Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sessizyolcu

Üye
  • Content Count

    7
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by sessizyolcu


  1. Osmanlı asırlarında bayram 1852 yılı İstanbul’unun bayram gecesini, bir Avusturya gemisinden seyreden meşhur Fransız yazar ve gezgin T. Gautier manzarayı şu şekilde satırlara döküyor:

    “Türkler barut yapmayı pek sevdiklerinden top atışları durmadan birbirini kovalıyordu ve her yandan patlayarak kulakları, şenlikli bir gürültü içinde, hırpalıyordu…

    “Cami minareleri birer fener gibi yanıyordu; Kur'an ayetleri gecenin koyu mavisine ateşli harflerle sanki kazılmıştı…

    “Tophane çeşmesinin çevresinde kümelerce ışık ateş böcekleri gibi parıldıyor, Sultan Mahmud Camii'nin minareleri, uçları ateşli demirle çizilmiş gibi göğe doğru fışkırıyordu...

    “Kırmızı ve yeşil ışıkların bir rüya gibi aydınlattığı Tophane ışıl ışıl yanarken zaman zaman top ağızlarından fışkıran alevler beliriyor, hava fişeklerinin, bombalarının yılankavi ya da parçalı ışıltıları karanlığı deliyordu…

    “Yeşil, mavi, kırmızı, sarı kandillerle direklerini, ip ve bordalarını ışıklandıran demirli gemiler alevden bir okyanus üstünde yüzen elmastan teknelere benziyor, Boğaz’ın suları bu kandil, fener yanar söner ışık ve parıldayan harflerin akisleriyle sanki tutuşuyordu…

    “Sarayburnu, zebercetten bir promontoire gibi uzanıyor ve bu burun üstünde Ayasofya, Sultanahmet, Osmaniye Camilerinin ateşten bilezikle çemberlenmiş gümüş minareleri fışkırıyordu.

    “Asya Kıtası'nda Üsküdar binlerce ışıklı kıvılcım saçıyor ve Boğazın alevler içinde yanıyor görünen iki rıhtımı göz alabildiğine kayık küreklerinin durmadan kırbaçladıkları bir ışıklı pul nehrini çerçeveliyordu. Renkli camlar, fenerlerle süslü buharlı gemiler gidip gelirken güvertelerinde çalan bandoların nağmeleri hafif rüzgârla çevreye dağılıyordu.

    "Avusturya gemisinde bir iki saat kalarak dünyada eşi bulunmaz bu muhteşem gösteriyi seyretmekle sanki sarhoş oldum…

    “Elmasların, zümrütlerin, yakutların patladığı, parıldadığı üç dört fersah uzunluğunda su üstünde söneceği yerde daha parlak, daha göz alıcı olarak yeniden canlanan bu şenliklere kıyasla birkaç düzine fenerin yandığı Concorde Meydanı'ndaki zavallı donanmalarımız nedir ki?"

    Ramazan boyunca, padişahın iyilikseverliğini vurgulamak amacıyla yoksullara sadakalar dağıtılırdı…

    Halkın iyi bir bayram geçirmesi için tedbirler alınır; şehre daha fazla zahire, meyve, sebze, canlı hayvan getirtilmesi sağlanırdı…

    Büyük camilerin avlularına yemiş, baharat, bakkaliye, şekerleme, mum, fener, kandil gibi yiyecek maddeleri ile kapamacı işi hazır elbise ve kumaş satan sergiler kurulurdu… (Hep eleştirdim, ama şimdiki Sultanahmet etkinliklerini andırıyor sanki).

    Bazı sergilerde kitap ve oyuncak satılırdı…

    Eski İstanbul’da, bayramlar her seviyede halk tarafından yaşanırken, “Saray-ı Amire”de, yani Topkapı Sarayı’nda bir başka biçimde yaşanırdı.

    Osmanlı Devleti'nde bayram töreni ile ilgili ilk resmî düzenleme Fâtih Sultan Mehmed tarafından yapılmış, İstanbul'un fethinden sonra şehrin en güzel yerinde bir saray inşâ ettiren cihân pâdişâhı, çıkardığı ilk Osmanlı “Kânûn-nâme”sinde burada yapılacak bayram töreninin âdab ve erkânını da açıklamıştı.

    “Kanunname-i Ali Osman”da, Fatih Sultan Mehmed “Muayede-i Hümayun”, yani bayramlaşma konusunda şöyle diyor:

    “Meydân-ı Dîvân'a (Dîvân Meydanına) taht kurulup çıkmak emrim olmuşdur. El öpüldükde vüzerâm (vezîrlerim) ve kâdî-askerlerum ve defterdârlarum kafadârum olup duralar! Ve hocama ve müftî'l-enâma (Şeyhülislâm) ve vüzerâma (vezirler) ve kâdî-'askerlerüme (kazaskerler) kendüm kalkmak kanunumdur ve çavuşlar el öpmek kânûnumdur!..

    “Ve müteferrika ve ulûfe ile olurlarsa el öpmek kanunumdur ve çaşnıgirler (Padişahın yemeğini tadanlar) el öpmek kanunumdur ve zâim ve erbâ–ı timar el öpmek lazım değildir.”

    Bu kanun gereğince pâdişâh; hocalarına, şeyhülislâma, kazaskerlerlere ve defterdârlara ayağa kalkıp bizzat kendisi bayramlaşacak, (Osmanlılarda âlime verilen değeri görebiliyor musunuz?) geri kalan devlet ve saray erkânının tebriklerini ise oturarak kabul edecekti.

    Sadrazam ile vezirler padişaha bağlılık alameti olarak yer öpecekti.

    Yine "Kânûn-nâme" gereği çâvûşlar, alây beyi, müteferrika, za'îm müteferrikası, kâdîlar, muhâsebeci, yeñiçerî kâtibi ve rûz-nâmeci pâdişâhın elini öpecek, diğerleri el öpmeyip yalnız musâfaha etmekle yetineceklerdi.

    Fatih Sultan Mehmed’in meşhur “Kanunâme”siyle her şey bir kurala bağlanmıştı. Böylece bir “saray protokolü” oluşmuştu. Buna “Teşrifat-ı Kadime” denirdi. “Teşrifat-ı kadime” mucibince sarayda bayram törenleri düzenlenirdi…

     

     

    Sarayda bayramlaşma Törenler bayramdan üç gün önce başlayıp bayram günleri boyunca aksatılmadan sürerdi.

    “Tehniyye-i iydiyye” (bayram kutlamaları) denilen bu program, “arife muayedesi” (arife bayramlaşması), “Muayede resm-i hümayunu” (bayramlaşma töreni), “alay-ı iyd” (bayram alayı) olmak üzere üç aşamada gerçekleşirdi.

    Osmanlı Sarayı’nda bayramdan önce “Arife muayedesi” (arife bayramlaşması) yapılırdı...

    Ramazanın 27. günü Şeyhülislamın Paşakapısı’nda sadrazamı kutlamasıyla birlikte “arife muayedesi” başlar; o gün ve ertesi gün vezirler, devlet erkânı ve ocak ağaları (generaller) sadrazama gidip bayramlaşırlardı.

    Ramazanın son gününde ise sarayda “Arife Divanı” yapılırdı.

    O gün öğle namazından sonra, divan çavuşları tören kıyafetiyle Divanhane’nin (Kubbealtı) önünde saf tutarlardı. Tören kıyafetinin bir parçası olarak ellerinde tuttukları uzun sopalarla görülmeye değer bir manzara oluşurdu.

    Onların arkasında ise “Has Ahır Saraçları” (seyisler) yer alırdı. Bunlar padişahın atından sorumluydu. Padişahın atı o güne mahsus olarak süslenmiş olurdu. Koşumları kıymetli taşlarla süslenirdi.

    İkindi namazından sonra mehteran “nevbet” (marşlar) vururdu. Bu sırada padişah “Arz Odası” önüne konulan sedef işli “Arife Tahtı”nda oturur, “Birun” ve “Enderun” görevlileri ile Ocak Ağalarının kutlamalarını kabul eder, bayram armağanları verirlerdi.

    Arife Divanı’ndan sonra padişahın ata binerek Hasbahçe’de kısa bir gezinti yapması, akabinde bahçedeki köşklerinden birinde dinlenirken, içoğlanlarının müsabakalarını seyretmesi gelenekti.

    Padişah, bayram gecesini “Has Oda”da geçirirken, gece yarısından sonra, Mehter tekrar nevbet vurmaya başlardı.

    Önce sadrazam daha sonra kubbe vezirleri, divan üyeleri, şeyhülislam ve ulema, Kubbealtı’na gelip sadrazamı kutlarlar; sabah namazını Ayasofya hatibinin imamlığında Divanhane’de kılarlardı...

    Namazdan sonra, sarayın tören kapısı olan Babüssaade önünde yapılacak “Muayede Resm-i Hümayunu” için dışarı çıkıp revaklar altında protokol sırasına girerlerdi.

    Öte yandan, muayede (bayramlaşma) için içhazineden çıkartılan altın kaplamalı, mücevher işlemeli merasim tahtı, saray halıları, al serendazlarla (ipek yolluklar) bir tören salonu gibi donatılan “Saçak Altı”na konulurdu.

    Padişah ise Enderun avlusundaki Ağalar Camii’nde sabah namazını kılıp Enderun ağalarının kutlamalarını kabul ettikten sonra, büyük bayramlaşma için, Babüssaade Ağası ve Enderun ileri gelenleriyle dışarı çıkar, bu sırada “alkışçı” denen koro, “Aleyke Avnullah! Padişahım çok yaşa!” diye alkış sözleri söylerlerdi. (İlk ve orta zamanlarda alkışçılar umumiyetle, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye seslenirdi).

    Peygamber Efendimizin akrabalarından (seyitler) sorumlu “Nakibüleşraf Efendi” o sırada duaya başlardı...

    Padişah ayakta el kaldırır ve yapılan duaya “amin”lerle katılırdı. Daha sonra ise tahtına otururdu. Darüssaade Ağası ile Silahdar Ağa hemen padişahın arkasında yer alırlardı. “Muayede Resm-i Hümayunu” (padişahla bayramlaşma) böylece başlardı.

    Önce padişahın hocası padişahla bayramlaşırdı. Ardından kazaskerlerle büyük müderrisler gelirdi...

    Padişah ayağa kalkıp onlara doğru birkaç adım atar ve tokalaşırdı. Bu, ilim adamının şahsında ilme duyulan saygının ifadesiydi.

    Sonra sırasıyla Kırım hanzadeleri, kapıcıbaşılar, Mir-i Âlem, diğer saray görevlileri, sonra sadrazam, vezirler, yeniçeri ağası ve kapıkulu ocakları ağaları gelip padişahın bayramını tebrik ederlerdi.

    Konumlarına göre, bayramlaşma esnasında kimisi saçak (tahtın saçağı) öper, kimisi etek öper, kimisi tokalaşır (musafaha), kimisi de yer öperdi.

    Bu tören sırasında en küçük bir düzensizlik olmazdı. Her hareket büyük bir dikkatle yapılırdı. Tören düzenini sağlamaktan “Teşrifatî Efendi” (protokol müdürü) sorumluydu.

    Daha sonra Harem dairesine geçen padişah, annesi, hasekileri, çocukları ve harem kadınlarıyla bayramlaşır, sonrasında ise “Bayram Alayı” için kıyafet değiştirirdi.

    Bu sırada, sarayın Alay Meydanı’nda da “Rikâb Alayı” ya da “Mevkib-i Hümayun” denilen kortej hazırlanırdı.

     


  2. BURSADA ZAMAN

    Bursa'da eski bir cami avlusu,

    Küçük şadırvanda şakırdayan su.

    Orhan zamanından kalma bir duvar...

    Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

    Eliyor dört yana sakin bir günü.

    Bir rüyadan arta kalmanın hüznü

    İçinden gülüyor bana derinden.

    Yüzlerce çeşmenin serinliğinden

    Ovanın yeşili göğün mavisi

    Ve mimarilerin en ilahisi.

     

    Bir zafer müjdesi burda her isim:

    Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim

    Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın

    Hala bu taşlarda gülen rüyanın

    Güvercin bakışlı sessizlik bile

    Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.

    Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,

    Muradiye, sabrın acı meyvası,

    Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,

    Türbeler, camileri eski bahçeler,

    Şanlı hikayesi binlerce erin

    Sesi nabzım olmuş hengamelerin

    Nakleder yadını gelen geçene.

     

    Bu hayalde uyur Bursa her gece,

    Her şafak onunla uyanır, güler

    Gümüş aydınlıkta serviler, güller

    Serin hülyasıyla çeşmelerinin.

    Başındayım sanki bir mucizenin,

    Su sesi ve kanat şakırtısından

    Billur bir avize Bursa'da zaman,

     

    Yeşil Türbesini gezdik dün akşam,

    Duyduk Bir musikî gibi zamandan

    Çinilere sinmiş Kur'an sesini.

    Fetih günlerinin saf neşesini

    Aydınlanmış buldum tebessümünle.

     

    İsterdim bu eski yerde seninle

    Başbaşa uyumak son uykumuzu,

    Bu hayal içinde... ve ufkumuzu

    Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,

    Havayı dolduran uhrevi ahenk.

    Bir ilah uykusu olur elbette

    Ölüm bu tılsımlı ebediyette

    Belki de rüyası büyük cetlerin,

    Beyaz bahçesinde su seslerinin.

     

    AHMET HAMDİ TANPINAR

    • Like 2

  3. 07/03/1927 İstiklal Mahkemeleri'nin görevi sona erdi.

    07/03/1951 İran Başbakanı General Ali Razmara radikal dinci bir militan tarafından öldürüldü

    07/03/1979 Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında petrol anlaşması imzalandı

    07/03/198907/03/198907/03/198907\03\1987 Cumhurbaşkanı Evren'in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi üniversitelerde dini inanç sebebiyle , boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılmasını serbest bırakan yasayı bire karşı 10 oyla iptal etti. Türban yasağına karşı çeşitli gösteriler yapıldı


  4. Bülbül

     

    Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım:

    Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.

     

    Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;

    Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

     

    Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...

    Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.

     

    Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım;

    Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!

     

    Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,

    Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.

     

    O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:

    Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.

     

    Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc demlerdi:

    Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!

     

    -Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.

    Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?

     

    O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun,

    Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!

     

    Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,

    Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!

     

    Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın,

    Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı pervâzın.

     

    Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada

    Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada.

     

    Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır,

    Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?

     

    Hayır matem senin hakkın değil, matem benim hakkım;

    Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım.

     

    Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda

    Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda.

     

    Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

    Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

     

    Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,

    Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.

     

    Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;

    Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!

     

    Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;

    O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

     

    Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;

    Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!

     

    Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,

    Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!

     

    Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;

    Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

     

    Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...

    Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

     

    Mehmet Akif Ersoy

×
×
  • Create New...