Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

furkanenur

Üye
  • Content Count

    5
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by furkanenur


  1. Bu başlıkta yayınlanmış bir yazı var internette. Ben bu gün rastladım. Birkaç sitede paylaşılmış ve kaynak olarak TOHUM gösterilmiş. Birkaç yerde "..." noktalama işareti ile boş bırakılmış kısımlar var. Acaba yazının tamamına ulaşmamız mümkün müdür? Acaba Sahte Kahramanlar konferansından mı yazıya dökülmüş?

     

    Paylaşmadan önce şunu ifade etmiş olayım ki; üstadın, Seyyid Kutub hakkındaki nihai görüşünü, Doğru Yolun Sapık Kolları adlı kitabından bilmekteyiz. Onu da yazının en sonuna ekleyeceğim.

     

    Buyrunuz..

    _______

     

    SEYYİD KUTUB’UN ŞEHADETİ MÜNASEBETİ İLE…

     

    Mısır’da, İslam davası uğrundaki ulvi mücadelesi yüzünden hükümet eliyle şehit, Seyyid Kutub isimli gerçek kahramana, Türkiye’de, fikir merkezi İstanbul’da “Milli Türk Talebe Birliği” çatısının altında bir manalandırma zemini açan mukaddesatçı Türk gençliğini tebrik ederim. Günlerin günü ve manaların manası budur...

     

    ... Tabloda iki kutub var: Biri, ismi de Kutub olarak mazlumluk kutbu Seyyid Kutub; öbürü, bazı İslam ülkelerindeki goril soyundan taklitçi maymun devlet reislerinin yakışıklı (King-Kong) tipi, zulüm kutbu Nasır... Bence, davayı canlandırmak ve Seyyid Kutub’u manalandırmak için el atılacak nokta, şehidin faziletinden ve ulviliğinden ziyade bu tipin ve her tarafa musallat benzerlerinin zilleti ve sefilliği. ..

     

    Fikirlerimizi yakından takip edenler bilir ki, bugün bütün İslam ülkeleri, nazarımızda, kaidesi yani halkı mümin; zirvesi yani hükümeti de münkir birer ehram manzarası arzeder.

     

    İşte, İslam ideolocyasının asrımızda en saf ve cevherli müdafaacılarından biri olan Seyyid Kutub’un kızıl kanını kadehindeki her türlü kızıl şaraba katıp içen bu yirminci asır firavunu, bahsettiğimiz ehramın en tepesindeki küfür taşıdır. ..

     

    ... Seyyid Kutub’un kaatili, Batının, İslam’ı içinden çürütme ve Doğu ruh bütünlüğünü parçalama tezgahında yoğrulmuş standart mamûller arasında birinci mükafata yakın ehliyette bir canidir ve Peygamber torunu Hz. Hüseyin’i şehid eden Yezid’den her türlü mikyas üstü alçaktır. Zira Yezid, zahirde İslam esaslarını inkar etmeyen ve sadece şahıs istirkabı yüzünden bu cinayeti işleyen bir la’netliydi; yeni Firavun ise, arada şahsi ve nefsanî hiç bir rekabet bulunmaksızın, sırf İslam’a duyduğu gayz sebebiyle bu işi yapmış “çağdaş uygarlık” kuklası, kuduz bir ALLAH ve Resulüllah düşmanıdır.

     

    Seyyid Kutub da bizden sonra başlamış olsa da aynen bizim buradaki rolümüze eş, Doğu’nun teftişsiz ve murakabesiz Batı hayranlığı tesiriyle şahsiyetini kaybetmesi ve ruhunu alçaltması karşısında şahlanan ve biricik kurtuluş yolunu olanca asliyet ve hususiyetiyle İslam’da bulan, sahici, som ve tam ayar dava kahramanı...

     

    Ölen bunun için öldü, öldüren de bunun için öldürdü...

     

    ... Ezher mezunu, sosyoloji doktoru, sosyoloji profesörü, Kral Faruk devrinde “Fikir Mücadelesi” isimli derginin sahibi. Hasan Benna’dan sonra “Müslüman Kardeşler” derneğinin kafası, Nasır’ın kuvvetleninceye kadar iltifat ve himayesine mazhar, “Dava” adlı günlük gazetesinin güdücüsü, 33 cilt Kur’an tefsirinin müellifi ve daha nice eserin muharriri Seyyid Kutub, olanca ruh ve kafa, ahlak ve seciye tavrını, yalnız tek cümlede hülasa eder. Kendisinin zindandan çıkarılması için alenen tarziye vermesini, af dilemesini isteyen Nasır’a şu cevabı takdim eder:

     

    “- Bir mümin, bir münafıktan af dilemez!”...

     

    Seyyid Kutub, kız ve erkek kardeşiyle de aynı yola düşmüş, mücadeleci bir ailenin timsali...

     

    ... Keşke, İslam ülkelerinde Kutub ailesine benzeyen, hiç olmazsa kilometre sırıkları kadar seyrek familyalar bulunsaydı. Evet; böyle olsaydı mesele kalmazdı.

     

    Açıkça ilan etmenin günü gelmiştir ki, İslam davasında fert örneği Seyyid Kutub, aile örneği de Kutub ailesidir.

     

    Biraz evvel, Büyük Doğu mücadele cephesinin Seyyid Kutub’dan önce başladığını kaydetmiştim. Böyledir; bizden yedi yaş küçük olan Seyyid Kutub ilk sesimizin çıktığı 1939 yılında 25 ve 1943 senesinde 29 yaşında bir delikanlıydı. Böyledir! Fakat bu, nazariyede ve saf fikirler aleminde böyle .. Yoksa o, teşebbüs ve aksiyon sahasında hem bizi geçmiş, hem de çok şükür Türkiye’de Nasır gibi bir zalime ALLAH yer vermemiştir.

     

    Şehit...

     

    Peygamberler Peygamberinin kavlince, ALLAH’a:

     

    - Tek dileğim, beni yeryüzüne iade edip, uğrunda bir kere daha şehit olmak tadını bana yine tattırmandır!

     

    Diyen üstün hayatın sahibi içinde bu lezzet idealinden bir nebzecik bulunmayan, imandan bahsetmesin!

     

    Müslüman bilmelidir ki, kendisi için kaybetmek ihtimali yoktur; ya gazi olup bu dünyayı ve öbürünü kazanacak, yahut şehit düşecek ve üstün hayata erecektir.

     

    Bu anlayışı, hiç olmazsa telgraf direkleri kadar seyrek insana aşılayabilmiş ve davayı marka Müslümanlığından kurtarmış bir diyarda her şey kurtulmuştur.

     

    Seyyid Kutub’un belki şu anda aramızda bulunan ruhu ve daha nice şehit, bütün İslam alemiyle beraber, böyle bir diyar bekliyor.

     

    ALLAH’ım; Seyyid Kutub’a rahmet ve bize inayet eyle!.

     

    (TOHUM, Ekim 1966)

     

    kaynak

     

     

    DORU YOLUN SAPIK KOLLARI'ndan:

    ...

    Bir de Seyyid Kutup var Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymunu Nasır'a «Bir mümin bir münafıktan af dilemez!» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı «Sahte Kahramanlar» konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır.

     

    İdam edilmeden bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyleyse tam kahraman ve şehit. Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı"

    ...

    hz.osmanla ilgili sözlerini düzeltmiştir.Ayrıca ibn teymiyye alimdir.İbn haceri askalanı diyorki;Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye kanaatlerini kabul edenin de, etmeyenin de çokça istifade ettiği bir kimsedir. Dört bir yana yayılmış eserlerin müellifi ünlü öğrencisi Şemsuddin İbn Kayyim el-Cevziyye dışında şayet İbn-i Teymiye'nin hiçbir eseri bulunmasaydı dahi, bu bile İbn Teymiyye’nin ne kadar yüksek bir konuma sahip olduğunu en ileri derecede ortaya koyardı. Durum böyle iken bir de gerek akli, gerek nakli ilimlerde Hanbeli mezhebine mensup ilim adamları şöyle dursun, çağdaşı olan Şafîi ve diğer mezheblere mensup ilim adamları akli ve nakli ilimlerde oldukça ileri ve benzersiz olduğuna da tanıklık etmişlerdir


  2. Af buyurun, tam olarak ne demek istediğinizi anlamadım.

     

     

     

    Şu kısım zaten sorunuza cevap değil mi?

    Yada ben hala yanlış anlıyorum ve istediğiniz açıklama değil kaynak...

    seyyid kutup hz.osmanla ilgili sözlerini düzeltmiş.nitekim islamda sosyal adalet adlı eserinin son baskısı 1964de çıkarılmıştır.aklınızda bulunsun


  3. Şehid kime denir? Müslüman olup zulüm ile öldürülene denir. Peki Seyyid Kutub Müslüman mı? Müslüman. Hz.Osman'ı bazı konulardan dolayı eleştirdi diyelim. Sonradan tövbe de etmiştir zaten ama diyelim ki tövbe de etmedi. Hz.Osman'ı eleştiren kafir olur diye bir hüküm mü var? Zaten SÖVMEK ayrı ELEŞTİRMEK ayrıdır.

    Eğer şehid olmaz Müslümanlığı şüpheli gibi laflar diyen varsa, konu polemiğe girecek ama Hz.Ali'ye minberlerde lanet okutanlardan başlayın sorgulamaya derim ilk önce.

    Ya da Ammar bin Yasir (r.a.) e Hz.Resul'ün: Ey Ammar! Seni azgın bir eşkiya taifesi öldürecektir hadisini de göz önüne alarak bir daha sorgulayın derim.

    seyyid kutub hz. osmanla ilgili sözleri nedeniyle eleştirilmiş.islamda sosyal adalet adlı eserini 1946-1948 arası yazılmış.sonra burdaki yanlış ifadeleri düzeltmiş.Nitekim kitabın son baskısı 1964de çıkmıştır.


  4. sahte kahramanlar kitabını birkaç kez okudum lakin böyle bir bölüm o kitapta yoktur ve hatta şunu ilave edeyim Üstadın 60 kitabını okudum hiçbir yerde bu yazıya rastlamadım. Üstada isnat edilen bu yazının tarihi ekim 1966 olarak verilmiş, doğru yolun sapık kolları isimli eser ise ilk kez üstad hayatta iken 1978 yılında basılmış ve Üstadın Seyyid Kutub hakkındaki nihai düşüncesini, Üstadın kendi tabiriyle "laboratuvar katiyyetiyle" ortaya dökmüştür.

     

    hal böyleyken biz bırakalım seyyid kutubları, mevdudileri, hamidullahları, efganileri, abduhları ve onların günümüzdeki uzantılarını da İmamı azamlara, imamı rabbanilere, imamı gazalilere sarılalım...

    seyyid kutupu niye savunmuyon


  5. İKİ PALYAÇO VE...

     

     

    Osmanlı İmparatorluğunun birkaç asırlık ham yobaz ve kaba softa devrinde bataklığa çevrilen İslam, Tanzimattan sonra, uçurum yönüne döndürülünce, daha ziyade yurtdışı birtakım ıslahçı palyaçoların sökünü başladı. Suratlarını Batılı ressamların boyadığı sarıklı palyaçolar... Ve bu devirde artık bedbaht planında ortaya çıkan Batı hakimiyetine karşı zaafı ruhlarında aramak yerine İslam'da bulan biçareler...

     

    Maddeye tahakküm dehasının timsali Avrupa karşısında, bozgunu n sırlarını çözmek ve İslamı kainat çapında yeni ha­yata tatbik etmek fikriyatından mahrum bu tipler, daima ol­duğu gibi, ne Batıyı ne de Doğuyu muhasebe edebilmiş, pal­yaçolar olarak, güya İslam'a yenilik getirme sevdasıyla, kalplerinin görünmez bir köşesinde, onu budamak, destekle­mek, ufalamak ve düşman dünya anlayışına tabi kılmak küf­rünü beslediler. Sabitliği ezelde ve her an yeniliği ebedde gerçek İslam çağını açmak değil de, onu, Batı maymunları­nın fani ve her an zevale mahkum çağına uydurmak...

     

    Bu arada, Yahudilik ve Hristiyanlık stratejisinin ve em­peryalizma tuzağının istismar hedefi olmaktan da geri kal­madılar. Sistem getirici büyük bir tefekkür adamı olmayan, zaten makamı bakımından böyle bir hüviyete uzak bulunan ve sadece deha çapında bir ileri görüşle her şeyi sezen ikinci Abdülhamid Han uzun zaman durdurabildiği fakat dünya şartları hesabile elbette yenemeyecek olduğu felaket çığırı ve dalalet iklimi içinde işte bütün bu muzahrafat mütefekkirler­le mücadele zorunda kaldı.

     

    Bu çöplük fikircilerin başında Cemaleddin Efgani ile Mı­sırlı Muhammed Abduh vardır.

     

    Efganı, Türkiye'de Tanzimat ilanı sıralarında Efgan ille­rinde doğdu. Felsefe okuyarak yetişti ve rivayete göre mem­leketinde Ruslar hesabına casusluk yaparak efendilerinden hayli paralar aldı. 30-31 yaşlarındayken Mısır'a gitti, orada Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh ile tanıştı, onunla sımsıkı kenetlendi. Daha doğrusu, İslam'a yeni bir şevk ver­mek temayülündeki bu çürük adamı büyüledi ve peşine tak­tı.

     

    Birçok kitapta ikisinin birden Mısır'da mason çemberine girmiş oldukları yazılıysa da bu yerinde suçlama vesikasına kavuşturulmuş değildir. Vesikasını biz verelim:

     

    - « Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh İngiliz ve Fransız masonlan tarafından çizilen daireye dahil kılınmış ve İslam modernistIeri geçinen bu adamların elde edilmesiy­le Batı dünyası (politika-relijyöz; dini siyaset)lerinin temini­ni düşünmüştü.»

     

    Bu şartlar kelimesi kelimesine aslına uygun bir tercüme olarak şu kitabın 127. sahifesinden:

     

    Les Francs - Maçon

     

    Serge Hutin

     

    Editions du Seuil

     

    Bourges 1960

     

    o sıralarda mahut sahte inkılapçılar müsellesinin ikinci çizgisi Ali Paşa -ki o da aynı müsellesin öbür çizgileri gibi masondur- bu eşsiz sermayeyi İstanbul'a davet ve baştacı ediyor. O sıralarda «Darülfunun-u Osmani» ismiyle ve gizli bir İslam nefretinden başka hiçbir müdir fikre malik bulun­maksızın kurulan üniversitede -bugün Hamidullah nam-ı di­ğer Baidullah'a yapıldığı gibi -Cemaleddin'e bir konferansçı kürsüsü veriliyor. Rektör makamındaki Hasan Tahsin - o da mason - Cemaleddin'i himaye ediyor; ve İslam ile haç dün­yası arasında bocalayıcı esfel bir cereyanın gençliğini telkin altına almak vazifesini bu adama veriyor.

     

    İlk konferansı bu adamın, gizli yollardan tüneller açarak

     

    İslamı kökünden bombalamaktır.

     

    Nitekim bir konferansında aynen şöyle diyor:

     

    -«PEYGAMBERLİK, SANATLARDAN BİR SANAT­TIR !»

     

    Yani, tenekecilikten, aktörlüğe kadar insanın çalışma yo­liyle elde edebileceği bir sanat... Peygamberlerin Allah tara­fından gönderilmiş olmalarının reddi, Allah'ın reddi... Eğer tarihi materyalistler ve komünistler Cemaleddin Efgani'nin bu sözünü bilmiyorlarsa en büyük müttefiklerinden mahrum bulunuyorlar demektir.

     

    Devrin Şeyhülislamı hemen Cemaleddin'i küfürle suçlu­yor; aynı kafanın adamı Ali Paşa da adamını Türkiye'den dehlemek zorunda kalıyor.

     

    Bu defa İran... Orada da her şeyi allak-bullak ediş... İran­lılar onu zincire vurup Osmanlı hududuna bırakıyorlar... Bağdat, Londra, Paris, «Dinde Reform» başlığı altında bir sürü neşriyat, tekrar İstanbul ve Ulu Hakan tarafından acı bir istiskal, uzaklaştırılış; ve nihayet tutulduğu kanser hastalığı sonunda 60 yaşlarında, fesadına devam edemeyecek hale ge­liş, dünyadan ayrılış...

     

    Onu Maçka mezarlığına gömdüler, bir Amerikalı -her halde misyonerlerden- ona mezar yaptırdı; bir müddet sonra da kemikleri bir çuvala doldurulup Efgan topraklarını kirlet­meye götürüldü.

     

    Böylece, Muhammed Abduh'un «onu görmeden meğer gözüm görmüyor, kulaklarım işitmiyor ve dilim işlemiyor­muş!» dediği sözde diyanet yolunda denaet dehası, İbn-i Teymiyye mektebinin 19. Asır yenileyicisi, kendisini takip edecek 20. Asır reformcu maymunlarına «buyrun!» diyerek ve dünyamızı hayli bulandırarak, layık olduğu mukabeleyi bu dünyada görmeksizin, bastı gitti.

    akif diyorki:1287 Ramazınında idi ki Darulfunun müdürü Tahsin efendi [Mösyö Tahsin] merhim Şeyh’denfenlerin ve sanatların teşviki yolunda bir konuşma yapmasını istemişti. Cemaleddin türkçesinin o kadar iyi olmadığını ileri sürerek mazur görülmesini istemişse de berikinin ısrarı üzerine muztar kalarak etraflı bir konuşma tertip etmiş, bununla beraber zemen ve zamana uygun olup olmadığın anlamak için önceden memleketin ileri gelenlerine göstermişti.

    Darülfünun açılacağı gün Cemaleddin’in konuşmasını dinlemek için İstanbul’un emirleri, alimleri, eşrafı kamilen toplanmıştı. Şeyhülislam da cemaatin içinde bulunuyordu. Cemaleddin konuşma kürsüsüne çıkınca olanca dikkatini konuşmanın içinde kötüye yorulmaya müsait bir iki cümle yakalamaya hasretmişti.

    Cemaleddin konuşmasında diyordu ki;

    “İnsani kazanımlar canlı bir bedene benzer. İnsanoğlunun ürettiği sanatların her biri o bedenin bir uzvu mesabesindedir; mesela iktidar bir yönetim için, bedende iradenin merkezi olan beyin gibidir. Demircilik kol, çiftcilik ciğer, gemicilik ayak gibidir...”

    Cemaleddin bu gibi basit benzetmelerle bütün uzuvları saydıktan sonra şu neticeyi veriyordu;

    “ İnsanoğlunun saadeti bu suretle teşekkül eder. Cismin hayatı ise ruh ile kaim olmasına nazaran bu cismin, yani insanoğlunun saadet ruhu ya nübüvvet ya da hikmet [felsefe/bilim/sanat] ile olur. Lakin bunlar başka başka şeylerdir. Nübüvvet [peygamberlik] bir ilahi lutüftur ki çalışmakla elde edilemez. Cenab-ı Hak mahlukları arasında her kimi isterse bu lutfa mazhar kılar; “Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir.” [En’am, 6/124] Hikmete [felsefe/bilim/sanat] gelince bu fikir üretmekle, bilgi öğrenmekle olur. Sonra nebi hatadan masumdur, hâlbuki filozof hataya düşebilir. Bir de peygamberin hükümleri batıl vesveselerin hücumundan ilahi ilimle korunmuştur. Bunları kabul etmek imanın temel şartlarındandır. Filozofların görüşlerine gelince, bunlara tabi olmak kesinkes şart olmayıp, ilahi şeriata ters olmamak şartıyla ve akla uygun olanları kabul edilebilir...”

    İşte Cemaleddin’in nübüvvete ait olmak üzere söylediği sözler bundan ibarettir ki İslam alimleri icmaıyla sabit olan hakikata tamamıyla uygun olduğu halde şeyhülislam, merhumdan intikam almak için “Cemaleddin nübüvvet bir nevi sanattır diyor” şaiyasını çıkardı, bunu teyid için de “nübüvveti sanatlara dair verdiği bir nutukta zikretti” dedi. Daha sonra camilerde vaizlere Şehy’in aleyhinde yürümelerini emretti. Zavallı Cemaleddin aleyhindeki sözlerin sırf iftira olduğunu, hakikatin meydana çıkması için şeyhülislam ile muhakeme edilmesi lazım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mesele gazetelerin ağzına düştü, bunların bir kısmı şeyhülislamı, bir kısmı Şeyh’in lehinde idare-i kelam etti.

    Nihayet merhumun sevdiklerinden bir kısmı ona sabır ve sükûnet tavsiye ettiler. Zaman bu gibi haksız şayiaları hükümden düşürür, hakikati meydana çıkarır dedilerse de dini gayreti ilmi kadar yüksek olan Cemaleddin bir türlü duramadı. Herhalükarda şeyhülislamla muhakeme edilmesini ısrarla istedi. Sonuçta, ortalık durulunca kadar daha sonra isterse geri dönmek üzere İstanbul’u terk etti. Zavallı Cemaleddin her manasıyla mazlum bir halde İstanbul’u terk ederek Mısır’a gitmeye karar verdi.

    İşte merhumun ne zaman bahsedilse “ilmine, faziletine, siyasetine söz yoksa da ne yazık ki mülhid [dinsiz] idi, nübüvvete inanmazdı” derler ki anlamadan, dinlemeden söylenen bu sözlerin nereden çıktığı görülüyor...”[1]

×
×
  • Create New...