Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

ÇAY TİRYAKİSİ

Üye
  • Content Count

    13
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by ÇAY TİRYAKİSİ


  1. SUYU ARAYAN ADAM: BİR DÖNÜŞÜMÜN ÖYKÜSÜ

     

    Suyu Arayan Adam, Osmanlı’nın son dönemlerini, Meşrutiyet’i, Cihan Harbini ve sonrasında kurulan Genç Cumhuriyeti, dolayısıyla İnkılâpları yakından izleyen/gözleyen, yaşayan, yaşatmaya çalışan Şevket Süreyya Aydemir’in anılarının mükemmel tespitlerle aktarıldığı önemli bir eser niteliğindedir.

     

    Bir sınır şehri olan Edirne’de doğan Şevket Süreyya’nın çocukluğuna ait ilk hâtırası bir yangınla başlar, öncesine ait bir daha eski bir iz yoktur. Bu yangın sonrasında hatırlayabildiği ilk manzara, kalabalık bir cenaze karışıklığıdır.

     

    Edirne’nin sayılı zenginlerinden olan bir Beyin oğlu, eşkiyalar tarafından kaçırılıp fidye istenmiş; sonuçta da öldürülmüştü. Sonrasında ise memlekette bu ölümün öyküleri, türküleri çokça dillendirilmişti. Bu genç Bey’in ölümü Rumeli’de bu cins ölümlerin ne ilki ne de sonuncusu olacaktı.

     

    Eserde Osmanlı’nın yaşlılığıyla ilgili doğrudan veya dolaylı olarak ufak tefek ipuçları bulmak mümkün. Mesela Şevket Süreyya’nın bir berber dükkânında hasır sandalyeye oturarak dişini çekmesi olayının, kendi ifadesiyle macerasının, mahalle çocukları arasında günlerce çalkalanması gibi.

     

    Küçüklüğünde çetecilik faaliyetlerinin de etkisiyle en sevdiği ve heyecan duyduğu oyunun Hıristiyan mahalle çocuklarıyla yaptıkları çetecilik oyunları olduğunu belirten Şevket Süreyya, bu oyunların o devirde belirgin özellikleri gözlenmeye başlayan ayrılıkların ve bunların körüklediği kanlı hesaplaşmaların ipucu olduğunu şu sözlerle özetlemektedir:

     

    “ (…) Bütün bunlar, aynı devletin uyruğu, fakat yüzyıllardan beri birbirine kaynaşmayan ırkların çocukları arasında, ileride olacak kanlı hesaplaşmaların küçük hazırlığıydı!’’

     

     

    Yine çetecilik oyununun büyümesini ve işe büyüklerin karışmasını ele aldıktan sonra, “Sanki her iki taraf da, nasıl olsa girişecekleri son, kesin hesaplaşmaya, beklenmedik bir kıvılcımla şimdiden başlamışlardı!’’ ifadesiyle Perşembe’nin gelişini haber veren Çarşamba’ya vurgu yapmaktadır.

     

    Çocukluk yıllarında mahalleliye Öykü, Hikâye, Destan gibi Edebî eserleri okuyan Aydemir, kendisini dinleyen yaşıtlarından farklı olacağını ve onların yolundan başka bir yol izleyeceğine inanmaktadır ve bu doğrultuda hareket etmektedir.

     

    Zaman hızla geçecek ve Askerî Rüştiye’ye yazılacaktır. Sınıfların duvarlarına asılan haritalarda büyük imparatorluğun toz pembe gösterilen toprakları dünya kadar geniş gören ve bununla gururlanan Şevket Süreyya zaman zaman coşkuya kapılıp bütün dünyanın kendi devletinin sınırları olmasını arzuladığı da belirtmektedir.

     

    Devamla Vatanın, devlet sınırlarının varabildiği her yer olduğunu belirtmekte, bu sırada orduyu temel dinamik olarak ele almakta; ülke sınırları içerisinde, İsyan olarak algılanan hareketlerin bastırılmasında orduya önemli görev düştüğünü belirtmektedir.

    Süreç içerisinde fikirlerini netleştiren Süreyya, Bütün Ümitlerini Padişaha bağlamalarına rağmen Padişahın kılıcını çekip bayrağını açmamasına da değinmekte ve temeli Hürriyet, Adalet, Müsavat, Uhuvvet olan Meşrutiyet ile Kanun-i Esasi’ye geçiş yapmaktadır.

     

    Yukarıdaki kavramlardan Uhuvvetin, Rum, Bulgar vatandaşların 31 Mart sonrasında Hürriyet Hareketinin korunması amacıyla toplanan orduya katılmamasıyla zedelendiğini belirtmekte, sonra Adalet ve Müsavat kelimelerinin eskisi gibi sıkça kullanılmadığına değinmekte, ortada yalnız ‘Ya Hürriyet Ya Ölüm’ yazılı bayraklar özelinde Hürriyet kavramının kaldığını; ancak imparatorluğun kaderine Hürriyet değil ölümün yazıldığını dile getirmektedir.

     

    Avrupalıların Statükonun korunmasına dair beyanları sonrasında yaşanan Balkan Savaşlarıyla bir kez daha açığa çıkan Zihniyet ve yaşanan toprak kayıpları sonrasında duyguların, Allah’ı bile mes’ul tutacak kadar azgınlaştığını ve bunun İzmir’de Müzik öğretmenliği yapan İ.Zühtü Bey’in; “Ey Bulgar vahşet ve canavarlığının en büyük âmili’’ şeklindeki sözleriyle dile getirildiğini görmekteyiz.

     

    Yine Süreyya’nın bulunduğu Askerî Okul’a Yemen’den, Kürdistan’dan veya Çerkez köylerinden gelen gençlerin Milliyetleriyle övündüğünü, buna karşın kendilerinin Millet adı olarak Osmanlı, dil olarak da Türkçe yerine Osmanlıca kelimelerini kullandığını, yaygın kanaate göre Türk’ün kaba, görgüsüz, kabiliyetsiz varlık olarak görüldüğünü, süreç içerisinde Türk Yurdu Mecmuasında okuduğunu, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’na ait olan Üzümcü öyküsünden etkilendiğini, aynı mecmuanın Türk Tarihini Söğüt-Domaniç’ten öncesine dayandıran ve Türkün vatanını yaşanılan her yer olarak ele alan, Tarih, Irk, Dil,Dilek [Ülkü] birliğiyle uzun soluklu adımlar atılacağına olan inancını ve Müebbet bir ülke olarak algıladığı Turan İdealine ulaşmasına şahit olmaktayız. Bundan sonrası Turan İdeali yolunda atılan adımlarla devam edilecektir.

     

    Asıl isimlerin yanına Alpler, Tekinler, Oğuzlar, Börteceneler [börte Çine] eklenmeye başlanacak, Cengiz’in Harzem Türklerini, ya da Selçuklu şehirleri halkını topluca öldürüşü, Timurlenk’in Anadolu’yu yakıp yıkışı, artık unutulması gereken birer kardeş kavgası sayılacaktı. Haritalara bakış açısı da değişecek ve Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna Hersekler yerine bir el Balkan geçitlerinde, Tuna-Meriç havzalarının üstünde olurken diğer el Kırım, Kafkasya, Başkırdistan, Türkistan’a, Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın Dağı’na uzanacaktır.

     

    Birinci Dünya Savaşı’nın çanları çalıp da seferberlik ilan edildiğinde ise Kapitülasyonlardan kurtulma hedefinin yanında Rusya’nın yıkılması ihtimali belirecek ve Kafkaslar, Hazer Denizi öteleri, Altaylar, Altın Dağa varan ülkeler canlanmaya başlar göz önünde..

     

    Tartışılır biçimde girilen Cihan Harbi’nin şartlarında, sıradanlaşan, ‘Hepiniz öleceksiniz, Hepimiz öleceğiz!’ ifadeleriyle açığa çıkan, ‘Vatan Kurtulacaktır!’ tesellisiyle daha anlaşılır olan ifadelerin belirginleştirdiği ‘Hak Yoktur, görev vardır!’ cümlesiyle tamamlanan savaş psikolojisi.

     

    Şevket Süreyya’ya göre kısıtlı imkânlara rağmen Yemen, Hicaz, Irak, Sina, Filistin, Suriye Çölleri ile Dersim, Sason, Talori Dağlarının kurtulmasının sırrı yukarıdaki ifadelerde gizliydi.

     

     

     

    ‘Türk Ocağını Mabet, Yüce, parlak Turan’ı Kabe’ yapan ve kendilerini bekleyen ülkelerin sayıldığı İhtiyat Zabitler Marşı’yla yürüyen Süreyya’nın Anadolu’yla tanışması, şiir ve mektep bilgilerinden arınmasına neden olacaktır; çünkü çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklarla süslü zengin ve dünyanın hazinesi imajı, ‘Dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçası haline gelen’ Anadolu’nun içler acısı haliyle örtüşmemektedir.

     

    Yine Savaşın olağanüstü şartlarında ölüme meydan okumak için Allah, Vatan duygusu ve Cihad’ın kudsiyeti düşüncesi ile, yapılan işin, yüz yıllar boyunca yalnız mal, can vergisi için aranan, bitmiş, bilinmeyen Anadolu’ya karşı İstanbul’un işlediği günahların borç olduğu tesellisinin işlevine değinilmektedir. Devamla da İmparatorluğun temeli ve mihveri olan Anadolu’ya birkaç yıkık Kümbet, birkaç harap Kervansaray, birkaç kale kırıntısından başka bir şey bırakılmadığını, bu büyük masalın sonunun hiçlikle bittiğini söylemektedir.

     

    Eserde, Savaşlara mümkün olduğunca yer vermemeye çalıştığını belirten Süreyya, Sarıkamış Faciâsına değinmeden geçmemektedir. Bir tek düşman görmeden, bir tek düşman öldürmeden, olduğu yerde donan, eriyen binlerce binlerce yaralı ve yarasız askerin hazin öyküsü!

     

    Ve hayalle gerçeğin buluşma noktasında çocukluk yıllarında rüyaları süsleyen muharebe masalları ile mevcut şartlarda yaşanan boğuşmanın apayrı şeyler olduğu itirafı. Ancak her şeye rağmen baskınlarda duyulan heyecan ve korkuların yerini alan bir nevi hafiflik, ferahlık duygularına da değinilmektedir. Devamla; yeni benliğin ihtirasları haline gelen düşmanı ateşlere boğmak, kesmek, parçalamak gibi düşüncelerin ardından gelen ölümle boğuşmak, ölümle haşır neşir olmak duygularıyla yaşıtlarından ayrıldığını belirtmektedir.

     

    Savaş esnâsında alayın makineli tüfek bölüğüne geçen Şevket Süreyya’nın sorularına aldığı, daha doğrusu alamadığı yanıtlar, o devrin şartlarını gözler önüne sermektedir.

     

    Dinimiz Nedir? Sorusuna İmam-ı Âzam’ın Dinindeniz, Hazreti Ali’nin Dinindeniz gibi [Dolaylı] cevaplar aldığını belirten Süreyya, Peygamberimiz kimdir? Sorusuna ‘Enver Paşa!’ gibi cevaplar aldığını, Peygamberimiz yaşıyor mu? sorusu sonrasında farklı cevaplar aldığını, O’nun oturduğu yer konusunda da ihtilaflar yaşandığını, İstanbul, Şam, Mekke gibi yanıtlar aldığını, Ezan okumayı, Namaz kılmayı bilen çok az kimsenin olduğunu, köyünde Cami bulunan kimselerin ayağa kalkmasını isteğinde boy gösteren kişilerin de Cuma’larda, bayramlarda ‘Adet yerini bulsun.’ kabilinden Camilere gittiğini belirtmekte, devamla köyünde okul olan kimseyi bulamadığını, Hangi Milletteniz sorusuna çeşitli cevaplar aldığını, buna karşın; ‘Biz Türk değil miyiz? Dediğini, Türklüğü Kızılbaşlıkla özdeşleştiren askerlerin kendisine ‘Estağfurullah!’ diye cevap verdiğini belirtmektedir. Aynı Bilgisizliğin ve bilinçsizlik Vatan konusunda da gözlenmektedir ve Vatanın neresi olduğunu bilen çıkmaz eserdeki ifadeye göre.

     

    Devamla, askerlerini Dindar ve Mutaassıp sandığını; ancak umduğunun aksine Cehaletle karşılaştığını belirten Süreyya, bu Cehaletin nedenlerine ulaşmaya çalışır ve yaşanan Maddi-Manevî sefaletin ihmalden kaynaklandığını vurgulamaktadır.

     

    Çok geçmeden Çar ordusu dağılacak ve Rus Ordusunun yerini Ermeni birlikleri alacak, savaş kör ve aman bilmez bir boğazlaşmaya dönüşecektir. Savaş sırasında bir de donma tehlikesi geçiren Şevket Süreyya’yı Aydemir yapan hikâye de savaş yıllarında şekillenecektir.

     

     

    Müfide Ferit’in romanına konu olan, aşkını ülküsüne feda ederek İstanbul’dan Türkistan’a giden Aydemir’i örnek alan Şevket Süreyya yolunu bulduğunu sanmakta ve de çareyi silahına sarılmakta bulmaktadır artık!

     

    Savaş yıllarında Kafkaslara yol alan Şevket Süreyya, dağlık Ermenistan’daki Türk köylerinden birinde Mehmet Emin’in ‘Ben bir Türk’üm, Dinim, cinsim uludur!..’ dizelerinin bir köy davulcusu vâsıtasıyla dillendirilmesinden çok etkilenir ve Milliyetçi Türk Şiirinin hızına hayret ederek edebiyatın işlevini bir kez daha anlar; ancak çok geçmeden Bulgarlar savaştan çekilecek, İstanbul tarassut altına alınacak ve Süreyya, tam bulduğunu sandığı anda suyu kaybedecektir.

     

    Azerbaycan’da kendini Aydemir olarak tanıtan Süreyya, burada bazen Cuma günleri minberde, bazen de Cami avlusunda yüksek bir yerde ideâlleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başlar ve ateşli nutuklarla ülküsünü anlatmaya çalışır; ancak içten içe muhasebe yapmaktan da geri durmamaktadır.

     

    Yıllardan beri yaşattıkları hayal yapısının gerçekleşmesi için ortada pek çok unsurun olmadığı anlayan Aydemir* büyük Turan’ın gerçekleşmesi için nitelikl biri yazılı bir eserin olmadığını fark edecek ve aradığı Turan’ı bir türlü bulamayacaktır. Binlerce kilometrelik mesafelere dağılan milyonlarca insandan yola çıkarak Turan’ın Maddî bir inşa duvarı değil de yalnız bir Manevî ülkü olup olmadığını sorgulayan Aydemir, rüzgârları bütün memleketin üstünde esen esrarlı ve ağır bulutlarla, Bolşevizm, tanışacaktır çok geçmeden!

     

    Süreç içerisinde yaşadığı fikrî değişimle birlikte Bakü’de toplanan Şark Milletleri Kurultayına delege olarak katılan Aydemir, Enver Paşa’nın Kurultaya katılmasına da değinmekte ve Kurultay sırasında gösterdiği tavırla karşılaştığı tavrın, Enver Paşa’nın aleyhine olduğunu, bu zatın oldukça silik kaldığını ifade etmektedir. Bir ayrıntı olarak da Enver Paşa’nın nutkunu okumadığını; bu nutkun başka birisi tarafından okunduğunu, dolayısıyla Ali Fuat Cebesoy’un Moskova Hatıraları adlı eserinde geçen bu yöndeki bilginin yanlış olduğunu kaydetmekte ve Enver Paşa’nın Rus İhtilaliyle İttihatçıların hareketini benzer bulduğunu, Bolşevik Partisini komitacı sandığını eklemektedir.

     

    Devamla Türkiye Komünist Partisi’nin Bakü’deki kongresindeki beyanların Türkiye’yi Komünist Memleket gibi lanse ettiğini belirten Aydemir, Komünist konuşmacılar arasında fikir ayrılıklarından bahsetmekte ve Hilafetle Saltanatın korunmasından yana olanlarla, İstanbul’un devlet merkezi olmasını isteyenler ve Komünizmle Müslümanlığın farklı olmadığını iddia edenlerin varlığına değinmektedir.

     

    Hayat Yolculuğunda, ‘Geride kalan çocukluk rüyalarını değil, çağın önüne serdiği serüveni yaşadığını’ belirten Aydemir artık Hazer Deniziyle Karedeniz arasında dolaşan bir Ortaçağ Şövalyesine dön-üş-müştür ve nerede bir çarpışma olursa orada yer almakta, korkusuzca, kaygısız biçimde sonunu aramaktadır.

     

    Çeşitli fikrî bunalımlarla Komünist Partisi’ne giren Aydemir, Komünistlerle İttihatçılar arasında, Enver Paşa’nın Şark Milletleri Kurultayındaki beyannâmesine rağmen, Sosyal eğilim, Politik hedefler ve İdeolojik formasyon bakımından hiçbir bağıntı olmadığını ifade eden Aydemir, Moskova’nın Milliyetçilik ve Millî devlet nizamıyla mücadele ederek dünya Sosyalizmi için çalıştığını, İttihatçıların ise Monarşik bir Meşrutiyet rejimini Türkiye’de tesis etmeye çalıştığını dile getirir.

     

    İttihatçıların İstibdadı yıkması yönüyle takdire şâyan olduğunu belirten Aydemir uyandırdıkları ümitten sonra yaşattıkları hâyal kırıklığı nedeniyle kırgınlık duygusu oluştuğunu söylemekte ve vatanseverlik gayretinden doğan cemiyetin yöneticilerinin Kaba bir Alman Militarizmine alet olarak Tarihimizin en idealist gençliğini bir kumarda kurban ettiğini ve pek çok konuda tecrübesizce hareket ettiklerini vurgulamaktadır.

     

    Devamla Rusya’nın dünyada Sosyalist nizama en elverişsiz memleket olduğunu belirten Aydemir, Sovyetlerde yapılan toplantılardaki diyalogları, konuşmaları ele alır ve mesela muhtemel Alman İhtilâli konusundaki hesaplaşmaları, iç muhasebeleri aktarır ve Almanya’da ihtilalin gerçekleşmemesini belirtir.

     

    Yine Sovyetlerin meşhurlarından Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile Troçki gibi zatların faaliyetlerini, tasfiyeleri ele alır.

     

    Çok geçmeden Türkiye’ye dönen Aydemir, çevreye daha farklı bakmaya başlamıştır artık!.

    Kendi ifadesiyle, dünyaya artık klişeleşmiş kavramların ardından bakmaktadır ve İstanbul’u dünya kapitalistlerinin birbiriyle çarpıştığı yarı sömürge şehri olarak görmekte ve burada yabancı sermayedarlarla işbirliği yapan komprodorlarla tatlı su frenkleri yaşadığını düşünmekte, her rastladığı Rum, Ermeni mağaza sahiplerine Kapitalist Uşağı, büyüklerine ise Kapitalist sıfatı yakıştırmakta, geri kalan insanlara ise proleter veya yarı proleter gözüyle bakmaktadır.

     

    Beşiktaş’ta bir okulda öğretmenlik yapan ve Aydınlık dergisi vâsıtasıyla Marksizmi anlatan yazılar yazıp çeviriler yapan Aydemir, derginin kapatılmasıyla bir yargılama sürecinin içinde bulmuştur kendisini! Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet gibi Aydınlık dergisi yazarları yurdu terketmesine rağmen Aydemir, memlekette kalmaya karar vermiştir.

     

    İstiklal Mahkemelerindeki yargılama sürecinde bazı trajikomik olaylar yaşanmıştır. Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı; ancak bazı atılganların şapka giydiği günlerde Hikmet Şevki adlı gazetecinin şapkayla gittiği mahkemede;

     

    “Nedir bu kepazelik, bu şapka da ne oluyor? babanda mı şapka giyerdi? Anandan şapkalı mı doğdun? Gibi tahkir cümlelerinin ardından kuvvetli bir tekmeyle merdivenden aşağı yuvarlanması ve soluğu dışarıda alması olayı gibi.

     

    Yine yargılama esnâsında Miladi Takvimi kullanılması sonrasında Başkanın küplere binerek muhatabını azarlaması olayı yaşanmıştır.İşin ilginç yanı, çok geçmeden eski tarihi kullanmak yasak olacak ve Miladi Takvim kullanılmaya başlanacaktır!

     

    Bir başka ilginç diyalog ise İnkılap kelimesinin kullanılmasına verilen tepki sonrasında yaşanmıştır. Ali Çetinkaya’nın sorusuna cevap verilirken İnkılap kelimesi kullanılınca azar işitilmiştir:

     

    “İnkılap mı, bu ne mugalata? İnkılap bitti! Bu memleket İnkılabını bitirdi! Artık yapacak İnkılap yok! Ne demek İnkılap, hepsi hayal, hepsi saçma!...

     

     

     

     

     

    Devamını Aydemir’den dinleyelim:

     

    “Halbuki o tarihlerde Türkiye hiç şüphe yok ki bir inkılap yaşıyordu. Bu İnkılap bitmemişti. Fakat görünüyordu ki bazı insanlar İnkılabın önünde değil ardında koşuyorlardı. Çankaya’ya yerleşen insan, bu İnkılapların listesini, bu insanlara ne çare ki evvelden bildirmemişti…’’

     

    Çok geçmeden karar gelecek ve 11 kişi mahkûm olurken Aydemire on yıl hapis cezası verilecektir.

     

    Hapiste çeşitli muhasebelere girişen Aydemir, Türk İnkılabını farklı coğrafyalarda gerçekleştirilen İnkılaplarla kıyaslamakta ve Türk İnkılabında Çin, İtalya, Rusya’daki gibi kitle idamlar olmadığını belirtmektedir.

     

    Hapisteki beyin fırtınası esnâsında Komünist bir nizamdan ve bu nizamı getirecek, kendi imkânlarıyla getirilemeyeceğine inandığı Komünist Usullerden Devletçi bir iktisat görüşüne varan ve İhtilal bağlılığından ayrılan Aydemir, Cihan Harbi’nden sonra Türkiye’de cereyan eden olayların yalnız bir Kurtuluş Savaşından ibaret olmasını kabullenemez ve yalnız Ferdî teşebbüse dayanacak klasik bir Liberal İktisat Ülküsünü de yeterli görmez. Bütün bu işler için gizli bir ihtilal partisine değil, normal yollarla gelişecek Millî bir fikir hareketine, yapıcı bir iktisat zihniyetine ihtiyaç olduğunu düşünür ve disiplinli, Millî Devrimci ve aynı zamanda teşkilatlı bir görüşe, Millî bir fikire ulaşır.

     

    1926 yılında, bir Cumhuriyet Bayramı yıldönümünde serbest bırakılan Aydemir, Ankara’da ictimai hayata atılır. Ankara’nın yalnızca bir devletin merkezi değil, etkileri dünya ölçüsünde bir İnkılabın merkezi olduğunu dile getiren Aydemir, Ankara’nın basit günlük hayatı arkasında büyük mânalı bir inkılabın nabzının arttığını düşünmektedir; ancak Ankara’da önemli çoğunluk için İnkılabın kabul edilmiş, fakat izah ve idrak edilmemiş bir şey olduğu tespitini yapmakta gecikmeyecektir. Süreç içerisinde bulunan, ‘Biz Bize Benzeriz!’ formülü ve CHP eski sekreteri Saffet Arıkan’ın tespitiyle, ‘Türkiye yumurtaya benzemektedir. Her şeyimiz bu yumurtanın içindedir. Bu içerideki şeylerin dışındakilerle bir ilişkisi yoktur. İnkılaplarımız, davalarımız hep bu yumurtanın içinde!’ sözleriyle anlam kazanan bakış açısı…

     

    Ancak Aydemir, İnkılabın yalnız hayatı değiştirmekle kalmayan ve hiç olmazsa İnkılapçı bir azınlığın şuuruna inen bir fikir sistemine dayanmasının zarurî olduğuna inanmaktadır.

     

    Dünyanın, tarihinin en büyük buhranını yaşayan Liberal Demokrasi ile planlı bir kuruluş ve kalkınma tecrübesine girişen Sosyalizm arasında iki karargâha bölündüğünü belirten Aydemir, Batı tekniğinden ayrılmamak, ondan faydalanarak onun seviyesine ulaşmak için Liberal bir inkişaf ümidinin uyuşturucu tesirinden çıkılması gerektiğini belirtmekte ve gelinen noktada iki seçenek olduğunu eklemektedir:

     

    Manevî bakımdan Türk İnkılabının heyecanını harekete getirmek [Geçirmek], Maddî bakımdan hem Millî gücü seferber etmek, hem Cihan buhranının sudan ucuz hale düşürdüğü teknik vasıtaları ve personeli vadeli olarak çekerek kendi teknik gelişmemizi sağlamak.

     

    Bunun için herkesin kendi görüşünü ve düşüncesini yazıp söylemesi gerekecekti ki Aydemir de bunu yapacaktı.

     

     

    1926’da Afyonkarahisar Cezaevinde iken başladığı ‘Muasır Türkiye’nin İktisadî İnkişaf İstikametleri’ adlı eserini Ankara’ya gelmeden Maarif Vekâletine gönderen Aydemir, Ankara’da ilk konferansını Türk Ocağı merkez salonunda verir ve Türkiye’nin bir inkılap içinde olduğunu, İnkılabın devam ettiğini belirterek İnkılabın son sözünü henüz söylemediğini belirtmiştir.

     

    Vaktiyle okulda ateşli bir Turancı olarak yetişen Aydemir için artık mezkur bu davanın bir çekiciliği yoktur ve artık Turancılığı Fantezi yahut Ütopya olarak tanımlamaktadır.

     

    Turanla başlayıp Komünizmle devam eden yolculuğunda sona yaklaşmaya başlamıştır Şevket Süreyya.. Çok geçmeden Kadro Hareketine atılacak ve İnkılapların anlaşılıp yerleşmesine katkıda bulunmaya çalışacaktır.

     

    İnkılabın ideolojisinin bir doktrin temeline dayandırılarak bu doktrinin İnkılapçı ve Önder kadronun memleket ve dünya görüşü haline getirilmemesi durumunda İnkılabın er geç Oligarşiye kayabileceğini düşünen Şevket Süreyya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İsmail Husrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge, Şevki Yazman gibi zatlarla birlikte Kadro Dergisi vâsıtasıyla neşriyata girişecektir. Kadrocular olarak tanınacak olan bu ekibe şiddetli eleştiriler gelmeye başlayacak ve Komünist, Faşist hatta Nihilist olarak suçlanacaklardır. Özellikle eski Komünist Yoldaşların eleştirileri yüksek dozda olacaktır.

     

    Şevket Süreyya’nın ifadesiyle Kadro Hareketi, biri Tarihî, diğeri Jeopolitik bir temel görüşten hareket ediyordu:

     

    Bir Millî kurtuluş hareketi olarak Türk İnkılabının Sosyal ve Ekonomik karakterinin ve istikametlerinin izahı ve Ortadoğu’da Millî Kurtuluş hareketlerimizin Uluslar arası mânası.

     

    Kadroya göre Millî Mücadele hareketleri ne başka bir hareketin uydusu ne de başka bir hareketin yardımcısıdır. Yani Millî Kurtuluş hareketleri ne peyk ne de yardımcıdır. Milli kurtuluş hareketine girişen memleketlerle Rusya arasında başlangıçta işbirliği safhası olduğu doğrudur; ancak bu işbirliğinin dönüm noktası, Millî Kurtuluş hareketinin cereyan ettiği memlekette Millî Nizamın kurulmasıyla başlamaktadır.

     

    Öte yandan İstiklâlin kazanılması, Millî Kurtuluş hareketinin yalnız bir safhasıdır. Asıl dava memleketin Siyaseten özgür olduğu kadar İktisaden de kalkınmasıdır. Sosyal bakımdan da, aşırı sınıf mücadeleleri tehlikelerinden korunmuş, muvazeneli bir memleket haline gelmesidir. Bunun için, memleketin gelişmesinde tekniğin ve sermayenin hâkim bir kısmını devletin elinde tutarak başıboş yabancı uşağı bir Kapitalizmin ayrılmaz neticesi olan sınıflaşmadan memleketi korumaktır. Yoksa milletin ağır fedakârlığı pahasına, müstemleke veya yarı müstemlekelikten kurtuluş şeklinde elde edilen zaferi, bu defa memleketi sosyal çatışmalara ve sınıf kavgalarının içine düşürerek yeni ve öldürücü bir tehlikeye maruz bırakmak, elbette ki kazanç sayılmayacaktır.

     

    Sözün özü, Milli Kurtuluş hareketinin ve gelişmenin amacı ferdin standartlaşmasına ve Hürriyetin bir azınlığın inhisarı şekline girmesine meydan vermeden, milleti keskin sınıf farklarından koruyan bir Millî Düzene götürmektir anlayışı hâkimdir Kadro Hareketinde.

     

    Hem sınıf mücadelelerini besleyen Liberal Demokrasinin hem de kanlı bir sınıf diktatürlüğünün ağına düşmemek, Sosyal Devlet yapısında planlı, disiplinli bir karma ekonomi modeli oluşturmak.

    Sanayileşmeyle ilgili Kadroda yayınladığı ‘Makinelerin Muhacereti’ adlı yazısında Avusturya’da bir sanayi kasabasında elden çıkarılan son makinenin vagona yüklenmesi esnâsında düzenlenen cenaze alayı sırasındaki ruh halini anlatan, genç yaşında ölen bir gelin gibi tüller ve beyaz çiçeklerle süslenen makinenin ardından yürüyen yaslı kalabalık tasviri yapan Aydemir, öte yanda bir otel terasının kenarında Çinli bir komisyoncunun sırıttığını, bu tören vesilesiyle bir bakıma yüzyıllardır Çin’den Avrupa’ya aktarılan kıymetlerin ödeşmesi olduğunu belirtmekte ve bu vesileyle önemli mesajlar vermektedir.

     

    Yine Fabrikalar açılmasını teşvik ve tavsiye ettiklerinde Fabrikaların açılmasıyla istihdam edilen işçiler vâsıtasıyla Komünizmin getirileceği türünden yorumların yapıldığını görmekteyiz.

     

    Yeni bir Emperyalizm şeklinde yükselen Faşizmin yükselişi ve İkinci Dünya Savaş Yılları.

     

    İkinci Dünya Savaşı yıllarında devlet kadrosunun Birinci Dünya Savaşındaki gibi dar görüşlü zihniyetin aksi istikamette hareket ettiğini ve bu militarist olmayan, hayalperest olmayan, savaşın ne olduğunu bilen, barışın kıymetini bilen Hükümetin Türkiye için şans olduğunu belirtir.

    Harp sonrası için de öngörüleri vardır Süreyya’nın. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin İki Siyasî ve İktisadî düzenin, Batı Demokrasisi ve Güdümlü Totatliter Sosyalizm, çatışma hattı üstünde bulunacağını belirten Yazar eserin sonunda Epiktetos’un sesine kulak veriyor ve diğer uyarılarıyla birlikte ‘Huzurun bir pahası var!’ ifadesini rehber edinir.

     

    Huzurun bedelini ödeyen Aydemir, ödediği bedelin sonucunda kendini bulduğunu ifade etmektedir.

     

    Anlattığı hikâyeye ‘Suyu Arayan Adam’ adını vermesinin sırrı da onun şu satırlarında gizli:

     

    “Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım. Buldum: Suyu Arayan Adam.

     

    Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi, serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki, bütün ömrüm boyunca aradığım su belki de buydu.

    Bu su bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim, bazen buldum sandım. Ama her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi…’’

     

     

    SONUÇ ve DEĞERLENDİRME

     

    Cumhuriyet Tarihi’nin önemli şahsiyetlerinden olan, Tek Adam ve İkinci Adam’ın yazarı Şevket Süreyya Aydemir’in bir yangınla başlayıp serin bir su başında biten serüvenlerinin, inanışlarının ve aldanışlarının yer aldığı Suyu Arayan Adam adlı kitap, Cumhuriyet Tarihi’nin anlaşılmasına önemli katkıda bulunabilecek bir eser niteliğindedir. Suyu Arayan Adam’ın Öyküsü, her ne kadar fazlasıyla inişli çıkışlı ve dönüşümlü olsa da aslında Meşrutiyet’le başlayan veya açığa çıkan süreçte Türk Aydınının yaşadığı dönüşümlerle geçtiği dönemeçler hakkında önemli ipuçları vermektedir. Aydemir’den başka Suyu Arayan Var mıydı bilinmez; ancak hemen her Türk Aydınının arayışta olduğu ve zamanla şartlara uyum sağlama şeklinde ortaya çıkan farklı dozda ve içerikte de olsa kaçınılmaz dönüşümleri yaşandığı da bilinen bir gerçektir!

     

    M.Fatih Akbay, 16 Mayıs 09 VAN

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    *Yazar bundan böyle Aydemir olarak anılacaktır.


  2. SAHAFTAN ALDIM BİR TANE EVE GELDİM BEŞ TANE

     

     

    Çarşıda gezerken Sahaflara düşüyor yolum, yeni gelen kitaplara bakalım derken güzel bir kitap çıkıyor karşıma. Daha önce Kitabevlerinde defalarca gördüğüm kaliteli eserin (Umay Türkeş, Türklerin Tarihi) fiyatını soruyorum. Normalin beşte biri kadar bir fiyat alınca büyük bir sevinçle kapıyorum bu fırsatı, dolayısıyla kitabı.

     

    Eve gelince, en az bir kitabı okumak kadar haz veren kitap karıştırma eylemine geçiyorum ve kitabın iç sayfalarında Van Devlet Kütüphânesinin mühürlerini görüyorum. Kitabın arka kapağını çevirince kitap cebi tarafında belirgin bir iz görüyorum, kitabın alt orta kısmındaki numara bölümündeki izi görünce eserin devlet kütüphânesine ait olduğundan şüphem kalmıyor ve sonraki gün Kütüphânenin ödünç kitaplarını vermeye giderken yol üstünde sahafa uğrayıp meseleyi anlatıyorum. Günde yüzlerce kitap satın aldıklarını kütüphânenin kitaplarını almadıklarını, inceleme esnasında ilk ve son sayfalara dikkatle baktıklarını, mezkur eserin gözden kaçtığını söylüyor. Kitabı iade edip yeni kitap almayı düşünüyorum ilk etapta. Uygun bir şey bulamayınca da piyasa değeri yüksek olan kitabı iade etmek içime sinmiyor ve Kütüphâneye doğru yola koyuluyorum.

     

     

    Durumu görevli memura anlatınca hemen müdüre yönlendiriyor. Müdür Beye durumu anlatınca çok memnun oluyor ve defalarca teşekkür ediyor. Bununla da yetinmeyip Kütüphâneye hediye edilen kitaplarla dolu odadan iade ettiğim eserin on katı kadar kıymetli birkaç eser hediye ediyor: Önce Said Öztürkün Osmanlı Salnâmelerinde Maraş Sancağı adlı eserin ansiklopedi boyutlarındaki iki cildini veriyor. Bunun maddi açıdan fazlaca kıymetli olduğunu söylüyorum; ancak Müdür Beyin ısrarıyla alıyorum. İkinci olarak İbrahim Kafesoğlu, Halil İnalcık gibi Tarihçilerin makalelerini de barındıran Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün yayınlarının çıkardığı Türk Kültürü Dergisinin 1964-65 tarihli

    (Yıl: III, Sayı-25-36) kitap şeklindeki sayısını hediye ediyor.

     

    Bu arada istediğim kitabı alabileceğimi söylüyor, ilk gözüme çarpan Kültür Bakanlığının Dünyada Türkiye adlı kitapçığı oluyor.

     

    Sonrasında Müdür Bey, Sahaflarla daha önce konuştuklarını, esaslı bir tedbir gerektiğini söylüyor. Benzer olayların yaşanmaması için Sahafların kitap alım satımına dikkat etmesi gerektiğini bildiriyor. Fazla zamanım olmadığı için izin istiyorum, Müdür Bey adresimizi alarak bir de Teşekkür Belgesi veriyor. Bunun karne gününe denk gelmesi ise bir tevafuk eseri olarak yer ediyor zihnimde!

     

    Defalarca uğradığım Sahafların önünden geçerken birin beşe tekabülünü düşünüyorum ve yalnızca bir vazifeyi yerine getirmiş iken, bir koyup beş almayı düşünmezken, birden beşe, beşten sonsuzluğa uzanan yolu arşınlıyorum, zihinsel ve düşsel dünyamda!

     

    M.Fatih Akbay, 23.01.09, Cuma, Van.


  3. Öncelikle yorumlar için teşekkürler. Bugüne dek gerek yazılı gerekse görsel yayın organlarında hep Arapların ihaneti olarak anılagelen olayları okuduk, izledik, dinledik!

     

    Bugün olaya geniş pencereden bakınca bunun aslında öyle olmadığını görüyoruz. Yazıyı okursanız Arapların hafife alınmayacak bir desteği söz konusu. Üstelik 'Araplar ihanet etti!' şeklinde duyduğumuz olayların iç yüzü hiç de öyle değildir. Mesela Filistin'de Araplar Osmanlı'ya ,hanet etmemiştir, kaynaklar ışığında!

     

    Yine Hüsnü Mahli'nin bildirdiğine göre Osmanlı ordusunda önemli sayıda Arap askeri vardı. Esasen sizin bilinaçaltınızdaki Arap imajını tahmin ediyorum. Bu, Şerif Hüseyin, Abduh vd Arap ''Şeyh''lerinin olumsuz imajının genellenmesinin sonucu olsa gerek. Çünkü bugün Mescid-i Aksa'yı malı, canı her şeyi pahasına savunanlart kim??

     

    Biz aynı fedakârlığı bugün için yapabilir miyiz?? ŞeyhAhmed Yasin'den tutun Muhammed Rami'ye kadar Filistinli Mücahidler olumsuz Arap imajını silmek için, en azından genellemeyi önlemek adına yeterli değil mi? Saygı ve Sevgilerle.


  4. Öncelikle işi ehline vermek gerekir diye düşünüyorum. İslâm dünyasının an itibariyle dağınık olmasının nedeni, diğer etkenleri de unutmazsak, gevşekliğe düşen nesiller/yönetiler nedeniyledir. Yine bilinçli olmak gerekir. Geçmişte bir İran-Irak Savaşına bakınca bu iki Müslüman ülkenin başkalarının çıkarlaı uğruna didiştiğini görmekteyiz. Afganistan'ı Sovyetlere dar eden Mücahitlerin kendi aralarında mücadeleleri ve buna benzer yüzlerce olay sıralanabilir.

     

    Bakıyoruz da bir İslam Konferansı Örgütü var, üye sayısı 55 küsür Müslüman ülke. Ancak alınan kararlar Dünya Siyasetini pek etkilemiyor. Bunun nedeni yaptırım gücünün olmayışı ya da gereğince kullanıl-a-maması. Suudiler petrol açısından dünynın can damarını elinde bulundurmasına rağmen yanıbaşlarında Filistin dramına seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor. Aynı durum diğer meseleler için de geçerli.

     

    Esasen konu fazlasıyla iç içe. Birlik beraberlik, çalışmak, okumak, üretmek, bilinçli olmak gerekli. Basit meselelrle gündem oluşturmak yerine işlevsel gündem belirlemeli ve herkes meseleyi öncelikle kendi dünyasında bitirmeli. sONRASI DAHA DA BASİTLEŞECEK VE DÜNYA COĞRAFYASI ÖZLEDİĞİ BARIŞA, HUZURA KAVUŞACAKTIR İNŞAALLAH.

     

    Bugün için ümitliyiz. Türkiye çok yakın bir zamanda İslâm dünyasının ataletini sona erdirecektir. Saygılar.


  5. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ NEDENLERi

     

    Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:

     

    1) Sömürgecilik

    2) Fransız İhtilali’nin Getirdiği Milliyetçilik Cereyanları

    3) Silahlanma Yarışı

    4) Avrupalı Devletler arasında Ekonomik ve Siyasî rekabet

    5) Şark Meselesi

    6) Avusturya Macaristan Prensinin Sırplı bir Milliyetçi tarafından öldürülmesi.

    7) Bazı özel nedenler.

    Yukarıdaki gelişmeler fazlasıyla iç içe girdiğinden ayrı başlıklar halinde incelemek yerine birlikte ele alacağız.

     

    Almanya ile İtalya’nın Siyasî birliklerini kurması, Avrupa dengesine yeni bir şekil vererek Balkanlardaki Millî duyguları kamçılamış ve 1870’den sonra Balkanlar, Avrupa diplomasisinin başlıca faaliyet alanlarından biri haline gelmiştir. Birinci Dünya Harbi’nin bir provası olarak değerlendirebileceğimiz 1908-1909 Bosna Hersek Buhranı ve 1912-1913 Balkan Savaşlarından sonra 1914’te Birinci Dünya Harbi de infilâk ettirici kıvılcımını buradan almıştır. Bismark’ın Alman İmparatorluğunu korumak için uyguladığı barış kombinezonları, sonuçları itibariyle Avrupa’yı bloklaşmaya ve bloklar arasındaki rekabet ve silahlanma yarışına götürmüştür.

     

    Alman birliğini, Siyasi, Askerî, İktisadî olarak aynı zamanda kuvvet ile kuran Bismark, Almanya’nın hayatını devam ettirebilmesi için güçlü olması gerektiğinin farkındaydı. Bu sırada Alsas Loren bölgesini Almanlara kaptıran Fransa’nın müttefik arayışına girdiğini

    gören Bismark, bir yandan Almanya’yı güçlendirmeye çalışmış, öte yandan Avrupa’da

    müttefikler aramaya başlamıştır.

     

    Bu durumda birbirinden çekinen bu iki devlet Sınaî, İktisadî, Askerî, Siyasî, Sosyal, Fikrî ve Teknik rekabete girişmişlerdir. Onlarla ilişkide bulunan Dünya devletleri de bu rekabete iştirak etmiş ve 1871-1914 arasında ‘Silahlı Sulh Devri’ olarak adlandırılacak dönem başlamıştır. Öte yandan Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı fikirlerin devletler ve milletlerin davranışına yeni istikametler vermesi, Liberalizm hareketlerinin münasebetlerde yeni çatışma konular ortaya çıkarması, daha da önemlisi Milliyetçilik hareketlerini tetiklemesi önemli gelişmelerdendir. Daha önce ele aldığımız, Almanya ve İtalya Siyasî birliklerinin kurulması olayı da Milliyetçilik düşüncesinin sonucu olarak ortaya çıkacaktır.

     

    Yine Endüstrileşmenin XIX. yy içinde kazandığı yeni hız ve bunun sonucu olarak gelişen ve genişleyen Sömürgecilik, Diplomatik münâsebetlerin alanını, Avrupa’nın dar sınırlarından çıkararak yeni kıtalara, Afrika ve Uzakdoğuya yaydığı gibi, çeşitli kombinezonlarla bloklaşan büyük devletler arasındaki çatışma alanlarını ve İmkânlarını da artırmıştır.

     

    Almanya’nın denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete kalkışması ve böyle bir şeye tahammül edemeyecek yapıda olan geleneksel Britanya siyasetinin ne olursa olsun Almanya’yı ezmek istemesi de bu doğrultuda gelişmelerdendir.

     

    Bu durumda, 1888’de ölen Alman İmparatoru I.Wilhelm’in yerine geçen II.Wilhelm’in dış siyaseti Bismark’ın elinden alarak emperyalist bir yön vermesi önemli rol oynamıştır. Almanya’daki bu değişim hakkında fikir vermesi için Bismark dönemiyle sonraki dönemde izlenen siyaseti karşılaştıralım:

     

    Bismark döneminde, Almanya’nın sömürgeleri yokken Üzerinde Güneşin Batmayan imparatorluk olan İngiltere’nin sömürgelerinden henüz hiç bahsedilmemiş, İngiltere’nin zaman zaman Avrupa’da yaptığı müdahalelere ses çıkarılmamış, İngiliz malının satıldığı pazarlara Alman malı gönderilmemekle rekabet önlenmiş, İngiltere’nin kara ve deniz kuvvetlerinden bahsedilmemiş, bu gibi nedenlerle 1890’a kadar İngiltere, Fransa ve Rusya’ya uzak durmaktayken Almanya’yı kendine yakın bulmuştur. Öyle ki İngiltere’nin Almanya ile birleşeceği sanılmaktaydı.

     

    Bismark’ın 1890’da ölümünden sonra II.Wilhelm, onun tam aksi bir siyaset takip etmeye başlayacaktır. Bu dönemde İngiliz mallarının satıldığı pazarlara Alman sanayi malı gönderilerek İngiltere’nin zarara uğramasına yol açılmış, Wilhelm demeçleriyle İngiliz sömürgelerinde gözü olduğunu ima etmiş, Alman donanması güçlendirilerek İngiltere’nin

     

    Mısır ve Hindistan’daki menfaatleriyle Rusya’nın Panislavizm ve Boğazlar üzerindeki

    menfaatleri tehdit edilir hale gelinmiştir. Bu durumda endişelenen İngiltere, Fransa ile olan meselelerini halletmiş ve 1904’te Fransa, 1907’de de Rusya ile birleşmiştir. Bundan sonra devletler Malî, Siyasî, Askerî vd amaçlarına ulaşabilmek için savaşı zaruri bir vasıta olarak göreceklerdir.

     

    Rusya’nın Uzak Doğu’da Japonya tarafından durdurulmasından sonra yeniden Balkan siyasetine sarılması, Boğazları ele geçirmek, hiç olmazsa kendi lehine açmak için zemin hazırlamak istemesi, durmadan küçük balkan devletlerini Türkiye ve Avusturya Macaristan’a karşı kışkırtması da önemli gelişmelerdendir.

     

    Avusturya Macaristan’a gelince, bu devletin Rusya ile Balkanlarda rekabet içinde olduğu ve Balkanlardaki Rus etkisine karşı mücadele ettiği görülecektir.

     

    Şark Meselesine gelince, Osmanlı Gazilerini Gelibolu yarımadasına çıkmalarıyla başlayan ‘Şark Meselesi’, önce Türklere karşı Avrupa topraklarını nasıl koruyabilmek ve 1683 Viyana Bozgunu’ndan sonra Türkleri Avrupa topraklarından nasıl atabilmek yönteminde gelişmişti. Bu tarihte Viyana Kuşatması’nın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine yeni bir döneme (Geride kalma) girildiği görünür hale gelen Osmanlı Devleti’nin bu durumu Avrupalı güçlerin Şark Meselesi adıyla bilinen ve Osmanlı Devleti’ni tümüyle Avrupa’dan çıkarma genel esasına dayanan bir projeyi yeniden ortaya koyabileceklerinin ilk işaretlerini vermeleriyle sonuçlanmış XVIII.yy’ın sonuna yaklaşıldığında Rusya, Fransa ve İngiltere, gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini tayin etme çabalarına girişmişlerdir.

     

    Kısaca özetlersek Fransız İhtilali’nin getirdiği fikirler, Sömürgecilik ve buna bağlı olarak Silahlanma yarışı, Avrupalı devletler arasındaki Siyasî ve Ekonomik rekabet , Şark Sorunu gibi etkenler Birinci Dünya Savaşı’nın dinamiklerini ortaya çıkarmıştır. Süreç içerisinde de İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilaf Devletleriyle Almanya, Avusturya Macaristan, İtalya’dan oluşan İttifak Devletleri karşı karşıya gelecek, İtalya’nın İtilaf devletleri safına geçmesi ve Osmanlı Devleti’nin savaşa Almanya’nın yanında katılmasıyla saflar belirginleşecek ve iş bir kıvılcıma kalacaktır.

     

     

    BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI:

     

    Dünya tarihinin en önemli olayı olarak kabul edilen Birinci Dünya Savaşı dünya tarihinin ilk global savaşı olup asker ve sivil, büyük kayıplar verilmiş, Avrupa’da güç dengesi değişmiş, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti parçalanmış ve yeni devletler ortaya çıkmış , Rus Çarlığı ile Alman İmparatorluğu Tarih içindeki ömürlerini tamamlayarak Avrupa’da boşluk meydana getirmişler, savaş sonucunda dört imparatorluğun yıkılması Fransa’nın Avrupa’da sivrilmesinin önünü açmış , savaştan en kârlı çıkan devlet İngiltere olmuş , Rusya etkisiz kalırken Fransa ikinci plana düşmüş, Cemiyet-i Akvam kurulmuştur. Yine bu savaşta uçak, denizaltı, tank , kimyasal silahlar kullanılmıştır.

     

    Yaklaşık 5 yıl süren savaş (1914-1918) Avrupa’da patlak vermiş ve özellikle bu kıtada cereyan etmiş, bir kısmı Ortadoğu’da ve Rusya’nın batı bölümünde yaşanmıştır. Bu büyük savaşa 20 kadar ülke taraf olmuş ve 10 milyona yakın insan ölmüştür.

     

    Savaşın Stratejik sonuçları ise şöyle özetlenebilir:

     

    Büyük bir Askerî güç olan Almanya ezilerek bir süre için dünya politik sahnesinde tehlike oluşturmaktan men edilmiş ve Afrika’daki kolonilerine el konarak sömürgecilik yarışında saf dışı edilmiş, Rusya’da Çarlık rejimi çökmüş, Bolşevik İhtilali patlak vermiş, tehlikeli olmaktan çıkmış, Osmanlı’nın çöküşüyle İngiltere ve Fransa Ortadoğu’ya yerleşerek Hindistan’a giden yolları güvenceye almışlar, Ortadoğu’nun petrol kaynaklarına sahip topraklarını da kontrollerine almışlar, bu savaşın yeni silahlarından hava kuvveti, zırhlı birlikler, denizaltı gemileri ve deniz kuvvetinin gücü anlaşılmış ve daha sonraki savaşlar ve politikalar için bu silahların yapımına önem verilmiş, zamanla Almanya, İtalya, Rusya ve Japonya bu alanda hızla hazırlanmışlar, ABD, savaşın bir bölümüne katılmışsa da savaştan sonra kabuğuna çekilme ve tarafsızlık politikasına (İzolasyonizm) dönmüştür. Bu dolgu da Avrupa’da Hitler’in Nazi Almanyası’nın, Faşist İtalya’nın ve Pasifik’te yayılmacı ve militarist Japonya’nın sonraki saldırılarının önünü açmıştır.

     

    BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE TÜRKİYE

     

    Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, büyük kayıplara uğramış, Türkler 2.200 yıllık tarihinin en büyük topyekün felaketine maruz kalmışlar, Türkiye’nin hiçbir zaman istila görmemiş en değerli toprakları, Anadolu’nun içlerine kadar tahrip edilmiş, Türk ekonomisi büyük yıkıma uğramış, asrın başlarında 50-100 bin nüfusa sahip sahip Anadolu şehirlerinde nüfus yarıdan fazla azalmıştır.

     

    İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEM: GEÇİCİ BARIŞ

     

    Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yapılan Barış Antlaşmaları harita üzerinde bir düzen oluşturmakla birlikte, milletler arası hayatta istikrarsız ve sallantılı düzenin bütün iç unsurlarını kapsamış olduğu için barış 1929-30 yıllarına kadar bir takım kaynaşmalarla ancak korunabilmiştir; fakat bu yıllardan sonra olaylar bir eğik düzey üzerinde hızla yuvarlanarak 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın sert kayasına çarpacaktır.

     

    MİLLİ MÜCADELE HAREKETİNİN BAŞLAMASI VE TÜRKİYE’NİN KURULUŞU

     

    Montesquie’nun Güneş İmparatorluğu’nun yıkıma uğraması sonrasında Kuvai Milliye hareketi ve Millî Direniş başlayacak, dış ve iç düşmana karşı yürütülen savaştan sonra Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinden doğan ve yükselen Genç Türkiye yoluna devam edecek, Cihan Harbi’nin yıkımlarını gören kadro ve bu kadroya yakın kimselerle girilen İkinci Dünya Savaşı arefesinde ilk savaşta başarılamayan ‘Tarafsızlık Siyaseti’ şu veya bu şekilde uygulayıp ısrarla sürdürecek; ancak savaşın doğrudan yıkımlarından kaçınılsa da dolaylı yıkımlarından kaçılamayacak ve İkinci Cihan Harbi de çağdaşı Birinci Cihan Harbi gibi kasıp kavuracaktır!

     

    SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

     

    Avrupalı devletler arası çıkar savaşları sonucunda ortaya çıkan, çeşitli etki ve etkenlerle yayılan Birinci Dünya Savaşı, Maddî açıdan gelişip terakki eden insanlığı Maddî-Manevî yıkımlara uğratmış ve dünya coğrafyasını kana bulayarak onlarca yıl geriye götürmüş, sonuçları itibariyle yeni bir paylaşım savaşına sebebiyet vermiş, Sosyal, Siyasî, Kültürel, Ekonomik vd alanlardaki etkileriyle büyük değişimler meydana getirmiştir.

     

    Etkileri saymakla bitmeyecek kadar çok olan Cihan Harbi konusunda yazılacak çok şey varken olay ve durumları Osmanlı Cephesinden ele almak durumunda kaldık. Başlangıçta genelden özele inerken, yani dıştaki gelişmelerin Osmanlı Devleti’ne etkilerini inceleme yoluyla ilerlerken ileriki aşamalarda özelden genele doğru çıkmak veya özeli kendi şartları içerisinde ele almak durumunda kaldık. Cihan Harbini ele alırken kimi noktaların yüzeysel kalıp, bazı noktaların ayrıntılı olarak incelenmesi, savaşın önemli noktalarının daha fazla dikkate değer olduğu gerçeğinin doğal sonucudur.

     

    Yani Savaşa girme olayı, buna bağlı olarak Tarafsızlık kalınıp kalınamayacağı meselesi ve daha çok yüzeysel bilgilerle ele alınan Cihad ilânı ile Araplar özelinde Müslümanların Osmanlı’ya ihaneti gibi konular üzerinde dikkatle durulmaya değer konulardır. Çünkü savaşın neden ve sonuçları konusundaki farklı değerlendirmeler oldukça sınırlı iken, tarafsızlık, Arapların Osmanlı’ya karşı tutumu ve karşılıklı ilişkilerin seyri gibi konulardaki farklı görüşler oldukça fazladır ve titiz değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bu bağlamda adı geçen konuları, elden geldiğince geniş perspektiften sunmaya çalıştık.

     

    Konumuzun özüne dönecek olursak, Birinci Dünya Savaşı, sonuçları itibariyle insanlık tarihinin semalarını kara bulutlarla kaplayan ve insanlık tarihine utanç sayfaları ekleyen olayların, yani savaşın, geniş kapsamlı ilk örneğidir ve bünyesinde yeni savaş veya savaşları doğuracak negatif enerjiyi barındırmaktadır. Bu enerji, Avrupalı güçlerin doymak bilmeyen hırslarıyla çok geçmeden yeniden ortaya çıkarak dünyayı kana bulayacak ve sömürgecilik özelinde çıkar kavgaları dünyayı şekillendirmeye, daha doğrusu dünyanın dengesini bozmaya devam edecektir.

     

    M.Fatih Akbay, 19 Haziran 2009, VAN.

     

     

    Notlar:

     

    Vikipedia.com.

    Yavuz Özdemir, Bir Savaşın Bilinmeyen Öyküsü , Erzurum Kalkınma Vakfı Yay. 2003, Syf XVII.

    Bkz. Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasî Tarihi I-II, İst: Alkım Yay. 2005, 15.Baskı, 99.

    E.Rossier’e göre eğer Almanya Alsas Loren’e en azından muhtariyet verseydi I.Dünya Harbi en azından bu sebepten patlak vermezdi. Bkz. Süleyman Kocabaş, Türkler ve Almanlar, İst: Vatan Yay. Eylül 1988, 155

    Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi II, 554.

    Bkz.Fahir Armaoğlu, Aynı Eser, 99.

    Bkz.Fahir Armaoğlu, Aynı Eser, 100.

    Bismark, Doğu Sorunu ve Sömürgecilik yüzünden diğer emperyalist devletlerle çatışmaktan kaçınmış, 1874’te Alman koruyuculuğu altına girmek isteyen Zenzibar sultanının isteğini reddetmiş iken 1890 yılında, Almanya aynı Zenzibar sultanının protestolarına rağmen Doğu Afrika’daki hâkimiyetini ilan edecektir. Bkz.Murat Özyüksel, Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İst: Arba Yay.1988, 41.

    Bir görüşe göre, Almanya, İngiltere’nin isteğine uyarak büyük bir deniz gücü kurmaktan vazgeçseydi büyük bir ihtimalle genel harp çıkmazdı. Bkz. Süleyman Kocabaş, Türkler ve Almanlar, 155.

    Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, İst: Hayat Yay. [Tarihsiz] 264.

    Cezmi Eraslan, ‘I.Dünya Savaşı ve Türkiye’, Genel Türk Tarihi, VII, Ed: Hasan Celal Güzel, Ali Birinci, Ank: Yeni Türkiye Yay.2002, 415.

    II.Wilhelm’i sömürgeci politika izlemeye iten nedenlerin başında, kısa sürede büyük gelişme gösteren Alman Endüstrisinin yeni pazarlara ve ucuz hammadde kaynaklarına duyduğu gereksinim gelmektedir. Wilhelm’in dinamik kişiliği de tamamlayıcı faktör olarak göz önüne alınmalıdır. Bkz.Murat Özyüksel, Anadolu ve Bağdat Demiryolları, 37.

    Bkz.Tahsin Ünal, Aynı Eser, 557-559.

    Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, 264-265.

    Bu dönemde Pan Slavizm politikası güden ve Slav kökenli kavimlerin Rusya önderliğinde birleşmesini hedefleyen bir Siyasî programın takipçisi olan Rusya Balkanlara yönelmiş, bu faaliyetler karşısında Rusya’nın karşısına Osmanlı Devleti ve Avusturya Macaristan çıkmıştır. Bkz. Yavuz Özdemir, Bir Savaşın Bilinmeyen Öyküsü, Erzurum Kalkınma Vakfı Yay. 2003, XVII.

    Deniz aşırı sömürgeleri olmayan Avusturya-Macaristan’ın Balkanlarda yayılması Rusya desteğindeki Sırbistan tarafından engellenmekteydi. Veliahtının Saraybosna’da öldürülmesi bu devlete yeterli bahaneyi verecektir. Bkz. Mehmet Fatih Ekinci, 101 Plan ve Proje, 154.

    Vikipedia.Com.

    Talat Paşa’ya göre Şark Meselesi, gösterildiği gibi bir insanlık ve Hıristiyanlık Meselesi değil, bilakis nefret ve menfaat meselesidir. Bkz. Talat Paşa’nın Hâtıraları, İst: Güven Basımevi, 1946, 1.Basım, 9.

    Yavuz Özdemir, Aynı Eser, XIX.

    Avrupalı güçlerin bu amaçlarına ulaşma yolunda Sömürgecilikle bağlantılı olarak Misyonerlik faaliyetlerine hız verdiği görülecektir. G.B.İ Kâzım Karabekir, Birinci Cihan Harbi’ne Nasıl Girdik?, Cild: II, Haz: Faruk Özerengin, İst: Emre Yay. Mayıs 2000, 5.Baskı, 105, 118.

    Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ank: Turhan Kitabevi,1986, 2.Basım, 9.

    Kapitalizm, dönemsel krizlerini genellikle savaşlarla aştığından Savaşın ekonomik nedenleri arasında Almanya’nın 1907-1908 yıllarında karşılaştığı ekonomik krizin aşılması gereği de gösterilmelidir. Bkz. M.Fatih Ekinci, 101 Plan ve Proje, 154.

    Trablusgarp ve On iki Adayı ele geçiren İtalya, Anadolu’da Muğla-Antalya hattında toprak verileceği vaadini alınca Üçlü İttifaktan ayrılarak 1914’te önce tarafsız kalacağını beyan etmiş, 1915’te Üçlü İtilaf safında yer almıştır. Bkz. Ekinci, Aynı Eser, 154.

    Öztuna’ya göre İkinci Dünya Savaşı’nda yıkım daha fazla olmasına rağmen getirdiği değişiklikler Birinci Dünya Savaşı derecesinde değildir. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı Dünya Tarihinin en önemli olayıdır.

    Bkz. Öztuna, 271.

    Osmanlı topraklarında Bulgaristan, Yugoslavya, Türkiye Cumhuriyeti, Mısır, Irak, Suriye gibi devletler kurulurken Çarlık Rusyası’ndan sonra Polonya, Finlandiya, Letonya, Litvanya gibi devletler kurulmuştur. Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun yerine Avusturya Cumhuriyeti, Macaristan Krallığı, Çekoslovakya gibi devletler kurulacak, bazı topraklarını Fransa ve Polonya’ya veren Alman İmparatorluğu ise Afrika’daki sömürgeleri olan Tanganika, Kamerun, Namibya gibi yerleri kaybedecektir. Bkz. Kemal Girgin-Işık Biren, 21.Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, İst: Okumuş Adam Yay.Nisan 2002, 2.Baskı, 33-35.

    Armaoğlu, 151.

    O tarihlerde dünya nüfusunun en büyük kısmını şu veya bu şekilde idare veya nüfuzuna tabi kılan altı kıtaya yayılmış Britanya İmparatorluğu’nda, ilk gerileme hatta çözülme alametleri belirmiştir. Bkz. Öztuna, 271.

    Tank ve zırhlı araçların ilk olarak Batı Cephesi’nde Almanlar tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Yine tank ve uçaklara karşı tanksavar ile uçaksavar kullanılmaya başlanmıştır.Bkz. Vikipedia.com

    Çanakkale Muharebeleri esnâsında İtilaf Devletleri’nin zehirli gaz kullanacağı öğrenilince tedirgin olunmuşsa da rüzgârın yön değiştirmesi üzerine bu gaile atlatıldığı bilgisi için Bkz. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 106. Binlerce Mehmetçiğin Kimyasal Silahlar yüzünden şehit olduğu bilgisi için Bkz. Haşim Söylemez, ‘Çanakkale’de Mehmetçiğe Kimyasal Silah’, Aksiyon Sayı: 536, 14 Mart 2005, 29.

    Tekin, 50, 51.

    Kemal Girgin-Işık Biren, 21.Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, 20.

    İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar ABD’nin gözlenebilen İnfirat Politikası mevcuttu. Avrupa siyasetiyle arasına mesafe koyan ABD Ticari ilişkileri devam ettirmiştir. Birinci Dünya Savaşı gibi İkinci Dünya Savaşı’na da sonradan katılan ABD, bu politikasını Soğuk Savaş dönemine uzanan yolda terk edecektir.

    Kemal Girgin-Işık Biren, Aynı Eser, 21, 22.

    Savaş sırasında Anadolu’nun durumu pek de iç açıcı değildir. O yılları cephede geçiren Aydemir’in gözlemlerine göre o devirde okuma yazma bilen sayısı oldukça sınırlı olup bilinçsizlik kol gezmekteydi. Bkz.Aydemir, Suyu Arayan Adam, 102-105.

    Öztuna, 272.

    İkinci dünya savaşına giden yolda Avrupalı güçlerin faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz. Kâmuran Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye, İst: Bilgi Yayınevi, Eylül 1986, 1.Basım.

    Armaoğlu, 152.

    Bkz. Mehmet Kafkas, Milli Mücadelede Öncüler I, İzmir: Nil Yay.1991, 8.

    Bu hareketin İttihatçılarca Birinci Dünya Savaşı yıllarında planlandığı/doğduğu görüşü için Bkz. Mehmet Kafkas, Aynı Eser, 13. Ayrıca, Kuvai Milliye’nin iç yüzü hakkında detaylı bilgi için Bkz. Ali Fuat Cebesoy, Kuvâ-yı Milliye’nin İç Yüzü, Haz: Osman Selim Kocahanoğlu, İst: Temel Yay.Mayıs 2002.

    Kurtuluş Savaşı dönemi olayları için Bkz. Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Ed: Süleyman İnan-Ercan Haytoğlu, Ank: Anı Yay. 2006.


  6. OSMANLI DEVLETİ TARAFSIZ KALABİLİR MİYDİ?

     

    Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbinde tarafsız kalıp kalamayacağı, dolayısıyla savaşa girmemesinin mümkün olup olmadığı sorusu pek çok kişi tarafından sorgulanagelmiştir.

     

    Savaşa Almanya safında ve de erken girilmesi, Alman gemilerinin Karadeniz’de bırakılması ve Rus şehirlerinin topa tutulması, Sarıkamış faciası gibi konularla ilgili olarak ortaya çıkan soru işaretleri 1914 Harbinin daha başından itibaren hemen herkesi meşgul etmiş olup bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmış ve üzerinde mutabık kalınan bir görüş ortaya çıkmamıştır.

     

    İttihad ve Terakki önderlerinin hâtıralarının derme çatma olduğu ve yazdıklarının birbiriyle çeliştiği görüşüne aradan geçen onca yıla rağmen Cihan Harbi’ne dair yorum ve yargıların birbirinden farklı ve çelişkili olduğu hakikatini eklersek, net bir yargıya varmak oldukça zorlaşacaktır. Savaşa girilmesini mecburi sayan görüşlerle harbe girmemenin mümkün olduğunu ve bu sayede kârlı çıkılabileceğini iddia eden görüşler incelendiğinde, her iki görüşü savunanların da oldukça mantıklı olan, ya da tamamen mantıksız olmayan görüşler ileri sürdüğü görülecektir. Bir örnek olarak, İtilaf devletlerinin değişmez düşmanlığından yola çıkılarak İstanbul ve Boğazların her halukârda işgal edileceği yargısı (Savaşa mutlaka girileceği görüşü) ile savaşa girmeyip toparlanarak savaş sonucunda iyice yorgun düşen taraflara üstünlük sağlanabileceği (Tarafsız kalınabileceği görüşü) yargısı örnek verilebilir.

     

    Olayların merkezindeki kimselerin oldukça farklı yargı ve iddiâlarda bulunduğu hakikati de göz önüne alındığında, günümüz şartlarında yapılacak değerlendirmelerin azami itina gerektirdiğini vurgulayarak geçmişe uzanalım.

     

    Savaşa girilmeseydi, Küçük Asya’da imparatorluğun bir yaşama şekli bulabileceğine inananlardan Falih Rıfkı Atay, bu şekilde şimdi dünya petrol kaynaklarının önemli kısmını bünyesinde barındıran bu zenginliğin devletimizin sınırları içinde olacağını, savaş süresince büyük devletler zayıflayacağı için her türlü yabancı baskısının kalkabileceğini, Birinci Dünya Savaşı sırasında iki milyon kurban verildikten sonra dahi Kuvayı Milliye ile başa çıkamayan Batılı Devletlerin, bütün ordusu ayakta duran imparatorluğa karşı herhangi bir harekette bulunamayacağını bildirmekte ve Enver Paşa yerine Mustafa Kemal’in olması durumunda. Savaşa girilmeyeceğini ve büyük devlet olarak kalınacağını belirtmektedir.”

     

    Yılmaz Öztuna’nın görüşü de aynı doğrultudadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Öztuna, Osmanlı Devleti’nin Boğazları kapalı tutması durumunda Rusya’nın yine çökeceğini bildirmekte, dünyanın yorgun çıktığı savaşta Türkiye’nin yıpranmamış bir ordu ile Yakın Doğu ve Balkanların en güçlü devleti olacağını, İmparatorluğun İngiliz ve Fransızların 1954’ten sonra uyguladığı yöntemle tasfiye edilebileceğini, Musul gibi eyaletlerin elde kalabileceğini belirtmektedir.

     

    Kâzım Karabekir’e ait olduğu bilinen Birinci Cihan Harbine Neden Girdik adlı eserin birinci cildinde, onun Almanlarla ittifaka girilmesini onaylamadığı, tarafsız kalabilmek için Alman ıslah heyetinin memleketine geri gönderilmesi gerektiğini savunduğu ve Sultan Osman Zırhlısının getirilmesinin tarafsız kalabilmek için önemli olduğunu düşündüğünü, gemilerin verilmemesi durumunda gecikmeden Üçlü İttifak’tan gemi alınması gerektiğini, mecbur kalınmadıkça harbe girme taraftarı olmadığını ifade edilmektedir.

     

    Aksi istikamete göz atacak olursak;

     

    Mustafa Kemal’in Milli Mücadele sırasında Meclis Başkanı sıfatıyla yaptığı söylenen şu değerlendirme dikkate değer. Rivayete göre M.Kemal, Harb-i Umumi’ye girilmemesinin arzulandığını, ancak buna imkân olmadığını belirtmektedir. Sahip olunan konum itibariyle, İtilaf Devletleri yanında savaşa giren Rusya’ya rağmen tarafsız kalınamazdı. Yine tarafsızlığın devamı için para, silah, sanayi mevcut değildi. İngilizlerin parası ödenen iki gemiye el koyması ve Osmanlı’nın savaşa girmesinden dört ay önce Ermenistan Cumhuriyeti’ne karar verilmesinin ilan edilmesi, yine İstanbul’un Ruslara vaat edilmesi savaşa İtilaf Devletleri aleyhine girmeyi zorunlu kılıyordu. Zaten Rusya dururken, güçsüzlüğü Balkan Savaşı’nda açığa çıkan Osmanlı Devleti’nin tercih edileceğini düşünmek doğru olmazdı. -

     

    Sina Akşin de Osmanlı Devleti’nin savaşa girişini değerlendirirken Atatürk’ün bu sözlerinin o günün gereği olarak söylenmiş sözler olmayıp bir gerçeği ifade ettiğini belirtmekte ve Atatürk’ün hiçbir yerde, tarafsız kalmak gerektiği görüşünü savunmadığını bildirmektedir.

     

    Ahmad ise Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız Yunanistan’ın İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilmesinin İttihatçıları haklı çıkardığını, tarafsız bir Türkiye’nin aynı akıbete uğramasının kuvvetle muhtemel olduğunu, İttihatçıların ülkenin güvenliği için bloklardan birine girmek istediğini; ancak İtilaf Devletlerinden olumlu yanıt alınmayınca savaşa Almanya safında girildiğini bildirmektedir. İttihatçılar yanlış ata oynamışlardı; ancak olaylar, üzerine oynanacak başka at olmadığını göstermiştir.

     

    Talat Paşa, savaş çıkmasa da ittifaka girmekle tehlikeden korunmuş olmayı düşündüklerini bildirmekte ve savaşa girme kararı aleyhindekilerin Almanların yenileceğini düşünenler olduğunu eklemektedir.

     

    Sadaretinin yarısından fazlasını Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçiren Said Halim Paşa ise Türkiye’nin savaşa sokulduğu isnatlarına karşı Sebilürreşad’da yayınlanan hâtıralarında, Sevr anlaşmasıyla yağma ve talan edilen Türk Milli Mevcudiyetinin silah yoluyla müdafaası ne kadar mecburiyse 1914’teki savaşa iştirak zorunluluğunun da o derece meşru olduğunu bildirmiş, Rusya ve diğer devletlerin Türkiye için beslediği emellerin Osmanlı’nın savaşa girmesinden önce de var olduğunu eklemiş ve Türk Milletinin Birinci Dünya Savaşı’nda ve İstiklal Harbinde vazifeden kaçınması durumunda kendi izmihlaline iştirak etmiş olacağını belirtmiştir. İlaveten İstiklal Harbi’nde mücadele edilebilmesinin 1914’teki adımlar sayesinde olduğunu bildirmekte, harbe zamansız girildiğini kabul etmekle birlikte tarafsızlığın mümkün olmadığını, çünkü tarafsızlığın mümkün olmadığını, çünkü devletin İstiklal ve İstikbalini temin edemeyeceğinin anlaşıldığını ve tehlikenin büyüklüğünü hissettiği için harbe girdiğini ifade etmektedir.

     

    Selek ise Osmanlı’nın 1914’ün şartları içinde yaşayabileceğini düşünmenin sadece geçmişe özlem duymak olduğunu bildirmekte, savaşa girmemekle İmparatorluğa Küçük Asya’da yaşama şekli bulmak mümkün olsa da bu şekilde Kral Faruk Mısır’ının yaşama şeklinin mümkün olabileceğini ve fazla sürmeyeceğini bildirmekte, başta insan olmak üzere kayıplar sayılmazsa savaşa giriş olayını üzüntüyle karşılayacak bir sebep olmadığını eklemekte, Cihan Harbi yenilgisinin Türk İstiklal Harbini hazırladığını eklemektedir.

     

    Yukarıdaki görüşler incelendiğinde, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasının oldukça zor olduğu görülecektir. Osmanlı’nın tarafsız kalması durumunda pek çok kazanım elde edeceği, en azından, sonradan uğrayacağı zararların bir kısmı veya tamamıyla karşılaşmayacağı görüşü mâkul gözükse de asıl mesele Osmanlı Devleti’nin tarafsız kaldığında elde edeceği kazançlar değil, tarafsız kalıp kal-a-mayacağı sorunudur. Çünkü günün şartlarında pek fazla seçenek yoktur. Daha da önemlisi, savaşta tarafsız kalan Yunanistan’ın İngiltere tarafından işgal edilmesi örneğidir.

     

    Öte yandan Talat Paşa’nın, ‘Taraf olmakla bertaraf olmaktan kurtulma’ amacı taşındığı yönündeki beyanlarıyla Said Halim Paşa’nın, devletin istiklalini muhafaza etmek için harbe girildiği yönündeki ifadesi, devrin şartlarını yansıtması bakımından önemlidir. Ancak savaşın uzun süreceği kesinleşmişken en azından tarafsızlığı muhafaza edip 1915 İlkbaharına kadar tarafsızlığı muhafaza edip savaşın alacağı seyri beklemek yerine acele edilmesi hataydı.

     

    Daha önce aktardığımız gibi, İttihatçılar yanlış ata oynamışlardır; ancak devrin şartları incelendiğinde, üzerine oynanacak başka at olmadığı veya kalmadığı görülecektir. Çalışmamızın başında ele aldığımız, Osmanlı’nın savaşa İtilaf Devletleri safında girmeme nedenleri incelendiğinde, Osmanlı’nın Almanya safına itildiği ve bu ittifakın, ‘Denize düşen yılana sarılır!’ misali olduğu ortaya çıkacaktır.

     

    Özetlersek, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmemesi durumunda kazançlı çıkacağı kesindir; ancak savaşta tarafsız kalabileceği, neden sonuç ilişkisi ışığında şüphelidir, zordur, hatta imkânsız gibidir. En azından savaşta tarafsız kalmayı başaracak kadrodan yoksundur Osmanlı Devleti! Çünkü Sultan Abdülhamid’in devleti ayakta tutan Denge Politikasının uzağından dahi geçemeyen İttihatçılar, devletin potansiyel gücünü kullanmaktan ziyade çoğu zaman iyi niyetle, ancak düz mantıkla, maceraya atılmışlardır. Bir örnek olarak Balkan savaşları öncesinde, potansiyel düşmanları arasındaki ihtilafları ortadan kaldırarak devleti zor durumda bırakmışlardır. Çok ihtimalli ve fazlasıyla iç içe geçmiş olay/durumlarda ihtimaller üzerinden gidilerek veya Komplo Teorisi mantığıyla ne derece sağlıklı sonuçlar elde edilebileceği ortadayken, neden sonuç ilişkisi çerçevesinde ve de benzer olayları göz önüne alarak bir

    değerlendirme yapacak olursak, hâtıralarında Cihan Harbini beklediğini, bu vesileyle devleti

     

    çöküşten kurtarabileceğini bildirdiği bilinen Sultan Abdülhamid’in işbaşında olması durumunda tarafsız kalma şansının artabileceğini söyleyebiliriz ; ancak mevcut şartlarda böyle bir ihtimalin olabilirliğini sınama imkânımız olmadığı için konuyu İttihatçılar ekseninde, tarafsızlık meselesiyle bağlantılı olarak almak durumundayız.

     

    Bu durumda tarafsız kalmanın, hele de Cihan Harbi’nden sonraki ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur!’ ilkesinin yerini almaya başlayan Boğazlar ile Kars ve Ardahan talepleriyle hakiki yüzünü gösteren Rusya gibi bir komşu varken, hele Osmanlı’yı parçalama/paylaşma planları, cihan harbinden önce, harp sırasında ve sonrasında, göz önündeyken tarafsız kalınabileceğini düşünmek, daha da önemlisi, tarafsız kalmak suretiyle kârlı çıkılabileceğini düşünmek fazlaca zorlayıcı bir yorum olacaktır.

     

    M.Fatih AKBAY, 19 Haziran 09, VAN.

     

    Notlar:

     

    Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Cild: III, 25.

    Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İst: Remzi Kitabevi, 5.Baskı, 213.

    Muzaffer Albayrak, ‘Osmanlı Alman İttifakı’ 15.

    Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 141.

    Öztuna, 269.

    Kâzım Karabekir, Birinci Cihan Harbine Neden Girdik, Cild: I, İst: Emre Yay.Mayıs 2000, 5.Baskı,

    48-54.

    Keleşyılmaz, 23, 24.

    Farklı kaynaklarda, Mustafa Kemal’in tarafsızlığın korunabileceğine dair beyanlarda bulunduğu belirtilmektedir. Bu durum, konuyla ilgili tamamen zıt kanaatlere kapı aralamaktadır!.

    Keleşyılmaz, 24.

    Keleşyılmaz, 24.

    Talat Paşa’nın Hâtıraları, 24.

    Talat Paşa’nın Hâtıraları, 30.

    Bostan, A. G. M. 20, 21.

    Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cild: I, 14.

    Albayrak, A.g.m, 14-15.

    Sultan Abdülhamid’in denge politikası hakkında fikir vermesi için Bkz. Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus; http//abdulhamidhan.blogcu.com.

    Sultan Abdülhamid’in Almanya ile İngiltere’ye eşit mesafede durma yanlısı olduğu ve bu realiteye göre siyaset izlediği bilinmketeydi. Bkz. http//abdulhamidhan.blogcu.com.


  7. OSMANLI DEVLETİ’NİN CİHAD İLANI VE TEPKİLER

     

    İtilaf Devletleri’nin birbiri ardına savaş ilan etmesinden sonra Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’te karşı tarafa savaş ilanı yapmış ve Padişah V.Mehmed Reşad, savaş ilânından üç gün sonra 14 Kasım 1914’te Cihad-ı Ekber ilân etmiştir. Cihad fetvası, Türkçe, Arapça, Farsça, Tatarca ve Urduca olarak neşredilmiştir. Bunun dışında 29 kişilik Meclis-i Âli-i İlmi tarafından hazırlanıp imzalanan Cihad-ı Ekber hakkında uzun bir Beyannâme beş dilde yayınlanmıştır. -

     

    Bu Cihadı sürdürmek amacıyla, Alman usulü donanıp talim görmüş bir ordu vardır Türkiye’nin elinde. Almanya’nın titizlikle koruduğu Askerî güçlerin yanı sıra korkunç bir özel kuruluş [Teşkilat-ı Mahsusa] da vardır. 1914 Ağustos’undan beri. Enver Paşa kurmuştur onu ve çok bahsettirecektir kendisinden. Propaganda, casusluk ve sabotaj etkinliklerine adanan bir tür beşinci koldur söz konusu olan ve şimdilik temel görevlerinden biri, Bâbıâli’nin ilan ettiği Cihad parolasını yaymaktır Müslüman dünyada. Savaşın ileri aşamalarında örgütün 30 bin kadar ajanı, başka görevler alacaktır. Sıradan küçük Siyasal gruplar oluşturmaktan, Osmanlı ülkesinde olduğu kadar Afganistan, Hindistan ya da Habeşistan gibi uzak ülkelerde de İttihatçı rejimin dışarıda ve içerideki düşmanlarına karşı silahlı seferler örgütlemeye değin uzanacaktır bu görevler.

     

    Kasım 1914 tarihli Fetva ve Cihat ilânına dair beyannâme, dünyadaki bütün Müslümanlara

    kendilerini bunca zamandır ezen kâfirlere karşı güçlü bir silah ele geçirildiği söylenmişti. Cihad fetvası beş sorudan oluşuyordu. Daha doğrusu beş ayrı Fetvanın bir araya getirilmesiyle üretilmiş bir metindi. Söz konusu beş soru şöyle özetlenebilir:

     

    1) Padişah-ı İslâm’ın, Kur’an’ın 14.Suresinin 41.Ayetine uygun olarak, İslâmiyet aleyhine birleşenlere ilan ettikleri Cihada katılmak bütün Müslümanlar için Farz mıdır?

    2) Rusya, Fransa, İngiltere ve müttefikleri devletlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bu devletlere karşı Cihada katılmaları Farz olur mu?

    3) Cihada katılmayanlar, Allah’ın gazabına müstehak olurlar mı?

    4) Hükümet-i İslâmiyeye karşı savaşan İtilaf devletlerinin Müslüman ahalisi, bu devletlerin yanında savaşa katılmaları halinde ne türlü tehditlerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Cehennem ateşine müstehak olurlar mı?

    5) Bu suretle harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiya [sırbistan] ve Karadağ hükümetleriyle zahirlerinin (Yardımcılarının) idarelerinde olan Müslümanların Hükümet-i Seniyye-i İslâmiye’ye muin (Yardımcı) bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harbetmeleri, Hilâfet-i İslâmiye’nin mazarratını mucip olacağından (Zararı dokunacağından) esm-ü âzim (Büyük günah) olmakla azab-ı azîme (Büyük azaba) müstehak olur mu?

     

    Yukarıdaki Fetva için çeşitli yorumlar yapılabilir hiç şüphesiz. Ancak beşinci soru, İslâm Hukuku’nun geleneksel kaynaklarında cevabı kolay bulunamayacak ilginç bir Hukuksal problem ortaya koymuştur. İtilaf Devletleri topraklarında yaşayan Müslümanların Almanya ve müttefiklerine karşı savaşmamaları anlamına geliyordu bu soru. Böyle bir hareket, İslâm Hukukunda daha önce hiç görülmemişti kuşkusuz. İslâm Hukukuna getirilen görece Liberal Hanefi Mezhebi yorumuna göre, özellikle İslâm dünyasının 1914 yılındaki tehlikeli durumu göz önüne alınarak Müslüman Cemaatinin yüksek çıkarlarına uygun olduğu gerekçesi gösterilmiştir bu soru için.

     

    Osmanlıların bakış açısından Cihat çağrısının zayıf tarafı, Cihadın genel olarak kafirlere değil, sadece belirli kâfirlere yönelik olmasıydı.

     

    Sultanın Cihad ilan etmesi, İngilizlerin de bir Haşimî Halifeliği kurma fikrini yeniden canlandırmasına yol açtı.

     

    İngilizlerin Şerif Hüseyin’i Kullanması

     

    Büyük bir Sömürü imparatorluğu kuran İngiltere, I.Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde Hindistan Yolunun en uç noktalarına yerleşmiş, yerleşemediği alanlar olarak Filistin, Suriye, Irak, Arabistan ve Yemen kalmıştı. Bunlar, Osmanlı Devleti’ne sıkı sıkıya bağlı vilayetlerdi. XX. asır başlarında bu alanlarda Petrol varlığının ortaya çıkması, İngiltere açısından bölgenin Stratejik ve Askerî öneminin yanında, ekonomik önemini de iyice artırmış, giderek bu beş alana da yerleşmek, İngiliz politikasının hedefi haline gelmiştir.

     

    Müteâkiben Bu bölgelere yerleşmek için faaliyete geçilmiş ve Araplar Osmanlı aleyhine kışkırtılmaya başlanmıştır. Sultan Abdülhamid döneminde kontrol altında tutulan; ancak

    II. Meşrutiyet’in getirdiği serbestî ortamdan faydalanan ve hepsi de İngiltere, Fransa gibi devletlerin tahrikleri ve finansesi sonucu Arap ayrılıkçısı el Ahd-ı el Arabi, el Mukteki el Edebî, el-Kahtaniye, el-Ahd, el Hazete gibi cemiyetlerin çoğaldığı görülmüştür.

     

    Bu cemiyetlerin hazırladığı ortamda en büyük rolü İngiltere vâsıtasıyla Arapların bağımsızlığını sağlamayı amaçlayan Şerif Hüseyin ve oğulları oynamıştır. İngiltere’yle daha II. Abdülhamid döneminde temaslara başlayan Şerif Hüseyin, Sultan tarafından 1893’ten itibaren oğulları ile birlikte İstanbul’da göz hapsinde tutulmaya başlanmışsa da 1908 Devriminden sonra Jön Türklerin Mekke Şerifi olmasına izin verdiği Hüseyin, I.Dünya Savaşı yıllarında İngilizlerle ilişkilerini geliştirmiş, çeşitli gelgitlerden sonra, Cihad ilan edildiğinde bunu etkisiz kılmak için harekete geçilmiştir.

     

    Öte yandan İttihad ve Terakki’nin Merkezîleştirme ve Türkleştirme politikaları ve Cemal Paşa’nın Şam’daki icraatları dikkate değer bir gelişmedir. Gerek Şerif Hüseyin İsyanının meşrûlaştırılmasını sağlayacak dilin oluşmasında, gerekse I.Dünya Savaşı esnâsında Suriye’de Osmanlı yönetimine karşı muhalefetin artmasında, Cemal Paşa’nın Suriye’deki IV.Ordu komutanlığı sırasındaki icraatları etkili olmuştur. Cemal Paşa’nın 1915’te İngiliz ve Fransızlarla ilişki içinde düşündüğü kimseleri idama mahkûm ettirmesinden sonra Arapların Osmanlı’ya bağlılığı zayıflamış ve el Ahd, el Arabiyyetü’l-Fetat gibi Arap Milliyetçisi

    rgütlerin taraftarı artmıştır. İdamların yanı sıra Suriye’deki baskın Arap nüfusunu azaltmaya yönelik sürgünler, Türkleştirme Politikasının en somut tecessümleridir.

     

    Cihan Harbi yıllarında Osmanlı Devleti tarafından Gelibolu’da bozguna uğratılan, Irak’ta Kütülamare’de kuşatmaya alınan, Mısır’da da iyi durumda olmayan İngilizler, üzerlerindeki Türk yükünü hafifletmek için Arapların isyanını pek gerekli görüyorlardı. Nihayet Şerif Hüseyin, İngilizlerin ısrarı karşısında Ağustos 1916’da isyanı başlatacak şekilde hazırlıklara girişmiş, İngilizlerin gizli planı gereği Hicaz mıntıkası hariç, bütün Arap dünyasının sömürgeleşmesi yolu açılmıştır.

     

    Şerif Hüseyin, isyanı Suriye’de başlatmak istiyordu. Burada, idamlar nedeniyle isyan psikolojik ortamı olmakla birlikte Osmanlı Devleti’ni Hicaz’a bağlayan yollar Suriye’den geçiyordu. Yine Şerif Hüseyin’in Mac Mahon’la yaptığı yazışmalarda Arap isyanına başlangıç çerçevesinde, İngiliz birliklerinin Suriye kıyılarına çıkarılarak, Türklerin Anadolu ile olan ilişkilerinin kesilmesi istenmişti. Yine oğlu Faysal’ı Arap asıllı askerleri firara zorlamak ve halkı da gizlice isyana teşvik etmek için oğlu Emir Faysal’ı Suriye’ye göndermişse de İngilizlerin Suriye kıyılarına çıkmak istememesi ve Suriye Araplarının da Osmanlı Devleti’nin buradaki güçlü garnizonlarından çekinerek harekete geçmekten çekinmesi üzerine isyanın Hicaz’da başlatılmasına karar verilmiştir.

     

    6 Haziran 1916’da Şerif Hüseyin’in oğulları Şerif Ali ve Şerif Faysal yönetiminde Kanal Seferi için Medine’ye gelen Bedevi Ordusu, Medine karakollarına saldırarak fiilen isyan etti. 2 Temmuz 1916’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin görevinden azledilerek yerine Meclis-i Ayan üyesi Şerif Ali Haydar Bey tayin edildi. Bunun üzerine Şerif Hüseyin Paşa, 29 Ekim 1916’da kendisini Arap Meliki ilân edecektir.

     

    İngilizlerin de yardımıyla Mekke’yi alan Şerif Hüseyin, Medine’ye yönelmişse de buraya

    yapılan birkaç saldırı şehrin muhafızı Fahrettin Paşa tarafından püskürtülmüştür. Medine müdafilerinin Hicaz Demiryolu vâsıtasıyla yardım aldığını gören ve Medine’nin ele geçirilmesinin bu yolun tahribiyle mümkün olacağını düşünen Emir Abdullah, İngilizlerden yardım isteyince bu iş için Lawrens görevlendirilmiş ve bakımları gayet iyi olan, İngiliz hazinesinden her ay iki Sterlin maaş alan Arap Cengaverler Lawrens’in komutasına girmiştir.

     

    Başlıca gayesi, Arap İhtilalini Suriye’ye doğru yaymak olan Lawrens, Yanbu şehri ve Uveys Limanı gibi stratejik yerleri ele geçirmiş, demiryolunun tahribine girişmiş, köprü ve raylara sabotajlar düzenlemiş, Türk trenlerini yağmalatmıştır. Bunun sonucunda Filistin’in güneyindeki İngiliz kuvvetlerinin bulunduğu alana kadar olan bölgedeki Türk garnizonları etkisiz hale getirilmiş, Suriye ile Filistin, İngiliz işgaline açık hale getirilmiştir.

     

    İngilizler, Araplara verdikleri bağımsızlık vaatlerini I.Dünya Harbi’nin bitiminde yerine getirmeyeceklerdir. Zaten bu vaat, Arapları Türklere karşı isyan ettirmek için verilmiş sahte bir vaatti. Bağımsız bir Arap alanı olarak, Mekke ve Medine’yi içine alan Hicaz bölgesini kabul etmişler, Hüseyin’i de buranın kralı kabul etmişlerdir. Bu iki şehir Müslümanlarca kutsal olduğu için ve de Hıristiyanların buraya girmesinin yasak olması nedeniyle tepki görmek istemeyen İngilizler buraları işgal etmemişlerdir.

     

    Savaş sonunda Ürdün de dahil Filistin, Irak ve Yemen İngilizlerin, Suriye’de Fransızların sömürge alanı haline getirilmiş, Şerif’in idealleri suya düşmüştür. Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, konuyla ilgili olarak;

     

    ‘Müslüman dünyasının önüne çıkamayacağım. Kendilerinden Halifeye karşı savaşmalarını, fedakârlık yapmalarını istedim. Oysa şimdi görüyorum ki amaçlarına hizmet ettiğimiz Avrupa Devletleri Arap ülkelerini bölüyorlar!’ demiştir.

     

    Karşı Propaganda ve Cihad İlanının Beklenen Sonucu Vermemesi

     

    Gerek Birinci Dünya Savaşı yıllarının canlı tanıklarının gerekse sonraki dönemlerde konuyla ilgilenen araştırmacıların azımsanmayacak bir kısmı, Cihad ilanının karşılık bulmadığını veya çok az karşılık bulduğunu belirtmektedir. Arapların Osmanlı Devleti’ne ihaneti olarak bilinen Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanı ile Hintli Müslümanların Osmanlı Devleti’ne karşı İngiliz safında savaşmaları da bu görüşü destekleyen gelişmeler olarak ele alınmıştır.

     

    Bir örnek olarak aşağıdaki ifade verilebilir:

     

    Cihad ilanına iki İslâm ülkesinin liderlerinden başka iştirak eden olmamıştır. Bunlar, Sunusi Şeyhi Seyyid Ahmet el Şerif ve Dafor Sultanı Ali Dinardı.

     

    Ergün Aybars, I.Dünya Savaşı’nda Cihad-ı Ekber konusuyla ilgili olarak İngiltere’nin, çoğunluğu Hind Müslümanlarından oluşan 550 bin savaşçı ve 391 bini geri hizmetlerde olmak üzere 941 bin kişiyi seferber ettiğini ve bu kuvvetlerin 428 bin kişisi savaşçı ve 328 bin kişisi geri hizmetlerde olan 756 bin kişinin Türk cephelerinde savaştığını belirtmekte ve bu durum göz önüne alındığında Halifenin İslâm dünyası üzerinde hiçbir nüfuzunun kalmadığının açıkça görüldüğünü söyleyerek bunun sebepleri üzerinde durmaktadır.

     

    Yine Murat Bardakçı ve diğer bazı kimselere göre Araplar Osmanlı’ya ihanet etmiştir. Meseleye ‘İhanet’ gözüyle bakan pek çok yazar bulunmasına rağmen ana tema belli olduğu için bir iki örnekle temel mantığı aktardık. Bu mantığa göre Cihad ilânı başarısız olmuştur. Hindistanlı Müslümanların ve Arapların faaliyetleri bunun göstergesidir. Bu iddianın doğruluk derecesini görebilmek için bazı ön bilgileri edinelim.

     

    İngiltere ve Fransa’nın silah altına aldığı Müslümanları dikkatle seçmesi gibi tedbirler, Cihad ilanının başarılı olmasına engel oluşturmuştur. Ancak uzun ve zorlu olacağı ortaya çıkan savaşta Fransız Kuzey Afrika’sı ve Mısır ile Hindistan’dan yerli asker toplama ihtiyacı ortaya çıktığı için İngiliz ve Fransız Hükümetleri çeşitli tedbirlerle birlikte İslâm ülkelerinde propagandaya girişmişlerdir.

     

    Bu propagandayla Halifenin bir avuç mütegallibenin elinde zebun olduğu, Osmanlı Devleti’nde silah zoruyla işbaşına geçen İttihad ve Terakki adlı cemiyetin padişahı zorla Almanya’nın safında savaşa soktuğu, Türkiye’nin menfaati kadim dostları İngiltere ile Fransa’nın safında savaşa girmesiyle elde tutulabilir olmasına rağmen İttihatçıların bu fırsatı kaçırdığı ve Osmanlı Devleti’yle Hilafet makamının zorbaların elinden kurtarılmasının zorunluluğu belirtilmekteydi.

     

    İngilizlerin Hindistan’daki çalışmaları da dikkate değerdir. Cihad’ın, İslâm’ın esasında olmadığı, Hindistan’ın Darül Harp değil Darül İslâm olduğu, Osmanlı Halifelerinin Hilafetin gasıbı oldukları ve Türklerin dışarıdaki Müslümanlarla ilgilenmediği propagandası yapılmış, yanı sıra kabiliyetli gençleri Asrî eğitime teşvik etmek, bilgisiz kitleye İslâm’ın Namaz, Oruç gibi şeylerden ibaret olduğu fikrini aşılamak, Ayet ve Hadisleri İngilizler lehine tefsir etmek gibi çalışmalarla Panislamizmin Müslümanlar üzerinde etkileri kırılmaya çalışılmıştır.

     

    Bir başka propaganda örneği;

     

    Hind Müslümanlarından Müşir Hüseyin Kıdwai, İtilaf devletlerinin büyük propagandalara başlayarak harbin hiçbir Dinî mahiyet taşımadığını, Mukaddes beldelerin her türlü taarruz ve tecavüzden uzak kalacağını, muharebeyi İslâm Halifesine karşı değil; ancak İttihad ve Terakki Cemiyeti aleyhinde ilan ettiklerini belirtmiş, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in halifeye değil; ancak bozkırda ibadet edecek derecede Turancılıkla şartlanmış olan Nâzırların aleyhinde isyan ettiği sözleriyle teselli bulmuş olduklarını, Protestan Almanya, Katolik Avusturya ve Ortodoks Bulgaristan’ın bir Siyasî harpte birleştikleri hakkında İtilaf Devletleri tarafından yayınlanan beyanların, Müslümanlar üzerinde etkili olduğunu ve böylelikle Müslümanların İtilaf Devletleri ile işbirliğinde bulunmuş olduklarını ifade ettiğini bildirmiştir.

     

    Daha önce de belirtildiği gibi Cihad çağrısı genel olarak ‘Kâfir’lere değil, sadece belirli ‘Kâfir’lere yönelikti. Yine Alman-Osmanlı propagandacılarının Cihadın Dinsel yönlerini geri plana iterek, Müslümanları İtilaf Devletleri Emperyalizminin kurbanları olarak gösteren yabancı düşmanı bir yaklaşımla ortaya çıkarmışlardır. Kuşkusuz Cihadın genel İslamî mücadeleden, özgül stratejik bir tutuma dönüştürülerek bozulması, meseleleri karmaşıklaştırıyordu. Sorunun büyük bölümü, Enver Paşa’nın ve kimi Almanların İslâm dünyasının niteliğini değerlendiriş tarzından kaynaklanıyordu. Silahlı saldırı karşısında Müslüman dayanışması miti, büyük ölçüde düş gücü geniş Avrupalı kafaların ürünüydü ve ciddi, yöntemli bir incelemeden geçirilmişti. Birlik duygusu, uzak İstanbul şehrindeki

    Sultan-Halifeye duyulan sevgiden değil, Milliyetçiliğin yerel gelişiminin ve yabancı hâkimiyetine düşmanlığın bir tezahürü olarak doğmuştu daha çok.

     

    Ne var ki Osmanlı’nın bakış açısından, sarfedilen gayretler tamamen boşa gitmemişti. Kampanyanın verdiği sonuç gerçi büyük değildi; ama inkâr da edilemezdi. Hiçbir İtilaf Devleti, İslâm birliği çağrısını büsbütün inkâr edemezdi.

     

    Müslümanların tepkisi, yumuşak da olsa Sömürgeci devletleri kendilerine ciddi bir tehdit haline gelebileceklerine inandıkları güçlere karşı koymak üzere tedbirler almak zorunda bırakmıştır. Cihad çağrısının net Askerî sonucu, İtilaf Devletlerinin almak zorunda kaldıkları ihtiyat tedbirlerin boyutları göz önüne alınarak değerlendirilebilir.

     

    Mesela İngiliz ve Fransızlar, Cihad çağrısının hiçbir etkisi olmadığını görene kadar, Müslümanlardan asker toplama girişimlerinde çok ihtiyatlı hareket ettiler. Sömürgelerinde ayaklanma çıkabileceğini düşünen Avrupalı güçler buralarda çok sayıda asker tutsa da, bu onların Avrupa’daki durumunu Osmanlı Devleti’nin umduğu kadar zayıflatmamıştır.

     

    Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu, şaşaalı propagandalarını kesin zaferlerle ve kuvvetle destekleyebilselerdi ve haberleşme hatlarını kontrol ederek savaşı doğrudan doğruya Müslüman bölgelerine taşıyabilselerdi sonuç farklı olabilirdi.

     

    Tüm olumsuzluklara rağmen Cihad çağrısının karşılık bulmadığı söylenemez. Bu doğrultudan gelişmeler olarak Suriye halkının savaşın Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmesinden sonra bile Osmanlı aleyhine dönmemesi gibi olaylar gösterilebilir. Nitekim Lawrence, Londra’ya gönderdiği gizli bir raporda, Suriye’de Osmanlı karşıtı bir isyanın kendiliğinden ortaya çıkmasının imkânsız olduğunu belirtmiştir. Bu durum, Milliyetçi hareketin halk nezdindeki yerini göstermesi bakımından kayda değerdir. Şerif Hüseyin dahi isyan ettikten sonra yaklaşık on ay Mekke’de Hutbenin Sultan Reşad adına okunması da bu gerçeğin ispatıdır.

     

    Yine İttihatçıların Cihad ilanına karşı İbnür Reşid, “Tekmil maiyetimle birlikte hükümetin belirlediği yönde hareket edeceğim ve harekete hazırım!’’ cevabını vermiştir. Ayrıca İmam Yahya ve çeşitli aşiret liderleri de bağlılık mektupları göndermişlerdir. Dahası, Kanal Harekâtı sırasında Sina Çölü’nde bulunan bedevi kabileler Osmanlı safında yer alıp İngilizlerin durumunun Osmanlı ordusuna bildirilmesinde büyük yararlılıklar göstermişlerdir.

     

    Öte yandan Cihad Fetvası, okunduğu yerlerde halkın hissî desteğine mazhar olmuş ve Almanları da ümitlendirmiştir. Bu konuda Beyrut Valisi Bekir Sami Bey’in Dahiliye Nezâretine 21 Kasım 1914 tarihli ve 34745 numaralı telgrafı, ‘Trablus’da Fetva-i Şerife’nin kıraat olunduğu gün ahali tarafından izhar olunan hissiyat-ı vatanperverâneden dolayı

     

    Almanya ve Avusturya konsolosları hükümete gelerek tebrikât ve teşekküratta iş’ar-ı mahalli üzerine maruzdur.’ İfadeleriyle durumu izah ederken Şam ahalisine Padişahın memnuniyetiyle ilgili olarak gönderilen telgrafta da Cihad ilanıyla birlikte gösterilen ilgi için teşekkür mahiyetinde ifadeler kullanılmıştır.

     

    Fahri Belen’in de belirttiği gibi İtilaf Devletlerinin en iyi adamlarını büyük miktarda Malî kaynaklarla İslâm âlemi üzerinde Cihad-ı Mukaddes ilânının etkilerinin ortaya çıkışını engellemek için seferber etmeleri ve yıpratıcı bir tarzda beklentiye girmeleri de Cihad-ı Ekber İlânının kısmen de olsa faydalı olduğu kanaatine varmamızı sağlamaktadır.

     

    Osmanlı egemenliğinde yaşayan Arapların çok büyük bir çoğunluğu Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir Arap devleti kurmak fikrinden uzaktı. Şam ve Beyrut’taki Arap Milliyetçisi bazı cemiyetlerin ise ayrılıkçı bir karaktere sahip olduklarını söylemek için yeterli belge ve bilgilere sahip değiliz. Zira hayata geçirilmemiş Şam protokolüne göre isyan ettirilmesi düşünülen Milliyetçi Arap askerler, savaş sonuna kadar Cemal Paşa ile birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardır.

     

    Şerif Hüseyin’in hareketinin Arapları teslim etmediğine dair ikinci bir misal de Sati el Husri’nin bahsettiği üzere Mısır’daki Osmanlı yanlısı hareketlerdir. El Husri’ye göre Mısırlılar kendilerini Arap bile görmüyorlardı. Ayrıca Mısır’da çıkan el Ahram gazetesinde isyan hakkında çıkan haber de düşmancaydı. Gazete, Şerif Hüseyin isyanının Milliyetçi bir

    hareket olup olmadığı sorusundan hareketle ‘Hayır’ cevabını verir. Çünkü ‘Türk halkı,

    egemenliği altında bulunan diğer halkların doğuştan sahip olduğu hakları ellerinden almamıştı.

     

    Arap Milliyetçiliğinin başlangıcı ve gelişimi hakkında yapılan son çalışmalar, bu hareketin toplumsal desteği hususunda önemli bilgiler içermektedir. Dawn’ın tespitine göre 1914 Ekim’ine kadar Doğu vilayetlerinde Arap Milliyetçiliğinin açık savunucusu ve Arap Milliyetçisi Cemaatlerin üyesi olanların sayısı sadece 126’dır. Bu, o dönemde Suriye’de her 100 bin kişiye 3.5 Arap Milliyetçisi, Filistin’de 3.1, Lübnan’da ise 24 Arap Milliyetçisi düştüğünü göstermektedir . Daha sonraki bir çalışmada Tauber bu sayıyı 180 olarak belirlemektedir. Bu rakamlar, Osmanlı Devleti’nde Arapçı düşüncelerin yaygınlaştığını düşünmemiz için oldukça yetersiz bir orandır. Dahası bunların bağımsızlık talep edip etmedikleri belli değildir. Ayrıca Efraim ve İnari Karsh’ın çalışmaları o dönemin Suriye, Lübnan ve Irak’ın da bölgesel otonomi talep edenlerin varlığını ortaya çıkarır.

     

    Erol Güngör’ün konuyla alâkalı tespiti konunun anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. Güngör’e göre Cihad Fetvası doğurduğu sonuçlar itibariyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. Ona göre, İslâm dünyasının bu çağrıya hiç aldırmadığı, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı İngilizler safında çarpıştıkları ve onlar hesabına Türklere ihanet ettiği yönündeki söylentiler yanlış yorumlara dayanmaktadır ve meseleyi biraz derinliğine araştıranların bu

    gerçeği görmekte zorlanmayacaklardır. Cihad Fetvasının istenen etkiyi gösterememesinin başlıca nedeni, o çağda İslâm dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş çağrısını gereği gibi duyuracak iletişim imkânlarından bile mahrum durumda olmasıdır.

     

    Yine daha önce de belirttiğimiz gibi, İngiliz propagandası, Cihad propagandasından daha tesirlidir. Çanakkale Savaşı’nda Türklere karşı İngiliz saflarında Türklere karşı savaşan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından, bu askerlerin ‘Dinsiz İttihatçıların’ Halifeyi hapsettikleri ve İngilizlerin de onu kurtarmak için İttihatçılara savaş açtığı propagandası yaptığı anlaşılmaktadır.

     

    Sözün özü, Cihan Harbi esnasında Arap vilayetlerinde ve özellikle meydana gelen olayların temelinde İttihad ve Terakki yönetimi ile Âdem-i Merkeziyet talebiyle vilayetlerde reform talep eden Araplar arasında çıkan çatışmanın büyük tesiri vardır.

     

    Arapların büyük çoğunluğu, savaşın sonuna kadar devlete sadık kalmışlar , hatta savaş bittikten sonra da Türk yönetimi ile Manda idaresine karşı mücadele etmek için işbirliği içinde olmuşlardır. Şerif Hüseyin isyanı ise Arapçı ve Araplar nezdinde temsil edilmekten uzaktır. İngiliz askerleri ve birkaç bedevi kabilenin yardımıyla ortaya çıkmış ve İngiliz ordusuyla birlikte Şam’a girmiş bir harekettir.

     

    Cengiz Çandar ise konuyla ilgili olarak,Filistin’de tek bir Arabın Osmanlı Devleti’ne ihanet etmediğini, Suriye, Irak ve Lübnan’da Türk kuvvetlerini arkadan vuran bir olay olmadığını, Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘Cephe Gerisi’ dışında Arapların Türkleri vurduğuna dair Tarihte bir kayıt olmadığını, Şerif Hüseyin ve oğullarının münferit hareketinin Askerî açıdan tayin edici olmadığını ifade etmektedir.

     

    Tarihin sesine kulak verildiğinde bu hakikat açıkça görülecektir.

     

    Yukarıda da görüldüğü gibi Cihad ilanının karşılıksız kaldığı iddiaları Tarihin akışı içerisinde dayanaksızdır. Cihadın yönünün tüm ‘Kafir’lere değil de yalnız düşman devletlere bakması, İtilaf Devletlerin karşı propagandası, Şerif Hüseyin gibi Arapların İngilizlerle işbirliğine girmesi gibi etkenler ile o dönemde Müslümanlar arasındaki iletişimin oldukça zayıf olması, Lawrence’nin oldukça etkili ve kapsamlı çalışmaları gibi nedenler, Cihad İlânının beklenen etkiyi vermesini önlemişse de tüm bu olumsuzluklara rağmen Cihad ilânı karşılıksız kalmamıştır. Hintli Müslümanların İngilizler tarafından seferber edilip Osmanlı’ya karşı kullanılmasının ‘Halifeyi kurtarmak’ yalanıyla gerçekleştirilmesi ve sonrasında gerçeği gören Hintlilerin itirafları İngiliz propagandasının etki alanını göstermektedir.

     

    Filistin’de Arap ihanetinin olmaması, Suriyeli Müslümanların savaş bittikten sonra bile Osmanlı’ya ihanet etmemesi, pek çok Müslüman Âlimin Cihad fetvâsına olumlu tepki göstermesi gibi olaylar ‘Arapların Osmanlıya ihaneti’ iddîasının aksini kanıtlayan gelişmelerdir. Ancak şu da bir gerçek ki İttihatçıların, özellikle Cemal Paşa’nın Şam’daki bazı uygulamaları, Arap Milliyetçiliğini beslemiştir. Durum bu yöndeyken Milliyetçi Arapların önemli kısmının Hıristiyan Arap oluşu, çok sayıda Şii ve Sünni Müslümanın Halifeye bağlılık bildirmesi ihanetin aksini söylemektedir.

     

    Öte yandan Cihad çağrısının etkisinin azaltılmasına kadar önemli sayıda İtilaf kuvvetinin meşgul edilmesi, çağrının işlevini göstermektedir. Yine Müttefiklerin konuyla bağlantılı olarak Osmanlı Devletine teşekkür etmesi, beklenen düzeyde olmasa da, bir karşılık bulmanın doğal sonucudur. Özetlersek Cihad ilanı karşılıksız kalmamıştır, hatta azımsanmayacak ölçüde karşılık bulmuştur; ancak İtilaf Devletlerinin çalışmaları ile çeşitli etkenler bu etkiyi kırmıştır. Hintli Müslümanlarla Arapların Osmanlı’ya ihaneti söz konusu değildir; söz konusu olan aldatılmışlıkla doğru orantılı olarak şahsi hareketlerdir.

     

     

    M.Fatih AKBAY, 19 Haziran 09, VAN.

     

     

    Notlar:

     

    Eraslan, A.G.M, 425.

    M.Hanefi Bostan, ‘I.Dünya Savaşı Sırasında Said Halim Paşa Hükümeti, 19.

    Bunların dışında Mısırlı Âlim Abdülaziz Çavış’ın Cihad Fetvasını destekleyen bir Arapça Beyannâmesi ile Necef’teki Şii Ulemanın Farsça olarak yazdığı Fetva da dikkate değer. M.Hanefi Bostan, Adı Geçen Makale, 19.

    Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II, 275, 276.

    Philiph H.Stoddard, Teşkilât-ı Mahsusa, 25, 26.

    General Ali İhsan Sabis, hâtıralarında imparatorluk dışındaki Müslümanların İttifak Devletleri için canlarını feda etmelerini beklemenin saflıktan başka bir şey olmadığını ve Genelkurmay mensuplarının, Cihad ilanının, özellikle Almanya’yla kurulan ittifak nedeniyle Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olacağından daha o sırada kuşku duyduklarını belirtmektedir. Yine 1915’te Kafkas Cephesinde esie alınan Rus ordusunda görevli Türk askerleriyle yaptığı konuşmayı aktararak askerin, ‘Bu Din kavgası değil gün kavgasıdır. Bu işin Halifenin Cihad ilanıyla ilgisi yoktur!’ dediğini belirtmektedir. Bkz.Kocabaş, 40.

    İlan edilen Cihad’a Alafranga Cihat denmesinin nedenlerinden biri de budur.

    Bkz. Philiph H.Stoddard, Aynı Eser, 26, 27.

    Bkz. Stoddard, 37.

    Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu, Bir Çöküşün Yeni Tarihi, Çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, [Tarihsiz] 371.

    Süleyman Kocabaş, Osm. İsyanlarında Yabancı Parmağı, İst: Vatan Yay. 2007, 3.Baskı, 92-93.

    İngiltere, Cihad ilanının Araplar üzerinde lehte neticeler doğurmasını önlemek için, öteden beri tahrik ettiği Arapçılık hareketlerinin birden alevlendirecektir. Bkz. Kocabaş, Türkler ve Almanlar, 193.

    İngilizler yalnızca Şerif Hüseyin’i kullanmamıştır; ancak başat rolü Şerif Hüseyin ve oğulları oynamıştır.

    İngiltere, büyük bir Arap İmparatorluğu tesisini değil, küçük Arap Hükümetleri kurulmasını ve bunlar arasında hakemlik, biraz da hâkimlik rolünü ifa etmeyi düşünmüştür. Bkz. Süleyman Kâni İrtem, Meşrutiyetten Mütarekeye, 552.

    Görevde olduğu süre zarfında Şerif Hüseyin ve oğullarını kontrol altında tutan Sultan Abdülhamid’in, Jöntürklerin Hüseyin’i Mekke Emiri tayin ettiğini duyunca Ali Fethi Okyar’a, ‘Eyvah! Bu adam başımıza iş açacak!’ dediği belirtilmektedir. Bkz. Stoddard, Teşkilât-ı Mahsusa, 116.

    Bkz. Kocabaş, 93-96.

    1908 devriminden sonraki uygulamaların Arap karşıtı olarak algılandığı ve Arap Milliyetçi akımlarını doğurduğu görüşü için Bkz .Stoddard, Aynı Eser, 114, 115.

    Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan Cemiyetleri iki ana gruba ayırabiliriz. Jöntürklerin Milliyetçi politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkan el Ahd ve el Fetat gibi gibi örgütlerle bölgesel amaçlar güden cemiyetler. Bu dernekler Kültürel anlamda Arap milliyetçisi olup Arapların Osmanlı Devleti’nde daha iyi şartlarda yaşamasını istekteydi, ancak ayrılıkçı olmayıp daha çok Osmanlıcı bir duruşları vardı. Bkz. Talha Çiçek, I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Araplar, Kültür Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, Bahar 2008, Sayı: X, 66.

    Talha Çiçek, I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Araplar, Kültür, X, 62.

    Eşref Kuşçubaşı, anılarında İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin, özellikle Dünya Savaşı yılları öncesinde Arap ayrılıkçılığı tehdidine karşı çok yanlış hareket ettiğini belirtir. Ona göre Cemiyet, Suriye vilayetlerindeki nispeten kültürlü Araplarla ilişkilerinde, Milliyetçiliğin yabancı bir kavram kaldığı ve görüşmeleri aşiretler arasında daha önceden tecrübesi olan kişilerin yürüttüğü Arabistan’daki Araplarla ilişkilerinden daha az başarıl elde etmiştir. Bkz.Stoddard, 115.

    Kocabaş, 98, 99.

    Alan Palmer’in eserinde ayaklanmanın 5 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı kışlasında sembolik bir tüfek atışıyla başladığını belirtilmektedir. Bkz.Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu Bir Çöküşün Yeni Tarihi, 373.

    Bostan, A.G.M, 20.

    Peygamber’in Kutsal Türbesinin bulunduğu bu kentte Fahrettin Paşa komutasındaki on ikinci ordu karargâhı olup Paşa, bu kentin kâfirin parasıyla saldıran asi Arapların eline geçtiğini görmektense, emrindeki garnizonla 30 aylık bir bir kuşatmaya göğüs germeye hazırdı. 1919’un Ocak ayında Osmanlı komutanları ateşkesi kabul ettikten sonra bile o hala düşmana meydan okuyordu. Palmer, Aynı Eser, 373, 374.

    Bkz. Kocabaş, 99-101.

    Bkz.Kocabaş, 102, 103.

    Kocabaş, Türkler ve Almanlar, 194

    Keleşyılmaz, 47, 48.

    İngiltere ve Fransa’nın kendilerine ittifak teklif eden Osmanlı Devleti’ni defalarca geri çevirdiği gerçeği ile Osmanlı Devleti’nin tarafsız konumda bırakılarak savaş sonrasında paylaşılmak istendiği gerçeği ışığında yukarıdaki ifade bir kez daha okunmalıdır!

    İngilizlerin karşı propagandası sırasında kimi zaman Osmanlı Devleti ile Hilafet makamının zorbaların elinden kurtarılacağı bildirilirken bazen de Osmanlıların Hilafet makamını gaspettiği yönünde iddiâlar dile getirilmiştir.

    Hindli Müslümanların Panislâmist yaklaşımlarının Antiemperyalist nitelik taşıdığı görüşü için Bkz. Keleşyılmaz, 147.

    Keleşyılmaz, 41, 42.

    Keleşyılmaz, 48, 49.

    Bkz. Stoddard, 36-38.

    Halifenin Cihat ilanının ve fetvaların etkisiz kalışı, İngiltere ve Fransa’ya, kendi sömürgelerinden gelen Müslüman askerleri güvenle kullanmak olanağı verecektir. Bkz.Kurtulussavasi.org.

    Bkz.Stoddard, 38, 39

    Stoddard, Aynı Eser, 39.

    Talha Çiçek, A.G.M, 63.

    Şevket Süreyya Aydemir, İttihad ve Terakki iktidarı ve zümresi içinde Cihad-ı Mukaddes’e, İslâmların kurtarılışına ve Hilafetin birleştirici gücüne yürekten inanan insanların bulunduğunu doğrulayan belge ve işaretler olmadığını bildirmektedir. Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Cild: III, İst: Remzi Kitabevi, 1992, 16.

    Özdemir, 24, 25.

    Suud ailesinin öncülüğünde Hicaz bölgesinde Hicaz bölgesinde çıkarılan Vehhabi isyanları, Mekke Şerif’i Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği ihanet vd olaylar Filistinlilerin yani Arapların ihaneti olarak adlandırılsa da gerçekte Şerif Hüseyin ve oğullarının Araplara ihaneti söz konusudur. Yani Araplara ihanet eden kimselerin ihaneti Arap ihaneti olarak görülmektedir! Bkz. Ahmet Varol, Filistin Hakkında Yanılgılar, İst: Platin Ajans, Nisan 2005, 67.

    Arap Milliyetçiliği öncüsü daha çok Hıristiyan Araplar idi. Bu hareketi destekleyen Müslüman Araplar ise Seküler Aydınlardı. Arap Milliyetçiliği geliştirilirken Arapların İslâm öncesi dönemine ilgi duyulması bu durumun sonucudur. Bkz. Mustafa Akyol, ‘Büyüklere Masallar I: Araplar Osmanlı’ya İhanet Etti’, Mustafaakyol.org.

    Talha Çiçek, A.G.M, 63, 64.

    Keleşyılmaz, 47, 48.

    İttihatçıların bazı uygulamaları Türk-Arap ilişkilerinde sarsıntıya yol açsa da İngilizlerin kışkırtması ve vaadi ile ayaklanan Mekke Şerifi Hüseyin’in Bedevi birlikleri dışında koca Arap coğrafyasında toplu isyan görülmemiştir. Filistin’de 1 milyon Arap yaşamasına rağmen bir tek Arap ayaklanmamıştır. Yani Arapların ezici çoğunluğu Osmanlı’ya sadık kalmıştır. Bkz.Tarık Suat Dermen, Hatıralarla Kanal ve Filistin Cephesi, Kültür Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, 40, 41; Cengiz Çandar, ‘Sharoncu Vicdansızlar’ Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.

    Çiçek, A.G.M, 64.

    Bkz. Çandar, ‘Sharoncu Vicdansızlar’ Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.


  8. MEHMETTEN ZİNDANA MEKTUP:

     

    Bir gece yarısında,kaçan uyku belki de

    Habercisi,ebedi olacak bir aydınlığın

    Bir gece yarısında hortlayan korku belki de

    Müjdecisi yakında bitecek olan baygınlığın.

     

     

    Özgürlük mü dediniz,ne güzel kelimedir

    Bilirim özleminiz,daim özgürlüğedir

    Ancak tavsiye etmem dışarı çıkmanızı

    Dışarıyı görüp de hayattan bıkmanızı

     

     

    Eşitlik ve Adalet,iki lastikli sözdür

    İyilik ve doğruluğa,şaşı bakan çift gözdür

    Laf oyunlarını geç,çabucak gel sadede

    Lafta kalanı geç de aslolan iyi özdür

     

     

     

    İçerisi tertemiz,günahlardan uzaksın

    Dışarısı pek sefih,günahtan kaçamazsın

    Salma gezen seyyarlar,etrafı kirletirken

    Çıkamazsın sokağa,malesef etraf leke.

     

     

    Gelecek endişesi,düşündürür milleti

    Açıverir başıma,bir sürü de illeti

    Şeytan diyor çabuk çık alıver de bileti

    Çıkıver sen uzaya,bitir hemen illeti.

     

     

    ''İnsan insanın kurdu'' müsamaha firarda

    İyilik tekellerde,kötülük sahalarda

    Çakallar keyf çatarken,Arslanlar tavalarda

    Hiç arama boşuna,insanlık havalarda

     

     

    Günahlar bastırıyor,takva silahı bağlı

    Ya çekilip mağaraya,ya da olursun yağlı

    Yoksa günah bastırıp ,sarıverir her yanı

    Karartır hem ahreti hem de fani dünyanı.

     

     

     

    Üçkağıt hep gözdeyken,dürüstlük keriz işi!!

    Durduran yok mu acep,bunca kötü gidişi

    Edep,haya desen zaten,o da olmuş Fildişi

    Kurtulam kaçam desenbulamazsın finişi(Finish)

     

     

    Asimile oluyor,memleket evlatları

    Yetiştiriyor hepten,şaklaban Borat'ları

    Duyan olur belki de,biçare feryatları

    Aşar olur yeniden,o güzel serhatları

     

     

    Pişiyor yiyecekler,fitnenin kazanında

    Kusturuyor Sezar'ı,belki de mezarında

    Hırsızlık meslek olmuş,hortumcu nazarında

    Adın kötü çıkıyor,gerçeği yazdığında

     

     

    Ülke işgalleri hep,medeni maskesinde

    Düğün evi bombalanır,zalimler sayesinde

    Adalet bulunmaz ki,güçlünün gayesinde

    Şeytan işsiz kalmış bugün,insanlık himayesinde!!

     

     

    Çocuklar iniliyor çağdaş dünya sathında

    Ötede ziftleniyor,baylar kendi tahtında

    Ağlamak kader olmuş,Asyalının bahtında

    Bağdaş kurup oturur,daim ateş altında.

     

    Namus,haya bizde yok,kimde olacak acep

    Arsızlıkllar çoğalmış,nasıl kalacak hicap

    Görüver sen gerçeği,hele konuşsun sincap

    Bize sitem edip de hayvanlığa kaçacak

     

     

    ''Ne kadar faydalı olurum'' mevta oldu gömüldü

    ''Ne kadar faydalansam.'' ihya oldu dirildi

    Defterden karşılıksız aşkın adı silindi

    Yalan yine vitrinde,gerçek gibi bilindi

     

     

     

     

    Laf cambazları çıkmış,hepsi birden meydane

    Dönüyorlar habire,geliverip meydane

    Açıp da ağızların(ı),başlayıp da hünere

    Eğiver de başını,çekiliver kenare

     

     

     

     

    Dışarısı hiç öyle,bildiğin gibi değil

    Zindan parmaklıkları,bedeldir bir dünyaya

    Buradaki yaşayışlar,insanı eder sefil

    Ana ve babaları,bu işe eder kefil!!

     

     

     

    Zindan ,Yusuf(as) mektebi oturuver yerinde

    Kısmetine razı ol,sabırla bekle yazı

    Acele edip de sen görüverme ayazı

    Yoksa kara görürsün ap aydınlık beyazı

     

     

     

    Hayat bir koca zindan ,hapsediyor bizleri

    Yükü de pek ağırdır,çökertiyor dizleri

    Geri geri yürütüp kaybediyor izleri

    Fırtına yok ediyor,yeşeren filizleri

     

     

    BİZ YUVARLANIP GİDERKEN,GÜNAHLARIN SELİNDE

    bİR GÜN DE GEÇİVERİP ERİYORKEN SABAHA

    BENİ DİNLERSEN EĞER,İYİ DÜŞÜN BİR KERE

    ZİNDANLAR CENNET OLUR O ZAMAN HAYALLERE.

     

    MEHMET.


  9. Dün canım sıkkındı,uykum da kaçınca şiir yazayım dedim.Üstad Necip Fazıl'ın Zindandan Mehmede Mektubu'na bir nevi cevap oldu...Üslup ve yaklaşım dışında bir fark var..Ben kör olası Milenyum Çağının kayıp gençliği adına ,çirkinliklerle aşina, alabildiğine karanlıklaştırılan bir dünyadan yazıyorum...Cam şişeleri bile bile elmas parçalarına tercih eden(ettirilen) milenyum illeti gençliğine ve tüm mahkumlara ithaf olunur...


    MEHMETTEN ZİNDANA MEKTUP:

    Bir gece yarısında,kaçan uyku belki de
    Habercisi,ebedi olacak bir aydınlığın
    Bir gece yarısında hortlayan korku belki de
    Müjdecisi yakında bitecek olan baygınlığın.


    Özgürlük mü dediniz,ne güzel kelimedir
    Bilirim özleminiz,daim özgürlüğedir
    Ancak tavsiye etmem dışarı çıkmanızı
    Dışarıyı görüp de hayattan bıkmanızı


    Eşitlik ve Adalet,iki lastikli sözdür
    İyilik ve doğruluğa,şaşı bakan çift gözdür
    Laf oyunlarını geç,çabucak gel sadede
    Lafta kalanı geç de aslolan iyi özdür



    İçerisi tertemiz,günahlardan uzaksın
    Dışarısı pek sefih,günahtan kaçamazsın
    Salma gezen seyyarlar,etrafı kirletirken
    Çıkamazsın sokağa,malesef etraf leke.


    Gelecek endişesi,düşündürür milleti
    Açıverir başıma,bir sürü de illeti
    Şeytan diyor çabuk çık alıver de bileti
    Çıkıver sen uzaya,bitir hemen illeti.


    ''İnsan insanın kurdu'' müsamaha firarda
    İyilik tekellerde,kötülük sahalarda
    Çakallar keyf çatarken,Arslanlar tavalarda
    Hiç arama boşuna,insanlık havalarda


    Günahlar bastırıyor,takva silahı bağlı
    Ya çekilip mağaraya,ya da olursun yağlı
    Yoksa günah bastırıp ,sarıverir her yanı
    Karartır hem ahreti hem de fani dünyanı.



    Üçkağıt hep gözdeyken,dürüstlük keriz işi!!
    Durduran yok mu acep,bunca kötü gidişi
    Edep,haya desen zaten,o da olmuş Fildişi
    Kurtulam kaçam desenbulamazsın finişi(Finish)


    Asimile oluyor,memleket evlatları
    Yetiştiriyor hepten,şaklaban Borat'ları
    Duyan olur belki de,biçare feryatları
    Aşar olur yeniden,o güzel serhatları


    Pişiyor yiyecekler,fitnenin kazanında
    Kusturuyor Sezar'ı,belki de mezarında
    Hırsızlık meslek olmuş,hortumcu nazarında
    Adın kötü çıkıyor,gerçeği yazdığında


    Ülke işgalleri hep,medeni maskesinde
    Düğün evi bombalanır,zalimler sayesinde
    Adalet bulunmaz ki,güçlünün gayesinde
    Şeytan işsiz kalmış bugün,insanlık himayesinde!!


    Çocuklar iniliyor çağdaş dünya sathında
    Ötede ziftleniyor,baylar kendi tahtında
    Ağlamak kader olmuş,Asyalının bahtında
    Bağdaş kurup oturur,daim ateş altında.

    Namus,haya bizde yok,kimde olacak acep
    Arsızlıkllar çoğalmış,nasıl kalacak hicap
    Görüver sen gerçeği,hele konuşsun sincap
    Bize sitem edip de hayvanlığa kaçacak


    ''Ne kadar faydalı olurum'' mevta oldu gömüldü
    ''Ne kadar faydalansam.'' ihya oldu dirildi
    Defterden karşılıksız aşkın adı silindi
    Yalan yine vitrinde,gerçek gibi bilindi




    Laf cambazları çıkmış,hepsi birden meydane
    Dönüyorlar habire,geliverip meydane
    Açıp da ağızların(ı),başlayıp da hünere
    Eğiver de başını,çekiliver kenare




    Dışarısı hiç öyle,bildiğin gibi değil
    Zindan parmaklıkları,bedeldir bir dünyaya
    Buradaki yaşayışlar,insanı eder sefil
    Ana ve babaları,bu işe eder kefil!!



    Zindan ,Yusuf(as) mektebi oturuver yerinde
    Kısmetine razı ol,sabırla bekle yazı
    Acele edip de sen görüverme ayazı
    Yoksa kara görürsün ap aydınlık beyazı



    Hayat bir koca zindan ,hapsediyor bizleri
    Yükü de pek ağırdır,çökertiyor dizleri
    Geri geri yürütüp kaybediyor izleri
    Fırtına yok ediyor,yeşeren filizleri


    BİZ YUVARLANIP GİDERKEN,GÜNAHLARIN SELİNDE
    bİR GÜN DE GEÇİVERİP ERİYORKEN SABAHA
    BENİ DİNLERSEN EĞER,İYİ DÜŞÜN BİR KERE
    ZİNDANLAR CENNET OLUR O ZAMAN HAYALLERE.



    Zindan zindan dediğin ne ki be gülüm,biz ahir zamanda dışarıda yaşamayı göze almışız.
    MEHMET
×
×
  • Create New...