Sarık”ta Kars ahalisinin Ruslara karşı direnmesi, “Sultan Abdulhamid”de Sultan’ın hayatı ve fikirleri, “Yunus Emre” piyesinde meşhur Türk halk şairi Yunus tablolaştırılır.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki olay, kendi telif ettiği piyeste yaşayan bir tiyatro yazarı çerçevesinde geçer. Ölüm fikri kahramanın içine öylesine yerleşir ki, bir varlık ve yokluk mücadelesine dönüşür, etrafında kendisine ulaşmaya çalışanlara rağmen delirmek üzeredir.

    “Reis Bey” piyesinde katı kalpli bir hâkimin yaşamını ortaya koyar. Bir olay sonrası değişen hâkim, kendisini insanlara iyilik yapmaya adar.

    “Siyah Pelerinli Adam”, iyilik ve kötülük arasındaki mücadelenin piyesidir. Genç şair maddî heveslere karşı mücadele verir.

    “Para” piyesine gelince, burada paraya hırsı olanların ahlaksızlıkları, toplum ve fert bünyesinde ortaya çıkan kötü durumlara maddî hırsın neden olduğu, saadet, güven ve tatminin maddî değil, mânevî şeylerle elde edileceği anlatılır.

    “Parmaksız Salih”de bir babanın oğlu için katlandığı fedakarlıklar işlenmiştir.

    “Mukaddes Emanet”teyse cemiyet yapısındaki bozuklukları, bozulmaya sebep olan yabancı düşünceleri ve maddî inançları buluruz.

    “Sabır Taşı” piyesi, konusunu, kötülüğün yenilgisinden ve genç bir kızın arzu ettiği şey uğruna sabretmesiyle iyiliğin zaferinden alır.

     

    Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Şahsiyetler

    Necip Fazıl’ın tiyatrosunda şahsiyetler üçe ayrılır:

    1. “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki Hüsrev gibi fikir ve işleriyle imanlı şahsiyetler.

    2. “Bir Adam Yaratmak” piyesinin baş karakteri Hüsrev’e fikir ve anlayış açısından yakın şahsiyetler; Mansur ve Selma gibi.

    3. Akrabaları, tanıdıkları, dostları dahi olsa onlardan çıkar sağlamayı yaşam felsefesi edinmiş, “Bir Adam Yaratmak”taki Dr. Nevzat ve gazete sahibi Şeref gibi faydacı, kötü ve maddeci şahıslar.

     

    Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Fikir

    Necip Fazıl’ın tiyatrosunda fikir hakkında söylenebilecek en önemli şey, yine onun çeşitli piyeslerinden çıkarılıp tercüme edilen şu cümlelerdir: “Muhakkak ki Allah mutlak hakikattir. İnsan idrakinin öz meselesi Allah’tır. İnsan ile hayvan arasındaki fark; maneviyata sarılmaktır. Hayat rüya gibidir ve sınırlıdır. Her problemin çözümü sabırla mümkün olur. İnsanı yüceliğe ve olgunluğa sevgi ulaştırır. İnsanın kadere meydan okumaya gücü yetmez. Kaderin anlamı hareketten geri kalmak değil, mümkün olan her şeyi yapmak ve işi Allah’a havale etmektir. Cemiyetin kanunlara, akla ve mantığa olduğu kadar vicdan, kalp ve duygulara da ihtiyacı vardır. Maddeye önem veren cemiyetlerin hayatı uzun sürmez. Veraset insan hayatında önemli bir rol oynar. Mazluma müşfik olduğumuz kadar zalime de şefkat göstermeliyiz. Çünkü rahmetten yoksundur ve bu hareketimiz duyguları ve şuuru uyandırır. Tarih yol göstericidir.

     

    Bir Adam Yaratmak

    İlk baskısı 1938 yılında çıkan “Bir Adam Yaratmak” Necip Fazıl’ın en önemli ve en meşhur piyeslerinden biridir. Aynı sene meşhur tiyatrocu Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konulmuş ve iki sezon oynanmıştır. Eser, gerek seyredenler ve gerekse sanat ve edebiyat münekkidlerince büyük bir kabul görmüş, “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiştir. 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından Türk televizyonuna uyarlanmıştır. Şimdiye kadar beş baskısı çıkmıştır.(1)

    “Bir Adam Yaratmak” gazeteci Turgut’un piyesin kahramanı Hüsrev’le yaptığı mülakatla başlar. Piyes yazarı Hüsrev’in “Ölüm Korkusu” adlı oyunu yeni sahnelenmiştir. Gazetecinin üzerinde durduğu konu, oyunun yazarı Hüsrev’in piyesindeki olayı hayatından mı aldığıdır.

    Turgut konuşmaya şöyle başlar: “Derler ki, bazı sanatçılar eserlerindeki birçok mevzuyu şahsî hayatlarından veya en azından gördükleri olaylardan çıkarırlar.”

    Gazetecinin büyük oyun yazarı Hüsrev’e yönelttiği bu soru boşuna değildir. Çünkü sahneye konulan bu oyuna büyük önem vermektedir insanlar. “Ölüm Korkusu”nun kahramanı annesiyle birlikte, bahçesinde incir ağacı bulunan bir köşkte yaşamaktadır. Oyunun yazarı Hüsrev bir kaza neticesinde annesini öldürür. Kaza ispat edildiği için serbest bırakılıyor, fakat vicdan azabı günden güne beyninde derinleşiyor. Birden bire o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey ilgisini çeker, babasının ölüm olayı. Babası kendisini incir ağacına asmıştır. Aklî dengesi gittikçe bozulur. Annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusuna dönüşür.

    Hüsrev’in piyesi baştan sona ölüm korkusuyla doludur. Bu korku onda öylesine sürükleyici oluyor ki, kendini tıpkı babası gibi köşkün bahçesindeki ağaca asıyor.

    “Bir Adam Yaratmak”ın hikayesi bir iki ayrıntı dışında “Ölüm Korkusu”ndaki gibi.

    Oyun yazarı Hüsrev annesiyle birlikte bahçesinde bir incir ağacı olan köşkte yaşamaktadır. Halasının kızı Selma onu çok sevmektedir. Bir kaza ile Selma’yı öldürür. Piyesteki olaylar, gelişmeler, sonuçtaki farklılık hariç, hep aynıdır. Hüsrev yazdığı oyundaki gibi kendini incir ağacına asamaz. Çünkü kendini asacağı ağaç annesi tarafından kestirilmiştir.

    Oyunun son sahnesinde Hüsrev tedavi edilmek için akıl hastanesine götürülürken, annesi “evladım! Gitme, gitme” diye seslenir. Hüsrev şöyle karşılık verir: “Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını!” Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesi böyle biter. Görüldüğü gibi piyeste, oyun içinde oyun vardır. Ama aynı oyun, gazeteci Turgut’un üzerinde durduğu; kendi hayatını yazma iddiasının hiç de yabana atılamayacak bir oyun olduğunu doğrulayan bir eser “Bir Adam Yaratmak”. Fakat Hüsrev bu iddiayı kabul etmez.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesi verasetin rolünü ele alırken, fikrî yoksunluğu, kuru akılcılığı ve pozitivizmi reddetmektedir. Gücü ancak bilinen belirli şeylere yetebilen insanın aciz olduğu ve akla güvenmesinin mümkün olamayacağı, gerçek hakikat ve kudretin Allah’ta olduğu, insanın sanat, edebiyat faaliyeti ve icatlarıyla kendini ifadeye çalışsa da Allah’ın aciz, ölümlü bir yaratığı olduğu, Allah’ın bâki olduğu bizimse O’na döndürüleceğimiz anlatılmaktadır.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesi sanat ve edebiyat dünyasında büyük olay meydana getirmiştir. “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiş ve münekkidlerce yaratıcı gücünün üstünlüğü alkışlanmıştır.

    Bir münekkid “Bir Adam Yaratmak” piyesi insanın ve aklın güçsüzlüğü fikrini tiyatroya, edebiyat ve sanata yerleştirmiştir” der.

     

    Dipnotlar

    * Necip Fazıl Kısakürek, Halk-u İnsan, Çeviren: Muhammed Harb, Kahire: Dârü'l-Hilâl [t.y.] 122 s. Kitaptaki önsöz yazısı.

    ** Prof. Dr. Muhammed Harb: Kahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı ve Mısır Osmanlı Araştırma Merkezi Başkanı’dır. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi ta¬rih bölümünden mezun oldu. Arap ülkelerinde çıkan bazı gazete ve dergilerde yazıları yayınlan¬maktadır. Osmanlı tarihi, Orta Asya ve Balkanlar hakkında kitapları yayınladı. Halen Bahreyn Üniversitesi Türk Tarihi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etmektedir. Eserleriyle Arap ülkelerinde dış güçlerce yerleştirilmiş Osmanlı aleyhtarlığını bertaraf etme konusunda büyük bir mesafe kat etmiştir.

     

    Eserleri:

    1. el-Bosna ve'l-Hersek Mine'l-Feth İle'l-Karise, Kahire: El-Merkezü'l-Mısri Li'd-Dirasa, 1993, 210 s.

    2. el-Edebü't-Türkiyyi'l-Hadis ve'l-Muasır, Kahire: el-Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Amme li’l-Kitâb, 1975, 166 s.

    3. I. Selim'in Suriye ve Mısır Seferi Hakkında İbn İyas'da Mevcut Haberlerin Selimnamelerle Mukayesesi (XVI. Asır Osmanlı-Memluklu Kaynakları Hakkında Bir Tetkik), 1980. XIV+167s., Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

    4. el-İslâm fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, 2. baskı, Beyrut: Dârü'l-Beşairi'l-İslâmiyye, 1995, 229 s.

    5. el-Müslimun fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, Kahire: Buhusü'l-Alemi't-Türki, 1983, 399 s.

    6. el-Osmaniyyun fi't-Tarih ve'l-Hadare, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1989. 456 s.

    7. es-Salname ve Kütübü’l-Futuhi’l-Osmaniyye Ve Eseruha fî Kitâbe Tarihi’l-Halic ve’l-Cezireti’l-Arabiyye Medhal li-Dirase Tarihi’l-Bahreyn ve’l-Halici’l-Arabi, Mename: Câmiatü’l-Bahreyn, 2004. 104 s

    8. Sultan Abdülhamid es-Sani, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1990, 315 s.

     

    Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri:

    1. Tarihte ve medeniyette Osmanlılar, çev. Mustafa Özcan, İstanbul: Ark Kitapları, 2006. 367 s.

    2. Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır Seferi, İstanbul : Yeni Asya Yayınları, 1986, 127 s.

     

     

     

    1) Bu makale 1986’lı tarihlerde yazıldığı için o zamanki baskı adedini söylemektedir müellif; kitap şu anda 22. baskıya ulaşmıştır. (Ç)

     

    (AYLIK, Eylül 2007, Sayı: 36)


  2. ZİHİNLERİ İFSAD ETME YARIŞINDA ALİ ŞERİATİ’NİN YERİ

     

    Abdülkadir COŞKUN

     

     

     

    Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesiyle İslâm âlemi başsız kalmış, her kafadan her konuda sesler çıkmaya başlamıştı. Bu arada din üzerine konuşanların sayısı da artmış, kendilerini reformist/modernist olarak vasıflandırdığımız insanlar bozuk fikirlerini yaymak için maddî ve mânevî imkânlar bulmuşlardı. Özellikle Türkiye’de Cumhuriyet devrimiyle başlayan halkı dinden uzaklaştırma kampanyaları, okuyan kesimin tercüme kültürüyle yetişme tarzı ve tabiî olarak mevcud sistem için de bu durumun kaygı vermemesi modernist/reformist fikirlerin yayılmasına büyük bir zemin hazırlamıştır. Bahsettiğimiz bu modernist/reformist kesimi kaba hatlarıyla ikiye ayırabiliriz:

     

    1- Resmî ideolojiyle barışık bir şekilde zihinleri ifsad edenler,

     

    2- Resmî ideolojiye karşı olup (veya öyle görünüp) zihinleri ifsad edenler.

     

    Bugün ikinci gruptan pek çok kişiler ve müesseseler birinci grubun kafa yapısına doğru dönüşüm geçirmiş ve onlarla aynîleşmişlerdir. Meselâ kendilerine "radikal İslâmcı” denilen, özellikle İrancı piyasada kalem oynatan yazarların yazılarına ve kendilerine şöyle bir göz atıldığında kimisinin farklı partilerin, özellikle Millî Görüş çizgisindeki partilerin müesseselerine çöreklendiği, kimisinin liberal-demokratlardan hiçbir farklarının kalmadığı, kimisinin ise bir köşeye çekilip olayları sessizce seyre daldığı görülmektedir.

     

    Esasen bu durumun köklü bir tedkike ihtiyacı vardır. Zira; nasıl oluyor da bir zamanlar partilere put diyen, demokrasiye şirk sistemi diyen, mevcud sisteme küfür devleti diyen kişiler bu duruma düştü? Bunun sebebi onların zihinlerinde "Bütün Fikrin Gerekliliği” ilkesinin oturmamış olmasındadır. Onlarda “bütün fikir” olmadığından, hangi rüzgar eserse kendilerini ona kaptırmaktadırlar.

     

    ***

     

    Daha önceleri adına “geleneksel” denilen değerlere açılan savaş; Türkiye’de özellikle 1970’li yıllardan sonra ifadesini Kur’ân ve Sünnet’te bulan en temel akîdevî ve amelî esaslara karşı bir “başkaldırı” şeklini aldı. Bugün ise iyice çığırdan çıktı. Ama ne yazık ki bu kötü gidişâta karşı kendilerini “Ehl-i Sünnet” olarak vasıflandıran kişilerce doğru-düzgün bir çıkış yapan genel itibariyle pek olmadı veya yapılsa bile hep cılız kalındı. Ancak son yıllarda Ebubekir Sifil, Muhammed Reşad, Alaaddin Yalçınkaya, Ali Nar, vs. gibi araştırmacıların gayretli çalışmalarıyla bu ses kendisini duyurmaya başladı elhamdülillâh... Aslında Ahmed Davudoğlu gibi âlimlerin, Üstad Necib Fazıl gibi mütefekkirlerin ve İBDA’nın güçlü çıkışları olmuştu. Fakat bu ses bir türlü müesseseleşemedi. Demek istediğimiz, bu araştırmacılar yaptıkları çalışmalarda hep yalnız kaldılar. Oysa bu araştırmacıları bir müessese etrafında toplayarak onlara maddî ve mânevî imkan sağlamak kendilerinin Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyenlerin boyunlarının borcudur. Çıkardıkları dergilere hiçbir ilmî kıymeti hâiz bulunmayan yazarları büyük paralarla transfer eden cemaatların, bir gecede milyarları toplayan hocaların artık bu işe el atmalarının vakti gelmiştir ve geçiyor bile... Muhterem Ebubekir Sifil Hoca’nın dediği gibi, “akide’de de liberalleşiyoruz”(1) galiba...

     

    ***

     

    Cemaleddin Efgânî’yi, Muhammed Abduh’u, Reşid Rıza’yı, Fazlur Rahman’ı, İranlı mollaları bu ümmete önder diye takdim eden malûm çevreler hızını alamayıp, ismi geçenlerden de son derece farklı bir kişiyi, Ali Şeriati adlı birini liderlik koltuğuna oturttular. Esasen Ali Şeriati’yi Şiî mollaları bile tenkid etmiş ve fikirlerini kabul etmemişlerdir. Fakat bizdeki “dışardan ne gelirse muteberdir” anlayışının sahibleri tabiî ki Ali Şeriati’yi ümmet liderliğine taşımakta gecikmeyeceklerdi.

     

    Ali Şeriati’yi okuyanlar, onda şu iki büyük hastalığın var olduğunu göreceklerdir:

     

    1- İslâm’ın Sosyalizm’e göre yorumlanışı.

     

    2- Sahabelere ve büyüklere yapılan büyük saygısızlık.

     

     

     

    ALİ ŞERİATİ’DE ANA FİKİR:

     

    İSLAM’IN SOSYALİSTÇE YORUMLANIŞI

     

    Demokrat müslüman, liberal müslüman, lâik müslüman tanımlamalarını duymuşsunuzdur belki ama; galiba bu sosyalist müslüman tanımlamasını ilk defa duyuyorsunuz. Ali Şeriati’nin düşüncesine ve buna bağlı olarak yorumlarına Sosyalizm o kadar hâkimdir ki, bakınız o, Hz. Âdem Aleyhisselâm’ın Cennet’ten Dünya’ya gönderiliş sebebini nasıl açıklıyor:

     

    “Adem Cennet’te olduğu ve başkaldırmadığı sürece adam değil bir melek (gibi) idi. Fakat insan Cennet’te ve Cennet’in tüketime yönelik hayatı içinde isyan eder ve o meyveyi yedikten sonra (akıl, uzgörüş ve başkaldırma meyvesi) vaat edilen Cennet değil, keyif çatma ve hayvanlara yaraşır tüketim cenneti olan Cennet’ten çıkarılır. Ödül olarak vaadedilen Cennet, Adem’in tardedildiği cennetin karşıtıdır.” (2)

     

    Bu iktibastan anlaşılacağı gibi Ali Şeriati’ye göre Hz. Âdem Aleyhisselam Cennet’teki "tüketime yönelik hayat"a isyan etmiş ve “keyif çatma ve hayvanlara yaraşır tüketim cenneti”nden çıkarılmıştır. Esasen Ali Şeriati bu yoruma zihnine hâkim olan tüketim karşıtı sosyalist ideolojisiinin etkisiyle varmıştır. Nitekim o, bu ideolojiye sahib olduğunu saklamamakta, bilakis açıkça söylemektedir:

     

    “Aslında ben ne Naturalizm’i, ne Sosyalizm’i, ne de Historizm’i tümüyle inkâr ediyorum; üçünü de kabul ediyorum. Ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: İnsan –ki asıl onu anlatmak istiyorum-, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır.” (3)

     

    Ali Şeriati’nin sözkonusu bu Sosyalizm saplantısı, onu İslâm tarihini de sosyalist gözüyle okumaya ve yorumlamaya mahkûm etmiştir. Nitekim o, Hz. Ebuzer’den bahsederken bakın nasıl yorum yapar:

     

    “O günün toplumunda, Ebuzer’in, yoksul sınıfların taraftarı olarak yükselttiği bu sesi hemen kesildi. Bu ses, öyle bir yanardağın patlamasıydı ki, kıvılcımları bin yıl sonra, 18. ve 19. yüzyılda Avrupa’da pek çok ülkenin eteğini tutuşturdu.

     

    Bu yanardağ, eğer bugün birazcık susmuş ise; soluklanmasındandır. Yakında da susmayacaktır. Ebuzer’in boğazından dışarıya çıkan bu büyük yanardağın kıvılcımları, daha sonraları, büyük Fransız devriminden sonra, dünyanın değişik yerlerinde çeşitli ekonomi kitapları hâlinde ortaya çıktı. Fakat, Osman’ın iktidarı, onu nihayetsiz bir çölde söndürmeyi becermişti. Eşraf ve sermayedarlar, yoksulların önderi, ezilenlerin koruyucusu Ebuzer’in ölümüyle, bu sınıflar tarafından kendilerini tehdit eden tehlikenin ortadan kalktığını sandılar. Fakat görülen son ekonomik devrimler, Osman’ın rejiminin zafer kazandığını isbat etmektedir. Peki Ebuzer’in toplumculuğuna ne oldu?

     

    Yeni toplumcular diyorlar ki:

     

    Yaşamaya layık olmak için,

     

    Gerek ki sosyalist olsun dünya,

     

    Eşrafiyat, zorbalık ve yağmacılık,

     

    Ma’dum olsun, mahvolsun, yok olsun...

     

    Biz de aynı düşünceyi Ebuzer’in bütün hayatı boyunca açıkça görüyoruz. Eğer sosyalizmin şiarı: “Herkesin kabiliyetine göre ve herkesin işine göre” ise biz bunu, bundan üçyüz yıl evvel Ebuzer’in yiğitçe verdiği, azametli mücadelesinde görüyoruz.” (4)

     

    Bu ve bunun gibi pek çok örnek gösterebileceğimiz Ali Şeriati’nin kitablarında bir de sermayenin yasaklığını vurgulayan ifadelere çokça rastlanmaktadır. (5) Bunun adı ise İslâm’ı sosyalizme yamamaktır. Oysa işin esası, Üstad Necib Fazıl’ın gösterdiği:

     

    “Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

     

    Zaman ve mekân üstü biricik rejim İslâm...” (6)

     

     

     

    KRONİK BİR HASTALIK DAHA:

     

    SAHABÎLERE SAYGISIZLIK

     

    Sahabîler bir yana, Peygamber Efendimiz’in ismini anarken bile hiçbir saygı ifadesine gerek duymayan Ali Şeriati, (7) bütün hastalıklı fikirleri bilindiği hâlde bazı kişi ve kurumlarca bu ümmete lider diye takdim edilmektedir. Ülkemizde de bazı şebekeler sahabî düşmanlığını körüklemekte, özellikle Hz. Muaviye’ye karşı hakaretamiz sözler sarfetmektedirler. Yeri geldikçe bu şebekeleri siz okuyucularımıza ifşâ edecek ve bu şebekelerin yaptıkları akidevî, zihnî ve fikrî tahribatı gözler önüne sereceğiz. (8)

     

    İfâdeleriyle Batılı bir müsteşriki aratmayacak kadar cüretkâr olan Ali Şeriati, bakınız sahabenin büyüklerinden nasıl bahsediyor:

     

    “Bu yönetimin kurucusu (yani, Peygamberimiz – A.C) gittikten sonra Ali’nin yalnızlığı ve siyasî hizipleşme, hilafet binasının temel taşının yanlış konulmasına neden oldu. Ebu Bekir’in, Ömer’i kendisine halife seçmesiyle İslâmî yönetime ikinci darbe de indirilmiş oldu.

     

    Ömer ve Ebu Bekr’in bizzat kendileri bu yanlış harekete neden olmalarına rağmen, İslâm’ın siyasal teşkilatı Rasûl’ün bıraktığı gibi kalmıştı: Basitlik, eşitlik ve servetin bir yerde toplanmasına engel olunarak, âdilce paylaşılması göze çarpıyordu.

     

    Ömer de gidince, yaşlı, sofu ve yönetim için yetersiz bir adam olan Osman hükümeti eline aldı. İslâm hükümeti sarsılmaya başladı, İslâm kanunlarında yapılan değişiklikler o kadar şiddetliydi ki, M....... ’in (Allah Resulü’nün ismini yazmış ancak biz iktibasta dahi olsa yazamazdık - A.C) binası kökten viran oldu. Onun zamanında hilafet, saltanata, İslâmî hâkimiyet kulübesi, Şah’ın sarayına, sadelik şatafatlı teşrifata, Muaviye’nin ve Osman’ın yeme-içme sarayına dönmüştü.” (9)

     

    Ali Şeriati, neticesi Hz. Osman’ın katline kadar giden isyanı (güya) Hz. Ebuzer’in ağzından büyük bir inkılab olarak niteliyor:

     

    “Ebuzer’i, Medine’ye yorgun, bacakları iki yana düşmüş ve kan revan içinde getirdiler. Ali, Osman ve diğer ileri gelenler, Sel dağının eteğinde oturmuştu. Ebuzer uzaktan göründüğünde, Osman’ı görünce bağırdı:

     

    -Medine’ye büyük inkılab ve direnme için müjdeler olsun!

     

    Ebuzer’in müjdesini verdiği inkılab, 35. yılda gerçekleşti. Medine başkaldırdı.” (10)

     

    Bu sözleri Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyenlerin hazmetmesi mümkün müdür? Bundan daha beteri de var. Şu sözlerdeki cüretkârlığa bir bakınız ve bu adamları (yani Ali Şeriati gibilerini) bize âlim diye, mütefekkir diye takdim eden kişilerin ne kadar büyük(!) olduğunu anlayınız:

     

    “Ama mümkün müydü; Osman’ları, Muaviye’leri, Abdurrahman İbn Avf’ları hadisle, âyetle ve konuşmayla doğru yola getirmek? Bu nasıl olabilirdi ki? Allah’ın Resulü, vahiyle silahlı olduğu zaman bile bunu yapamadı. Oysa bunların bizzat kendileri, vahiyle, Kur’ân’la milleti yağma etmişlerdi.” (11)

     

    İşte böyle edebsizce söylenen şu sözlerin müslümanların kalbine hançer gibi saplanmamasına mahal var mı?

     

    Ehl-i Sünnet’e göre sahabînin dindeki yeri ve konumu hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse, sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (Allah hepsinden razı olsun) hilafeti mü’minlerin icmâı ve istişaresi ile sabittir. (12) Fazilet sıralaması da aynıdır. Sahabîlerin sözü bazı şartları olmakla birlikte delildir ve sahabîler âdildir. (13)

     

     

     

    NETİCE

     

    Bu makalede Ali Şeriati örneğinden yola çıkarak yeni yetişen nesil üzerindeki zihin kirlenmesi hadisesine temas etmiş olduk. Beşerî ideolojilerin zihnî olarak boyunduruğu altına girmek, günümüzün sapkın aydınının (!) en büyük hastalığıdır. Bunun yanında kronik bir hastalık haline gelen sahabî düşmanlığı da, zihinleri ifsad etmede büyük bir araç olarak kullanılmaktadır.

     

    Sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) meselesi, Büyük Doğu-İBDA’nın üzerinde önemle durduğu hususlardandır. Zaten bu meselenin anlaşılmaması, İBDA Külliyatı’nda ele alınmış olan “Sır İdraki ve Kader Sırrı” bahislerinin anlaşılmamış olmasındandır. Bu konuyu kapasitemiz çerçevesinde tüm vecheleriyle ele almaya çalışacağız. (14)

     

     

     

    DİPNOTLAR:

     

    1- Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesi’nin Tenkidi III, Kayıhan Yay., İstanbul 1999, s. 8

     

    2- Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, (terc: Hüseyin Hatemî), 3. Baskı, İşaret Yay., İstanbul 1990, s. 21 İktibasın birinci cümlesinde yer alan parantez içindeki “gibi” kelimesi, tercümeyi yapan H. Hatemi tarafından ilave edilmiştir. (Bkz, a.g.e, s. 68, dipnot: 17). Şunu da belirtelim ki, H. Hatemi, Ali Şeriati’nin iktibastaki görüşlerine katılmadığını ifade etmektedir. (Bkz., a.g.e., s. 69, dipnot: 18)

     

    3- Ali Şeriati, a.g.e., s. 42

     

    4- Ali Şeriati, Sosyal Adaletçi ve Devrimci: Ebuzer, (terc: Salih Okur), Söylem Yay., İstanbul 2000, s. 12-13. Aslında bu kitab Abdülhamid Cevdet es Sahhar tarafından yazılmış, Ali Şeriati kitabı Farsçaya tercüme edip, genişletmiştir.

     

    5- Bkz. Ali Şeriati, a.g.e., s. 117

     

    6- Necib Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., 34. Basım, İstanbul 1998, s. 445

     

    7- Bkz. Ali Şeriati, Ebuzer, s. 40-43. Kitabının birinin adı, “M.......’i Tanıyalım”dır.

     

    8- Bu konularla ilgili çalışmalarımız sürmektedir. Yakında yayınlayacağız.

     

    9- Ali Şeriati, a.g.e., s. 10

     

    10- Ali Şeriati, a.g.e., s. 171

     

    11- Ali Şeriati, a.g.e., s. 171-172

     

    12- Geniş bilgi için bkz: Nureddin es Sabuni, el-Bidaye fi Usuluddin (Maturidiyye Akaidi), (terc: Bekir Topaloğlu), Diyanet Yay., Ankara 1998, s. 120-123; Ahmed İbn-i Muhammed Emin, Amentü Şerhi-Ferâidü’l Fevaid fî Beyani’l Akaid, (Halebi Sağir Tercemesi, Bâbâdâğî’nin kenarında), Dersaadet 1306, Şirket-i Sahafiyye-i Osmaniyye Matbaası, s. 129 vd. Birinci kitab Nureddin es Sabunî Hazretlerinin yazmış olduğu Maturidiyye Akaidi’ne dair muteber kitablardandır. Bu kitabı, B. Topaloğlu, son derece titiz bir şekilde tercüme etmiş, notlandırmış, kitabın baş tarafına müellifin hayatını yazmış ve kitabla ilgili geniş bilgi vererek Arabça ve Türkçe metinlerini birlikte yayınlamıştır. Ulaşılması kolay olması bakımından istifade edilebilir. İkinci kitab ise Osmanlıcadır.

     

    13- Tabiî buradaki “adalet”in farklı mânâları vardır. Bu çok geniş olduğu için başka bir makaleye havale ediyoruz. Geniş bilgi için bkz: Hasan Karakaya, Fıkıh Usûlü, Buruc Yay., İstanbul 1998, s. 113-122

     

    14- Topluluk hakikati bakımından sahabeler kadrosunu ele alan ifadeler için bkz: Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği -Kurtuluş Yolu-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul, s. 61-68; Sır İdraki bahsiyle alâkalı olarak bkz: Kültür Davamız -Temel Meseleler-, 3 Basım, İBDA Yay, İstanbul 1993, s. 97-102; Bütün Fikrin Gerekliliği -İktidar, Siyaset, Hareket-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul 1990, s. 126-128; Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı -Peygamber Halkası-, İBDA Yay., İstanbul 1994.

     

     

     

    http://www.geocities.com/abdulkadircoskunupto/makcoskun4.htm


  3. FARKLI BİR SİYER ÇALIŞMASI:

    ÇÖLE İNEN NUR

    Osman AKYILDIZ

    [email protected]

     

    “Sofra... Etrafında Allah Resûllerinin dizildiği sofra... Ve bu sofrada başköşe... Sen!

    İnsanın hakikati... Sır... Kâinatın en çetin sırrı... Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık, son haddine ulaşır. Onun hakikatinde, mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz. O da sen!

    Yaradan... Ve onun en güzel eseri... Zâtiyle tek olan Yaratıcı’nın koskoca insan ehrâmında ve en yüksek noktada halkettiği insan... Sen!”(1)

     

    “Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!..

    Sen, en ileri rütbe; Allahın Sevgilisi olmak mertebesi!..

    Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..”(2)

     

    “Ey tek katresinin hacminde bir umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havuzu’nun sahibi!

    Ey ufuk; insanoğlunun ufku!..

    Sende bizim gibi bir insansın! Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

    Öyleyse hangi mânâsiyle olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz… Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu...”(3)

    “Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni solmayan biricik renk!”(4)

    “O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktır.

    İşte O...

    O kadar evvel ve o kadar üstün...

    Bir arada sebep ve netice...

    O Kİ, VARLIK O YÜZDEN...”(5)

     

    Bu satırların yazarı size yabancı gelmese gerek. Kendi Peygamberinin adını söylerken O’na salât u selâm getirmeden telaffuz eden, dinine batılı müsteşrikler gibi bakan ilim hamallarının aksine edebinden Peygamberinin adını bile yazmaktan hayâ eden, bin bir ihtiram ve saygıyla ifadelerini yazan bir Hak aşığıdır O... Bu yazarın adı Üstad Necib Fazıl’dır.

    Osmanlı sonrası fikirsiz, çilesiz, ızdırabsız kalan müslümanlara çile çekmenin, ızdırab duymanın ve belli bir dünya görüşü çerçevesinde fikir sahibi olmanın gerekliliğini, ne olduğunu ve nasılını müslümanlara gösteren, öğreten ender şahsiyet... O kadar çile ve ıztırab sahibiydi ki O, dâvânın ateşi kendisini uyutmuyor, durmadan, dinlemeden üretiyordu. O, İslâm dâvâsı uğruna pek çok “gazete köşesi fikirciliği” yapanların aksine şehir şehir, kasaba kasaba gezerek dâvâyı şuurlaştırdı. Her gurup, her cemaat ve cemiyetle görüştü, yayın organlarında yazılar yazdı, sürü psikolojisiyle hareket eden müslümanların zihinlerine fikir sahibi olmak gerektiğini ve bunun neticesinde “gerekeni gerektiği yerde yapmak gerektiğini” nakşetmek için çırpındı, gayret etti, yırtındı âdetâ...

    O’nun kitabından naklettiğimiz Peygamber sevgisini ve aşkını terennüm ettiği ifadelerinin modernist zehire kapılmış müslümanlar için hiçbir şey ifade etmediği ortada. Zîra modernist müslüman Peygamberine aşkla bağlanmıyor, O’nu sadece bir “postacı” olarak görüyor. Modernist, ilimsiz fakat samimi bir müslümanın alnını secde-i Rahmân’a dayadığı gibi secdeye dayayamıyor. Modernist, okuduklarını ve bildiklerini boğazından aşağı geçiremiyor, aklın pençesi kendisini kıstırmış ve aklı akılla iptal edemiyor. Dolayısıyla da îmân suretâ kalıyor, içselleştiremiyor imânı... Bu noktada Üstad Necib Fazıl’a kulak verelim:

    “İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl dâvasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gâyesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi...”(6)

    “O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar...” (7)

    “Gözümün gördüğü, elimin tuttuğu, kulağımın işittiği, burnumun kokladığı ve dilimin tattığı şeylerden hiçbirine, bunların kontrolüne inanmayabilirim de, yalnız O’na inanırım.”(8)

    Yukarıdaki satırların yazarı Üstad Necib Fazıl, batıcı bir hayat yaşarken Nakşî Büyüklerinden Abdülhakim Arvâsî Hazretleriyle tanıştıktan sonra âdetâ çarpılıyor, ardından Üstâdının bereketiyle onlarca kitap te’lif ediyor. Bu yazıda onun, diğer siyer çalışmalarından çok farklı bir tarz ve üslûpla kaleme aldığı “Çöle İnen Nur” isimli eserini tanıtmaya çalışacağız.

     

    İlim Değil San’at Eseri

    Eserin keyfiyeti hususunda Üstad Necip Fazıl, eserinin hemen başında kitabının bir ilim değil, san’at eseri olduğunu özellikle vurguluyor. Tabiî ki san’at eseri olması ilimden yoksun ve mesnedsiz olduğu anlamına gelmiyor. İslâm âlimleri tarih boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatıyla ilgili eserler kaleme almışlar, tek tek nakillerini sahih kaynaklardan göstermişlerdir. Şüphesiz ki ilmî siyer kitapları, yani hadislerin, haberlerin, rivayetlerinin kaynaklarının gösterildiği siyer çalışmalarının da kendi içinde bir değeri var ve yayınlanmaları gerekiyor da... Ancak günümüzde Allah Resulü’nün hayatını belli bir fikre muhatap olarak, o’nun hayatını bir dünya görüşü projesinin ana merkezine koymak, bunun fikri örgüsünü kuran eserler çıkarmak ise ayrı bir kıymet. İşte Necib Fazıl’ın eseri bu dediklerimizi yaptığı için değerli. Eserin üslûp ve tarzıyla ilgili Üstad Necib Fazıl’a kulak verelim:

    “Tefsir, hadis, siyer ve nakil olarak en emin kaynaklardan devşirili ve kaynaklarını tek tek göstermek tasasından uzak bu eser, “Başlangıç” yazısında da belirtildiği gibi, sadece iman sahiplerine hitap edici, hiçbir aklî teftiş, tesbit ve isbat gayretine düşmeyişi, mutlak “doğru” üzerine hissî ve teessürî bir çatı kurucu ve eğer bir kıymeti varsa onu bu noktada toplayıcı bir denemedir, ve akla verdiği pay, onu bazı noktalarda yine akılla iptal etmekten ibarettir. Bu bir ilim değil, san’at eseridir ve ilmin içini ve dışını tahkik selâhiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş san’at tavriyle sokulmakta başka çare yoktur.”(9)

    “Ben bir şairim...

    San’ata, yalnız Allahı aramak, onun mahrem ülkesi meçhûller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyalarının takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda “mutlak hakikat”ten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

    ─ Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı!”(10)

     

    Peygamber Stratejisi

    Üstad Necib Fazıl’ın eserinde ele aldığı konuların en önemlilerinden birisi hiç şüphesiz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in vahiy ışığında yürüttüğü strateji meselesidir. Günümüzde modernizmin pençesine kapılmış kişilerin yanı sıra bazı medrese kökenli âlimlerin bile Peygamberimizin hayatını kaba hatlarla ikiye ayırarak Tebliğ dönemi ve savaş dönemi olarak isimlendirdiklerini üzülerek müşahade ediyoruz. Bu ayrımdan yola çıkarak bazıları devlet olmadan savaş yapılmayacağını, kâfirler müslüman ülkeleri işgal etseler bile onlara silahlı direnişle mukabele yapılmayacağı zırvalarını öne sürerek ilmin şerefini ayaklar altına almakta ve seleflerinin bıraktığı mirasa ihanet etmektedir. Hatta bazı nasipsizler daha da ileri giderek düşmana karşı bedenlerini feda eden, dinlerini, vatanlarını ve namuslarını müdafaa eden mücahidlerin yaptıkları eylemin haram olduğunu bile iddia etmektedirler.(11) Bir Nakşi Şeyhi görünümünde olan bu nasipsizlerden biri Beyaz Sarayda Bush’un koluna girerek “Irak’a tasavvufla girin” bile diyebilmiştir. Yani demek istediği “Bizi oraya gönderin, biz halkı afyonlayalım, sizde rahat rahat işgal edin” demektir.

    Artık din tüm yönleriyle inmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) neyin ne şekilde yapılacağını ümmete öğretmiştir. Cihad yapabilen cihad eder, yapamayan ise maddî ve mânevî olarak yardım eder. Meselenin özü budur. Şimdi stratejik düşünce ve aksiyondan mahrum kişilere karşı Üstad Necib Fazıl’ın konuyla ilgili ifadelerini aktaralım:

    “Resûl olmuşlar ve etraflarını uyandırmak emrini almışlardır; fakat bu emri, insanları tek tek avlayarak yerine getirmektedirler. Henüz cemiyetin açık mücadele meydanına çıkıp, küfürdekilere alenî tebliğ devresine girmemişlerdir.

    Hiçbir şey gizli değil, bütün dâvâ ortada; amma herşey kendi içinde oluyor, gelişiyor; bir bütün halinde dışarıya huruç hareketi yapamıyor ve büyük sirayet teşebbüsüne girişemiyor. Öyleyse, henüz içine doğru bir oluş, dışına doğru değil... Ve bir siper arkasında hazırlık, bir meydan okuyuş değil...” (12)

    “Yani Allah Resulü ve kutlu Sahabîleri İslâm’ı taviz vermeksizin yaşıyorlar ve ileriki huruç hareketine hazırlanıyorlardı. Nitekim ileride Medine’de Benî Kaynuka Kabilesi’nden bir yahudi müslüman bir hanımın örtüsünü açıp alay edecek ve Allah Resûlü bunu savaş sebebi sayacaktır ve bütün yahudileri sürecektir.” (13)

    “Yine Beni Kurayza yahudilerinin müslümanlara ihanet etmelerinin ardından bütün malları ganimet, kadınları ve çocukları esir alınacak, bütün erkekleri öldürülecektir.” (14)

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 700 tane Benî Kurayzalı yahudi öldürtmesi, suikastlar düzenleyerek Ka’b bin Eşref isimli şairi vurdurması gibi olaylar moden zamanların müslümanlarınca nasıl değerlendirilecektir.

     

    Sahabe Hakkında İtikadımız

    Günümüzde, yaygın bir hastalık haline gelen sahabîlerin hukukuna riayetsizlik ve Ehl-i Sünnet’in bu konudaki inancını baltalamaya yönelik çalışmalar çoğalmıştır. Bu öyle bir haldir ki tasavvuf guruplarında bile bazı Şeyh (!)lerin kitaplarında Hz. Muâviye (RA) ile Hz. Ali arasındaki ihtilafı gündeme getirerek Hz. Muaviye (RA)’ye “zalim, fasık, düzembaz” hatta “kâfir” gibi küçültücü ifadeler kullanıldığını görüyoruz. Burada okuyucularımızı bir konuda uyarmak istiyoruz: “Ali”, “Hüseyin”ve “Ebuzer” gibi İran yapımı filimlerde Sahâbîlerin bir kısmına buğuz ediliyor ve halkımızın sahabe hakkındaki inancı bozulmaya çalışılıyor. Muhterem okuyucularımız bu filimlerin içeriğinden habersiz olup satan kitabevlerini uyarmalı, bu filimleri seyredmekten ailesini ve tanıdıklarını men etmelidir.

    Sahâbîler konusundaki itikadımızı Üstad Necib Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

    “O’ndan ve Sahâbîlerden emin el ve dille ne geliyorsa doğrudur”(15)

    “Böyleyken ortaya bir Muaviye meselesi çıkarıp bu sahâbîye ağız dolusu söven, lanet okuyan sonrada müslümanlık taslayan ve tesellisini Hz. Ali’den yana olmakta bulan bedbahtlara ne demeli?

    Bunlar, hiçbir inceliğe, sır idrakıne ve ölçü hikmetine ruhları yatmayan, şeytan oyuncağı kafalardır. Allah Resulünün bu kadar açık ve aydınlık emri altında Muaviye kini güdenleri bizzat Kâinatın Efendisi ve O’nun sevgili ruh ve madde vârisi Ali ne düşünür diye en küçük nefs murakabesine girişmeksizin, güya Peygamber Evini ve Neslini koruma gayretiyle atıp tutanlar. Bilmezler ki, kalplerindeki «Suret-i Hak» perdesini idare den bizzat şeytandır” (16)

     

    Netice

    Tam anlamıyla bir aşk kitabı olan “Çöle İnen Nur”u gönüllerimizi nurlandırmak için okumalı, çocuklarımıza, yakınlarımıza da okutmalıyız. Özellikle Ehl-i Sünnet anlayışına günümüzdeki en önde temsilcilerinden Muhterem Mahmut Ustaosmanoğlu Hazretleri’nin sevenlerine bu kitabı tavsiye ediyoruz.

     

    DİPNOTLAR:

     

    1) Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2004 (29. Basım, s. 9

    2) Kısakürek, s. 12

    3) Kısakürek, s. 14

    4) Kısakürek, s. 18

    5) Kısakürek, s. 28 (Vurgu müellife ait)

    6) Kısakürek, s. 11

    7) Kısakürek, s. 16

    8) Kısakürek, s. 75- 76

    9) Kısakürek, s. 8.

    10) Kısakürek, s. 12

    11) Bu konuyla ilgili olarak Hüseyin Avni Hocaefendi’nin Beklenen İrşad dergisinde yayımlanan “İntihar mı, İstişhad mı?” (sayı: 10, Temmuz 2004, s. 4-9) adlı yazısına bakılabilir.

    12) Kısakürek, s. 169

    13) Kısakürek, s. 312-313

    14) Kısakürek, s. 376-377

    15) Kısakürek, s. 75

    16) Kısakürek, s. 477

     

     

    (Yeni Furkan, Mart 2006, Sayı: 2)


  4. Adamda ne beyin ne tip nede iman var

     

    KONUYLA İLGİLİ BİR İLİM ADAMININ KALEMİNDEN İLGİ ÇEKİCİ BİR YAZI

     

    İKİ "HAMİDULLAH TENKİDİ" HAKKINDA MÜLAHAZALAR

     

    Ebubekir SİFİL

     

     

    Giriş

     

     

    Hayatın temeli itikattır. Biz farkında olalım ya da olmayalım, sadece ibadet hayatımızda değil, kişiliğimizde, davranışlarımızda ve her türlü eylemimizde itikadî kabullerimizin derin etkisi vardır.

     

     

    Mesele ahiretteki encamımız olduğunda ise, itikadî kabullerimizin önemi her şeyin üstüne çıkıyor. Zira oradaki hayat ebedî ve o hayatta sonsuz hüsran veya sonsuz mutluluk seçeneklerinden hangisinin bizi beklediğine bu dünyadaki itikadî tercihlerimizle karar veriyoruz.

     

     

    Mesele, en genel çerçevesiyle "Müslüman oldum" demekle bitmiyor. İslam dairesi içine girmenin bu ilk ve en önemli adımından sonra, özellikle günümüz Müslümanları bakımından son derece önemli bir ikinci husus çıkıyor karşımıza: Birden fazla "İslam telakkisi" arasından hangisini tercih edeceğiz?

     

     

    Erken dönemlerin itikadî fırkaları arasında uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren "hayatta kalma" ve "hayata hakim olma" mücadelesi sonunda ilahî irade, Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabının yaşadığı İslam'ı temsil ve müdafaa eden Ehl-i Sünnet çizginin Ümmet-i Muhammed'in büyük çoğunluğunun istikameti olarak yerini sağlamlaştırması ş eklinde tecelli etti.

     

     

    Ancak gerek kadim itikadî tartışmaların günümüze değin varlığını sürdüren uzantıları, gerekse modern dönemin ürettiği kendine özgü kimi duruşlar, Ehl-i Sünnet çizgiyi benimseyen bizlerin, bu saf itikadı ifade noktasında yeni sorumlulukların muhatabı olduğumuzu vurguluyor. Hamidullah hocanın vefatının ardından ülkemizde yeniden canlanan birtakım tartışmalar, bu söylediğimizin en son ve somut örneğini oluşturuyor.

     

     

    Hamidullah hoca merkezli tartışmalarda iki tavır dikkat çekiyor. İlki, onun tartışılan kimi görüşlerini "ilmî tercihler" olarak değerlendiriyor; diğeri ise bunları itikadî birer "sapma" olarak ele alıyor.

     

     

    Onun görüşleri arasında itikadî boyuta taalluk eden önemli kırılma noktaları olduğunu, aşağıdaki tenkitler meyanında okuyacaksınız. Ama Hamidullah hocayı bu görüşleri sebebiyle İslam dairesi dışına atmanın da, tekfir konusunda son derece teenniyle hareket eden Ehl-i Sünnet ulemaya ittibaen bir kere daha gözden geçirilmesi gereken bir tavır olduğunu düşünüyorum.

     

     

    Türkçe, Arapça, Farsça, Urduca, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha birçok dilde 50 kadar telif, 300 civarında makale, ansiklopedi maddeleri ve birçok kitabın edisyon kritiğine imza atmış velut bir araştırmacı olan Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'ın birçok görüşünün, henüz hayattayken ülkemizde eleştiri konusu olduğunu biliyoruz.

     

     

    Hamidullah eleştirileri arasında Sadreddin Yüksel hoca ve merhum Üstad Necip Fazıl'ın yazdıklarının ayrı bir yeri var. Bu yazıda, kendilerine sık sık atıf yapıldığı halde –görebildiğim kadarıyla– şimdiye değin üzerinde ciddi bir şekilde durulmamış olan bu tenkitleri "hakkaniyet" ölçülerinden ayrılmamaya özen göstererek ele almaya çalışacağım.

     

     

    Maksada geçmeden önce bir-iki noktanın altını çizme ihtiyacı hissediyorum. İsmet, peygamberlere (hepsine salat ve selam olsun) mahsus bir sıfattır ve onlar dışında hiçbir beşer hatadan masun değildir. Bu çerçevede Hamidullah hocanın hata yapmış olması da tabiidir. Ancak kendisine yöneltilen eleştirilerde gündeme getirilen hususların, maddi hatalar olmaktan çok, itikadî sahaya taalluk ettiği dikkat çekiyor. Hamiyet-i diniyye ile kaleme alınmış, halkımızın yanlışa sevk edilmesini engelleme ve muhataplarını ikaz maksadına matuf, son derece isabetli hususlar içeren bu eleştirilerin bizzat Hamidullah hocanın da dikkatinden kaçmadığını düşünebiliriz. Ancak bu eleştirilere nasıl bir mukabelede bulunduğu hakkında şahsen ben malumat sahibi değilim.

     

     

    Öte yandan, Hamidullah'ın, gerek ülkemizde eleştiri konusu olan görüşlerinin, gerekse başka düşüncelerinin ülkemiz dışında ne tür tepkilerle karşılaştığı hakkında şimdiye kadar herhangi bir veriye sahip olamayışımızın da normal kabul edilemeyeceğini düşünüyorum. En azından onun çalışmalarını yakından izleyen ve eserlerini dilimize aktaran –ve şimdi her biri saygın birer ilim adamı olan– öğrencilerinin bu ilmî görevi şu veya bu ölçüde yerine getirmiş olmaları beklenirdi...

     

     

    Yukarıda mezkûr iki eleştirinin mahiyeti üzerinde aşağıda ayrıntılı olarak duracağım. Ancak burada son bir nokta olarak şunu belirtmeliyim ki, günümüzde ortaya –hatasıyla sevabıyla– sağlıklı bir Hamidullah portresi çıkarabilmek için bu iki eleştiriden daha fazlasına ihtiyaç bulunduğu açık. Zira bu eleştirilerin, Hamidullah'ın dilimize çevrilmiş olan eserlerinden sadece ikisini bahse konu etmiş olması, kaleme alındıkları 80'li yılların başlarından bu yana Hamidullah'ın (görüşleri arasında bütünlüğü yakalamamıza yardım edecek unsurlar içeren) başka eserlerinin dilimize kavuşturulmuş bulunması, mezkûr eserlerin de yeni baskılarının yapılmış olması, "update" edilmiş, daha kapsamlı bir "Hamidullah çalışması"nın bir ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor...

     

     

    Daha önce kaleme aldığım birkaç yazıda Hamidullah hoca hakkında muhterem Sadreddin Yüksel hoca ve merhum Üstat Necip Fazıl tarafından kaleme alınmış eleştirilerden bir kısmı hakkında bazı şeyler söylemiştim.[1] Burada tekrara düşmemek için bu hususlara dönmeyeceğim. Ancak şunu özellikle belirtme ihtiyacı hissediyorum: Tıpkı o yazılarda olduğu gibi burada da niyetim ne Hamidullah'ı göklere çıkarıp hakkındaki eleştirileri gözden düşürmek, ne de tersini yapmak. Bir tek maksadım var: Hakk'ın ortaya çıkarılması. Başta da belirttiğim gibi, Hamidullah hoca "masum" olmadığı gibi, ona eleştiri yönelten saygın isimler ve bu satırların yazarı da öyle. Elbette hepimiz hatayla malul insanlarız. Önemli olan, doğruları ve yanlışları, Allah Teala'yı razı, Resulü'nü (s.a.v) memnun edecek tarzda ortaya koymaktır. Hamidullah hocaya karşı "özel" bir muhabbet ya da kin duyuyor değilim. Buna mukabil peşinen söyleyeyim ki, gerek Üstat Necip Fazıl merhum, gerekse Sadreddin Yüksel hocaya karşı derin ihtiram ve muhabbet duyduğumu açıkça belirtmekte bir sakınca görmüyorum. Dolayısıyla bu yazının,"ilmî emanet" duygusuyla, ama "içeriden" yapılmış bir tahlil denemesi olarak okunması temel arzumdur...

     

     

    1. Üstat Necip Fazıl merhumun eleştirileri

     

     

    Sadreddin Yüksel hoca tarafından da eleştiri konusu yapılmış olanları –aşağıda ayrıca ele alınacağı için– ayıracak olursak, Necip Fazıl merhumun söyledikleri, Hamidullah'ın, 1) İslam'ın orta seviyeyi tutturucu bir din olduğunu ileri sürmesi, 2) Efendimiz (s.a.v)'in Hristiyanlar'dan din bilgisi aldığını söylemesi, 3) Nebiliğini toprak üstü sebeplere bağlaması, 4) Rahip Bahira vakasında "istihfaf mevzuu 9 yaşında bir çocuğun simasında nebilik alameti bulunamayacağını ve buna inanmanın "safdillik" olduğunu söylemesi, 5) Efendimiz (s.a.v)'i "düztaban" diye vasfetmesi, 6) vahiy anındaki esrarlı tecellileri "onların ifadesine göre" kaydıyla kendi kanaatinden uzakta tutması ve bu üslupla şüpheli göstermesi, 7) bir tecellinin şeytanî mi, melekî mi olduğunu tahkik mevzuunda "melekse çekilir gider, şeytansa kalır ve seyreder" gibilerden ilk zevceleri mübarek Hazret-i Hatice ile aralarında edep dışı sahneler ima etmesi, 8) Buda'yı peygamber sayması, 9) ilk müslümanları şahsî yakınlık ve menfaat sebebiyle imana gelmiş farz etmesi, 10) Şakku'l-Kamer vesilesiyle mucizeyi bıyık altından alaya alması ve kendisini dışarıda bırakıcı şekilde nakillere bağlaması, 11) Efendimiz (s.a.v)'in bazı mü'minlere mucizelerinden ziyade menfaat teminiyle tesir ettiğini söylemesi, 12) Mirac'ı ruhî bir hal sayması; bu mucizenin ruh-beden birlikte gerçekleştiğinin söylenmesini Allah Teala'ya mekân tayin etmiş olmak gibi göstermesi (bkz. Türkiye'nin Manzarası, 137 vd.) şeklindeki tenkitlerden oluşuyor.

     

     

    Anlaşıldığı kadarıyla Üstad merhumun bu tenkitleri, Hamidullah'ın İslam Peygamberi isimli kitabındaki ifadelere yöneliktir. Ancak bu eserin benim elimdeki baskısının (Prof. Dr. Salih Tuğ çevirisi, İrfan yay. İst-2001, I-II) önsözünden anlaşıldığına göre, ilk baskılardaki bir kısım yerler bu baskıda müellif tarafından "ıslah" edilmiş. Ayrıca İslam Peygamberi'nin çevirisinin şöyle ilginç bir hikâyesi de var: İlk cildi, Sait Mutlu tercümesi olarak 1966, 1969 ve 1972 yıllarında üç baskı yapmış. İkinci ciltise, Sait Mutlu ve Salih Tuğ tarafından müştereken çevrilerek 1969'da basılmış; 1972 ve 1980 yıllarında ikinci ve üçüncü baskısı yapılmış. Ardından Prof. Dr. Salih Tuğ, her iki cildi tek başına çevirmiş ve bu ciltler 1990 ve 2001 yıllarında iki baskı yapmış.

     

     

    Bu serüven boyunca eserin bir taraftan da Hamidullah tarafından gözden geçirildiği düşünüldüğünde, gerek merhum Üstat tarafından, gerekse Sadreddin Yüksel hoca tarafından eleştirilen kimi hususların 2001 tarihli son baskıda yer almıyor oluşunu şöyle açıklayabiliriz:

     

     

    1. Ya müellif bu hususların bir kısmını veya tümünü –eleştirileri haklı bularak– eserinden çıkarmış yahut düzeltmiştir.

     

     

    2. Veya önceki baskılarda bu hususlar hatalı olarak çevrilmiş ve son baskıda Salih Tuğ hoca tarafından düzeltilmiştir.

     

     

    3. Yahut da son baskıların mütercimi olan Salih Tuğ hoca bu eleştirileri dikkate alarak tercümede bir kısım "ıslahat" yapmıştır.

     

     

    Merhum Üstat tarafından gündeme getirilen mezkûr tenkitlere –aynı sırayla– gelecek olursak:

     

     

    1) Tenkit edilen hususla örtüşen –bulabildiğim– tek cümle şu: "Mutlak kötü insan" gibi "mutlak iyi insan", beşer topluluğunda ancak nâdir istisnalardır ve ekseriyet, "vasat insan" tabakasında toplanmıştır. Muhammed A.S.S., kendisini, insanlar arasındaki "melek" tabiatlılarla sınırlandırmamıştır: Onun tebliği esas itibariyle insanların büyük ekseriyetini teşkil eden vasat, ortalama insana hitap etmektedir. Kur'an'daki bir ayette yer alan ifâdeye göre insanın peşinde koşacağı asıl şey: "... Bu Dünyada ve Âhirette iyilik, güzellik..." olmalıdır." (I, 5)

     

     

    Kanaatime göre –eğer Üstat merhumun kasdettiği bu cümlelerse–, buradan, Nebevî tebliğin, "aklî kapasite ve kabiliyet" olarak "vasat insan"ı hedeflediği anlamını çıkarmak mümkün görünmüyor. Zira Hamidullah, "kapasite ve kabiliyet" olarak "vasat insan"ı değil, "mutlak iyi ve mutlak kötü" arasındaki "vasat insan"ı kastediyor.

     

     

    2) Hamidullah'ın ifadesi: "Muhammed A.S.S., ne Avrupa'yı, ne de Katolikliği tanımış değildi; o sadece Bizans hâkimiyeti altındaki Suriye'nin doğrudan doğruya İncil metnine bağlı Araplarıyla bir temasa sahip olmuştu. İşte bu temaslar sayesindedir ki kendisi, Hıristiyanlık nas'ları ile ilgili unsurları herhalde görmüş bilmiş olabilir." (I, 14)

     

     

    Efendimiz (s.a.v)'in ticaret için yaptığı seyahatler esnasında –insanın çevresiyle kurduğu günlük normal iletişim ortamı içinde– pek çok kimseden duyduğu pek çok şey zımnında Hristiyanlar'la da ticarî alış-verişte bulunmuş ve onlardan Hristiyanlık hakkında bazı şeyler duymuş olmasını "bir ihtimal" olarak görmenin, Efendimiz (s.a.v)'in vahiy kanalıyla "mutlak bilgi"ye ulaşmasına aykırı bir yanı olduğunu düşünebilir miyiz, bilemiyorum. Burada önemli olan, bu "ihtimal"in gerçekleşip gerçekleşmediğinin ve eğer gerçekleşmişse vahiyle örtüşüp örtüşmediğinin ve nihayet vahyin tasdikinden geçmeksizin Efendimiz (s.a.v)'in bu bilgilere mübarek hayatının herhangi bir safhasında bir "gerçek" telakkisiyle itibar ve itimat ettiğinin Hamidullah tarafından söylenip söylenmediğinin tesbitidir.

     

     

    3) Bu muğlak ifade ile Hamidullah'ın hangi sözünün kastedildiğinin noktasal olarak tesbiti hayli zor. Bununla birlikte Üstat merhumun verdiği sayfa numaralarında ele alınan konulara baktığımızda, İslam öncesi dönemde dünyada, Arabistan yarımadası çevresinde ve bizzat Arabistan'da genel dinî-siyasî durum, Araplar hakkında kültürel, antropolojik ve sosyolojik tahliller, tebliğin merkezi olarak seçilen Mekke'nin özellikleri vs. gibi hususların mevcudiyeti göze çarpıyor. Bu konularda Hamidullah'ın yaptığı incelemelerde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Nebiliğini, nebiliğinin meydana gelişini basit dünya saiklerine ve toprak üstü sebeplere" bağlamak anlamına gelebilecek herhangi bir hususu ben tesbit edemedim.

     

     

    4) Rahip Bahira olayı hakkında Hamidullah şunları söylüyor: "Batılı müsteşriklerden Casanova, bize şu bilgiyi vermektedir: Anlatmakta olduğumuz bu devirde Hıristiyanlar ve hattâ muhtemelen Yahudiler, sabırsızlık içinde bir peygamberin, bir Mesîh'in, diğer bir ifâde ile Tesellî eden sonuncu bir Rûh'ul Kuds (Consolateur) gelmesini sabırsızlık içinde beklemekteydiler. Râhib Bahîrâ, misafirlerine diğer konular arasında bu inanıştan bahsetmiş olabilir. Ancak dokuz yaşındaki bir çocuğun, hassaten o devirde horlanan Bedevîler arasında görülen bir çocuğun yüz ifâdelerinden müstakbel Rasûl'ü Hıristiyan bir râhibin tanıyıp çıkarabileceğini sanmak safdillilik olacaktır. Aynı şekilde râhibin sözlerinin dokuz yaşında bir çocuğun rûhunda bu sıfatı benimseyip kabullenme gibi bir ümid ve hırsı filizlendireceğini düşünmek boştur." (I, 47-8)

     

     

    Hamidullah'ın, yukarıdaki sözleri arasına düştüğü bir dipnottan da net olarak anlaşılacağı gibi, birtakım müsteşrikler, Rahip Bahîra'nın, o zaman 9 yaşlarında bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'i "geleceğin peygamberi" olarak teşhis ettiğini ve kendisine birtakım telkinlerde bulunduğunu, hatta bu olay vesilesiyle Bahîra'nın "Kur'an'ın gerçek müellifi" olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

     

     

    Bu iddianın çürütülmesinin yolu, elbette Rahip Bahîra'nın, Efendimiz (s.a.v)'de gördüğü harikulade halleri tasvir eden nakillerin inkâr ve tekzibi değildir. Ancak Hamidullah hocanın burada, bu çirkin iddiayı geçersiz kılmak için, –hem de kendisiyle çelişme pahasına– bu vakayı inkârı tercih etmesi kabul edilemez. İslam Peygamberi adlı eserini Kur'an ayetleri ve Hadisler kadar –hatta onlardan daha fazla olarak– Siyer ve Tarih malzemesi üzerinde şekillendirmiş, Hz. Peygamber (s.a.v)'de, doğumundan itibaren bütün çocukluk hayatı boyunca görülen olağanüstülükleri herhangi bir komplekse kapılmadan zikretmiş olan Hamidullah'ın üslubunun, bu hadisede kendisinden bekleneni vermektense vakıayı inkâr gibi bir zaafa düşmesi, kendisi adına talihsizlik olmuştur.

     

     

    5) Hamidullah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'i "düztaban" olarak tavsif ettiğine dair herhangi bir ifadesine, İslam Peygamberi'nin elimdeki baskısında rastlayamadım. Bulabildiğim tek ifade, et-Tirmizî'nin Şemâil'i ile el-Belâzûrî ve İbn Sa'd'dan yapılan bir nakilden ibaret ve şöyle: "Geniş alınlı, başı iri, kaşları, burnunun üst hizasında birbirine kavuşacak şekilde yay şeklindeydi; karın kısmı, göğüs hizasını aşmayacak şekilde sıkı ve adalî idi, bedeni tam olarak kıldan ârî idi. Saçları ne kıvırcık, ne de düzdü. El ayaları dolgun, yere bastığında bir teviye (biteviye?) ve düzgün bir iz bırakacak şekilde ayak tabanları bir çukurluk arzetmiyordu..." (I, 61)

     

     

    Burada Hamidullah tarafından gösterilen kaynaklarda ve daha başka eserlerde, (yukarıdaki anlatıma aykırılık teşkil eden diğer bazı hususlar yanında) ayak altında bulunan ve ayak yere basıldığında, yere temas etmediği için yerde iz bırakmayan içe doğru kavisli çukuru (ki düztabanlarda bu çukur olmaz, ayak yere basıldığında ayağın tamamının izi çıkar) anlatmak üzere Efendimiz (s.a.v) "humsân (veya hamsân)u'l-ahmesayn" (tabanlarındaki çukurluklar belirgindi) şeklinde tavsif edildiği halde, "acaba Hamidullah mı bu ifadeyi yanlış anladı, yoksa tercümede mi bir problem var?" diye sormadan edemiyor insan. Eğer tercümede bir problem yoksa şunu söylemek zorundayız: Muhtemelen Hamidullah hoca bu ifadeyi yanlış anlamıştır.

     

     

    6) Vahiy anındaki esrarlı tecelliler hakkında Hamidullah, Üstat merhumun değindiği ifadenin öncesinde şöyle der: "İlk vahy'in bu şekilde gelişi, diğer bir ifadeyle melek aracılığıyla ilâhî ilhâmın gerçekleşmesi esnasında bu olaya şehâdet edecek etrafta kimse yoktu, fakat daha sonraları, aynı olay tekrar vukû bulduğunda bunun birçok da şâhitleri olmuştur; zira ilkini takip eden 23 yıl boyunca, kendisine inanan kimselerden az olsun çok olsun birçok kimse ara sıra bu vâkı'aya şâhitlik edebilmiştir.Vahy'in oluşma tarzı ve şekli konusunda bizzat Resûlullah ve hattâ olayın göz şâhitleri onun arkadaşları (sahâbe, tekil: sahâbî) tarafından anlatılanlar vardır. Resûlullah etrafındakilere şöyle diyordu:..." Burada Hamidullah, el-Buhârî'den ve Ahmed b. Hanbel'den birer merfu hadis naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: "Sahâbî'leri de kendi bakımlarından, kendi kabiliyet ve durumlarına göre bazı gözlemlere sahip olmuşlardır: bunlara göre ona vahiy geldiğinde..." (I, 75)

     

     

    Burada Hamidullah'ın, vahyin inişi esnasında Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaşadığı olağanüstü hali önce iki merfu hadis ile bizzat Nebevî tasvirler olarak nakletmiş, ardından da vahyin inişine şahit olan sahabîlerin ağzından nakledilen pek çok gözleme yer vermiştir. Sonuç olarak Üstat merhumun, Hamidullah'ın, vahyin inişinde yaşanan halleri "kendi kanaatinden uzakta" tuttuğu ve bu olayları şüpheli gösterecek bir üslup kullandığı yolundaki tesbitlerini doğrulayacak bir ifadesi –en azından benim kullandığım nüshada– mevcut değil.

     

     

    7) Hz. Peygamber (s.a.v), Cebrail (a.s)'ın kendisine ilk göründüğü zamanlarda, gördüğü varlığın kimlik ve maksadı hakkında kesin bir kanaate sahip değildir. Hatta durumu Varaka b. Nevfel'e danışmış, o da, gördüğü varlığın, Hz. Musa (a.s)'a gelen "Namus-u Ekber" (Cebrail a.s) olduğunu müjdelemişti. Hamidullah bu olayı naklettikten sonra İbn Hişâm ve İbnu'l-Cevzî'den naklen şu olayı aktarmıştır: "Hadîce, Resûlullah'a şöyle dedi: "Meleği gördüğün zaman bana haber ver!" O ise, "İşte şurada" dediğinde, Hadîce şöyle söyledi: "Gel ve sağ yanıma otur ve hâlâ onu görüp görmediğini söyle." O da öyle yaptı ve şöyle dedi: "Evet onu hâlâ görüyorum." Bunu takiben Hadîce onu sol yanına ve sonra ön tarafına oturttu ve aynı suali sorup aynı cevabı alması üzerine, son olarak kendisini zevcî muhabbetle kucakladı ve aynı suali sordu. Muhammed A.S.S. şöyle cevap verdi: "Hayır, artık onu görmüyorum." Bunun üzerine zevcesi, "Artık ben kesin surette kanaat getirdim ki o gerçekten bir melekti, zira Şeytan olsaydı şu muhabbet halimizde bile bizi terk etmezdi." (I, 83)

     

     

    Esasında bu olay sadece İbn Hişâm ve İbnu'l-Cevzî tarafından değil, et-Taberânî, et-Taberî, İbn Abdilberr, ez-Zehebî, İbnu'l-Esîr, İbn Kesîr ve daha birçok müellif tarafından da nakledilmiştir. (Bkz. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, III, 16-7) Dolayısıyla bu hadisede "edep dışı" bir yön bulunduğu şeklindeki tesbit, öncelikle onu nakleden mezkûr kaynaklara raci olacaktır. Belki Hamidullah'ın burada yapması gereken şey, bu rivayetin güvenilir olup olmadığını araştırmak ve güvenilir değilse eserine onu almamak olmalıydı. (el-Heysemî'nin (Mecmau'z-Zevâid, VIII, 256) bu konudaki et-Taberânî rivayetinin senedinin hasen olduğunu söylediğini de bir not olarak ekleyelim.)

     

     

    8) Buda'yı peygamber sayması: Hamidullah, bu konuya İslam Peygamberi'nin iki ayrı yerinde temas etmiştir. İlkinde şöyle der: "Kur'ân'ı açıklayıp izah eden bütün müfessirler, Zerdüşt (Zoroastre), Gautama Buda, Mûsâ, Îsâ'ya bağlanan ve tamamlanamamış olan işi sonuna erdirecek olan birinin gelmesinin beklendiğini bildiren beyân ve sözlere dikkat çekerler..." (I, 85) Konuyu ele aldığı ikinci yerde (I, 649) ise şunları söyler: "Kur'ânı Kerîm bu dîne dair doğrudan doğruya bir bilgi vermemektedir. Bazı Kur'ân tefsircilerinin gösterdikleri ince araştırmalar sonunda onlar, Budizm'in de Kur'ânı Kerîm'de geçmekte olduğunu keşfedip göstermişlerdir: Bu, Zu'l-Kifl adıyla Kur'ân'da geçen peygamber dolayısıyla olmuştur. Diğer bir şekli bilinmeyen ve Kur'ân'da geçen bu isim, "Kif'li veya Kifl'e mensup" mânasına gelmektedir ve bu Kur'ân tefsircileri bu şehrin Kapilavastu, yani Gotama Buda'nın doğduğu şehir olduğunu ileri sürerler. (...) Kur'ân'da Budizm'le ilgili izleri takip eden diğer tefsirciler Kur'ânı Kerîm'in şu âyetini gösterirler: "İncir Ağacına, Zeytin Ağacına, Sînîn Dağı'na yemin olsun ki!.. Ve şu Emîn Şehr'e yemin ederim ki..." (K. 95/1-3) Bu âyette zikri geçen "Şu Emîn Şehir", Muhammed A.S.S.'ın doğduğu şehir olan "Mekke"ye işaret etmektedir. "Sinâ (Sînîn) Dağı" ise doğruca insana Mûsâ Peygamberi hatırlatmakta, "Zeytin Ağacı" ile de bütün herkes Filistin'deki Zeytin Dağı ve "Îsâ" Peygamber'i mütalâa etmektedir. "İncir Ağacı"na gelince: Şimdiye kadar hiç kimse kalkıp da bunun hakkında, yabani bir İncir Ağacı dibinde İrfân'a ulaşan (Vahiy alan) "Buda"nın kastedilmekte olduğunu ileri sürmemiştir." (I, 649)

     

     

    Yukarıdaki ilk iktibastaki "bütün müfessirler" ifadesi, Zerdüşt ve Buda'nın bütün müfessirlerce peygamber kabul edildiği intibaını uyandırmakta ise de, ikinci iktibasta bu ifade yerini "bazı" ve "diğer" tefsircilere bırakmış. Ancak bu müfessirlerin adının verilmeyişinin, konuyu merak edenleri meselenin tahkikine uzun bir zaman tahsisine mecbur bırakması bir yana, elde edilecek netice, en iyimser söyleyişle bir "ihtimal" olmaktan öteye geçemeyecektir. Hal böyleyken Buda'dan, "Zü'l-Kifl (a.s) ile aynı kişi olduğu keşfedilmiş" bir peygamber olarak bu derece kesin ifadelerle bahsetmek tartışmaya açık bir tutumdur.

     

     

    İlginç olan bir diğer nokta da, tıpkı Buda gibi "peygamber olabileceği söylenmiş" bulunan Zerdüşt hakkında Üstat Necip Fazıl merhumun aynı tepkiyi göstermemiş olması...

     

     

    9) Hamidullah'ın, Üstat merhumun atıfta bulunduğu yerde, ilk Müslümanları şahsi yakınlık ve menfaat sebebiyle imana gelmiş farz eden herhangi bir ifadesine rastlamadım. Ya bahse konu yerdeki ifadeler bilahare değiştirilmiş veya eserden tamamen çıkarılmış olmalıdır.

     

     

    10) Şakku'l-kamer olayındaki tavrı: "Zaman zaman Muhammed A.S.S. ile hemşehrileri arasında münâkaşa ve münâza'alar cereyan ediyordu. Bunlardan birinde halk ona biraz fazlaca takıldı ve kendisinden, Allah'ın gerçekten bir Resûlü ise ay'ı ikiye yarmasını istediler. İslâmî görüş açısından bir kimsenin vahiyler alan bir Resûl sayılabilmesi için mûcize göstermesi alsa zarûrî değildir; gerçekten de bir kimse Resûl bile olsa, gösterdiği bir mûcizede onun insanlık vasfından gelen bir şey bulunmayıp her şey Allah'a bağlıdır ve onun takdir ve emriyle olmaktadır. Bununla birlikte, bütün insanlık tarihinde, zühd ve takvâ sahibi insanlara mûcizeler (veya kerâmetler) bağlanmaktadır. Bu duruma göre, Muhammed A.S.S.'a da bir takım mûcizelerin atfedilmiş bulunması bizi şaşırtmamalıdır. Tarihçilerin bize verdikleri bilgiye göre, yukarıdaki şekilde halkın kendisine takılması üzerine Muhammed A.S.S. aya bir işaret verdi ve onu ikiye ayırdı...." (I, 103)

     

     

    Hamidullah hocanın burada hadiseyi takdim ediş biçiminde, "acaba"lı bir "yansızlık gayreti" dikkat çekiyor. Gerçi bu sözlerinin sonunda atıf yaptığı yerlerden birinde (I, 122) "Allah'ın seçilmiş kulları olan Resulleri'nin gösterdiği bütün mûcizelerin gerçekliğine tam mânasıyla" inandığını söylemekte ve bir diğer yerde de (I, 126-7) bu mucizeyi, yukarıdakinin aksine kesin ifadelerle verdikten sonra, ay yüzeyinde uydu fotoğraflarıyla tesbit edilmiş bir çatlak bulunduğunu nakletmekte, bununla ilgili olarak Apollo-15 ile gerçekleştirilen derinliğine araştırmaların yayımlanmadığına dikkat çekerek, bu çatlak ile mezkûr mucizenin ilgisinin birgün Müslüman astronotlar tarafından açıklanması temennisini dile getirmektedir. Keza eserinin bir başka yerinde (I, 650) bu olay hakkında "Hicretten öncelere rastlayan bir devrede Resûlullah'ın gösterdiği herkesce bilinen "ayın yarılması" (:Şakk'ul-Kamer) mûcizesi" ifadesini kullanmaktadır. Ancak mezkûr mucizeye değindiği ilk yerde aynı tavrı niçin göstermediği de gerçekten merak konusudur.

     

     

    11) Üstat merhumun burada kasdettiği, Rükâne (r.a)'ın İslam'a girişini anlatan kıssa olmalıdır. Hamidullah'ın bu olayı zikrediş tarzını "yorumsuz" olarak görelim:

     

     

    "Bu konuda iki anlatım vardır; herhalde bunlar aynı olayın iki ayrı kimse tarafından yapılmış nakillerinden ibârettir. Bunlardan birisine göre Rükâne, onun bu ilâhi vazifesinin bir delili olarak, onlara emretmek suretiyle ağaçları yürütmesini istemiştir. Muhammed ona şöyle dedi: "İşte şurada bir ağaç duruyor; ona git ve benden ona, ötede duran diğer ağaca yürüyüp onun yanına gitmesini söyle!" Rükâne kendi sahip olduğu maharetten daha da emindi; ağaçların bu yürüyüşünden tatmin olmayarak Aleyh'is-Salâtu v'es-Selâm'a kendisi ile güreşmesini teklif etti. Şayet kendisini yenerse onun dînine gireceğine söz verdi. Üç defa üstüste sırtı yere gelmesine ve hattâ ağaçların yürüdüğünü gözleriyle görmüş olmasına rağmen İslâma geçmedi. Geçmemekle kalmadı, Mekke'deki putperestler arasına koştu ve onlara Muhammed'i ellerinde iyi saklamalarını ve diğer kabilelerle olan şeref ve üstünlük münakaşa ve yarışmalarında ondan istifade etmelerini, zira onun pek fevkalâde şeyler yapıp göstermeye muktedir dünyanın en üstün sihirbazı olduğunu haber verdi. Diğer anlatımda ise, onun güreş teklifi üzerine Muhammed A.S.S. ona şöyle cevap vermiştir: "Kabul, ancak ben yenersem sürünün üçte birini mükâfat olarak isterim." Gerçekten de üç defa yenilmesi ve bunun sonucu sahip olduğu sürünün tamamını kaybetmesi üzerine, karısından olan korkusu sebebiyle ağlamaya başladı. Muhammed A.S.S. ona şöyle dedi: "Korkma!.. Bütün bu üç mağlubiyetin mükâfat tutarını, bu defalık almayı ve bütün malını kaybetmeni istemiyorum. Haydi şimdi onları al ve selâmetle git!" Bu davranış karşısında, gördüğü mûcizelerden de çok duygulanan Rükâne hemen o mahalde: "Sen Allah'ın Resûlusun ve ben senin getirdiğin dîni kabul ediyorum" diye haykırmıştır."

     

     

    12) Mirac'ı ruhî bir hal olarak kabul etmesi ve Efendimiz (s.a.v)'in bu olayı hem ruhu, hem de bedeniyle yaşadığının söylenmesinin Allah Teala'ya mekân tahsisi anlamına geleceğini ileri sürmesi.

     

     

    Hamidullah'ın bu konuda söyledikleri, Ehl-i Sünnet alimlerin, ilgili ayet ve hadisler temelinde ortaya çıkmış bulunan görüş birliği doğrultusunda tebellür eden inanca aykırı düşmektedir. Her ne kadar kaynaklarda Miraç mucizesinin sadece ruhsal olarak yaşandığı görüşü Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Hz. Mu'âviye (r.a) ve el-Hasenu'l-Basrî (rh.a)'a nisbet edilmiş ise de, konuyu rivayet tekniği açısından ele alan ulema, bu nisbetlerin şüpheli olduğunu belirtmiştir. (Bkz. Daha önce işaret edilen Milli Gazete'deki yazılar.)

     

     

    Ayrıca Hamidullah hocanın, Miraç mucizesinin ruh ve beden birlikteyken yaşanan bir hadise olduğunun söylenmesi halinde olayın "mekânsal" bir yolculuk şeklinde cereyan etmesi gerektiği, bunun da Allah Teala'ya mekân izafe edilmesi anlamına geleceği şeklindeki endişesi de yersizdir. Zira bu hadisede Efendimiz (s.a.v)'in zaman/mekân boyutlarının ötesine geçtiği açıktır.

     

     

    2. Sadreddin Yüksel hocanın eleştirileri

     

     

    Sadreddin Yüksel hocanın Hamidullah'a yönelttiği eleştiriler (bkz. Makaleler, 99 vd.), iki noktada Üstat Necip Fazıl merhumun eleştirilerinden ayrılıyor:

     

     

    1. Sadreddin Yüksel hoca, eleştirilerini "reddiye" tarzında kaleme almış ve ele aldığı her ifade üzerinde ilmî delilleri zikretmek suretiyle ayrıntılı olarak durmuştur.

     

     

    2. Eleştiri çerçevesini İslam Peygamberi ile sınırlandırmayıp, Resulullah Muhammed'deki kimi görüşleri de tenkit süzgecinden geçirmiştir.

     

     

    Sadreddin Yüksel hocanın eleştirileri hakkında da Üstat merhum konusunda olduğu gibi sözü fazlaca uzatmış olmamak için sadece eleştiri konusu yaptığı hususları birer-ikişer cümleyle zikredecek, ardından da mülahazalarımı belirtmeye çalışacağım. Ancak bir kısmını daha önce (dipnotta belirttiğim yazılarda) ele aldığım, bir kısmını da Üstat merhumun tenkitleri dolayısıyla yukarıda zikrettiğim hususları –bir-iki nokta dışında– hazfedeceğim.

     

     

    A. "İslam Peygamberi" hakkındaki eleştirileri

     

     

    1) "O'nun yegâne arzusu eski peygamberlerin tebliğlerini tekrar canlandırmak, ebedî hakikatleri ihya edip, tamamlamaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah Azimüşşan'ın kendisinden sonra bir Peygamber daha göndermesine lüzum kalmaksızın, ilâhi tebliğinin hiç değişmeden bakî kalacağına dâir samimi kanaatında yanılmamıştır."

     

     

    Hamidullah'ın bu sözleri, İslam Peygamberi'nin elimdeki baskısında (I, 4) şöyledir: "Muhammed A.S.S., bizzat onun getirdiği ilâhi tebliğin, kendisinden sonra Allah'ın yeni bir peygamber göndermesine ihtiyaç duymayacağı bir şekilde el değmemiş ve bozulmamış olarak kalacağına dair inanış üzerinde ısrarla durmuştur."

     

     

    Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisine maruz kalan pek çok noktada olduğu gibi –ki birkaç örneği aşağıda göreceğiz–, burada da müellifin her iki ifadesi arasında bariz bir farklılık bulunduğu dikkat çekiyor. Bu değişikliğin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmek için eserin Fransızca aslının değişik tarihlerdeki baskılarıarasında karşılaştırma yapmak, eğer burada bir değişiklik görülemezse, Fransızca aslıyla Türkçe çevirisini mukabele etmek gerekiyor. Ne yazık ki Fransızca bilmediğim için bu benim yapabileceğim bir iş değil.

     

     

    2) "İslâmın zuhurunda yeryüzünde çok sayıda din vardı. Yeni bir dine ihtiyaç var mı idi? Ve onun muvaffakiyeti hangi şartlara bağlı idi? Bu soruya Prof. Filip K. Hitti'nin cevabı gayet veciz ve faydalıdır: "Asli şekliyle İslâmiyet, Samî kavimlere ait dinlerin mantıkî mükemmelleşmesidir."

     

     

    İslam Peygamberi'nin elimdeki baskısında bu pasaj şöyle: "İslâm doğduğunda esasen yeryüzünde birçok büyük din bulunuyordu. Yeni bir dini icab ettiren ne gibi ihtiyaçlar vardı ve bu dinin başarısı ne gibi şartlara bağlıydı? Bu suallere profesör Philip K. Hitti'nin vermiş olduğu cevap pek kısadır: "İslâm dini de kendi orijinal bütünü içinde, Sâmî'ler arasında görülen semâvî dinlerin mantıkî bir devamı ve tekâmülünden ibarettir."

     

     

    Bu pasajda Hitti'nin cevabının sadece "kısa" olarak nitelendirildiği ve son cümleye bir "semavi" kelimesinin eklendiği dikkat çekiyor. Elimdeki baskıda, son cümlenin İngilizce metni dipnotta şu şekilde verilmiş: "Islam, too, in its original form is the logical perfection of Semitic religion." Görüldüğü gibi burada, "semavi dinler"den değil, önceki tercümeyi doğrulayacak tarzda sadece "Semitik dinler"den bahsedilmektedir. Dolayısıyla Sadreddin Yüksel hocanın, "Müsteşrik K. Hitti, bu laflarıyla şunu demek istiyor: İslâm semavî bir din değil ancak diğer bazı dinlerin ictimaî ve ahlâkî bir tekâmülü neticesidir" tarzındaki eleştirisi son derece isabetlidir. Hamidullah hoca, Hitti'nin bu sözüne ilişkin herhangi bir şey söylemediğine göre buradaki tavrını mazur gösterecek yegâne husus, Hitti'nin, "Semitik din"in aslen "semavi" olduğu ve –tıpkı bütün insanlığın olduğu gibi– diğer Semitik din mensuplarının da İslam'ın çağrısına icabetle yükümlü oldukları inancında olup olmadığının tesbitidir.

     

     

    Esasen Hamidullah hocanın Hitti'nin ifadesini aktarmadan önce sorduğu soruların, Hitti'den aktarılan cümleyle doğrudan herhangi bir ilişkisi bulunmadığını fark etmesi gerekirdi.

     

     

    3) "Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Umman'a yaptığı ticari seyahatte Çinlilere rastlamış olsa gerek. O'nun bu kavmin sanatına karşı büyük bir hayranlığı vardır. Ve şu söz O'na izafe edilir: "İlim Çin'de olsa dahi arayınız."

     

     

    Elimdeki baskıda bu cümleler şöyle: "Her hal ü kârda Muhammed A.S.S., Umân'a yaptığı seyahatlerde Çinlilerle karşılaşmış olmalıdır; bu halkın san'at ve sınaî durumlarına dair onda büyük bir takdir hissinin mevcudiyetini görüyoruz. Şu hadis ondan rivayet edilmektedir: "İlim Çin'de de olsa gidip onu arayınız." (I, 12)

     

     

    Hamidullah'ın, bu cümlelerden önce İslam'ın doğuş döneminde Çin'in durumuyla ilgili olarak söyledikleri arasında, "Her hal ü kârda Muhammed A.S.S., Umân'a yaptığı seyahatlerde Çinlilerle karşılaşmış olmalıdır" yargısını doğrulayacak herhangi bir veri yer almıyor. Keza bu konuyu ele aldığı diğer yerlerde de (I, 649 vd.) somut bir bilgi veya belge mevcut değil. Şu halde geriye, atıf yaptığı söz konusu rivayet kalmaktadır. Sadreddin Yüksel hoca bu hadisin İbnu'l-Cevzî ve İbn Hibbân'a göre uydurma olduğunu kaydetmiş. el-Aclûnî'nin verdiği bilgiye göre, bazı tariklerinin "zayıf"ın üzerinde bir derecede ("sâlih") olduğunu ve müteaddit tariklerinin mecmuu dikkate alındığında "hasen" mertebesine ulaşacağını söyleyen alimlerin mevcudiyeti dolayısıyla "uydurma" olduğu hükmünün ihtiyatla karşılanması gerektiği ayrı bir konu; fakat söyleniş gayesi belli olan bu hadis ile "Çinliler'in sanatı" arasında ne tür bir ilgi bulunduğunu anlamak hayli zor...

     

     

    4) "Sent-Helen'deki ikâmeti esnasındaki tefekkürlerinde Napolyon haklı olarak şöyle düşünüyordu: "İslamiyetin tesisinde bazen mucizelere götüren tesadüfi şartlardan ayrı olarak, bizim bilmediğimiz bir şey olması lâzımdır."

     

     

    Elimdeki baskıdaki çeviri, "Saint-Helen adasındaki sürgün hayatı esnasında Napolyon pek haklı olarak şöyle düşünüyordu: "Ekseriya fevkalâde ve mûcizevî hadiselerin oluşumunda rolü bulunan tesadüfî şart ve durumlardan tamamen uzak olarak, İslâmın ortaya çıkıp kendini kabul ettirmesinde, bilemediğimiz daha bir takım şeylerin yapıcı rol oynaması lâzım gelmektedir..." şeklinde. (I, 20)

     

     

    Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisinin burada Napolyon'un, "İslam'ın bir kısım parlak zaferlerini tesadüfi şartlara bağlaması"na yönelik olduğu dikkat çekiyor. Oysa Napolyon'dan aktarılan cümle, İslam'ın ortaya çıkıp kendisini kabul ettirmesinde, "tesadüfi şart ve durumlardan tamamen uzak olarak" daha başka şeylerin yapıcı rol oynamış olması gerektiğini anlatıyor. Dolayısıyla (iki çeviri arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekerek) ikinci çeviriyi esas alacak olursak, burada bir "yanlış anlama" bulunduğunu söylemek durumundayız.

     

     

    5) "Şayet sadece kaynakların susması kâfi bir delil değilse onun belki de deniz yoluyla Habeşistan'a gittiği dahi hatıra gelebilir. Bütün bu seyahatler onun, Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan ticarî, idarî, gelenek ve kanunlarını öğrenmesine yol açtı. Olgunluk yaşında, kırkında, bu tecrübeli adam, kavmini ıslaha teşebbüs etti..."

     

     

    Benim kullandığım nüshadaki ifade bir miktar farklı olmakla birlikte, bu farklılığın Sadreddin Yüksel hocanın eleştirdiği noktanın aslına bir taalluku yok. Her ne kadar Efendimiz (s.a.v)'in bi'set öncesi dönemde hayatın çeşitli veçhelerine ilişkin belli bir birikim ve tecrübe sahibi olduğunu söylemek bir gerçeğin ifadesi ise de, bunların tebliğ sürecinde ve tebliğin özüyle ilgili olarak herhangi bir şekilde fonksiyon icra ettiğini söylemek mümkün değildir. Zira Efendimiz (s.a.v)'in bu safhadaki uygulamalarının ya bizzat vahyin direktifi ile veya vahyin onayından geçmek suretiyle "ilahî yasa" olma özelliğini haiz olduğu malumdur.

     

     

    6) "İbn-i Kelbi bizzat Muhammed'in (s.a.v.) İslâmdan evvel bir sanem (put) önünde esmer bir koyunu kurban ettiğini nakleder; muhtemelen bu yukarıda bahsolunan hadisedir ve kurban da şüphesiz batıl itikatlara inanan halaları tarafından tedârik edilmişti."

     

     

    Benim kullandığım baskıdaki çeviri: "İbn'ul-Kelbî'nin bize naklettiğine göre İslâm öncesinde bizzat Muhammed A.S.S. az kalsın burada bir put (sanem) önünde kahve rengi tüyleri olan bir koyunu kurban olarak kesecekti." (I, 49)

     

     

    Sadreddin Yüksel hocanın da belirttiği gibi İbnu'l-Kelbî'nin rivayeti, merfu hadis formundadır ve puta kurban kesme hadisesinin fiilen vuku bulduğunu anlatmaktadır. İbnu'l-Kelbî'nin (Hişam b. Muhammed) tıpkı babası (Muhammed b. es-Sâib) gibi Hadis tenkitçileri tarafından en ağır ifadelerle eleştirilmiş güvenilmez bir kimse olduğunu biliyoruz. Acaba Hamidullah böyle bir zatın nakline niçin güvenmiştir? Konunun İslam Peygamberi'nin benim kullandığım baskısında ele alınış biçimine bakılırsa Hamidullah'ın maksadı Efendimiz (s.a.v)'in küçüklüğünde bile sıradan çocuklardan farklı olduğunu vurgulamaktır.

     

     

    Ancak mesele bununla bitmiyor: Bahse konu olayın İbnu'l-Kelbî tarafından naklediliş biçimi ile benim elimdeki İslam Peygamberi'nde aktarılış tarzı birbirini tutmuyor. Zira olay, İbnu'l-Kelbî ve ondan naklen –eserinin Sadreddin Yüksel hocanın kullandığı baskısında– Hamidullah tarafından –az yukarıda da belirttiğim gibi– "vuku bulmuş" olarak gösterilirken, İslam Peygamberi'nin sonraki baskılarında değişime uğrayarak –"neredeyse vuku bulacaktı" tarzında– verilmiştir. Acaba Hamidullah mı –kaynağıyla ters düşme pahasına– eserinin ilk baskılarındaki ifadeyi değiştirdi, yoksa burada bir "mütercim tasarrufu" mu aramalıyız? Eğer ifade Hamidullah tarafından değiştirilmişse –bu davranışın ilmî güvenilirliğe aykırı olması bir yana–, değiştirme ihtiyacı duyduğu bir nakli eserine niçin almıştır? Eğer bu tasarruf mütercim kaleminin marifetiyse, burada katmerli bir tahrif karşısında bulunuyoruz demektir. Zira hem İbnu'l-Kelbî'nin, hem de Hamidullah'ın ifadelerine müdahale yapılmış olmaktadır.

     

     

    7) "Tarihçiler bu seyahatte son menzil olarak Kudüs'ün ötesinde Busra'dan bahsediyorlar. Hz. Muhammed (s.a.v.) böylelikle Mirâç şehri Kudüs'ü ve Lût gölünü görebildi."

     

     

    Hamidullah'ın, Efendimiz (s.a.v)'in Kudüs'ü gördüğünü söylemesi eğer Miraç mucizesi sonrasında Mekkeliler'in sorularına cevap verirken bu tecrübesine dayandığını savunmak için ise elbette duraksamadan reddedilmelidir. Ama eğer bunu es-Süheylî'ye dayanarak sadece "tarihi bir vakıa" olarak naklediyorsa, bunun da normal karşılanması gerektiğini düşünüyorum.

     

     

    İslam Peygamberi'nde Miraç mucizesi akabinde Mekkeliler'in, Efendimiz (s.a.v)'den Kudüs'ü tavsif etmesini ve ticaret kervanından haber vermesini istedikleri zikredilmekte ve olay burada kesilmektedir. Elbette bu sebepsiz değildir; zira aslında Mekkeliler'in tavsif edilmesini istediği "Kudüs" değil, "Mescid-i Aksa"dır. Hamidullah ise o dönemde Kudüs'te bir mescit bulunmadığı görüşündedir. Dolayısıyla bu hadiseyi burada kesmesi, ilgili rivayetlere dayanarak devam ettirmesi halinde kendisi ile çelişkiye düşeceği içindir.

     

     

    Ancak Resûlullah Muhammed'de (98) bu konuyu biraz daha netleştirmekte ve şöyle demektedir: "O sırada bunu duyan inançsızlar (kâfirler) pek tabiidir ki reddettiler ve hattâ alay ve istihzâ ettiler: Bunlardan ticarî maksatlarla Kudüs'e kadar gitmiş olanlar, Hz. Muhammed'in de bir vakitler Hadîce'nin kervanlarını Kudüs'ten ötede Busrâ'ya kadar ticaret için sürdüğünü unutmuş gözükerek Kudüs'ü anlatıp tarif etmesini ondan istediler..." Bu ifadeler, "Bu durumda müellif demek istiyor ki "Şayet Peygamber birşeyler anlatabilmişse de 25 yaşındayken orayı gördüğü içindir" diyen Sadreddin Yüksel hocayı haklı çıkarmaktadır.

     

     

    8) "Hz. Muhammed oraya (Mekke'ye) girmeye cesaret edemedi."

     

     

    Bendeki baskıda da ifade bu şekildedir. Burada Hamidullah, kaynak gösterdiği İbn Hişâm ve el-Belâzûrî'nin, Taif dönüşü Mekke'ye girişin nasıl cereyan ettiğini anlatan ifadelerini aynen aktarmamış, hadiseyi kendi yorumuyla vermiştir. Sadreddin Yüksel hoca, Hz. Peygamber (s.a.v)'e "cesaretsizlik ve korku" isnat eden bu tavrı haklı olarak eleştirmekte ve "İslam ruhuna aykırılık"la nitelendirmektedir.

     

     

    9) "Bu âyetlere göre bir zaman Musâ –Bunun Hz. Musâ veya başka birisi olması pek mühim değildir.– ilim aramak için seyahate çıkar... Din kitapları temsiller getirir, misaller verir. Bunların tarihi hâdiseler olması zarurî değildir... Kur'an-ı Kerim'de bu Musâ isminin Mûsâ veya Gılgamış olmasına bir mani yoktur."

     

     

    Bendeki baskı: "Hemen hatırlatalım ki, hem İskender ve hem de Gilgamış her ikisi de peygamber Mûsâ'dan sonra yaşamış kimselerdir. Bu kıssada geçen Mûsâ adının, ne efsane kahramanı Gilgamış ve ne de Peygamber Mûsâ adlarının arapçadaki bir ifadesi olduğuna dair Kur'ân'da açık-seçik bir bilgi yoktur. Tevrât metninde ise Mûsâ Peygamber'le ilgili olarak böyle bir kıssa geçmemektedir; fakat bu Mûsâ'nın Peygamber Mûsâ olduğunu reddetmek için bu gerçek, tek başına bir delil teşkil etmez..." (I, 586)

     

     

    Anlaşıldığına göre Hamidullah, eserinin sonraki baskılarında Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisine konu olan ifadelerini değiştirmiştir. Ancak burada önemli olan bu değil. Kur'an'da geçen bu kıssayı da içine alacak şekilde "Dinî mukaddes kitaplarda böyle bir takım kıssalar bulunur; bunların muhakkak tarihî gerçek olaylar olması gerekmemektedir" (I, 568) tavrının, Yüce Allah'ın mutlak kudretinin birer yansıması olan mucizelere kesin bir şekilde inandığını belirten (I, 125) bir kimseden sadır olmaması gerekirdi. Hele kendisini "şaka ve eğlence olmayan" bir kitap olarak niteleyen bir Kitab'ın, olmamış hadiseleri olmuş gibi anlatabileceği intibaını uyandırmak, bir müslümandan asla sadır olmaması gereken bir tavır olarak ancak Modernist Yahudi ve Hristiyanlar'ın kendi "Kutsal Kitaplar"ı hakkındaki görüşlerinde rastlandığında normal karşılanabilir. Sadreddin Yoksel hocanın da isabetle belirttiği gibi "Kur'an'ın defalarca bize naklettiğine göre İnanmayanlar: "Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" demişlerdir. Şimdi eğer Kur'an-ı Kerimde anlatılan kıssalar, gerçek tarihî hâdiseler olmazsa, o vakit masal ve asılsız hikâyelerden ibaret kalır. Ve nihayet muarızların yukarıdaki iddiaları doğruluk vasfını kazanmış olur. Bu ise Kurân-ı kerîm için (haşa) büyük bir hezimettir."

     

     

    10) "O (Hz. Hatice validemiz, E.S.) zevci için sevilmeğe layık bir refika olmakla kalmadı. Aynı zamanda İslâm dâvâsına pek mühim hizmetlerde bulundu. Onsuz, kendisinden önceki birçok peygamberler gibi Hz. Muhammed (s.a.v.) de büyük muvaffakiyetlere erişemeden kaybolabilirdi."

     

     

    Bendeki baskıda da aynı anlamı aksettiren tercümeyle sunulan bu ifadeler, Sadreddin Yüksel hocanın da isabetle belirttiği gibi "Hz. Hatice validemiz olmasaydı Cenab-ı Hak İslâm'ın yayılmasına hizmet edecek başka bir sebep halkedemez miydi?" Hz. Hatice (r.anha) validemizin Efendimiz (s.a.v)'e, dolayısıyla İslam'a hizmetleri elbette küçümsenemez. Ama Yüce Allah'ın, tamamlayacağını vaat ettiği bu dinin hayatta kalmasını ona bağlamak elbette isabetli değildir.

     

     

    11) "Bununla beraber Yahudi dini Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dine en yakın olanıdır. Şu halde Müslümanların Medine Yahudileri ile anlaşmaya muvaffak olamaması, hazindir. Rakipte hatâlar bulmak kolaydır. Fakat kabul etmek lâzımdır ki anlaşmazlık bir defa ortaya çıkınca misilleme ve mukabil misilleme zinciri mazlumu zâlimden ayırma imkânını bize bırakmaz."

     

     

    Bendeki baskı: "Bununla beraber, Medine Yahudileriyle Müslümanların anlaşamamış olmaları gerçekten üzücü bir olaydır. İnsanın karşısındaki kimsede kusur bulması kolay bir şeydir; fakat şurası kabul edilmelidir ki, araya bir kere yanlış anlama halinin girmesi, misliyle mukabelede bulunma ve buna da mukabelede bulunma gibi uzayıp giden itişmeler zinciri, itham edilen suçlu tarafa da kendilerini haklı gösterecek bir takım delil ve dayanaklar ileri sürme imkânı bahşetmektedir." (I, 580)

     

     

    Yahudiler'in Kaynukaoğulları kabilesinin Medine'den son tahlilde Efendimiz (s.a.v)'in direktifiyle sürüldüğü vakıası dikkate alındığında ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Eğer Yahudiler'in haklı olma ihtimali varsa, Efendimiz (s.a.v) onlara (haşa) haksızlık etmiştir. Çünkü olay sürüncemede kalmamış, somut bir sonuçla noktalanmıştır ve bu somut sonucun bir dayanağı olmalıdır. Eğer Yahudiler haksız ise Hamidullah'ın bu tavrının hiçbir anlamı yoktur.

     

     

    B. "Resûlullah Muhammed" hakkındaki eleştirileri

     

     

    Sadreddin Yüksel hoca, mezkûr kitapta yer alan hususlar içinden

     

     

    1) Efendimiz (s.a.v) dünyaya geldiği sırada cereyan eden olağan dışı hadiselerin Hamidullah tarafından, bu doğum hadisesiyle ilgili olmayabilecek şeyler olarak nitelendirilmesini,

     

     

    2) Efendimiz'in Hira'dayken aldığı ilk vahyin uyanıkken değil, uykuda olduğunu söylemesini,

     

     

    3) "Kur'an Allah'ın sözünü temsil eder, onun yerine geçer" demesini,

     

     

    4) Mucizelerin, peygamberlerin davalarını isbat bakımından zaruri olmadığını söylemesini eleştirmektedir.

     

     

    Ayrıntıya girmeye ihtiyaç duymaksızın bütün bu konularda getirdiği eleştirilerin son derece haklı ve yerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

     

     

    Sonuç

     

     

    Gerek Üstat Necip Fazıl merhumun, gerekse Sadreddin Yüksel hocanın eleştirilerini şöylece üç grupta toplayabiliriz:

     

     

    1. Eleştirilerin haklı olduğu kesin bir şekilde ortada olan hususlar. Bunlar arasında Hamidullah'ın herhangi bir tadilat yapmadıkları bulunduğu gibi, görüş veya ifadesinin değiştiği anlaşılan hususlar da mevcuttur.

     

     

    2. Bazı eleştirilerde, Hamidullah'ın ifadelerinin yanlış anlaşıldığı görülmektedir.

     

     

    3. Hamidullah'ın görüşleri arasında çelişkili bir durumun sezildiği meseleler. Söz gelimi Kur'an'ın, Allah Teala'nın sözünü temsil etmesi, onun yerine geçmesi ile ilgili ifadeleri ile, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi'nde (11 vd.) bu konuda söyledikleri arasında –eğer ilk ifadeleri Kur'an'ın nazmının Allah Teala katından olmadığı anlamına geliyorsa– bariz bir çelişki bulunduğu görülmektedir.

     

     

    4. Eleştirilerden bir kısmı da, mütercim tasarrufu olduğu izlenimini veren bazı noktalara yöneliktir. Bu tür noktalarda gerçekten böyle bir tasarruf bulunup bulunmadığı, eserin Fransızca aslı ile karşılaştırma yapılarak ortaya konmalıdır. Ya da Hamidullah'ın eleştiri konusu görüşlerinin toplandığı eserlerinin mütercimi olan Prof. Dr. Salih Tuğ hoca bir açıklama yaparak bu alandaki soru işaretlerinin ortadan kalkmasına katkıda bulunabilir.

     

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

     

     

    [1] 26 Aralık-9 Ocak 2003 tarihleri arasında Milli Gazete'de neşredilen yazılar.

×
×
  • Create New...