Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

-kardelen-

Üye
  • Content Count

    25
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by -kardelen-


  1. 19.yüzyılda Almanya'nın Mülheim şehrindeki Ren Nehri'nin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

    O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle demektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultani, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin.Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

    Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardim isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabını bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollatır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kafidir."

    Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

    Bu olay, Mülheim' lıların gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülheim' a bağlı Karlsruhe Müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar. Bu olay Osmanlı'nın sadece bir yeniçeri kıyafetiyle Almanları Fransızların elinden ve talanından nasıl kurtardığını gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmaktadır…

    :baris:

    • Like 1

  2. Büyük hakan Fatih Sultan mehmet Han Ordusu ile Bizans önlerine vardığında,

    Bizans Sarayında İmparator Konstantin papazlardan birini çağırarak kendine sorar,

    "Fatih Bizansı alabilecekmi" ?

    Papaz cevap verir,

    "Evet alacak"

    Bu söz üzerine öfkelenen Konstantin, Yaverleri çağırarak atın bu papaz'ı mahzene talimatı vererek papaz'ı mehzene attırır.

    Derken kuşatma başlar ve Fatih Sultan mehmet Han Bizansı İstanbul yapar.

    Kuşatmadan bir süre sonra Büyük Sultan Fatih mahzendeki papaz'ı öğrenir ve huzuruna çağırır.

    "Sen niye mahzendesin"

    Papaz cevap verir.

    "İmparator Konstantin bana, Fatih Bizansı alabilecekmi diye bir soru sordu bende evet alacak cevabını verdim, ve kendimi mahzende buldum, Konstantin mahzene attı siz çıkardınız" diye cevap verir.

    Bu defa Fatih Sultan mehmet Han sorar ?

    Peki İstanbul'u bizden geri alabileceklermi ?

    Papaz gene cevap,

    "İstanbul'u sizden Topla,Tüfekle geri alamayacaklar, ama siz kendi topraklarınızı para karşılığı satarak geri vereceksiniz" diye cevap verir.

    Bu söz üzerine Sultan Mehmet Han dizleri üzerine çökerek şöyle bir beddua'da bulunur.

    "Yarabbi ! Kimki kendi topraklarını para karşılığı düşmanına satarsa onlara dünya'da huzur yüzü gösterme yarabbi." diye beddua eder.


  3. Prof. Dr. Saffet Solak anlatıyor: Amerika'da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Herkes dilediği yemekten istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında "Take what you need. Eat what you take" (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazmakta idi. Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: "Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın." Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü: "Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalım, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur" dedi. Yine denemek için dedim ki: "Şu anda Çin'de değil Amerika'dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin'i değil, Amerika'yı zarara uğratacaktır."

     

    Bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi: "Yaşadığım ülke olan Amerika'yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz." Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslam dininin bu konudaki, "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü israf edenleri sevmez" buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü Müslüman bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlü'yü göstererek: "O Müslüman değil mi? dedi. O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim.


  4. Yavuz Sultan Selîm Han Mısır seferine giderken, yolu Konya’nın Çumra ilçesindeki Dedemoğlu köyünden geçer. Sultan, ordusunun önünde yol almaktadır. ihtiyar bir köylü görüntüsündeki Dede Molla’yı tarlasını sürerken görür ve yaklaşıp selâm verir. Dede Molla, gelenin kim olduğunu farketmemiş gibi bir tavırla selâmını alır ve işiyle meşgul olmaya devam eder. Atının üzerinde onu seyredenSultan;

     

    "Baba duydun mu? Pâdişâh sefere çıkmış. Mısır'a gidiyormuş" der.

     

    Dede Molla:

     

    "Mevlâ yolunu açık eylesin. İnşâallah hayırlı olur. Emeline nâil ve muzaffer olarak döner." dedikten sonra işine devam eder.

     

    Sultan onun bu olgun hâline ve teslimiyetine bakıp, dünyâya gönül bağlamayan, tevekkül sâhibi bir zât olduğunu anlar. Sultan nasıl karşılık vereceğini merak ederek tekrar;

     

    "Dede, uzak yerden geliyorum. Karnım aç, yiyeceğin var mı? der.

     

    Bunun üzerine Dede Molla biraz ilerde iki taşın üzerine yerleştirilmiş tencerede pişmekte olan aşı işâret ederek:

     

    " İşte orada pilav pişmek üzere, karnın doyuncaya kadar ye!"der.

     

    Pâdişâh;

     

    "İyi ama ardımdaki ordu da aş ister." deyince;

     

    Dede Molla:

     

    "İşte tencere orada indir, sen de ye askerlerin de yesin. Hepinize yeter inşâallah!" diye söyler. Sonra tarlasını sürmeye devâm eder.

     

    Biraz sonra ordu yaklaşınca, Yavuz Sultan Selim, vezirlerine mola vermelerini emreder. Mola veren askerler grup grup Dede Molla’nın pilavından yemek için sofraya oturur. Başta sultan, vezirler ve bütün ordu bu pilavdan yer, fakat pilav hiç eksilmez. Bu ihtiyar zâtın erenlerden olduğunu anlayan Sultan, onun kerâmetiyle pilavın bitmediğini görerek, hürmetle elini öpüp, duâsını alır ve ordusuna ilerle emrini verir. Osmanlı ordusu, Mısır seferinde zafer kazanıp İstanbul'a dönerken, Yavuz Sultan Selim yine Dede Molla’nın yanına uğrar. Bir arzusu olup olmadığını sorar.

     

    Dede Molla yavaş bir sesle; "Mendilimi isterim" der.

     

    Sultan önce bir şey anlayamaz. Fakat biraz sonra savaş sırasında kolundan hafif yaralandığını ve o sırada yanında savaşan ihtiyar bir askerin koynundan mendilini çıkararak, yarasını sardığını hatırlar ve o ihtiyar askerin de Allah’ın Veli kullarından Dede Molla olduğunu anlayarak, Dede Molla’ya ve bulunduğu yöreye büyük ihsanlarda bulunur


  5. GÜL YAPRAĞI

     

    Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini

    aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli

    olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan

    açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı

    geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

    Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden

    kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.

    Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,

    kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan

    sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı,

    tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

    Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar

    suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

    Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz

    demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir

    gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.

    Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

    İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak

    yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir

    gül yaprağına her zaman yer vardı.

     

    kardeşim bu hikaye bir budiste ait değil bir islam büyüğüne ait bu incelik de zaten

    en güzel bizim büyüklerimize yakışıyor aslında

×
×
  • Create New...