Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

ÇIĞ

Üye
  • Content Count

    3
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by ÇIĞ


  1. Gözleri bulut rengindeydi, yok, melekût rengindeydi, atmosfer, kurşuni ilksizlik sabahı rengindeydi, ruh... Rengindeydi. Haaa! Anladım; gözleri tümüyle ruh rengindeydi, ruh ne renktedir? Ruh mu? Bilmeyecek ne var?

    Ruh tümden ne renktedir, ne renktedir... Onun gözleri rengindedir.

    Buğu ne renktedir? Onun gözleri renginde değil midir? Gözleriyle düş kuruyor, gözleriyle düşünüyor gibiydi, gözlerinin bir yerler gördüğünü sanmıyorum.

     

     

    Ben şimdi düşlemimde bir odağa dalmışım, gözlerim durgun bir delinin gözleri gibi gizemli bir korku içinde göremez olmuş, kıpırdamaz olmuş, açılıp kapanmayı unutmuştur.

    Yanılmayasınız, bunlar birilerine ilişkin söyleyerek duymasını istemediğimiz sözlerden değildir, yok, bunlar bir şey değil, buna benzer söz çoktur, çok da değersizdir, herkesin böyle sözleri olur, birilerine, bir seslenilene söylenecek sözlerden söz ediyoruz biz, ondan başkasına söylenemeyecek, ondan başkasına söylenememesi gereken, bununla birlikte onunda

    duymaması gereken sözler, yüce, güzel tatlı sözler bunlardır, seslenilenin bile namahrem olduğu sözler!

     

    Bu nasıl söz? Bu nasıl seslenilen?

    Bulunmadıklarında bulunduklarından daha çok "var olan" kimseler! Yer yer duymamaları gereken sözlerin seslenileni olan kimseler bunlardır işte, kendileriyle hep konuşur durumda olduğunuz kimseler bunlardır, güzel sözlerimizi de bunlara söyleriz hep, duymalarını istemediğimiz sözleri, hep yazıp ta göndermediğimiz mektupları da bunlara yazarız.

    Özgün sözler, "duyulmak" için söylenen sözler değildir, "söylenmek" için söylenen sözlerdir. Özgün yazılar "okunmak" için yazılan yazılar değildir, "yazılmak" için yazılan yazılardır.

     

    Kuşlara benzer duygular. Nereden gelir bilinmez. Kâh çığlık çığlıktır, kâh sesleri işitilmez. Bağrında güneşler tutuşmuyorsa selamlayıp geçerler seni. Kuşlar soğuk iklimi sevmez.

    Aşk sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

     

    Birden içime şu korkunç soru düşüvermişti: "Ben hangiyim?"

    Ruhunun bu kaygıyı duyumsayabilecek oranda büyük, geniş olduğunu düşünüyorum. Kişinin kendini kendi içinde yitirmesinden daha korkunç ne olabilir? Kişinin kendi içinde... ne desem?.. Kendisiyle iç içe olmuş, kendilerini kendisi gibi göstermiş... Yabancılar olmasından daha büyük bir yıpranış olabilir mi? Şimdi ben kim olduğumu bilmiyorum... ne korkunç!

     

    İçine bir yeraltı su geçidi gerek senin

    İğretilere kapın açılmasın diye senin

    Evin içinde bulunan bir su testisi bile

    Dıştan gelen bir ırmaktan iyi senin için

    Çok ilginç! O var iken görmüyordum, o çağırıyor iken işitmiyordum... Ben görmeye başladığımda o yoktu... Ben işitmeye başladığımda o çağırmıyordu... Soğuk, duru bir pınar, senin karşında coşmakta, çağırmakta, inlemekteyken, sende suyun değil, ateşin susuzluğunu çekiyor iken, pınarın kurumasıyla birlikte, pınarın, senin susuzluğunu çektiğin o ateşten boşalıp buğulaşarak boşluğa uçmasıyla birlikte böylece ateşin, çöle saldırarak onu kendi içerisinde eritmesiyle, yerden ateş bitip, gökten ateş yağmasıyla birlikte senin ateşin değil suyun susuzluğunu çekmeye başlaman, sonra da varoldukça senin yokluğunun üzüntüsüyle eriyen kimsenin yokluğunun üzüntüsüyle bir yaşam boyu erimen ne üzücüdür!

     

    "Var olmak", dar, karanlık bir hücredir; kapısı ölüm, penceresi yaşamdır, pencerelerini bulmamış olanlar ya da yalnız "var olmak"la yetinecek ölçüde "az" olanlar ile bu "az olmak" tan biraz çok olmaları ya da çok duruma gelenler intiharın kurtarıcı yardımıyla, kapıyı açar, kurtuluşa doğru kaçarlar.

     

    "İnsan" olma "bilme" ile gerçekleşmektedir. Bunun en yüce belirginliği de kendini bilmedir. "Kendini bilme "ne rastlantısal olarak, ne de daha önceki bir kararlaştırma ile ve ne de gaybi ilham, kalbi duyumsama veya iç ışıması ile olur. Başkası (L'autrui) ile yürüttüğü ilişkilerinden yola çıkarak insan, "ben" (Lemoi)e ulaşmaktadır. "Başka" olanı tanımakla ve duyumsamakla "kendisi"ni keşfetmektedir.

     

     

     

     

     

    ************

     

     

     

     

    Bu

     

    kitap,

    Sartre'ın deyimiyle

    şiir

    sözcüğün Farsça anlamıyla da

    gazel

    yaralı bir göğsün

    göğüs kanamaları

    ile

    çölsel bir ruh un

    dağınık yakarmaları ıdır.

    Bu çöl,

    benim dünyam

    olduğu gibi benim yüreğimdir dir

     

    de...

    benim yabancı kendim

    benim tutuşmuş ekinsiz yaşantım...

    özetle benim yaşamöykümdür.

    Bu "varlık"ın susuz, gizemli, eriyen, bekleyen,üzülen... çölüdür.

    Bu sözlerin okuyucusunun,

    kendisini

    "seslenilen" olarak

     

    düşünmemesi gerekiyor.

    Bu sözler seslenilensizdir.

    Onların "görücüsü", "arayıcısı" olması gerekiyor.

    Sözcükler ve kavramları

    "okuma"ması gerekiyor.

    "Cümleleşmiş",

    "sözcükleşmiş" anlamları,

    duyguları "duyumsaması",

     

     

    "tatması", "koklaması" gerekiyor.

    Bir "mektub"u "okuduğu" gibi değil,

    bir "serüven"i gördüğü gibi...

    okuması gerekiyor.

     

    Birden içime şu korkunç soru düşüvermişti: "Ben hangiyim?"

    Ruhunun bu kaygıyı duyumsayabilecek

     

    oranda büyük, geniş olduğunu düşünüyorum. Kişinin kendini kendi içinde

    yitirmesinden daha korkunç ne olabilir? Kişinin kendi içinde...ne desem?..kendisiyle iç içe olmuş, kendilerini kendisi gibi göstermiş...yabancılar olmasından daha büyük

     

    bir yıpranış olabilir mi? Şimdi ben kim olduğumu bilmiyorum...ne korkunç!

     

     

     

     

    **************

     

     

     

     

     

     

    aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.

     

    aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. ruhun kendisinden rengini alır. ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk,tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

     

    aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.

     

    aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. schopenhauer'ın deyişiyle: "sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin." oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.

     

    aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. uzaklık uzun sürecek olursa azalır. ilişki sürecek olursa değerini yitirir. ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. dünyası başka bir dünyadır.

     

    aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "öznel bir özcoşu"dur. işte bu yüzden hep yanlışlık yapar. seçimle hızla sürçer. ya da hep bir yönlü kalır. yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.

     

    oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. işte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. "biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. işte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının

     

    üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... kendi gözleriyle görürler.

     

    aşk, çılgınlıktır. çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.

     

    aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur.

     

    aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur.

     

    aşk, denizin içinde boğulmaktır. oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir.

     

    aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.

     

    aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

     

    aşk hep kuşkuyla bulunur. oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. oysa sevgi yenilenir.

     

    aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. kendisini sevgiliye çeker. oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. seveni sevilene götürür. aşk, sevgiliye egemenliktir. oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

     

    aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister.bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. kendisine tanış, yakın bulur.

     

    aşkta, rakip sevilmez. oysa sevgide, "köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. sevgiliden nefret edilir.

     

    sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. sınırsız bir sonsuzluktur. bu gezegenin türlerinden değildir.

     

    aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir. aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.

     

    aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.

     

    aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. yaktığı olur. oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

     

    aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. sevgili için ister.

     

    kendini sevdiği kişi için ister. onu onun için sever. kendisi ortada değildir.


  2. Daralan Vakitler

     

    Yanakları, saçları, gözleri yanmış,

    Zehirli gaz bombaları

    Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini

    Ağızları, küçücük dilleri yanmış

    Bütün Beyrut sapsarı kalmış

    Sanki ağlamak imkansız

    Başları

    Paletlerle ezilmiş babaları,

    Yahudi doğramış analarını,

    Binlerce çocuk topların, betonların altında.

     

     

     

    Beyrut'un gözyaşları şimdi,

    Kudüs'ün yanıbaşında,

    Müslümanlarsa uzakta,

    Sanki başka,

    Gelinmez bir dünyada.

     

    Acın, bir vadi,

    Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda.

     

    Gözüm baksın sadece,

    Ayrıntıları,

    Kıvrılıp kırılmış bilekleri,

    Kemikten yakılmış etleri,

    Kuma serilmiş cesetleri,

    Büyük ajansların yaydığı resimleri,

    Bir seyirci gibi görsün dursun,

    Bir kadın gibi ağlasın..

     

    Beyrut yengeç kıskacında,

    Çoğu müslüman kafir yanında,

    Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin.

     

    Sen Filistin, hokkaları doldur kanla,

    Şairler eğer ahın varken

    Uzanırlarsa tomurcuklara güllere

    Herbiri kanlı bir ateş gibi korku

    Bir azar, bir şamar olsun.

     

    Filistin, sen işine bak, kar toprağını,

    Yoğur gazabını Yaradanın..

     

    Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?

    Çam ormanlarının salınışında,

    Kuşların cıvıldayışında,

    Otların serin tenlerinde.

    Eğer varsan bakıp görmeye

    Şeffaf perdenin az ötesini,

    Bir ateş bulutu var en bildik yerde,

    En emin yerde.

     

    Ve bak, asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar

    Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler,

    Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.

     

    Farzet körsün, olabilir,

    Elele tut,

    Taş al ve at,

    Kafiri bulur.

     

    Hani ceylanların,

    Hani cihat marşın?

     

    Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?

    En arka safta bile kalmadın,

    Cengi attın, dünyaya daldın,

    Tezeğe konan sinekler gibi.

     

    Dönüyor burgaç,

    Dünya üstten, yanlardan daralıyor.

    Ovalardan,

    Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi,

    Bir gün ister istemez,

    Karşısında olacaksın kaçtıklarının.

     

     

    Dua et,

    O gün henüz mahşer olmasın...

     

     

     

    * * *

     

    Cahit Zarifoğlu (1940 - 1987)


  3. Cemil Meriç'ten inciler... Yapmanız gereken önce anlamak!

     

    "Misâl mi istiyorsunuz? Buyurunuz, Cemil Meriç'in farklı zamanlarda gerçekleşmiş ev sohbetlerinin yazılı kayıtlarına kısaca bir göz atalım:

     

    14 Mart 1977

     

    - "Mehmed Akif bence şair bile değildir. Birtakım fikirleri, sözleri manzum söylemiştir, o kadar. Akif kuvvetli bir nâsir de değildir. Zaten Akif bir vâizdir. İyi bir hatiptir." (s. 141)

     

    22 Aralık 1976

     

    - Peyami tabiî olarak kıskançtır. Kendisi son derece çirkindi. Akşamcıydı. Hergün içerdi. Bir ara esrar da denemiştir. (...) Peyami'nin birtakım tehlikeli alâkaları da vardır. Polisin emrindedir. Bu alâkalar onda bir psikoz yaratmıştır âdeta. Hâkim sınıfın kalemidir. Kurulu düzenin adamıdır. (s. 69)

    "

     

     

    ***

     

    Kişi konuşurken duygularına mağlub olabilir ve boş bulunup ağzından -aslında ilgililerince duyulmasını hiç de istemeyeceği- düşüncesizce (!) sözler çıkabilir; yani hatibin ağzından çıkanı pekâlâ kulağı işitmeyebilir. Oysa yazı çokluk böyle değildir. Çünkü yazar ister istemez duygularından ziyade muhakemesinin tesirinde kalarak yazar; yazarken, yazdıklarını düşünme ve tartma imkânına sahiptir; duygularını, hiç değilse duygularına aracılık edecek olan kalemini, eğer isterse, frenleyebilir. Fakat kayıtlar, ah şu kayıtlar! Sözler kayda girdi mi, artık yapacak bir şey yoktur, elden bir şey gelmez. Çünkü yazılmıştır bir kere. Söz, herşeyden önce dinlemenin değil, okumanın nesnesi haline gelivermiştir. Bütün haşmetiyle dedikoduya el koyan TARİHin ta kendisidir.

     

     

    12 Ocak 1977

     

    - Aydın yaralıdır. Meselâ bir Necib'i [Necib Fazıl'ı] ele alalım. 1938'lere kadar sefîh bir adam. Sonra Halk Partisi [onu] milletvekili yapmadığı için karşıya geçti. Kumarbazlığı, dolandırıcı olduğu muhakkak. (...) Necib'in tezadı şu: Genç yaşta Avrupa'ya gitti ve onun tahakkümünden kurtulamadı hiçbir zaman. (...) Necib bir tezadlar mahşeridir. (...) Bir trajedidir Necib. (s. 88)

     

    Mehmed Akif, Peyami Safa, Necib Fazıl... Yargıları doğru veya değil, peki ya üslûbu? Cemil Meriç'in trajedisi de yazmaması, aksine söylemesi ve dahi dikte ettirmesi idi.

     

    27 Ocak 1977

     

    - Cemaleddin Afganî ve Abduh, ikisi de İngiliz ajanıdırlar. Aşağılık insanlardır. Biz bunu 70 sene sonra görüyoruz. 1908'de bunları görmelerine imkân yoktu. Hoca Tahsin de madrabazın biridir. O devirde dürüst olan sadece Namık Kemal'dir. (s. 93)

     

    Afganî, Abduh, Hoca Tahsin gibi şâibeli zevat hakkında dilini tutamayan Cemil Meriç'in, meselâ Ahmed Cevdet Paşa gibi kadri müsellem kimseler hakkında konuşurken insaf göstereceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz demektir.

     

    10 Ağustos 1977

     

    - "Hakikatte Cevdet Paşa'nın üslûbu berbattır. Talebem olsa kötek atardım." (s. 249)

     

    1 Ağustos 1977

     

    - Medreselerde okutulan el-Telhis vardı. Çok kötü, pis yazılmış bir kitap. İnkiraz çağının medreselerinde yazılmıştır. (s. 227)

     

    Hakikaten dilin kemiği yoktur! Cevdet Paşa gibi bir nesir üstadını harcamakla kalmaz Cemil Meriç, Arab belağatının rüşdünü isbatlamış nadir metinlerinden Kazvinî'nin Telhis'inin dahi bilir-bilmez üstünü çizer. Eh bu arada Kafka'nın payına düşen oklar da çok acımasızcadır.

     

    2 Şubat 1977

     

    - Kafka kadar âdî bir adam gelmedi edebiyata. Pis âdî. İmanını kaybetmiş, pısırık, ezik bir adam. (s. 95)

     

    Yergileri kadar, övgüleri de ölçüsüzdür. Talihsiz bir misâl mi istiyorsunuz, o halde buyurun:

     

    7 Ocak 1977

     

    İlhan Arsel hakkında yazı yazmak isterdim. Tesadüfler yazdırmadı. (...) İlhan Arsel'den mektup var. Bu mektubu yazan adam her şeyden önce namusludur. Bitti vesselam. Ben bugüne kadar, bunun kadar güzel bir davranış görmedim; ki bu adam benim nefret ettiğim biri. İlk kitabımı Arsel'e ithaf edeceğim. Ben hiçbir hizbe dahil değilim, hakikate mensubum. (s. 84)

     

    Dilerseniz, şimdi de merhum Meriç kendi hakkında neler söylemiş, üşenmeyip kulak verelim:

     

    29 Kasım 1975

     

    - Benim düşüncelerim heterodokstur. Sosyalist değilim. İslâmcı değilim. Öyleyse ben neyim? Ben kendimim. (s. 39)

     

    4 Şubat 1977

     

    - 1954'te gözlerimi kaybettim. O zamandan beri hem kütüphânemi kurdum, hem çocuklarımı yetiştirdim. Kütüphânemi on milyona kuramazsınız. Çok iyi okuyucuydum. Gözlerimi kaybettikten sonra imanım kalmadı. (s. 99)

     

    28 Temmuz 1977

     

    - Yaptığım hatalar hudutsuzdur. Hayatım hatalarla dolu, ama Arapça öğrenmeme hatamı hiç affetmiyorum. Bilhassa 10. sınıftan sonra nefretim daha arttı. 10. sınıfta Suriye Devlet Reisi Şeyh Taceddin geldi birgün mektebe. Ben Fransızları seviyorum, Arapları sevmiyorum. (...) Şeyh Taceddin "Acaba Arapça şiir yazmıyor musun?" diye sordu. "Hayır" dedim; 'sevmiyorum." Adam olmayacağım daha o zamandan belliydi. Küstah, terbiyesiz biriydim. (s. 212)

     

    Bunca alıntıyı uyarısız bırakmak gelmiyor içimden: Ne kızın, ne savunun, yapmanız gereken tek şey önce anlamak!

     

     

    Dücane CÜNDİOĞLU

     

     

    Yenişafak

    12/11/2005

×
×
  • Create New...