Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Mustafa Kaygın

Üye
  • Content Count

    35
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by Mustafa Kaygın


  1. Her şeyden önce doğru itikad

     

    Sual: Hangi hallerde Ehl-i kıbleye [namaz kılana] kâfir denir?

    CEVAP

    Din kitaplarında bildiriliyor ki:

    1- İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdu. Bu söz, Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz demektir. 72 fırka, Ehl-i kıbledir. İctihad yapılması caiz olan açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fakat, zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü, bunlara inanmayan, Resulullaha inanmamış olur. İman demek, Resulullahın Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur. (Milel-nihal tercümesi)

     

    2- 72 bid'at fırkası, namaz kıldığı ve her ibadeti yaptığı halde, bir kısmı mülhiddir. Dinde icma ile bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir olacağı için, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan sakınsa da, artık buna ehl-i kıble denmez. (Hadika)

     

    3- Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine bile inanmayan, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese de, kâfir olur. (Redd-ül Muhtar)

     

    4- 72 bid'at fırkası, Ehl-i kıble olduğu için, bunlara kâfir denmez. Fakat bunların, dinde inanması zaruri olan şeylere inanmayanları kâfir olur.(Mekt. Rabbani 2/67, 3/38)

     

    5- Meşhur bir farzı inkâr eden kimse, namaz kılsa da kâfir olur.(Berika)

     

    6- Her namaz kılana ehl-i kıble denmez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

    (Yalan söyleyen, sözünde durmayan ve emanete hıyanet eden, Müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, oruç tutsa da münafıktır.) [buhari]

     

    7- İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir.(Eşiat-ül-lemeat)

     

    (Haramlardan kaçıp, ihlasla, la ilahe illallah diyen Cennete girer)hadis-i şerifindeki İhlasla ifadesi için Resulullah efendimiz,(Söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır) buyurdu. (Taberani)

     

    Haramlardan kaçmayanın imanını koruması zorlaşır. Eğer imanını koruyamamışsa sonsuz Cehennemde kalır.

     

    8- Ahir zamanda, namaz kıldığı halde kâfir olanlar olacaktır. Bir hadis-i şerif meali:

    (Ahir zamanda bir camide binden fazla kişi namaz kılacak, fakat, içlerinde bir tane mümin bulunmayacaktır.) [Deylemi]

     

    9- Bir Müminin kâfir olmasını isteyerek ona kâfir diyen Mümin kâfir olur. Bir hadis-i şerif meali:

    (Bir Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [buhari]

    Vehhabiler, Ehl-i sünnete müşrik dedikleri için, bu yönden de kâfir oluyorlar. Kâfire Müslüman diyen de kâfirdir. (Şevahid-ül-hak)

     

    10- Küfür söz söyleyen namaz kılsa da kâfir olur. Küfür söz çoktur. Mesela şunlar küfürdür:

    - Zaruretsiz Hıristiyanın Noel’ini kutlamak, Kilise’ye gidip âyinlerine katılmak, âyinlerini tasvip etmek, haçlarını takmak. (Birgivi, Mek. Rabbani)

     

    - (Muhammedün Resulullah demek şart değil, Allah’a inanan herkes Cennete gidecek) demek. Hıristiyan ve Yahudileri de Cennetlik bilmek.(Feraid-ül-fevaid)

     

    - Allah’ı cisim sanmak, gökte oturuyor demek. (Miftah-ül Cenne)

    Bir âyet meali:

    (Onun benzeri hiç bir şey yoktur.) [Şura 11] (Mekan sahibi olmak, bir yere oturmak mahluka benzetmek olur.)

     

    - Mirac’daResulullahın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmamak. (Bahr)

     

    Doğru iman sahibi olmaya çalışmalı. İtikadı düzeltmeden namazın, ibadetin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır, bu da 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur.

     

     

    www.dinimizislam.com


  2. Bu ne enseymis mübarek ayı postu mu? Adamin başı bildiğin üstü açık ferrari bir bakıyorsun arslan yelesi gibi oluyor mübarek. Yalan dolan o. Bir kere esas alacağımız husus fıtrata müdahale var mi yok mu? Yok ense yok tilki tüyü ama bu besmele ile yapılmış ense traşı yok yünlü derili ekleme,takviye ve montalama mantığı çok komedi bir yorum. Ben caiz görmüyorum. Size hayreddin karamandan "caizdir" fetvasi getirebilir miyim bilmiyorum? Durun ıslam tarihi profesörü ıhsan süreyye sırma da olabilir. Yaw bulun Yaşar Nuri'yi sorun. Biz var ya biz fetvaya göre değil takvaya göre yaşarız. Ekmeyin ektirmeyin,nadasa bırakın.

     

    Bizlerde elimizden geldiğince Ehli Sünnet İtikadına göre yaşarız. Bu itikadı günümüze kadar getiren Alimlerin fetvalarının olduğu kitap isimlerini "Justice" arkadaşımız vermiş günah olmadığı belirtilmiş. Bu açıklamalardan sonra bizler kendi fikrimize göre caiz görüyoruz veya görmüyoruz diyemeyiz.


  3. Bunun cevabını biz veremeyiz. Ancak Ehl-i Sünnet alimleri cevap verebilir. Kendimiz düşünmeye kalkarsak doğru yaptığımızı zannedip hataya düşeriz.

    Aşağıda kaynaklarıyla birlikte Ehl-i sünnet alimlerinin bu konu hakkındaki nakillerini okuyabilirsiniz.

     

    http://www.dinimizislam.com/mobile/detay.asp?Aid=5270

    Zaruret ve haram

     

    Sual: (Herhangi bir şey almak için zaruret varsa, bankadan faizle kredi çekmek caiz olur) deniyor. Hâlbuki faizle kredi çekmek de haramdır. Haram işlememek için, bir başka haramı işlemek nasıl caiz olur?

    CEVAP

    Bu kıyas, dinimize aykırıdır. Bir şey zaruret mi, değil mi, o ayrı şeydir. Eğer zaruretse, zarureti giderecek kadar işlenen haram caizdir. Bunun aksi asla iddia edilemez. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Zaruretler, haramlığı ortadan kaldırır) buyuruyor. Aynı anlamda, Mecelle’de bir madde vardır:

    (Zaruretler, haramları mubah kılar.)

     

    Demek ki bir işi yapmak zaruretse, o işi yapmak haramlıktan çıkıyor. Burada önemli olan o işin zaruret olup olmadığını tespittir. Bir iki örnek verelim. Din kitaplarındaki ifadeler şöyledir:

     

    Bahr kitabında diyor ki: (Muhtaç olanın faizle borç alması caizdir.) Fakat buna da faizle ödünç vermek haramdır. Nafakası olmayıp, bulamayanlara muhtaç denir. İslamiyet, bu ihtiyacı zaruret kabul etmektedir. [Eşbah] (S.Ebediyye)

     

    Etkili olduğu tecrübeyle bilinen haram maddeleri, zaruret halinde ilaç olarak kullanmak haram olmaz. (Redd-ül-muhtar)

     

    Erkek doktorun, kadının avret sayılan yerlerine bakması caiz değildir; fakat kadın doktor bulunmazsa, hastalık tehlikeli veya çok ağrılıysa erkek jinekologa da gidilebilir. (S. Ebediyye)

     

    Açlıktan ölecek kimsenin, leş yemesi caizdir. (Hindiyye – İslam Ahlakı)

     

    Buhari’deki hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, haram olan şeylerde, size şifa yaratmamıştır) buyurulmuştur. Bunun manası, şifası olduğu tecrübe edilen haram maddeler, ilaç için helal olur, demektir. Nitekim susuzluktan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar şarap içmek helal olur. Haram olan şeyde, şifa bulunması, mütehassıs olan müslüman bir doktorun söylemesiyle anlaşılır. Yalnız, domuz eti ve yağı, şifası bulunsa da, ilaç olarak da kullanılmaz. (Redd-ül muhtar - Tam ilmihal)

     

    Demek ki, bu vesikalardan da anlaşıldığına göre, zaruret olunca haram mubah hale geliyor, haramdan kurtulmuş oluyoruz.

     

    Bende aynı linki yazacaktım selametle....


  4. Geçen hafta sonu öğretmen olan kuzenimi ziyaret maksatıyla Yüksekova İlçesine gittim. Orada İslami faaliyetlerde bulunan bir dernek ile tanıştım. Anlattıklarına göre Yüksekova İlçesinde dini faaliyet gösteren cemaat ve derneklere izin verilmiyor ve faaliyetleri engelleniyormuş. Özellikle gençlerin okuma istekleri fazlaymış fakat okuyacak kitap bulamadıklarını, mevcut kitapların çoğununda özellikle sol görüşlü kişilerin verdiği kitaplar olduğunu söylediler. Sonuç itibariyle bu arkadaşların okuyacak kitap ihtiyaçları var, tabiki hemen aklıma N-F-K.com geldi. İnanıyorumki bu ihtiyaçları karşılanırsa dinini ve davasını tanıyan bir gençlik o bölgeden çıkacaktır.


  5. 2948.jpg

    Türk edebiyatının unutulmaz şairi Necip Fazıl Kısakürek'in bugün Sümerbank Davası?ndan yargılanışının yıldönümü. Ve o gün bu yargılama esnasında tarihe geçen bir savunmaya imza atmıştı.

     

    Sümerbank?a hakaret ettiği gerekçesiyle bundan tam 64 yıl önce 15 Nisan 1946?da yargılanan Necip Fazıl, bu yargılama esnasında tarihe geçen bir savunmaya imza atmıştı. İşte üstadın o savunması ve karar:

     

    Türk edebiyatında Sultanu?ş-şuara (Şairlerin Sultanı) unvanını alan Necip Fazıl Kısakürek?in bugün Sümerbank Davası?ndan yargılanışının yıldönümü. Bundan tam 64 sene önce (15 Nisan 1946) Sümerbank?a hakaret ettiği gerekçesiyle yargılanan Necip Fazıl, bu yargılama esnasında tarihe geçen bir savunmaya imza atmıştı.

     

    SÜMERBANK DEVLET KURUMU DEĞİL, PARTİ ORGANI GİBİ

     

    Sümerbank?ın devlet kurumu gibi değil, bir partinin organı gibi çalıştığını söylemesinden ötürü yargılanan Necip Fazıl Kısakürek?in ?Müdafaa? adlı eserinde mahkemedeki savunması şöyle nakledilmiştir:

     

    BERAATİNİ İSTEMEYE UTANAN SANIK

     

    ?"Latinlerin (Ekuitas), Fransızların (Ekite), Türklerin de Hakkâniyet dediği ulvî ölçüden, şimdi bize tayini gereken cezayı isteyeceğiz. Bu zamana kadar üzerinde gezindiğimiz girift ve muğdil mânalar, Hakimin işte bu hakkaniyet ölçüsüne göre üstünde oturduğu büyük ve şâmil selahiyet, her sahayı toplayıcı geniş takdir ve idrâk makamının icabına göre ayarlanmıştır. Medeni kanunun 4'üncü maddesi, hâkime "hakkaniyetle hükmedeceksin" onu birbirine mücavir sebepler ve manalarla ihtilata sevketmiş, bütün bunlardan süzülecek müstakil bir vicdan temsil etmiye memur kılmış, böylece hakime bütün sadet ve mevzuları içine alan büyük ve ana mevzu, münhasır ve mücerret idrak ve takdir sadedi hakkını vermiştir. Şimdi biz bu haktan ne istemeliyiz?... Eğer kanunlara göre, ceza hakiminin rolü, sadece suçun olup olmadığını tesbitten ibaret olmasaydı da, emme - basma tulumbalar gibi, hakim, hem suçun mevcut olup olmadığına, hem de suçsuzun hangi mükafata ehil olduğunu hükmetmek mevkiinde bulunsaydı, isteyeceğimiz beraatimiz değil, Sümerbank'ın "berayı ıslah" elimize tevdii olurdu.

     

    Pek Muhterem Hakim; Dünya fikir ve hukuk aleminin en büyük müdafaalarından biri, büyük mütefekkir Sokrat'ın (Apoloji) sinden şu birkaç satırı okumama izin istiyorum:

     

    "Ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım? Ömrüm boyunca dilimi tutmadığım için?.. Paraya, mala, hatipliğe ve memlekette durmadan ortaya çıkan türlü türlü rütbelere, entrikalara ve fırkalara bağlanmadığım için?.. Bu gibi faaliyetler altında yaşamayı kendime yakıştırmadığım, kendimi böyle bir hayat sürmeyecek kadar şerefli saydığım için... Kendimi böyle şeylere verecek olursam ne kendime, ne de size bir faydam olur diye onların hepsinden uzak kaldığım için?.. Bütün bunlar için ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım?.."

     

    Ve yine Sokrat cezasını tayin eder:

     

    - "Bana (Pityon) da, Millet Sarayında ziyafet çekiniz!"

     

    Muhterem Hâkim son cümlemi arz ediyorum:

     

    Ben, Türk vatandaşı ve muharriri Necip Fazıl, en fevkalade mikyasta doldurduğunuzu sezdiğim Türk kaza mevkiinin bir mümessilinden beraatimi istemeye utanırım. Hakk?ın bu kadar gür seslisini ve açığını istemek sanki hâkimden şüphe etmek gibi bir his verir bana...

     

    Takdirinizi bekliyorum... "

     

    KARAR ÂNI

     

    Sanık Necip Fazıl Kısakürek, Sümerbank'a hakaret ettiği gerekçesiyle üç buçuk ay hapis, 115 lira para cezasına çarptırıldı.

     

    HABER7.COM


  6. siteleri pek renkli değil.

     

    üçbeş gazete yazarından alıntıar o kadar...

     

    Akif Emre - Şevket Eygi - İbrahim Karagül vs.

     

    evet doğru site pek renkli değil. o konuda belki biraz eksiklik var ama sitedeki amaç bizim gibi form sitesi oluşturmak değil Üstadın öğrencilerininde uygun gördüğü güncel yazıları ve Üstad'a Büyük Doğu'ya ait eserleri yayınlamak.


  7. Nikah nasıl kıyılır

     

     

    Sual: Nikah nasıl kıyılır?

    CEVAP

    Nikah şöyle kıyılır:

    Nikah yapacak efendi, önce zevcenin adını, Mesela Fatıma bint-i Ahmed yazar.

    Sonra zevcenin vekilini, Mesela Ali bin Zeyd yazar.

    Sonra iki erkek şahidin adını yazar. Sonra zevcin adını, Mesela Ömer bin Hüseyin diye yazar.

    Sonra, zevc yoksa zevcin vekilinin adını yazar.

    Sonra, iki tarafa sorarak, uyuştukları mehr-i müecceli ve mehr-i muacceli yazar.

    Sonra, istiğfar okur. Euzü Besmele okur.

    (Elhamdü lillahillezî zevvecel ervâha bil eşbâh ve ehallennikâha ve harremessifâh. Vessalâtü vesselâmü alâ resûlinâ Muhammedinillezî beyyenel-harâme vel-mubâh ve alâ Âlihi ve Eshâbi-hillezîne hüm ehlüssalâhi velfelâh) der.

     

    Euzü Besmele çekip, Nur suresinin otuzikinci âyetini okur, (Sadakallahül’azîm) der, sonra, kâle Resulullah, (En-nikâhü sünnetî femen ragibe an sünnetî feleyse minnî) sadaka Resulullah. (Bismillâhi ve alâ sünnet-i resûlillah) der.

     

    Sonra zevcenin vekiline dönüp:

    (Allahü teâlânın emri ve Peygamber efendimizin sünneti ile ve amelde mezhebimizin imamı, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin ictihadı ile ve hazır olan Müslümanların şehadetleri ile, vekili olduğun Fatıma bint-i Ahmedi, şu kadar altın mehr-i müeccel ve şu kadar altın muaccel ile, talibi olan Ömer bin Hüseyine tezvice, vekaletin hasebi ile, verdin mi?) der.

     

    Sonra zevcin vekiline dönüp, yine (Bismillâhi ve alâ)dan başlayıp okur. Sen dahi, Fatıma bint-i Ahmedi, şu kadar altın mehr-i müeccel ve aralarında malum olan mehr-i muaccel ile, vekili olduğun Ömer bin Hüseyine, vekaletin hasebi ile, aldın mı?) der.

    [Zevcin kendisi varsa, bunları kendisine sorar.]

     

    Her ikisine üçer kere sorar ve cevap alır. Ben dahi akd-i nikah ettim der. Sonra, şu duayı okur:

     

    (Allahümmec’al hâzel akde meymûnen mubâreken vec’al beyne-hümâ ülfeten ve mehabbeten ve karârâ ve lâ tec’al beyne-hümâ nefreten ve fitneten ve firârâ. Allahümme ellif beynehümâ kemâ ellefte beyne Âdeme ve Havvâ. Ve kemâ ellefte beyne Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem ve Hadîce-tel-kübrâ ve Âişe-te ümm-il mü’minîne radıyallahü anhümâ. Ve beyne Alîyyin radıyallahü anh ve Fâtıma-tez-zehrâ radıyallahü anhâ. Allahümme a’ti le-hümâ evlâden sâlihan ve ömren tavîlen ve rızkan vâsi’an. Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zürriyyâtinâ kurrete a’yünin vec’alnâ lil müttekîne imâmâ. Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhıreti haseneten ve kına azabennâr. Sübhâne rabbike rabbil’ızzeti ammâ yesıfûn ve selâmün alel mürselîn velhamdülillahi rabbil’âlemin. El-fatiha).


  8. BÜYÜK DEĞER ÜSTAD NECİP FAZIL KISKÜREK'İN KALEMİNDEN

     

    TAM 12 MUHTEŞEM ESER

     

    BAŞBUĞ VELİLERDEN 33 - "ALTUN SİLSİLE" - 608 SAYFA

    ULU HAKAN - İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN - 685 SAYFA

    VELİLER ORDUSUN 333 - HALKADAN PIRILTILAR - 526 SAYFA

    ESSELAM - MUKADDES HAYATTAN LEVHALAR - 150 SAYFA

    İMAMI RABBANİ MEKTUBAT - 252 SAYFA

    HAC'DAN ÇİZGİLER, RENKLER VE SESLER - 190 SAYFA

    NUR HARMANI - EFENDİMİZ, KURTARICIMIZ, MÜJDECEİMİZ'DEN - 200 SAYFA

    O VE BEN - OTOBİYOGRAFİ - 265 SAYFA

    GÖNÜL NİMETLERİ - EL-MEVAHİBÜ'L L-LEDÜNİYYE - 528 SAYFA

    PEYGAMBER HALKASI - DİN VE TASAVVUF - 262 SAYFA

    HAZRETİ ALİ - İLİM BELDESİNİN KAPISI - 342 SAYFA

    ÇÖLE İNEN NUR - ÇÖLE VE BÜTÜN ZAMAN VE MEKANA - 608 SAYFA

     

    Kitaplar Bana Gelecek Daha Sonra Vereceğiniz Adrese Yollarım

    Selamlar....


  9. Mustafa İslamoğlu Ye’cûc Ve Me’cûc’u da İnkâr Ediyor

     

     

    Bizleri Kur’ân-ı Kerîm’e inanan ve buyurduklarını tahrife yeltenmeyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten kılan Allâh-u Te‘âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan ve: “Benim ve ashâbımın sahip bulunduğumuz Cemaat inancından bir karış ayrılan kişi, muhakkak İslâm ipini boynundan çıkarmış olur” (Tirmizî, no:2641, 2863,) buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Cemaati temsil eden ashâbına sınırsız salât-ü selâmdan sonra!

     

     

    Bu ayki yazımız yine Ehli Sünnet müdâfaası ve Ehli Bidat reddiyesi kapsamında Mustafa İslamoğlu’nun Kur’an mealine ve tefsirine soktuğu bir bidati, bir tahrifi ve bir inkârı eleştirmek üzerine olacaktır. Tabi şunu sizlerle paylaşmak isterim ki; bizim, kişilerin şahsiyetine hakaret ve bazı kimselerden nefret gibi bir seciyemiz bulunmamaktadır. Zaten dînimiz de bize bu tür ahlâkı yasaklamaktadır. Biz ancak kişilerin yanlış bulduğumuz fikirlerini ilmî cevaplarla reddetmeye ve insanların bu yanlışlara inanarak îmandan çıkmamalarına gayret etmeye yönelik faaliyetler içerisinde olabiliriz. Zaten bundan başka bir şey düşünmeye bile vaktimiz yoktur. İnkârın îmanla, dalâletin de hidâyetle yer değiştirmesi neticesinde İslâm’a giren bir kâfire ve yola gelen bir dalâlet sahibine karşı fikrimizi ve tavrımızı değiştirmemiz bize emrolunduğuna göre, bidatten sünnete ve firak-ı dâlleden Ehl-i Sünnete dönen bir kimseye de aynı muameleyi revâ görürüz ki, bu da bizim kimseye karşı şahsî ve nefsî bir nefret ve adâvet taşımadığımızın en büyük göstergesidir.

     

     

    Fakat şunu insafla düşünerek bize hak vermeniz gerekir ki, itikadımıza göre Ehl-i Sünnet dışı bulduğumuz bir kişinin, insanı dinden çıkaracağına kanaat getirdiğimiz görüşlerinin Ehl-i Sünnet mensupları arasında, bilgisizlik ve seçici olmamak nedeniyle kabul gördüğünü müşahede etmemize rağmen, bu kardeşlerimizi bu yanlış inançlara uymamaları hususunda uyarmamamız, inançlarını bizden duydukları ilimlere emânet eden sevenlerimize karşı büyük bir hıyânet olmaz mı ve bu kıyamet gününde büyük bir vebâli mûcib olmaz mı? Bir çukura doğru gittiğini gördüğümüz görme engelli bir kişiyi uyarmamaktan ve elinden tutup selâmet yoluna iletmemekten daha büyük bir vicdansızlık olabilir mi?

     

     

    İşte biz arz-ı ekber günü: “Yâ Rabbi! Biz doğru bildiklerimizi bildirdik ve kötülükten nehyettik, ama herkes bizi dinlemedi. Elimizde olmayan şeyler sebebiyle bizi muâhaze etme” diyebilmemiz için, bir de bu yazılarımızdan etkilenerek yanlış inançlardan tevbe edenler ve yanlış insanlardan uzak duranlar olabilir ümidiyle bu reddiyelerimizi inşâallâh sürdüreceğiz. Sizden beklentimiz dikkatle ve insafla muhakeme etmeniz, bu yazımızın okunması hususunda iyiliği emretmeniz ve bu ilmî reddiyeleri yaymak dışında hiçbir şahsa hakaret ve nefretle dilinizi ve kalbinizi meşgul etmemenizdir.

     

     

     

    Bugünkü reddiye konumuz, İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc mevzuundaki bâtıl fikirleri Kur’ân-ı Kerîm meâline dahil etmiş olmasıdır.

     

     

     

    Şöyle ki: İslamoğlu, “Hayat Kitabı Kur’an-Gerekçeli Meal-Tefsir” namındaki kitabının birinci cildinin 575. sayfasına denk gelen Kehf Sûresinin 94. âyet-i kerîmesinin notunda şu ifadelere yer vermiştir:

     

     

     

    “Ye’cûc ve Me’cûc’e helâki hak eden tüm toplumlardan söz edilen bir pasajda daha değinilir (21:95-96). İkisi birlikte düşünüldüğünde, Ye’cuc ve Me’cuc’un belli bir zaman ve mekana has mahdut ve belirli bir topluluk olmadığı, her zaman ve mekânda ortaya çıkan yıkıcı ve tahripkar güçleri temsil ettiği anlaşılır. Ye’cûc ve me’cûc isimlerinin manaları ve ayrıntılı bir tahlil için 21:96’nın notuna bkz.”

     

     

     

    Kendisinin bu konudaki görüşlerini imla hatalarına ve yazım çelişkilerine dahi riayet ederek hiçbir noktasını bile değiştirmeden naklettikten sonra, şimdi de havale ettiği notu yani Enbiyâ Sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin dipnotunun bir bölümünü zikredelim:

     

     

     

    “Musa Carullah’ın dediği gibi Ye’cûc-Me’cûc yeryüzünün her tarafında, her millette, her çağda bulunabilir. Kur’an’da, bunların cinsiyetleri, zaman ve mekânı sınırlanmamıştır. Günümüz itibarıyla askeri ve ekonomik gücüyle bütün yeryüzünü işgal etmiş olan egemen küresel güçler en dehşetli anlamıyla Ye’cûc ve Me’cûc’turlar.”

     

     

     

    Evvelâ İslâmoğlu’nun, görüşünü benimseyerek kendisinden nakil yaptığı bu kişiyi tanıyalım: Mûsâ Cârullah, (1875-1949) yılları arasında yaşamış, bir çok yanlış fikirleri olan bir şahıstır. Onun, insanı dinden çıkaracak tek fikri bu değildir. Nitekim kendisi dinler tarihi araştırmalarının önemine temas sadedinde, dinlerden söz ederken birine hak, diğerine bâtıl demekten sakınmanın ve her dine saygı göstermenin gereğine inanmıştır. “Rahmet-i İlâhiyye Burhanları” adlı eserinde, âhirette daimi azabın İlâhî rahmete uygun olmayacağını ve İlâhî rahmetin herkesi kapsadığını söyler. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 31/215) Onun bu görüşlerinden anlaşıldığına göre; İslâm için hak, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bâtıl dinler için bâtıl demekten sakınılması gerekiyormuş. Allâh-u Te‘âlâ nezdinde hak olan tek dînin İslâm olduğu Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ifadesiyken, bize Allâh’ın hak dediği şeye hak demekten sakınmamız gerektiğini öğütleyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde kâfirlerin azabından bahsedilirken sadece “Sonsuz azapta kalacakları” mânâsını ifade eden “Hâlidîne” tabiriyle yetinilmeyip, tekid için peşisıra “Ebedâ” lafzı zikredildiği halde, Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisine yakıştırdığı gazap ve azap sıfatlarını Allâh’a yakıştıramayarak sonsuz azabı inkâr etmek suretiyle, kâfir olan bir adamın görüşünü bir Kur’ân meâlinde nakletmek bile büyük bir cinayetken, üstelik bu kişinin bir çok âyetin müfâdını inkâra götüren bir dalâlet ifadesini, muhakemeye bile tâbî tutmaksızın kabule şâyân tek bir görüşmüş gibi hikâye etmek, elbette ki İslâm toplumuna yapılacak en büyük hainlik olmuştur. Oysa Ye’cûc ve Me’cûc kavimlerinin, Zülkarneyn’in yolculuğu sırasında uğradığı belli bir mıntıkada bulunan iki dağın arasına demir parçaları ile kurşun kullanarak yaptığı muhkem bir seddin arkasında bulunan iki ümmet oldukları, kıyamete yakın vaat edilen zaman gelinceye kadar o seddi delemeyecekleri ve insanlara zarar veremeyecekleri Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiştir.

    Nitekim Allâh-u Te‘âlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

     

     

     

    “Sonra yine o (Zülkarneyn doğuyla batı arasında, doğudan kuzeye doğru üçüncü bir yola girerek maksadına ulaştıracak) başka bir sebep izledi.

     

     

     

    Nihâyet (aralarına sed yapacağı) o iki dağın arasına ulaştığı zaman onların önünde öyle bir toplum buldu ki, onlar (dillerinin garipliği ve akıllarının kıtlığı yüzünden) hiçbir söz anlamaya yanaşmıyorlardı.

     

     

     

    (Oranın halkı) dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye’cûc ve Me’cûc (isimli iki kabilenin mensupları) bu toprakta (katliâm, tahribât ve ekinleri telef etmek suretiyle) fesat çıkaran kimselerdir. Bizimle onlar arasında (bize saldırmalarını engelleyecek) bir sed yapmana karşılık sana bir vergi versek nasıl olur?”

     

     

     

    (Zülkarneyn (Aleyhisselâm) onlara cevâben) dedi ki: Rabbimin beni içerisinde yerleştirmiş bulunduğu (mallar, mülkler, sebepler ve alet-edevât gibi gerekli) şeyler (sizin bana teklif ettiğiniz ücretten) daha iyidir.

     

     

     

    Öyleyse siz bana (parayla değil de,) bir kuvvetle; (insan gücü ve güzel sanat becerisiyle) yardım edin de sizinle onlar arasında (istediğinizden daha) sağlam bir sed yapayım!

    (Hadi) bana büyük demir parçaları getirin!” (Onlar da dediğini yaptılar. Böylece o yavaş yavaş demir kütlelerini dizmeye başladı.)

     

     

    Nihâyet (dağların) karşılıklı iki kenarın arasını düzlediğinde: “ (Körüklerle demir parçalarına) üfleyin!” dedi. (Onların üflemesi) netice(sin)de onu (kızgın) bir ateş hâline çevirince (ilgililere): “Getirin bana da, onun üzerine erimiş bir bakır dökeyim!” dedi.

     

     

     

    (Onlar söylenenleri harfiyyen yapınca, o sed iyice lehimlenerek sert bir dağ haline geliverdi. Derken Ye’cûc ve Me’cûc gelip, onu delmek ve üstüne tırmanmak istedilerse de) artık onlar onun üstüne çıkmaya da güç bulamadılar, onu azıcık delmeye de en ufak bir imkân bulamadılar.

     

     

    (Bunun üzerine Zülkarneyn (Aleyhisselâm)) dedi ki: “İşte bu (seddi yapmaya muvaffak olmam), Rabbimden (kullarına karşı) büyük bir rahmet (eseri)dir. Ama (kıyamete yakın o sed ardında kalan Ye’cûc ve Me’cûc’un insanlara musallat edilmesi hakkında) Rabbimin vaadi(nin gerçekleşme zamanı) gelince O onu yerle bir edecektir. Zaten Rabbimin vaadi dâima (yerini bulacak) bir hak olmuştur.

     

     

     

    İşte o (seddin arkasından çıkacakları) gün (aralarında vukû bulacak izdiham nedeniyle) Biz onların bir kısmını diğer bir kısmın içerisinde deniz dalgası gibi çarpışmakta olduğu halde bırakmışızdır.

    Derken sûr içerisine üfürüldü de, artık Biz onları (hesap ve ceza için) tam bir toplayışla cem ettik!” (Kehf Sûresi:92-99)

     

     

     

    Diğer bir âyet-i kerîmesinde de onların şu anda dünya halkı içerisinde fesat çıkaramadıklarını, ama vakti gelip sedleri delinince süratlice her tarafa yayılacaklarını beyan sadedinde şöyle buyurmuştur:

     

     

     

    “(Hakkı bildikleri halde onda birleşmeyen kâfir milletlerin helâkleri böylece sürüp gidecek,) nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (seddi) açılınca ki, onlar (dağ ve tepe gibi) her yüksek yerden (inerek, ekinlere ve canlılara saldırmak üzere) süratlice koşacaklar!” (Enbiyâ Sûresi:96)

     

     

     

    Ye’cûc ve Me’cûc hakkındaki hadîs-i şerîfleri konu edecek olursak bunlar ciltler dolusu kitaplara mevzu olacak kadar fazladır. Ama bunları özetleyerek konumuzu aydınlatmaya yeterli olacak bir kısmını zikredecek olursak: “Ye’cûc ve Me’cûc Âdemoğullarından iki kabilenin ismidir. Kıyâmete yakın Îsâ (Aleyhisselâm) inerek Deccal’ı helâk ettikten sonra Zülkarneyn’in bina ettiği sed açılarak, Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri dağ ve tepe gibi yüksek yerlerden akın ederek insanlara karışacak ve her şeyi yiyip içmeleri üzerine göller dahî kuruyacak, neticede büyük bir kıtlık baş gösterecektir. Sonra Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla boyunlarına musallat olan deve kurduyla top yekûn helâk olacaklardır, leşleri dünyâyı doldurunca Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla Allâh-u Te‘âlâ, uzun boyunlu develere benzeyen birtakım kuşları göndererek o leşleri dilediği yerlere attıracaktır. Daha sonra Allâh-u Te‘âlâ’nın göndereceği yağmurlarla yeryüzü onların pisliklerinden yıkanacaktır.

    Sonunda Allâh-u Te‘âlâ yeryüzünü cennet gibi yeşertecek ve Îsâ (Aleyhisselâm)ın beraberinde olan tüm müminlerin durumları düzelecektir. (İbni Mâce, Fiten: 33, no: 4075-4077, 2/1358; Tirmizî, Fiten: 59, no: 2240, 4/510)

     

     

     

    Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sed hakkında şöyle buyurmuştur:

    “Ye’cûc ve Me’cûc her gün onu kazarlar, tam delmeye yaklaştıklarında başlarındaki yetkili: ‘Dönün, yarın onu delersiniz’ der. Ama Allâh-u Te‘âlâ onu eskisi gibi sağlam şekle döndürür. Nihayet müddetlerinin sonuna ulaşıp Allâh onları insanlara musallat etmek istediğinde görevlileri: ‘Dönün, yarın inşâallâh onu delersiniz’ der. Döndüklerinde onu, bıraktıkları hâli üzere bulurlar ve onu delerek insanlara saldırırlar, bütün suları içerler, insanlar onlardan kaçmaya başlar. Bunun üzerine oklarını göğe doğru atarlar, onlar kana bulanmış halde kendilerine geri dönünce kibir ve kasvetlerinden dolayı: ‘Yer ehline galip geldik, göktekileri de mağlup ettik’ derler. O zaman Allâh-u Te‘âlâ onların üzerine, enselerine yapışan bir kurt musallat eder de böylece onları helâk eder.” (Ebû Ya‘lâ, no:6436; Hâkim, el-Müstedrek: 4/488; Abdürrezzâk, el-Musannef, 2/28,29; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:10632, 16/369; Tirmizî, no:3153; İbni Mâce, no:4080; İbni Hibbân, no:6829)

     

     

     

    Ebu’z-Zâhiriyye (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

    “Müslümanların kıyamete yakın çıkacak fitnelerden sığınağı Dimeşk’tir, Deccal’dan sığınakları Beyt-i Makdis’dir, Ye’cûc ve Me’cûc’den sığınakları ise Tûr Mescidi’dir.” (İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/324, 325, 12/191)

     

     

     

    Zeyneb binti Cahş (Radıyallâhu Anhâ) şöyle anlatmıştır: Bir gün Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüzü kızarmış vaziyette uykusundan uyandı.

    Bir yandan da şöyle diyordu: “Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur, çok yaklaşan bir şerden dolayı vay Arapların başına gelecek olanlara! Bu gün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şu kadar (az bir miktar) açılmıştır.” (Buhârî, no:3346, 3598, 7059, 7135; Müslim, no:2880)

     

     

     

    Ebû Sa‘îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anh) dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Ye’cûc ve Me’cûc açılacak, onlar Allâh-u Te‘âlâ’nın: ‘Her yüksek yerden boşalıyorlar’ buyurduğu gibi, insanlara musallat olacaklar, Müslümanlar onlardan kaçarak şehirlerine ve kalelerine çekilecekler, hayvanlarını bile yanlarına toplayacaklar. Ye’cûc ve Me’cûc yeryüzünün sularını içecekler, bir nehre uğradıklarında onu kupkuru bırakacaklar, arkalarından gelenler: ‘Bir zamanlar burada su vardı’ diyecekler. İnsanlardan özel sığınaklara girmeyen kimse kalmayınca onların sözcüsü: ‘İşte yer halkından kurtulduk, şimdi gök ehli kaldı’ diyecek…” (Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:11731, 18/256; İbni Mâce, 4079; Ebû Ya‘lâ, 1144, 1351; Taberî, 15/399; İbni Hibbân, no:6830; Hâkim, el-Müstedrek: 2/245, 4/489)

     

     

     

    Kıymetli okuyucularımız! Takdiri size bırakıyoruz. Bu iki kavmin kimlikleri, Zülkarneyn’in seddi arkasında yaşadıkları, kıyamete yakın Allâh-u Te‘âlâ’nın parçalamasıyla sed açılarak insanlara musallat olacakları, onlardan kaçanların Tur dağına sığınacakları ve Îsâ (Aleyhisselâm) indikten sonra onun duâsıyla helâk edilecekleri bunca âyet-i kerîme ve mânen mütevâtir olan sahih hadîs-i şerîflerde şüpheye mahal bırakmayacak sarih ifadelerle anlatılmışken, bu iki kavmin belli bir cinsiyetle, zaman ve mekânla kayıtlı olmadığı ve hâli hâzırda dünya üzerindeki tüm teröristlerin ve tahakküm gücünü elinde bulunduran siyâsi ve ekonomik güçlerin Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemek, Kehf Sûresinin âyetlerinde zamanı ve mekânı, yapım tarihi ve yapı malzemeleri zikredilen böyle bir seddin ve arkasında kalan iki kavmin mevcûdiyetinin inkârı anlamına gelmez mi?

     

     

     

    Bu tür milletlerin her zamanda ve her mekanda bulunduğunu söylemek, Kehf ve Enbiyâ Sûrelerinin âyetlerinde açıkça ifade edilmiş olan: “Vakti gelince seddin parçalanacağı” gerçeğini reddetmek mânâsı taşımaz mı? Bunca hadîs-i şerîf ve rivâyetlerde bu toplumların suları kurutacakları ve her türlü ifsadı yapacakları açıklanmışken, bu gün bir testi suyu bile birden içemeyen müfsitleri bunlar yerine ikame etmek, bu hadîs-i şerîf ve rivayetleri tanımamak olmaz mı? İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc hakkında kabule şâyan bularak naklettiği bu görüş, bunca âyet-i kerîmeyi ve mütevâtir hadîs-i şerîfleri inkâr etmek demek değilse, artık bu âyetleri ve hadîs-i şerîfleri inkâr etmek daha başka nasıl düşünülebilir? Bunca tahrif ve tevil, küfür ve inkâr sayılmayacaksa artık dinde adına inkâr denecek hiçbir şey kalmamış demektir. Çünkü bunların iki kavim olarak adlandırılmaları, onların her milletten olabileceği görüşünü çürütmüştür. Zülkarneyn’in yaptığı seddin arkasında bulunmaları ve âhir zamana kadar oradan çıkamayacak olmaları, onları belli bir bölgede sınırlamıştır.

    Başka bir noktadan düşünecek olursak, kıyamete yakın sed parçalanmadan yerlerinden ayrılamayacak olmalarının bildirilmesi, şu anda dünyanın herhangi bir yerinde kesinlikle bulunamayacaklarını ifade etmektedir. Bu meseleler, biri varsa diğeri yok olacak kadar açık konularken, Allâh-u Te‘âlâ’nın: “Onlar seddin arkasındadır ve Benim vâdem gelinceye kadar oradan çıkamayacaklardır” buyurduğu bir mevzuda: “Yok onlar belli bir yerde sınırlı değildirler, her yerde ifsat yapanlar onlardır” demek, “Allâh-u Te‘âlâ’nın buyurduğu gibi değil, benim dediğim gibidir” demekten başka ne mânâ ifade eder.

     

     

     

    Artık Allâh-u Te‘âlâ’dan niyazımız, bizi de, siz okurlarımızı da, tüm sevdiklerimizi de Allâh-u Te‘âlâ’yı ve Rasûlünü yalancı çıkaran kişileri dinlemekten, kitaplarını okumaktan ve görüşlerine kapılmaktan muhafaza etmesidir. Bu konuda tek güvencemiz Allâh-u Te‘âlâ’nın fazl-u keremidir. Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetleri, Meâl ve Tefsir adı altında yazılan hurafelerde açıkça inkâr edilirken: “Bu adam bilgili ve kültürlü biridir, elbet bir bildiği vardır” diyenlere ve aklını kullanmayıp kiraya verenlere çokça rastladığımız şu ortamda, akıllarımızı ve îmanlarımızı Allâh’a emanet ederiz. Şüphesiz ki O, emanetleri zayi etmez ve vâdine hulfetmez.


  10. Faili hala meçhûl

    3 yıl önce bugün Fatih'teki İsmailağa Camii'nde sabah namazından sonra cemaate vaaz ederken bıçaklanarak şehid edilen emekli imam Bayram Ali Öztürk (54)'ün katilinin perde arkasındaki isimler hala bulunamadı.

     

     

     

    Hakan GÜNDÜZ/VAKİT

     

    Fatih Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan katil Mustafa Erdal'ı hangi güçlerin azmettirdiği yönündeki soruşturma, 3 yıldır bir arpa boyu ilerleyemedi. Mustafa Erdal'ın kardeşleri ile Erdal'ın gidip geldiği Şems-Der isimli dernek üyelerinin ifadeleri bulunan dosyanın Ergenekon soruşturması kapsamına alındığı da doğru çıkmadı.

     

    SORUŞTURMA 3 SAVCI DEĞİŞTİRDİ

     

    Fatih Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı Mustafa Alıcıoğlu'da bulunan soruşturma dosyasının izini süren aile, görüştükleri savcıdan “Bir gelişme yok” cevabını aldı. Cumhuriyet savcısı bir gelişme katedemezken, ailesi Bayram Ali Öztürk'ü bıçaklayan kişinin arkasındaki güçlerin araştırılması yönünde şikayetçi olmasına rağmen Savcı aile fertlerini ifadeye bile çağırmamış. Başbakan Erdoğan'ın bile üzerinde durma sözü verdiği olay ile ilgili yürütülen soruşturmada, dosya 3 kez el değiştirdi. Dosyanın elden ele gezdirilmesi sorumsuzluk olarak nitelendiriliyor.

     

    HOCAYI ÖLDÜRENE MÜDAHALE EDEN HAPİSTE

     

    Cinayet kapsamında yargılanıp ceza alan tek isim var. O da katil Mustafa Erdal'ın elinden bıçağı almış olmasına rağmen linç etmekle suçlanan İrfan Can. İrfan Can, İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı ve bir süre Sivas Cezaevi'nde tutuklu kaldı. Dosyası Yargıtay'da temyizde olan İrfan Can, geçtiğimiz aylarda tahliye edildi.

     

    AKILDA KALAN SORU İŞARETLERİ

     

    *Katil Mustafa Erdal'ın telefon trafiği neden incelenmedi?

    *Bayram Hoca, Alibeyköy'deki Mevlana Camii'nde görev yaparken suikast girişiminde bulunulmuş, olay yerinden kaçan şahıs koşarken üzerinden bir bıçak düşürmüştü. Bu suikast girişiminin üzerine gidildi mi?

    *Hoca, bıçaklandığı anda koluna girip kürsüden indiren sonra da cep telefonu ile görüntü çeken fakat cemaat tarafından hiç tanınmadığı gibi o günden sonra da bir daha görünmeyen kot pantolonlu ve sakalsız kişi kimdi?

    *Mustafa Erdal ile birlikte cemaat arasından ayağa kalkan Erdal, Bayram Hoca'ya doğru yürüyüp bıçak saplarken, ayakta duran, sonra da oturan cemaatin hiç tanımadığı bu 3 kişi kimdi?

    *Bıçağın iki kaburga arasından geçecek şekilde 180 derece açıyla yatay ve çok profesyonelce saplandığı tespit edildi. Bu derece profesyonelce bıçak kullanan bir kişi meczup olabilir mi?

    *Özel bir televizyon kanalı, geçtiğimiz aylarda Bayram Ali Öztürk Hoca'nın bıçaklandıktan sonra camiden çıkarıldığı görüntüleri yayınladı. Ailenin bile ilk kez izlediği ve soruşturma dosyasında olmadığı tahmin edilen görüntülerin kim tarafından bu kanala verildiği bilinmiyor.

     

    6 dil biliyordu, hukukçu ve ilahiyatçıydı

     

    Hain ve karanlık bir saldırı neticesinde şehid edilen Bayram Ali Öztürk Hoca, 6 dil bilen büyük bir İslam alimiydi. 1952'de Trabzon'un Of İlçesi'nde doğdu Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça, Türkçe ve Osmanlıca'yı iyi biliyordu. Fransızcası çok iyiydi. Hukuk ve İlahiyat eğitimi almıştı. Büyük İslam alimlerinden İmam Rabbani'nin mektuplarından oluşan 'Mektubat-ı Rabbani' kitabını ezbere biliyor ve her pazar sabahı İsmailağa Camii'nde sohbet veriyordu. Bayram Hoca, İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki birçok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları kürsüde şerh etti. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanımasına yol açtı. Bayram Hoca “Mektubat” dışındaki kitapları okutma noktasında da parmakla gösterilen bir ilim adamıydı.


  11. efendim organizasyon için teşekkürler. Bir açıköğretim öğrencisi olarak tarih çok fena. tam bütünleme sınavlarının olduğu hafta sonu. neyse sağlık olsun

     

    aslında 11-18 eylül arasında İstanbul da olacaktım ama başka bir vesile ile buluşuruz inşallah

     

    Kayseri den selamlar


  12. İbni Teymiye

     

     

    Sual: Vehhabilerin [selefilerin] Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikleri İbni Teymiye kimdir, âlimlerimiz onun hakkında ne demiştir?

    CEVAP

    Hanbeli fıkıh ve hadis âlimi iken mezhepsiz oldu. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defa hapsedildi. 1263 senesinde Harran’da doğup, 1328 de Şam’da kalede hapiste iken vefat etti.

     

    İbni Teymiye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlamamış, tasavvufu inkâr etmiş, Ehl-i sünnetten ayrılmıştır. Kitapları, kendilerine Selefiyyeci diyen mezhepsizlere kaynak olmaktadır. Mezhepsizler, onu övmekte, İslam müceddidlerinin piri demektedirler. İbni Teymiye’nin şaki ve dalalette olduğu Seyf-ül-Cebbar ve farisi Tâlim-üs-sübyanda da yazılıdır.

     

    Camiul-ezherdeki hanefi âlimlerinden Muhammed Bahitin (Tathir-ül-füad min-denisil itikad) kitabı, (Et-tevessüli bin-Nebi ve bis-Salihin), (Şevahid-ül-hak), (Cevahir-ül-bihar), (Seyf-ül-Cebbar) ve (Tâlim-üs-sübyan) kitapları, İbni Teymiye’nin dalalete düştüğünü vesikalarla ispat etmektedir.

     

    İbni Battuta, ibni Hacer-i Mekki, imam-ı Sübki, kendi oğlu Abdulvehhab, izzeddin bin Cema'a, Ebu Hayyan Zahiri, Zahid-ül Kevseri, Yusuf-i Nebhani, imam-ı Şarani, Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Şeyh-ül-İslam Mustafa Sabri Efendi gibi nice âlimler İbni Teymiye’ye reddiyeler yazmışlar, dalalet ve küfürlerini açıklamışlardır. Üstad Necip Fazıl da, (14. asrın irşad kutbu seyyid Abdülhakim Arvasi, “İbni Teymiye dini içinden zedeleyen mülhiddir” buyurdu) diyor. (Türkiye’nin Manzarası)

     

    Dal ve mudil olduğu, Savi tefsiri 107. sayfasında da yazılıdır.

     

    İslam âlimleri buyuruyor ki:

    (Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir.) [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]

     

    (İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına, büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.) [İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]

     

    (İbni Teymiye’nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalalettedir ve Müslümanları dalalete sürüklemektedir. Müslümanların icmasından ayrılmış, bid’at yolunu tutmuştur. İslam âlimleri, onun dalalette [sapık] olduğunu, sözbirliği ile bildirdi. Kutbüd-Berdiri, Şerhi Muhtasarda, bunu uzun yazmaktadır.) [Tahir Muhammed Süleyman - Zahiretül-fıkhil-kübra]

     

    (Kitab-ül Arş onun en çirkin kitaplarındandır. Ona Şeyh-ül-İslam diyenin kâfir olacağını söyleyen âlimler vardır.) [İmam-ı Sübki] (Nebras haşiyesinde bildiriliyor.)

     

    (İbni Teymiye’ye uyanın malı ve canı helaldir.) [Miratül-cenan, Nebras haşiyesi]

     

    İbni Teymiye, Kitab-ül Arş isimli eserinde, “Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır” diyor. Essırat-ul-müstekim kitabında da, ibni Abbas gibi büyük sahabilere kâfir demiştir. (Keşfüzzunun)

     

    El-ubudiyyet kitabında ise, Allahü teâlânın ismini zikretmenin bid’at ve dalalet olduğunu bildirmekte ve tasavvuf âlimlerine çirkin iftiralar yapmaktadır.

     

    (Arş kadimdir) diyor. (Akaid-i Adudiyye şerhi)

     

    (Şam camiinin minberinden inerken “Allah gökten yere, benim indiğim gibi iner” dedi.) [İbni Battuta -Tuhfetünnüzzar tarihi]

     

    Abduh’un yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Abdürrazık paşa bile diyor ki:

    (Vehhabilik, bir bakımdan ibni Teymiye’ye bağlı olduğu gibi, son asrın müceddidi denilen Abduh’daki dinde reform fikirleri de, ibni Teymiye’ye bağlıdır.)

     

    (Kaza namazı kılmak lazım değildir) derdi. Halbuki dört mezhepte de farzdır.

     

    Cehennem azabı sonsuz olmadığını söylerdi. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarına dair bir çok âyet-i kerime vardır. (Bekara 81, Ahzab 65, Fussilet 28, Zuhruf 74)

     

    (Ömer çok yanılmıştır) diyerek, imam-ı Ahmed’in bildirdiği (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömer’in dili üzerine koymuştur. [O hiç yanılmaz]) hadis-i şerifine karşı gelmiştir. Eshab-ı kiramın çoğu, ictihad ile anlaşılacak işlerde yanılmış olsa da, onların yanılmaları, ictihadi mesele idi. İctihadda müctehidin yanıldığı bilinemez. Çünkü ictihad ictihad ile nakzedilmez. Bunun için, müctehid olan o büyükler tenkit edilemez. Dört mezhebin ictihadları farklı olduğu halde, benimki doğru diyerek biri ötekini tenkit etmemiştir.

     

    Sadreddin-i Konevi, İbni Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine de saldırmıştır. “Gazali’nin kitapları uydurma hadis ile dolu” derdi. (Hadika)

     

    İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:

    (İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, ariflere dil uzatırdı. Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.) [Tabakat-ül-kübra]

     

    İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:

    (İbni Teymiye kibirliydi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.) [Kam-ul Muarıd]

     

    Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şam kitabında diyor ki:

    (İbni Teymiye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, Hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslamınki olamadı.)

     

    İbni Hacer-i Askalani hazretleri buyuruyor ki:

    (İbni Teymiye; “Kabri Nebeviyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. [Hazret-i] Ali iman ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. [Hazret-i] Osman malı çok severdi” diyerek eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.) [Ed-Dürer-ül-Kamine]

     

    İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:

    (İbni Teymiye, Peygamberlerin masumiyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Halbuki, masumiyet Peygamberlerin sıfatlarındandır.

    Başta Peygamber efendimizin kabri şerifleri olmak üzere eshab-ı kiramın, velilerin, âlimlerin ve salih Müslümanların kabirlerinin ziyaret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefaate vesile kılmayı da haram saymıştır.) [Fetava-i Hadisiyye]


  13. Şehit olmanın önemi

    Sual: Herkes şehit olabilir mi? Şehit olmanın faydası ne?

    CEVAP

    Şehit, kendisine şahitlik yapılmış, Cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş anlamındadır. Şahit manası da vardır. Çünkü Allah katında, ölü değil diridir. Şehit olmak için Müslüman olmak şarttır. Gayrimüslim nasıl ölürse ölsün veya öldürülsün şehit olmaz. Hayzlı veya cünüp ölmek şehitliğe mani değildir. Eshab-ı kiramdan Hanzala cünüp olarak şehit olmuştur. [Gusledecek kadar dahi vakit bulamamış, gazaya katılmıştı.]

     

    Şehit olmak büyük nimettir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

    (Şehit kabir azabından emindir.) [İbni Mace, Beyheki, İ. Ahmed]

     

    (Deniz savaşında şehit olanların, bütün günahları, hatta kul hakları da affolur.) [İbni Mace]

     

    (Şehit, yakınlarından 70 kişiye şefaat eder.) [beyheki]

     

    (Şehit, ölüm acısı duymaz, kabirde üzülmez, kıyametin dehşeti, hesap, mizan, sırat onu rahatsız etmez, doğruca Cennete gider.) [beyheki]

     

    (Karada şehit olanın borçları ve emanetleri hariç, bütün günahları affolur. Denizde, suda boğularak ölen şehidin ise, borç ve emanetleri de dahil bütün günahları affolur.) [Ebu Nuaym]

     

    Şehit, kanının ilk damlasında günahları affolur. Kabir azabından ve Kıyamet korkusundan emindir. Şehidin, kul haklarından başka bütün günahları affolur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ Kıyamette helalleştirecektir. Suda boğularak ölen şehitlerin kul borçları da affedilir. Hak sahipleri, bu şehitten haklarını istedikleri zaman, Allahü teâlâ, (Ondaki haklarınızı benden isteyin) buyuracak, hak sahiplerine alacaklarını fazla fazla verecektir. Şehit de, sorgusuz sualsiz Cennete gidecektir.

     

    Aşağıda yazının tamamına yakını İbni Âbidin hazretlerinin Redd-ül muhtar kitabından alınmıştır. Müslüman olmak şartı ile aşağıdaki 37 maddede bildirilen kimseler şehit olarak ölür. Hepsi de hadis-i şerifle bildirilmiştir:

     

    1- Kendinin, komşusunun, can, mal ve namusunu müdafaa ederken öldürülen,

     

    2- Haksız olarak hapsedilip ölen,

     

    3- Mülci ikrah ile öldürülen, mesela bu içkiyi iç denilse onu içmesi caiz olur. Caiz olacağını bilmediği için, içmeyip öldürülürse, şehit olur.

     

    4- Hırsızın, gaspçının, kapkaççının, yol kesicinin, eşkıyanın, yan kesicinin öldürdüğü kimse,

     

    5- Yüksekten veya attan düşüp ölen, başına taş veya başka şey düşerek ölen,

     

    6- Aslan, kurt gibi yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanarak ölen,

     

    7- Akrep ve yılan gibi zehirli hayvan sokmasından ölen,

     

    8- Suda boğulan,

     

    9- Yangında ölen,

     

    10- Gurbette garip iken ölen,

     

    11- Depremde, duvar ve enkaz altında kalarak ölen,

     

    12- Sara, sari hastalıklar, ateşli hastalıklar verem, kanser, kolera, veba, şiddetli öksürük, ishal ve diğer iç hastalıkları sebebiyle ölen, [Ameliyat edilirken ölen.]

     

    13- Soğukta gusledip ölen,

     

    14- Hamile, lohusa ve doğumda ölen kadın,

     

    15- Cuma günü veya gecesi ölen,

     

    16- Aşkını gizleyip iffetini korurken ölen,

     

    17- Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken öldürülen şehittir. Doğru imanı ve namaz kılmayı meydana çıkaranlar, dinini öğrenmek, öğretmek ve yaymakta iken ölen,

     

    18- Allah rızası için müezzinlik yaparken ölen,

     

    19- Deniz tutup kusarak ölen,

     

    20- Beş vakit namazı doğru olarak kılan,

     

    21- Kuşluk namazı kılan,

     

    22- Yolculukta da vitir namazını terk etmeyen,

     

    23- Her ay üç gün oruç tutan,

     

    24- Abdestli iken ölen, abdestli yatıp ölen,

     

    25- Namazda iken ölen,

     

    26- Günde yirmi kere ölümü düşünen,

     

    27- Dine uygun ticaret yapan,

     

    28- Gıda maddelerini ucuza satan,

     

    29- Helal kazanıp çoluk çocuğunun din bilgisi öğrenmeleri ve ibadet yapmaları için çalışan,

     

    30- Altmış yaşını geçen salih kimse,

     

    31- Günde 25 kere "Allahümme barik li filmevt ve fi-ma bad-el-mevt" okuyan,

     

    32- Müdara eden, yani insanlarla iyi geçinen, dinini koruyabilmek için dünyalık veren,

     

    33- Ölüm hastalığında, kırk kere "La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü min-ez-zâlimin" okuyan,

     

    34- Günde yüz defa salevat-ı şerife okuyan,

     

    35- Her gece Yasin okuyan, sabah akşam Haşr suresinin sonunu okuyan,

     

    36- Allah yolunda şehit olarak ölmeyi isteyen,

     

    37- Günah işlerken zulmen öldürülen.

     

    www.mehmetalidemirbas.com


  14. Flört

     

     

    Sual: İşyerinde beraber çalıştığımız bir arkadaşımız şu anda büyük bir üzüntü içerisinde. Nedeni de evlenmeyi planladığı erkek arkadaşıyla ayrılmışlar. Kendisi daha önceden de bu şekilde arkadaşlıklar kurup ayrılıklar yaşamış. Bizlerin bu şekildeki ilişkilere girmemesi yönündeki sözlerimize aldırış etmiyor. Sizin bu arkadaşımız için tavsiyeleriniz nelerdir?

    CEVAP

    Aşağıdaki flört ile ilgili yazımız yeterli bilgi verebilir:

     

    Evlenecek gençlerin flört denilen bir arkadaşlığa asla ihtiyaçları yoktur. Hatta flörtün birçok sakıncası da vardır:

     

    Flörtte bir tuzak vardır. Flörtte çok defa, kız, erkek tarafından kandırıldıktan sonra terk edilir. Flört, gençlerde gafilce tecrübelere yol açar. Bu tecrübelerin çoğu, kötü şekilde sonuçlanır. Tecrübe için insan, cebine barut koyup kendini tehlikeye atmaz. Ateşle barut bir arada durmaz. Yılan acaba nasıl sokar diye yılanla oynanmaz.

     

    Flört, akıl mantık hislerini alt üst eder. Flörte alışan, sık sık arkadaş değiştirir. Kızı kandırıp terk eden erkek hain, kandırılan kız da maskara durumuna düşer. Flörtte çok defa, iffet elden gider. Namuslu bir kız için bundan büyük felaket olamaz. Flört, birçok gençleri serseri, müsrif ve perişan eder. Gençler arasında aşağılık kompleksi, kıskançlık, kin, nefret, karamsarlık, düşmanlık, anarşi ve çeşitli ruhi bunalımlar doğurur.

     

    Flört arzusu, tenhada buluşmaya davet eder. Sonunda, birçok gencin başı belaya girer. Bu arkadaşlıkta iş eğlenceye dökülünce, genç erkeğin güveni sarsılır. Önce kızı zorlar, arzusuna kavuşunca da kızı ayıplar, ahlaksız diye ona hakaret eder. Yüzüne demese bile gencin artık ona olan güveni kalmamıştır, başkalarıyla da böyle yapmadığı nerden malum diye düşünür. Genelde bu hissi eğlencelerden sonra hep soğukluk olur.

     

    Genç erkek, kokladığı çiçekten hemen doyar, sonra başka bir renk, başka bir çiçek arar. Artık bu sahne onu avutmaz, ondaki esrar, onu çeken cazibe, bağ ve düğümler çözülmüştür. O artık başka bir cazibe, daha esrarlı bir düğüm ister, başka eğlenceleri kovalar. Bu bakımdan flört hususunda kız veya kadın, çok hassas olmalıdır.

     

    Başından böyle işler geçmemiş bir gence, bunlar anlamsız gelir. Çünkü birisine gönlünü kaptıran genç, kendisine verilecek nasihati, deli saçması kabul eder. Onun için Peygamber efendimiz, (Sevgi insanı sağır ve kör eder) buyurdu. Sağıra ne anlatsanız duymaz. Köre bütün renkleri gösterseniz, birini diğerinden ayıramaz. Seven kimsenin de gözüne bir şey görünmez. Morfinman gibi olur. Her bakımdan yanlış da olsa, yine onunla evlenmeyi ister.

     

    Atalarımız da demişler ki:

    Aşık ile delinin farkı, biri gülmez, biri ağlamaz.

    Aşk başta karar etse, akıl firar eder.

    Aşk bir deryadır, dalmayan bilmez.

    Bir yiğit ne kadar kahraman olsa, sevdiğine yenilir.

    Sevda geçer yalan olur, sonu sokar yılan olur.

     

    Flört sonucu evlenen gençlerin çoğu sonunda pişman olur. Bu bakımdan salih ana babanın tavsiyelerine mutlaka uymalıdır! Ana baba, oğlunun veya kızının evleneceği kişiye, evlatlarının gözü ile bakmaz. Acı tecrübelerin verdiği firasetle bakar. Atalarımız, (Ulu sözü dinlemeyen uluya kalır) demişlerdir.

     

    Gönül iyiyi de kötüyü de sevebilir. Bu bakımdan sevdiğimiz kimse ile değil, iyi kimse ile evlenmek önemlidir. Sevdiğimiz kimse kötü de çıkabilir. (Seven yanılmaz) demek çok yanlıştır. Hislerden meydana gelen sevgi bir ölçü değildir. Buna sevgi denmez heves denir. Gençler akıllı olmalı, sevgi ile hevesi karıştırmamalıdır.

     

    Mağdur olan genç kız

    Bodrum’dan “Solgun gül” rumuzlu okuyucu özetle diyor ki:

    “19 yaşındayım. Flörtle ilgili yazınızı dikkatle okumamış, şöyle bir bakmıştım. Gerçi baksam da, başında kavak yelleri esen bir kimseye elbette etkisi olmazdı. Başından böyle işler geçmemiş gençlere, bunların pek tesirli olmayacağını, çünkü Peygamberimizin, (Sevgi insanı sağır ve kör eder) buyurduğunu bildirmiştiniz. Bunu acı tecrübeler sonunda anladım. Genç kızların benim düştüğüm çukura düşmemeleri umudu ile yazıyorum.

     

    Ablamın kesip sakladığı yazınızda, (Flört, gafilce tecrübelere yol açar. Tecrübe için, ateşle baruta yaklaşılmaz. Ateşle barut bir arada durmaz. Erkek, önce kızı zorlar, arzusuna kavuşunca da, kızı ayıplar, ahlaksız der!) demiştiniz. Biz de evlenmek gibi temiz niyetlerle gezdik, tozduk ve beraber olduk. Ondan sonra benden ayrılmak için bahaneler aramaya başladı. (Sen benimle niçin evlenmek istiyorsun?) dedi.

     

    Ben de, o anda laf olsun diye, (Yakışıklısın, terbiyelisin, soylusun, boylusun, hem de iyi huylusun!) gibi şeyler söyledim. Bunları söyler söylemez, (Demek benden daha yakışıklısını bulsan onu tercih edeceksin, seni ahlaksız seni!) diye bana çıkışmaya başladı. Gidiş o gidiş, bir daha gözüme görünmedi. Şimdi, o yazınızda, (Hercai genç erkek, kokladığı çiçekten hemen doyar, sonra başka bir renk, başka bir çiçek arar. Artık bu sahneler onu avutmaz, ondaki esrar, çözülmüştür. O artık, daha esrarlı bir macera peşindedir) diye ifade edilenleri daha iyi anlıyorum.”

    CEVAP

    Okuyucumuz, (Evlenmek gibi temiz niyetlerle...) diyor. Evlenmek niyeti temiz ise de, yapılan işler kirlidir. Evliliği, böyle kirli işler, günahlar üzerine kurmak doğru değildir. Günah mefhumuna inanmayan veya günaha önem vermeyen kimselerle evlenmek doğru değildir. Çünkü onlar evlendikten sonra da günah işlemekten korkmazlar. Onların tek korkusu başkalarının ayıplamalarıdır. Kimsenin olmadığı yerde eğer kanun korkusu da yoksa, hiçbir şeyden çekinmezler.

     

    Okuyucu kızımız da o genç delikanlıya, (Sen benimle niçin evlenmek istedin?) diye aynı soruyu sorsaydı, o da, (Güzellik, zenginlik...) gibi bir şey söyleyebilirdi. O zaman, (Benden daha güzelini, daha zenginini bulsan, onu tercih etmen mi gerekir? Yiğit sözünden döner mi?) demeliydi. Fakat ne dese faydası olmazdı. Sokakta onun bunun kızına lâf atan, onu bunu yoldan çıkarmaya çalışanların tuzağına düşmemelidir.

     

    Bu konuda birçok mektup geliyor. Konu itibariyle olduğu gibi, hep aynı şeyleri yazmak bakımından da uygun olmuyor. Gazetelere, (Hayatım Roman) gibi, mesela (Aldananlar ve aldatanlar) veya (Mağdur olan gençler) gibi bir köşe açılabilir. Bu acı tecrübeler, tecrübesizlere örnek olabilir.

     

    Gençlerin, flört bataklığına düşmeden önce, evlilik öncesi ve sonrası yapacakları işleri bildiren, evlilik rehberi olabilecek yaşanmış olaylara ihtiyaçları vardır. (Yılan nasıl sokar ki?) diye herkesin kendini denemeye kalkması çok yanlış olur. Herkes acı tecrübelerin kurbanı olmamalı. Bu kurbanların acı tecrübelerini okuyarak, kendine çeki düzen vermelidir.

     

    Kadınların saadeti

    Fransa’nın meşhur şair kadınlarından Madam Lara Mardirous diyor ki:

    (Kadınlarınıza söyleyiniz! Sahip oldukları aile hayatının kıymetini bilsinler!.. Yaşadıkları İslami hayat ne büyük nimet, ne büyük saadet. Bu yaşayış onları öyle sıkıntılardan korur ki...

     

    Ah, şu omzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini bilseler. Kulaklarım, böyle kızların çok feci ve kalbleri yakan şikayetleri ile dolu. Evet, ışıklar ve çiçeklerle süslü balolar, konserler çok tatlı gibi görünür. Aslında buralar, kadınların sömürüldüğü, erkeklere sunulduğu, şehvetlerin tatmin edildiği yerler... Buralar, bir azap hücresi, bir cehennemdir.

     

    Türk erkeklerine sesleniyorum:

    Kadınlarınıza, kızlarınıza bunları iyice anlatın. Sakın bu yapılanların kadınlara iyilik olarak yapıldığını zannetmesinler. Bunların sadece ve sadece kadını istismar için yapıldığını bilsinler, sakın bunlara özenmesinler.) Cenap Şehabettin (Evrak-ı eyyam)

     

    Flört ve boşanma

    Sual: Evlenecek tarafların, iyi niyetle, birbirlerini daha iyi tanımaları için, flört etmeleri, nikâhsız beraber yaşamaları niye uygun değildir?

    CEVAP

    Çünkü dinimiz, nikâhsız gezip tozmayı haram etmiştir. Haram edilen bir şeyde ise, fayda aranmaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

    (Allahü teâlâ haramda şifa tesiri yaratmadı.) [buhari, Hâkim]

     

    Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Hasan Herken de, (Flörtle evlenenler, boşanmaya daha yatkın oluyorlar) diyor. (Net Gazete)

     

    Flört edenler birbirlerini severlerse, bu daha kötü netice verir. Böyle biri, kendisine verilecek nasihati, deli saçması kabul eder. Onun için Peygamber efendimiz, (Aşırı sevgi insanı sağır ve kör eder) buyurdu. (İbni Mace)

     

    Sağıra ne anlatsanız duymaz. Köre bütün renkleri gösterseniz, birini diğerinden ayıramaz. Seven kimsenin de gözüne bir şey görünmez. Morfinman gibi olur. Her bakımdan yanlış da olsa, yine onunla evlenmeyi ister. Bu duruma düşmeden önce, tedbir almak gerekir.

     

    Facebook’ta eş aramak

    Sual: Facebook ve benzeri sitelerde, kitap tanıtımı veya başka maksatlarla kurulan gruplar var. Buralarda, karşı cinsle tanışıp konuşuluyor, hatta internet üzerinden Messenger’da sesli ve görüntülü görüşülüyor. Bu görüşmeler, evlenmek gayesiyle olursa caiz olur mu?

    CEVAP

    Kesinlikle caiz olmaz. Bu da bir flört çeşididir. Flört yaparak eş bulunmaz. Görüştüğümüz uygun birisi bile olsa, bu yolla bulmak caiz olmaz. Hele genç kızların, böyle sitelere üye olmaları hiç uygun değildir. Kötü niyetli veya cahil kimselerin oyununa gelmelerine, evden kaçarak buluşmalarına bile sebep olabilir. Hiç kötü bir şey olmasa bile, görüşmenin kendisi kötüdür.


  15. AKSİYON NEDİR?

     

    Mustafa CABAT

     

    Aksiyon lugatte kudrettir,mücerret kudretin,işte,iş üzerinde,iş halinde tecelli ve cümbüşü demektir.Bir başka fakat basit ifadeyle,sadece şuurlu hareket,teşebbüs,hamle,tesir…Bir işin mücerret manası,kıymet hükmü,aksiyon…Gaye ve muradı olmayan iş,kendi kendisinden ibaret iş,madde planına bağlı miskin kıpırdanışlar ona uzak…Aksiyon basit lugat manasıyla bile,fiilde erimiş fikir oluyor…Fikrin,eşya ve hadiseler üzerinde nakşı…Bir başka teşbihle,ruhun,eşya ve hadiselere çevirttiği film,oynattığı tiyatro…Ruhun,eşya ve hadiselere sinerek,madde,buut,hacim,şekil,renk ve ses kazanması…İşte aksiyon…Buna benzer bir kelime var Fransızca’da(Akt)…O,parça hareket demektir ve keyfiyetten ziyade kemiyet ifadesidir.Aksiyon anlamına da hudutsuz uzaktır.Aksiyon bir işle ,bir oluşla,onu doğuran fikir arasındaki ahenk ve münasebet manasınadır ve lisanımızla barışabileceği tek kelime (amel) dir.Barışabileceği değil,bütün hakikatini bulabileceği tek kelime…Amel,dinimizin baş kelimelerinden biri…Ama bizim dar anlayışımız içinde belli başlı işlere ait olarak sınırlandırılmış ve gerçekte sınırsız olan delaletinden düşürülmüş…

     

    Nebati,hayvani ,tabii,zaruri fiiller aksiyon değildir.Yapıcı,doğurucu icad edici fikir olmadan aksiyon olamaz.Fikrin de bu vasıfları kazanması için imana bağlanması şart olur.

     

    İSLAM VE AKSİYON;Kur’an ,insanı Allah tarafından,eşya ve hadiseleri teshir etmesi,hükmü altına alması için yaratılmış olarak ifade eder….İslam’ın baş vazifesidir ebedi oluş yolunda sonsuz hareket……

     

    Evvela mutlak aksiyonun mutlak manasına el atalım..Mutlak vasfı Allah’a ait.Mutlak aksiyoncu da Allah…Hadisin bildirdiği gibi,Kamil Kudret’in kamil işi aksiyon,mutlak aksiyon,Allah’ın fiilidir.Yani “Halik” sıfatının halk ediş fiili,mutlak aksiyonun ta kendisidir.Yaratıcının ebedi fiili…İşte şimdi İlahi isimler arasında “Fa’al” isminin mevkiini anlıyorsunuz..Allah ezeli ve ebedi “Fa’al”dir.Birçok yarım akıllılar şöyle der; “Canım Allah bu işe karışmaz! –haşa- Allah’ın işi mi yok?” Ve atalet isnat ederler Allah’a...Yaratmıştır –haşa- kenara çekilmiştir,seyreder durur.”.Halbuki tasavvuf inceliklerini bilenler bilir ki,Allah her an var eder ve her an yok eder.Birbiri arkasından şimşek hızıyla gelen bir varlık vardır,bir yokluk...Fakat yağmurun su damlaları gibi,o kadar hızlı akar ki bu varlık ve yokluk,biz onu devamlı bir varlık sanırız.İşte bu dünyada zekalarını yırtacak kadar germiş olan cins kafalar,varlıktaki bu yokluğa sarkacak kadar ileriye varmış ve aralarında iman nasibine malik olmayanlar yokluk uçurumunda heba olup gitmişlerdir.Varlığa sıçrayıp da yoklukla beraber bunun bir “Sun’u İlahi-Allah Sanatı” olduğunu anlayanlarsa -zira hem varlık,hem de yokluk Allah’ın mahlukudur-akıllarını kaybedercesine hayran ve teslim olmuşlardır... Evet bir varlığı bir yokluk,bir yokluğu bir varlık takip eder;Allah her an var ve yok eder.Bu mutlak (aksiyon)a ait bir oluş ahenginin izahıdır.Allah’ın bir ismi de “Gaalib”... “Ya Faâl,Ya Gaalib!”...Her an her mekanda fa’âl O’dur ve işlerin başında,sonunda her yerinde galip kendisidir.Çünkü zaman ve mekan kaydı bizim içindir ve bunların içinden tecelli nurları fışkırtan Hak,hakikatte ve zatıyla bunlardan münezzehtir.Mutlak (aksiyon)un,akıl ötesi varılmaz ve sarsılmaz hikmeti bu noktada...

     

    Nihayet Hak,Tekvir Suresi’nde,bütün bu (aksiyon)un neticesini şöyle haber verir:

     

    “-Güneş dürülüp kaldırıldığı zaman,yıldızlar düşürülüp dağıtıldığı zaman,dağlar koparılıp yürütüldüğü zaman,gebe develer boşanıp koştuğu zaman,yırtıcı hayvanlar bir araya gelip baş başa verdiği zaman,ruhlar kalıplarını bulduğu zaman,diri diri gömülen kızın hesabı sorulduğu zaman,defterleri açılıp yayıldığı zaman,gök yerinden sökülüp yarıldığı zaman,o alevli ateş daha çok yaklaştırıldığı zaman,Cennet müminlere gösterildiği zaman...”

     

    Bu da İlahî (aksiyon)un son perdesidir.

     

    Nemrud’un karşısındaki İbrahim Peygamber,her büyük (aksiyon)cu peygambere,hatta Allah davasının her (aksiyon)cusuna mukadder olduğu gibi, devrinin düşman kutbunu ve şeytanî temsilcisini bulur.Put heykeltıraşı babasından,ufuklanıp sarabildiği kadar insan yığınlarını,en ateşli (aksiyon) üslubiyle uyandırmaya gelen Peygamber,nihayet ateşe atılmaya kadar varır.Ateş gül bahçesi olur.Mezopotamya’dan Hicaz’a ve Kabe noktasına kadar uzayan aksiyon yolu...Nesli 20.Asra kadar uzayan Nemrut,mücerret manası ve tipiyle,her türlü madde hakimiyet ve şevketine rağmen,bu büyük (aksiyon)cu Peygamberin kayaları eriten iş ve hamle nefesi önünde perişandır.Ondan sonra Musa Peygamber...Muazzam (aksiyon) bünyesi...Esir ve mazlum kavmine bir “Arz-ı Mev’ud=vaadedilmiş toprak” sözü verilmiştir.Bu kavim,küfrü tepeleyerek,tevhidin bayrağı altında bu vaat edilmiş toprakta saadete ulaşacaktır.Aksiyonların aksiyonu...Firavunla mücadelesi,taşıdığı asânın dokunduğu her yerde aksiyon yolları açan sırrı,ikiye bölünen sular arasındaki geçit,hep malum...Fakat bu kavim,Peygamberine hıyanet eder ve kendi içinden,kendi münezzeh aslına rağmen Yahudi tipini yoğurur ve ayrıca nesilleştirir,milletleştirir.

     

    Musa peygamberin mucizeleri sayısız...Koynuna sokup çıkardığı “Yed-i Beyza=Beyaz El” onda bir aksiyon sembolüdür.Yılanları yutan ve denizleri bölen asâsından,yine bir aksiyon sembolü olarak bahsettik.Sina Dağı’na çıkış,orada İlahi hitaba eriş ve döndüğü zaman kavminin ihanetine şahit oluş...Peygamberi Sina Dağındayken altun buzağıya tapmaya başlayan ve hiçbir kurtuluşla yetinmeyip hiçbir nimetle doymayan bu kavim,sonra sonra mikrobik intişarlarla dünyaya yayılacak,kendi kendisini mayalandırıp artık muayyen ve yeni bir ırk vâhidine bağlayacak,bu yeni ırk vahidi yeryüzünde dinî ve millî bütün birlikleri çürütmekten ve kendi hizbini korumaktan başka gaye tanımayacak ve böylece Benî İsrail’den,leylek yumurtasından karga çıkarcasına bambaşka bir kol zuhur edecektir.Hazret-i Musa ise,hem kavmine zulmedenlere hem de nefsine zulmeden kavmine karşı,öz nesebinin münezzehliği içinde,aksiyoncu peygamberlerin en büyüklerinden biri kalacaktır.

     

    Hazret-i İsa’da aksiyon, birdenbire göze çarpmaz.O’nun havalara üflediği nefes,derinliğine bir iç aksiyon içinden bir müddet sonra meydana çıkar ve dünya İmparatorluğu Roma’yı silip süpürür.Ölüleri dirilten,körlerin gözünü açan İsa Peygamber’de dış aksiyon ayrı bir mana taşır ve kendisinden sonra belirir.

     

    Sırayla,derecede ikinci,üçüncü ve dördüncüyü,birer kısa şimşek ışığı altında gösterdik.Şimdi birincideyiz.Birincilerin Birincisinde;Peygamberlerin Peygamberinde...Her davanın,meselenin,gayenin zirve noktasında;Kısaca topyekûn oluşun biricik hikmetinde...

     

    Allah’ın; “Sen olmasaydın;kâinatı yaratmazdım!” dediği ve bütün varlık hikmetini O’na bağladığı Peygamberlik Tacı...Her şeyle beraber aksiyon davasının da hikmet zirvesi O’nda olduğu için,bahislerini,bahsimizin ana temeli bildik ve bu yüzden sona bıraktık.Bu son,başın başı olmanın sonu...Yakıcı hürmetimiz yüzünden anamadığımız mukaddes isme salât ve selâm olsun...

     

    Nübüvvete erince geçirdiği haşyetler,heyecanlar,o büyük memuriyet önündeki,beşerî-beşer olmaya beşer fakat beşerin en üstü- dehşet içinde… Birdenbire İlahî emir;

     

    “-Ey örtülere bürünen Nebi,kalk ve insanlara emirlerimi bildir!” Aşağı yukarı meâli bu...Ve işte İslam aksiyonu açılmıştır.İslam tarihini biliyorsunuz.Bir sürü,çile,mücadele...Bir gün Kureyş büyükleri O’nun yanına gider,her tehdidi,her işkenceyi yaptıktan ve netice alamadıktan sonra dönerken derler ki;

     

    “-Nedir senin gayen?Başımıza reis olmak istiyorsan,buyur ol!Hasta isen bütün malımızı vereli,dünyanın en iyi hekimlerini getirelim,kurtul!Saltanatsa muradın,sultanların sultanı yapalım seni!Ne mümkünse bu madde aleminde ve elimizde,hepsini verelim.Tek bu davadan vazgeç!” Vereceği cevap birçoğumuzun bildiği cevap,gerçek aksiyona,Allah’ın emriyle başlayan büyük aksiyona sahip insanın en ulvî cevabıdır;

     

    “-Sağ elime güneşi,sol elime kameri verseniz,bir de bana muhal farz,ebedi hayatı bağışlasanız davamdan dönmem!”

     

    İşte bir aksiyoncunun her an tekrara ve içinden pay devşirmeye mecbur olduğu büyük ölçü...

     

    Artık anlıyoruz ki ,mutlak planda aksiyon’cu Allah,kul planında da mutlak aksiyoncular peygamberlerdir……….

     

    Aksiyonun ciddi,olgun insan elinde bir ifadesi vardır,bir de deli mukallitler elinde.Ayırmak lazım bunları.Deli aksiyonculardan da bahsedeceğim.Kendi tarihimizden.İttihat Terakkinin bir Enver Paşa’sı vardır ki büyük aksiyoncu gibi görünür.Halbuki o bir mecnundur….Birinci Dünya Harbinde Allahuekber dağının bir eteğinden yokuşa sürülen yüz bin kişilik ordu,öbür eteğinden bir manga olarak inmiştir.Donup gitmiştir…

     

    Şimdi bir an aksiyonsuzluğun neticelerini muhakeme edelim.Aksiyon olmadığı yerde evvela şahsiyet yoktur…Taklit başlayınca,oluş ıstırabı sona erince aksiyon da kendi kendisine pörsür ve her hassasıyla beraber ruh ölür…400 yıllık bir aksiyon mahrumluğu devrimiz var bizim…Allah için muhabbet,Allah için buğz…Yani sevgi ve nefretimiz yalnız Allah için olacak.Bu ölçüler aksiyon ruhunun emme-basma tulumbalar halinde,sağlı sollu iki kanadıdır...(İman ve Aksiyon Konferansı’ndan)

     

    AKSİYON RUHU:Sahabide iki büyük haslet vardır:Hikmet ve aksiyon ruhu…Yani fikir ve onu işe tahvil edici hareket…Sahabi bu demek...Fransızların aziz tanıdığı “Sen Fransua d’Asis” isimli bir adamın bir sözü var:

     

    “-Eğer hemen değilse ne vakit?”

     

    Bunun çok daha mükemmelini,gerçek İslam velîsi Şeyh Muhammed Pârisa Hazretleri söylüyor:

     

    “-Gafil halk,yorgun ve bitkin bir laf eder;Yarın olsa da bir iş işlesem!...Bilmez ki bugün dünkü günün yarınıdır.Bugün ne işlemiştir ki,yarın ne işlesin?..

     

    Gerçek İslam anlayışı,geçen her saniyenin çerçevelediği işi sormak ve aramaktadır. (Özlediğimiz Neslin Vasıfları Konferansından )

     

     

     

     

     

    Aksiyon kavramının içini özetle bu şekilde dolduran merhum Üstadım Necip Fazıl Kısakürek’in, yukarıda isimlerini verdiğimiz konferanslarından alıntıları sizlere aktarmaktaki maksadım, gençlerimizin zihinlerinde oluşmuş kavramların hesabını yeniden yapmalarının zaruretine işaret etmek içindir.Günümüz gençliği misalini verdiğimiz aksiyon kavramını en çok televizyon reklamlarında duyduğu “aksiyon sineması” ifadesiyle özdeşleştirmekte bir bakıma aksiyon kavramının içini Çin filmlerinin el-ayak hareketleri veya Amerikan filmlerinin silah teknolojileriyle doldurmaktadır.Çünkü en çok duydukları iki kelime “aksiyon sineması” kelimeleridir.Amerikanizm’in,dolayısıyla Allah’sız Batı Medeniyetinin her şeyi ucuzlaştıran,sıradanlaştıran,metalaştıran, kısaca hayvani nefs putuna irca eden ruhu, gözüyle düşünen toplumları çok çabuk etkisi altına almakta,hiçbir mücerret fikre tahammül edemez,iki-üçyüz kelimelik lügatleriyle günlük, sefil hayatlarını sürdüren yığınlar haline getirmektedir.

     

    İnsanlar kelimelerle düşünür.Kelimeler içi boş şişelere benzer.Bu şişeler zamanla içleri teori ve pratikle doldurulan muhteva ile kavram haline gelirler. Kavram bir objenin zihindeki tasarımıdır.Kelime bu tasarımın harflerden oluşan sembolüdür.Tarihi süreç içinde bir obje hakkında toplumun bilincinde oluşan ortak imajlar bir sembolü yüklenmekte ve bu sayede anlaşma veya tartışma imkanı ortaya çıkmaktadır.Şu anda hakim kültürün etkisiyle kendi öz kültüründen tamamen yabancılaşmış muhtevalarla doldurulan boş şişeler- teşbih değil gerçekten boş şişeler- gibi şangır şangır ses çıkarmakta,ikiyüz ila üçyüz şişeyle muhtevasız,manasız,yivsiz,setsiz bir gecekondu hayat,yaşanmaya değer hayatmış gibi takdim edilmektedir.Bu manzara karşısında gençlerin konuştuğu veya yazdığı dildeki kavramların tefekkür dünyalarındaki yerini örümcek titizliğinde yeniden inşa etmesi gerektiğine inanıyoruz.Bugün kullanılan içi okyanus ötesinden ithal cıscıvık batı gübresiyle doldurulmuş şişelerle İslam’ı anlamak veya anlatmak ruhlarda gübre lezzeti bırakmaktadır.(Allah Resulü’nün, Müşrikler topluluğunun da kullandığı mesela “Allah” kavramının –o zaman diliminde anlaşılan-içini tamamen boşaltarak müminlere; Allah,ruh,kader,kitap,resul,zekat.vb. kavramlarından ne anlaşılması gerektiğini vazettiği gibi, her kavramın yeniden gözden geçirilmesi,içlerinin İslâmî özle doldurulması gerektiği kanaatindeyiz.) “Faiz” kavramından bugün ne anlıyoruz, toplum veya fert olarak? Kapitalist-Küresel anlayışta helal veya haram gibi kavramların olmamasına kâr veya zarar kavramlarının olmasına rağmen, Amerikan “think-tank” kuruluşlarınca kurgulanmış dine inananların hâlâ bu kavramları kendi cüce akıllarının ürünü dinlerine göre eğip bükerek, ılıman ve cıvıklaştırmaları karşısında gençleri uyarmak 200 küsur yıldan beri dümenini batıya çevirmiş bir geminin forsaları konumundaki toplumun asla önemsemeyeceği beyhude bir uğraş mıdır? Gerçek münevverler -en azından fikir namusu gereği -kavramları tek tek sorgulayarak onların içini yeniden İslamî özle doldurmalı ve genç neslin bu kavramlarla düşünmesini sağlamanın en temel görevi olduğunu bilmelidir.

    • Like 1
×
×
  • Create New...