Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cerrah

Üye
  • Content Count

    27
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by cerrah


  1. RTE=AKP, -“Kürt meselesi” de dahil- bu ülkenin herhangi bir problemini çözebilir mi?

    Oğuz Gürses

     

     

    141052.jpg81916.jpg

     

    İktisadî problemleri ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çokuluslu Batılı şirketlerin yağma ve talanına sınırsızca açarak...

     

    Türkiye nüfusunun en az yüzde 95’ini oluşturan Sünnî müslümanların kızları ve kadınlarının eğitim-öğrenim ve çalışma haklarını fiilen ortadan kaldıran Türban meselesini AYM’ye “ebediyyen” yasaklatarak...

     

    Anayasa değişikliği meselesini TBMM’nin yetki alanından çıkarıp AYM’nin insafına terkederek...

     

    Kıbrıs meselesini ada’yı Rumlara terkederek...

     

    Azınlıklar meselesini, AB’nin her istediğini aynen kabul ederek ve Batı Trakya’da’ki Türk azınlığınının meselelerinin mukabil olarak çözülmesinden hiç sözetmeden...

     

    Nasıl çözdüler(!)se...

     

    Şimdi de birdenbire Kürt meselesine el attılar...

     

    Kürtler için ne kadar “ah-vah-eyvah” desek az gelir...

     

    ***

     

    Bir meselenin çözümü için ilk şart samimî çözme niyeti/iradesi, ikinci şartsa o meseleyi doğru kavramak ve doğru tanımlamaktır...

     

    Doğru kavramadığınız7tanımlamadığınız bir meseleyi doğru çözemezsiniz...

     

    Yanlış bir tanımlamadan yola çıkarak atacağınız her adım meseleyi i daha karmaşıklaştırır... Kangrenleştirir... Kördüğüm eder...

     

    CHP zihniyeti ve O’nun silahlı kanadı gibi davranan bir kısım Kemalist-laik generaller uzun yıllar bırakın Kürt meselesini, Kürt diye ayrı bir kavmin varlığını bile inkâr ettiler... Onlara göre bu ülkede yaşayan herkes Türkt’ü.. Türk olmanlar da ya kendini Türk hissederek Türkleşecekler veya pılıyı pırtıyı toplayıp ülkeyi terkedeceklerdi...

     

    TC’nin yarı resmî yayın organı olan Hürriyet gazetesiesinin logosu’nda yayınlandığı ilk günden itibaren “Türkiye Türklerindir” yazarken...

     

    Laik/Kemalist generaller vatan savunması için emirlerine verilen bu ülkenin evlâtlarına, yine vatan savunması için emirlerine verilan bütçeleri kullanarak bu ülkenin neredeyse her karışına “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyen şövenist sloganlar yazdırırken... Ve kendi aralarında “en iyi Kürt ölü Kürttür” diye konuştukları Ergenekon Davası delilleri arasında açığa çıkmışken..

     

    Bu topraklarda ayrı bir kavim halinde yaşarlarken, bu topraklara sonradan gelmiş Türklerle birlikte bin yıldır İslâm kardeşliği içinde kendi dilini ve kültürünü muhafaza ederek yaşayagelmiş Kürtlerin, aslında “birer dağ Türk’ü olduğu ve onların karda yürürken çıkardıkları kart kurt gibi sesler sebebiyle Kürt olarak isimlendirildikleri” komik safsatası yıllarca TC’nin resmî Kürt tarifi olarak her platformda dillendirilirken...

     

    Kürtçe konuştu... Kürtçe Türkü söyledi... Kürt’üm dedi diye insanlar gözaltına alınıp işkence edildikten sonra çıkarıldıkları mahkemelerde “bölücülük” sebebiyle ağır cezalara çarptırıırken...

     

    İlköğretimdeki çocukları her sabah “Tüüürküüüm, doooğruyuum...” diye başlayan paganist/şövenist dualar etmeye zorlarken...

     

    Kemalist- laik TC aslında hep “Kürt açılımı” yapıyor ama bunun adını böyle koyamıyordu?

     

    CHP ve Kemalist-laik generallerin bu “Kürt açılımı” sonunda Kürtleri, dağa çıkarttı...

     

    Kürtler dağa çıkınca TC bunlardan “üç buçuk eşkiya... Belini kırdık... Kafasını kopartık... Eşkiya son çırpınışlarını yapıyor... Yakında kökleri kazınacak” filan diye bahsetmeye başladı.. Ama netice: Onbinlerce ölü, onbinlerce yaralı... Her taraf kan revan... Güneydoğudan Batı’ya doğru milyonluk göçler... Bu ülkenin dağlarında ise halâ binlerce gerillâ...

     

    Bu defa da Özal “Eee tabii her şeyin temeli iktisadîdir... Bölgeler arasındaki farklılığı gidermek için oraya daha çok yatırım yaparak(=bazı Kürtleri parayla satın alarak), Eğitime önem vererek(=Kürt çocuklarını asimile etmeye çalışarak), Mezralara kadar elektirik götürüp Köylülere bedava Televizyon ve bilgisayar dağıtarak(=ahlâki ve kültürel erozyonu hızlandırarak)” filan diyerek çözmeye çalıştı... Bu “açılım” da akan kana çare olmadı...

     

    RTE=AKP, 7 yıldır iktidarda... 7 yıldır DTP’nin randevu talebine cevap bile vermedi, 7 yıldır DTP’lilerin elini sıkma nezaketini bile göstermedi.. 7 yıldır dağlar kan revanken kılı bile kıpırdamadı.. Ama bir gün kafasına saksı düşmüş gibi Ahmet Türk’e kucağını açıp “Gel seninle bi açılım yapalım” dedi...

     

    Bu “açılım” AB-D’nin işi değil de, RTE=AKP’nin işiyse “7 yıldır aklın nerdeydi be birader?” demezler mi adama?

     

    Bu son “açılım”ın ilk hedefi PKK’yı ve DTP’yi parçalayarak birbirine düşürerek tasfiye etmek gibi görünüyor...

     

    Buna ek olarak bölgedeki AB-D çıkarlarına bilerek veya bilmeyerek engeller çıkaran CHP ve MHP’yi çözümsüzlüğün müsebbibi olarak göstererek onları da aynı akıbete mahkûm ederek bir taşla birden fazla kuş vurmak niyetleri de var gibi...

     

    Ancak MHP’den beklemedikleri sertlikte bir karşılık görünce RTE yine ipin ucunu kaçırıp küfür ve hakaretlere başladı...

     

    Artık biliyoruz ki RTE’nin dengesi en çok “iş üstünde” yakalandığında bozuluyor!

     

    1 Mart tezkeresini hatırlayın... Suriye sınırındaki mayınlı arazileri Yahudilere peşkeş çekerken yakalandığındaki fevrî, ipe sapa gelmez, dün söylediğini bugün inkâr eden, sinirli, ağzı bozuk hallerini hatırlayın...

     

    Ve bir de bu “açılımın” bir ABD projesi olduğunu delilli ispatlı söyleyen Devlet Bahçeli’ye ettiği şu lâflara bakın:

     

    -"Ellerine bir kağıt almış dolaşıyorlar. ABD'nin bir projesidir diye. Bunu ispat ederlerse biz herşeye varız. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar."

     

    MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin cevabı da şöyle:

     

    -"Barış ve kardeşlik projesi gibi sahte etiketler bu gerçeği saklayamamaktadır. Bu projenin ABD'nin stratejik hesaplarının bir gereği olduğu ABD yetkilileri ile Barzani ve Talabani'nin beyanlarıyla sabittir. Haddini aşarak altından kalkamayacağı sözler söyleyen ve çukurda siyaset yapan Başbakan Erdoğan'a bu gerçeği hatırlatırız."

     

    Burada küçük bir hatırlatma: İspat hukukunda, “hayatın olağan akışına uygun olan” diye bir kavram vardır... Bu kavram özellikle “ispat külfeti” ve “ispat külfetinin yer değiştirmesi” bakımından önemlidir.. İspat hukunda genel kural “herkes iddiasını ispatla mükelleftir.” Ancak “hayatın olağan akışına uygun olan” bir iddiayı ayrıca ispat etmek gerekmez; yani bunun aksini ispat karşı tarafa düşer... Bu çerçevede iki liderin söylediklerine kısaca bakacak olursak...

     

    Devlet bahçelinin “bu bir AB-D projesidir” demesi (“hayatın olağan akışına uygun” olduğu için) yeterliyken bir de RTE’nin “bir kâğıt” diye nitelediği bir belgeyi göstererek iddiasını ispat ettiği anlaşılıyor...

     

    Halbuki RTE=AKP’nin bizzat kendisinin bir AB-D projesi olduğuna dair o kadar çok belge bilgi ortada dururken, yaptıklarının ABD projesi olduğu iddiası “hayatın olağan akışına uygun olduğundan” ayrıca ispatı gerekmezdi...

     

    Bu projenin AB-D projesi olmadığını ispat yükü RTE=AKP’ninken, muhatabından ispat istemek “uyanıklık” değilse nedir?

     

    RTE=AKP’nin nasıl bir AB-D projesi olduğunun ispatına dair belge ve bilgilerin çoğu geçmiş sayılarımızda mevcut; dileyen arşivlarden bulur... Ama yandaki sayfada Ayvalık Kuvayi Milliye Grubu’nun hazırladığı “100 AKP Gerçeği” başlıklı yazıdan da bunu okuyabilirsiniz.

     

    Efsanevî Irak direniş karşında tutunamayan İşgalci ABD Irak’tan kaçıyor... İşbirlikçileri Talabani ve Barzani can derdine düşmüşler; ABD’nin yakasına paçasına sarılarak “Biz n’olcaz?” diye böğürüyorlar... ABD de “sizi TC’nin şefkatli kollarına emanet edecem merak etmeyin” diyerek bu “açılım” dalgasını başlatıyor...

     

    Yani RTE=AKP’nin bu “açılım”ı bir nevi “Alavere dalavare Türk-Kürt mehmet ABD çıkarları için nöbete” durumu...

     

    RTE’de bu “durum”da suçüstü yakalandığı için kontrolünü kaybederek çileden çıkıyor...

     

    ***

     

    Bunu ['Açılım' değil, 'kamuoyu çalışması'] olarak niteleyen Nuray Mert haklı: AB-D, RTE=AKP ve yandaş medya aracılığıyla çok yönlü bir kamuoyu çalışması yapıyor... Olabilirleri ve olamazları gözlemliyor... Direnç noktalarını, bunların aşılıp aşılamayacağına bakıyor... Bu yüzdende ortada henüz “paket/yol haritası/mahiyet/muhteva” yok... “Açılım”ın kapsamı bu “kamuoyu çalışması”na göre belirlenecek...

     

    Deniz Baykal bunu farkettiği için bastırıyor: “Nedir kardeşim sizin yapmak istediğiniz şey?” RTE=AKP’de tık yok... Sadece kem küm... Danışman Ömer Çelik “Ya henüz ortada bir şey yok, sadece dinleyip not alıyoruz. Kapsam daha sonra belirlenecek” diyerek bu durumu ağzından kaçırıyor...

     

    Ee, ortada bir şey yoksa, olmayan bir şey etrafında bu telaş, bu koşuşturma, bu velvele de ne?.

     

    Medyada okuduğum en aklıbaşında yorumlardan biri Serdar Akinan’a ait:

     

    [İşaret fişeğini kim ne zaman attı... Ne oldu da biz, bir anda, 'Kürt açılımı' içinde kendimizi bulduk?

    Karakollar basılırken, şehit cenazeleri şehirlerimize onar onar gelirken gözyaşı dökmeyenler; Kürt sorununun varlığını, siyaset yaptıkları sürece fark etmeyip, sırf konjonktür öyle gerektirdi diye ön saflarda yer tutan mide bulandırıcı politikacıların kuş beyinleri mi çözümün çerçevesini akıl etti diye düşündüm. Elbette ki hayır...

    Süreç bir tasarımın ürünü.

    Bakın Amerikalı Türkiye uzmanı Henry Barkey bir süre önce 'Kürt açılımı' üzerine konuşmuş.

    Dört ayaklı bir çerçeve sunmuş.

    1. Anayasada, vatandaşlık tanımını daha kapsayıcı hale getirecek biçimde bazı revizyonlar yapılması gerek.

    2. Kültürel reformlarla ilgili olmak zorunda. Yani Kürtçe yayın, eğitim olmalı... Siyasetçiler Kürtçe siyasi konuşma yapmalı.

    3. İktidarın bir kısmı yerel yönetimlere devredilmeli.

    4. Silah bırakması için PKK'ya yönelik bir tür af veya başka bir açılım ortaya konulmalı.

    Tanıdık geliyor mu?

    Şimdi dünkü gazetelere bakalım... Aydınlarımızın meselenin halline yönelik beyanatları bire bir örtüşüyor.

    Konuşun ve konuşalım... Gene ve ısrarla söylüyorum... Samimiyetle...Soğukkanlılıkla...

    Oysa zemin kaygan... Vıcık vıcık... Ne MHP'nin 20 yıl önceki tutumu ve söylemi ile bu sorun konuşulabilir.

    Ne CHP'nin muğlak ifadeleri ile...

    ABD tasarımı bir plan, bu süreçte işe yaramayacaktır.

    Tersine içinden çıkılamaz bir yere sürükleniyoruz. ]

     

    “Kürt meselesi” çözülürse sıranın “müslüman meselesi” ne geleceğini umarak ["Devlet" herkesle barışmak zorunda. Kürtlerle barıştığı kadar İslam'la da barışmak zorunda.] diyen İbrahim Karagül ise dereyi görmeden paçayı sıvayanlar kervanına katılıyor... Kardeşim İbrahim, Kürtler meseleleri için canlarını ortaya koydukları, evlâtlarını kurban etmeyi göze aldıkları ve savaştıkları için, meseleleri en azından “çözülecekmiş gibi yapılıyor”... Müslümanlarsa peşin peşin teslim olmuşlar... Hiç kimseye, hiçbir problem çıkarmıyorlar... Onları kim, niye kaale alsın, adam yerine koysun da meselelerine el atsın? Sen önce bunun cevabını düşün...

     

    Bütün bu yazdıklarımızdan bizim çözüm karşıtı olduğumuz sanılmasın...

     

    Aksine, biz Bu ülkede, İslâm alerminde ve dünyada kimin ne meselesi /problemi varsa hepsini çözmeye talip ve hazır bir dünya görüşünün bağlısıyız...

     

    İddiamızı ispata dair 100’ lerce ciltlik “Büyük Doğu İbda Kütüphanesi” raflarda ilgilisini bekliyor... Samimi olan açar okur... Ama madem konu “kürt meselesi”dir, öyleyse İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi” (*)başlıklı muhteşem röportajı 1992 yılından beri bu meselenin samimî olarak çözümünü istiyenlerin gözlerinin önünde duruyor... Çözüm anahtarıysa, çözüm anahtarı, yol haritasıysa yol haritası...

     

    Bu röportaj her ne kadar “Kürt meselesi” etrafında gerçekleştirilmişse de, bakmasını bilenlere Türkiye’nin diğer problemlerinim/meselelerinin nasıl kavranacağı ve nasıl çözülebileceğinin ipuçlarını da taşıyan bir ders kitabı/kılavuz/rehber olabilecek nitelikte... Ondan birkaç satırla yazımızı noktalayalım:

     

    “Umumi hüküm şudur: Kemâlizm ve Kürt meselesi, meselenin kendine mahsus şartları gözönünde tutulmak üzere, Kemâlizm ve Türk meselesinden ayrı değildir... Kemâlizm'in İslâm düşmanlığı, Kürt ve Türk halkının müştereken yaşadığı bir hâdisedir!.. Şunu bilhassa gözönünde tutmak lâzımdır: Batı dünyası için aslolan, hilâfetin tasfiyesi ve İslâm dünyası içinde İslâmî bir dirilişin engellenmesiydi... Nedir hilâfet?.. İslâm birleşmiş milletlerini temsil eden bir müessese... (..)Aşağılık bir devrin propogandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir... Bu çerçeve içinde, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kurulan düzenin kademe kademe İslâm düşmanlığı çehresini göstermesine nazaran; şayet Türkiye Cumhuriyeti şu veya bu sebeble kurulmasaydı, Anadolu harekâtı öncesi sözkonusu olan Kürt devleti kurulması gündeme gelecek, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'da yüklendiği rolün düzeni, kademe kademe Kürdistan'da gerçekleştirilecekti... ”

     

    * Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar /-1984'den 1996'ya-, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 130-184

     

    Baran dergisi'nden

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopi...tellektuel#2300


  2. Vatan Topraklarını düşmanlara peşkeş çekmek “ihanet” değilse nedir?

     

    Ali Haydar Can

     

    Tayyip_Sharon.jpg

     

    AKP Genel Başkanı RTE... Partisinin Düzce 3. Olağan İl Kongresindeki konuşmasında....

     

    ''Ben şunu söylüyorum, diyorum ki 'Gelin, bir yanlış mı var, bu yanlışı açıklayın, tespit edin ve bu yanlış karşısında ama rica ediyorum önerinizi söyleyin. Bak bu yanlıştır, şöyle yapılması gerekir' deyin. 'İstemezük' demeyin. 'Ya Türkiye için bu faydalıdır' deyin. Bunu söyleyin. Ama böyle bir şey ne yazık ki göremedik. Hep engelledi.” Diyor...

     

    Peki öyle yapalım...

     

    “Bir yanlış mı var?”..

     

    Yok...

     

    Sadece “bir yanlış” yok...

     

    AKP’nin yanlışlarını tek tek yazmaya kalksak ona ömür yetmez...

     

    En iyisi biz en sonuncusundan başlayalım...

     

    Suriye sınırındaki mayınlı vatan topraklarının el çabukluğuyla Yahudilere peşkeş çekmek için gösterilen olağünüstü çabalardan....

     

    Hani şu AKP milletvekillerinin bile içine sinmediği RTE ve yakın çevresinin onca baskı tehdit ve şantajlarına rağmen bir türlü Meclis’ten geçmeyen 6 madddelik peşkeş kanunundan...

     

    Kemal Unakıtan döneminde Bakanlık eliyle sessiz sedasız halledilecekti...

     

    Olmadı; hem yargı hem kamuoyuna yakalandılar...

     

    Baktılar öyle olmuyor...

     

    Bun defa işi yüzsüzlüğe vurup aleniyete döktüler...

     

    Güya mecburlarmış...

     

    “Ottawa Sözleşmesi'ne göre bu işin 2014'a kadar bitirilmesi lâzım”mış...

     

    Türkiye bu Sözleşme'ye 2003 yılında taraf oldu. Sözleşme Türkiye açısından 1 Mart 2004'de yürürlüğe girdi... (1)

     

    Sözleşmenin 5/1. maddesine göre: “Taraf Devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları bu Sözleşmenin söz konusu Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür.”

     

    14 yıl, 1 Mart 2014'de doluyor...

     

    Bu tarihte iş bitirilmezse ne olacak?

     

    Sözleşmenin 5/3. maddesine göre “Bir Taraf Devlet, 1 inci fıkrada söz konusu anti-personel mayınların hepsini belirtilen zaman zarfında imha edemeyeceği veya imha edilmesini sağlayamayacağı kanaatine varırsa, Taraf Devletler Toplantısına veya Gözden Geçirme Konferansına, bu tür anti-personel mayınların imhasını tamamlamak için son mühletin 10 yıla kadar uzatılması talebinde bulunabilir.”

     

    N’oldu?

     

    1 Mart 2024'de kadar vakit uzadı...

     

    Yine mi olmadı...

     

    Sözleşmenin 5/6. maddesi şöyle: “Bu Maddenin 3 üncü, 4 üncü ve 5 inci fıkralarına uygun olarak yeni bir taleple başvurulması halinde söz konusu uzatma yenilenebilecektir.”.

    Yani alsana bir on yıl daha: 1 Mart 2034'de kadar vaktin var...

     

    Ne sıkışması? 5/6. maddeye göre uzatma talebi 10 yıllık devreler halinde kıyamete kadar yapılabilir...

     

    “Ya talebimizi kabul etmezlerse?”

     

    Madde 13/1’deki imkân var: “Taraf Devletlerin her biri Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra herhangi bir tarihte Sözleşmede değişiklikler önerebilecektir.”

    Bu da mı olmadı?

     

    Al sana Madde 20/2: “Taraf Devletlerin her biri, ulusal egemenlik hakkını kullanarak bu Sözleşmeden çekilme hakkına sahiptir.”

    “Çekildim” deyip işi bitirirsin...

     

    “Ya bir yaptırım/müeyyide söz konusu olursa?”

     

    Yok öyle bir şey...

     

    Bu tamamen tarafların iyiniyetine bağlanmış bir sözleşme

     

    Görüldüğü gibi sözleşmeden kaynaklanan ne bir vakit sıkışıklığı ne de bir yaptırım teehdidi sözkonusu.

     

    O halde AKP yönetimindeki bu “sıkışma”nın sebebi nedir?

     

    Kapalı kapılar ardında Yahudilerle “al paçino- ver paçino” işleri bitirilmediyse; nedir bu sıkışıklığın sebebi arkadaş?

     

    Yalanı dolanı, orta sahada top çevirmeyi bırakın da cevap verin.:Suriye sınırındaki mayınlı araziyi Yahudilere niçin alelacele peşkeş çekmeye çalışıyorsunuz?

     

    ***

     

    AKP gurubunun bu şaibeli işe karşı direnç göstermesine sinirlenen RTE, o sinirle Düzce nutkunda gizli kapaklı işleri bakın nasıl ifşa ediyor:

     

    “Mesela son zamanlarda bir mayın temizleme olayı yaşadık. 6 madde, iki hafta dört günümüzü aldılar. 6 madde düşünebiliyor musunuz? Nedir bu? Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi, Suriye tarafı bunu yaptı. Biz de bunu yapalım istedik ve bunu yapmak suretiyle o bölgede yaklaşık 210 bin dönümlük organik tarım yapabileceğimiz alan kazanalım. Hemen yakıştırma başladı, 'Siz burayı İsrail'e, Yahudilere peşkeş çekeceksiniz'. Hep aynı şeyler. Yahu arkadaş gelip benim ülkemde yatırım yapacak. 500 milyon dolarlık, 1 milyar dolarlık yatırım yapacak istemezsin. Yahu işsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak? Burada İzak çalışmayacak Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak.”

     

    Görüyor musunuz? İzak’la işi nasıl bağlamışlar?

     

    İzak 500 milyon- 1 Milyar dolarlık bir maliyettern bahsetmiş...

     

    O masrafı yapacak...

     

    Sonra 210 bin dönüm el değmemiş mümbit vatan toprağını 44 yıl ekip biçip kârını götürecek...

     

    Küçük bir hesap:

     

    Bu arazi iklimi itibariyle 2’li tarıma müsait. Ama biz sadece buğday ekildiğini farzedelim...

     

    Buğdayda verimin Türkiye ortalaması dönüm başına 300 kg civarında...

     

    Yani bu peşkeş çekilen vatan toprağından yılda sadece bir ürün olarak buğday ekilse: En az 210.000 X 300 = 630.00.000 kg ürün alınmış olur...

     

    Arazide organik tarım yapılacağı belirtildiğine göre bu buğdayın kilosu en az 1 Tl olacaktır.

    Ki...

     

    Bu da toplam ürün değerinin en az 630.000.000 Tl olacağını gösterir...

     

    630.000..000 Tl...

     

    1 Dolar = 1.54 TL’den... 408 Milyon dolar eder...

     

    Yani bu iş için 500-ila 1 milyar dolar” harcayacağını söyleyen İzak, kendisine AKP tarafından peşkeş çekilecek bu araziden yıllık dörtyüz milyon dolar ciro yapacak...

     

    Hadi tarım masraflı iştir diyelim ve bu cironun yalnızca 100 milyon doları İzak’ın net kârı olsun...

     

    Yüz milyon doları çarpalım 44’le...

     

    Ne çıktı: 4.4 milyar dolar...

     

    500 milyon dolar yatıracağını söyleyen İzak, 44 yılda en az 4.4 milyar dolar net kârı İsrail’e götürecek...

     

    Bunun adı peşkeş değilse nedir?

     

    Sen bu toprakları İzak yerine Hasan’a versen, bu para ülke insanınn cebinde zenginlik olarak kalsa daha iyi olmaz mı?

     

    “Biz 500 milyon doları nereden bulacağız” deme sakın...

     

    Sen diyorsun ya “Türkiye büyük ülke, büyük düşünmemeiz lâzım” diye...

    500 milyon doları mı bulamayacak?..

     

    Yeni aldığın uçak için kaç yüz milyon dolar ödenmişti Saaayın Başbakanım?

     

    ***

    Haa! Ayrıca maliyet de öyle 500 milyon dolar filan değil...

     

    Genelkurmay Başkanlığı bu iş için bir adres gösterdi: “Mayın temizliğinin, bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılması ve bu kapsamda uluslararası deneyime sahip NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı’nın (NAMSA) dikkate alınması uygun bir hareket tarzı olarak düşünüldü ve bu görüş ilgili mercilere gönderildi.”

     

    “Bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılması” yani “temizle mayını al araziyi” değil...

     

    Zaten bu kanun, temizliğin “bedeli ödenerek hizmet alımı” şeklinde yapılmaması, için özel olarak çıkartılıyor..

     

    Buradan da anlaşılıyor ki İzak’la iş “uyandırmadan kerizleri, temizle mayınarı götür araziyi” şeklinde önceden bağlanmış...

     

    Bu kirli sözleşmenin karşılığında ne alınmışsa; şimdi İzak sıkıştırıyor: “hadisenize kardeşim, biz ne konuşmuştuk?”

     

    Bu iş TSK’nın adres gösterdiği NAMSA’ya verilse bakın TC’ye maliyeti ne olacak:

     

    [NATO bünyesindeki İkmal ve Bakım Ajansı’nın (NAMSA) bugüne kadarki projeleri şunlar:

     

    ARNAVUTLUK: 2001-2002 arasında 1.6 milyon mayın imha edildi. Maliyet 800 bin dolar.

     

    BELARUS: 2005-2006 arasında 700 bin mayın temizlendi. 205 bin euro’ya mal oldu.

     

    SIRBİSTAN: 2005’te 1.404.829 mayın imha edildi. 1 milyon 690 bin euro’ya mal oldu.

     

    UKRAYNA: 2002-2003 arasında 400 bin mayın temizlendi. Maliyeti 800 bin dolar oldu.

     

    AZERBAYCAN: Kasım 2005’te başladı, Mart 2011’de bitmesi planlanıyor. Projenin liderliğini Türkiye yapıyor. Şimdiye kadar 300 bin mayın imha edildi. Maliyeti 3.1 milyon euro. .] (2)

    Bu bölgede yaklaşık 600 bin mayın var...

     

    NAMSA Belarus’ta 700 bin mayın temizlemiş ve karşılığında 205 bin Euro’ almış... Bizim mayınlardan 100 bin fazla ve...

     

    YALNIZCA 205 BİN EURO...

     

    TC’nin NAMSA’ya verecek 205 bin Euro’su olmadığı için mi koskoca vatan toprağı İzak’a göz göre peşkeş çekilmeye çalışılıyor?

     

    Sırf NAMSA’yı devre dışı bırakmak için ”yap işi, götür araziyi” şartı, kanuni zorunluluk haline getiriliyor?..

     

    Yeni bakanlardan biri hiç yüzü kıarmadan “ihaleye NAMSA’da girebilir” diyor...

     

    Nasıl girecek?

     

    Sen para yerine vatan toprağı teklif ediyorsun?

     

    Bu kanunu, işi İzak’tan çok daha ucuza yapacak NAMSA ve benzeri yerli ve yabancı şirketleri devre dışı bırakarakmak, “Hizmet alımı “ yerine “vatan topraklarını peşkeş çekmek için” çıkartmıyorsanız...

    Niiçin çıkartıyorsunuz.?

     

    Elinizdeki İhale Kanununa göre yerli veya uluslararası bir ihale yaparsınız...

     

    Veya TSK’nın tavsiye ettiği şekilde, -bölerek- NAMSA’ya ihalesiz de verebilirsiniz...

     

    Bu vatan toprakları da işizlikten kavrulan Hasan’a kalır...

     

    Hasan da İzak’a amele olacağına kendi işinin patronu olur...

     

    ****

     

    Başlığa geri dönecek olursak....

     

    Yapılan bütün anketler, bu ülke halkının en az yüzde 90’ının, İsrail’i düşman olarak gördüğünü işaretlemektedir...

     

    Vatan toprağının bir karışını bile düşmana peşkeş çekmeye kalkanın, bu halkın lisanında tek bir adı vardır: Vatan haini...

     

    AKP yönetimi ise bunu bile bile...

     

    Duvarında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazan bir Meclis’ten, vatan topraklarrının çok stratejik ve çok büyük bir bölümünü “düşman”a peşkeş çekilmesini sağlayacak bir kanunu -kendi guruplarının direncine rağmen- kanırta kanırta geçirmeye çalışırlarken bir taraftan da

    kendilerinme “vatan haini” diyenlere kızmakla meşguller...

     

    Ne desinler istiyorsunuz?

     

    “Vatan dostu” mu?

     

    Yok öyle yağma...

     

    Dipnotlar:

    1- Ottawa Sözleşmesi’nin tam met için: http://www.belgenet.com/arsiv/sozlesme/ottowa.html

    2- http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.as...mp;Categoryid=1

     

    Baran dergisinden

     

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopi...tellektuel#2129


  3. FİLİSTİNLİ ŞAİR/FİLİSTİN’İN ŞAİRİ: MAHMUD DERVİŞ ÖLDÜ (MÜ?)

    Murad Salih

     

    289942.jpg

     

    [Ve ant içerim ki,

    bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

    gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

    ve, baldan ve öpücüklerden tatlı bir cümleyle:

    "Bir Filistin vardı,

    bir Filistin gene var!"] diyen şair...

     

     

    *

     

    [bu çığlık

    Unutulmuş ve yapayalnız

    Ahmed için.

    Gelip geçen bulutlar

    Yurtsuz ve yabancı koydu beni

    Ve yalnız dağlar cesaret ediyor

    Beni bağrına basmaya

    Kıraç bir toprakta.

    Doğuyorum yine o eski yaralardan

    Sokuluyorum toprağa

    Bütün ayrıntılarını görünceye dek

    Doğuyorum yine

    Denizin taştığı yıl

    Kül olmuş şehirlerden

    Kendimi yapayalnız bulduğum.

    Ahmed'di o deniz

    Kurşunlar arasından köpük köpük

    Bir kamptı öfkeyle büyüyen

    Yağan kekikti üstümüze

    Ve savaşçılara.] diyen şair...

     

    *

     

    [Yirmi yıl

    Yirmi yıl o yer senin bu yer benim

    Dolaştı bir kimliği sora sora

    Yalnız yanardağların cevapladığı.

     

    Ben Arap Ahmet'im

    Dedi

    Ben kurşunlar

    Ben portakallar

    Ve hayâller.

    Benim çadırımdır Tel Zaatar

    Anayurt benim

    Sürüp giden o yolculuk anayurda

    Doğu'dan ta Batı'ya

    Bilendi bütün kılıçlar

    Ahmed tanımaya başlarken

    Ellerini ayaklarını

    Süzülen bir yıldız gibi

    Bakıp bakıp Hayfa' ya.

    Ahmed'di seçilen kurban

    Şehirlerler asfalt organlarını

    Bırakıp arkalarında

    Düştüler peşine Ahmed'in

    Öldürmek için.

    Doğu'dan ta Batı'ya

    Cenaze törenini hazırlıyorlardı.

    Giyotinlerden giyotin beğenip.] diyen şair...

     

    *

     

    [ben Arap Ahmed

    Gelsin kuşatmacılar!

    Benim kal'am gövdem

    Gelsin kuşatmacılar!

    Ateş hattıyım ben

    Kuşatacağım onları

    Çünkü göğsüm

    Sığınaktır halkıma

    Gelsin kuşatma!] diyen şair...

     

     

    [Akşamla birlikte

    Kayboluyorum

    Uzaklardan gelen

    Çıngırak seslerinin içinde.

    Kanayan yerlerimden

    Anlıyorum yaşadığımı.

     

    Ayak bastığım her yol

    Kaçınıyor benden

    Kaçıyor

    Gönül verdiğim her şehir

    Ceketimi fırlatıyor bana.

     

    Şiirlere sığınıyorum

    Rüyâlara sığınıyorum

    Lâkin

     

    Rüyâlarıma da saplanıyor bıçaklar.

    Bir mum yakıyorum

    Kapanmayan yaramdan.] diyen şair...

     

    *

     

    [Kekikten ve taştan Ahmed

    Yükseleceksin

    Hayır! diyerek

    Derinden esvap yapacak

    Zalimleri ortadan kaldırmak için

    Kırlardan gelen köylüler.

    Bir çiçek olacak yumruğun

    Bir bomba olacak

    Her gün hayır! demek için kalkan.

    Kılıçların lime lime ettiği gövden

    Yeni baştan inşa edilecek

    Doğacak güneşlerden

    Ve dalgalarla nikâhlanacak

    Giyotin altında

    Hayır! diyeceksin

    Hayır!

    İnadına hayır!] diyen şair...

     

    *

     

    [Yalın bir yurdumuz olsun

    Yasemin bir rüyânın beklediği.

    Her günkü

    Saf ve Basit Ahmed

    Nasıl kaldırdın ayrılıkları

    Meyveyle taş arasında

    Kurşunla geyik?

    Arap Ahmed, diren!

    Kuşatma altında gezeceğiz

    Ulaşıncaya dek kıyısına

    Ekmeğin ve dalgaların.

    Öleceğiz hayâli uğruna

    Bir yurdun

    Ve orada bizi bekleyen yaseminlerin.] diyen şair...

     

    *

     

    [Ahmed

    Ahmed kardeşim

    Kahramanca ölümünü bekliyoruz

    Ne zaman?

    Ne zaman?

    Ne zaman?] diyen şair...

     

    *

     

    İçin ajansların yazdığı şu habere bakın:

     

     

    [Mahmud Derviş, Amerika'da geçirdiği açık kalp ameliyatından 3 gün sonra hayatını kaybetti/Filistin'in yetiştirdiği dünyaca ünlü şairlerden Mahmud Derviş'in, Amerika'da geçirdiği açık kalp ameliyatından 3 gün sonra, bugün durumunun ağırlaştığı ve hayatını kaybettiği bildirildi./Filistin haber ajansları ve Arap televizyonları, 67 yaşındaki Derviş'in bu akşam saatlerinde ameliyat sonrası komplikasyonları nedeniyle öldüğünü duyurdu./Şiirleri 20'den fazla dile çevrilen Filistinli şair, 2003 yılında uluslararası Nazım Hikmet şiir ödülüne de layık görülmüştü. Birçok şiiri Arap besteciler tarafından bestelenen Mahmud Derviş'in adı, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında yer almıştı./ Mahmud Derviş'in Türkiye'de basılan şiir kitapları arasında Zeytin Yaprakları (1964), Filistinli Sevgili (1971), "Gecenin Sonu, Uzak Bir Sonbahar'ın Hafif Yağmuru, Celile'de Kuşlar Ölür, Düğünler, Uykudan Uyanıyor Sevgilim, Yedinci Deneme" bulunuyor. 10 Ağustos 2008]

     

    *

     

    [ölümlerden geliyorum şarkılar söyleyerek,

    geliyorum yaşamak için.

    bırak, ışıldayan bir yara

    bağışlasın bana sesini,

    bırak da kinler büyüsün,

    kafeslerin içimde ektiği,

    bırak, uzlaşmazlık çıksın ortaya,

    yıkımların doğurduğu.

    yaramın üstünde yürümeyi öğretti

    bana celladın bıçağı.

    yürümeyi, hem de yorulmadan yürümeyi.

    direnmeyi öğretti.

    direnmeyi.] diyen bir şair, Mahmud Derviş...

    *

    Bir gün aniden, küt diye, sıradan biri gibi nasıl ölebilir? İnanmayın ajansların ruhsuz haberlerine...

     

    [Gençliğin yüreği benim!

    Beyaz kanatlı atın suvarisi ben!

    Benim yıkan bütün putları!

    Kartalları tepeleyen şiirleri eken benim] diyen şair...

     

    Parçalanmış Kudüs birleşmeden zafer tekbirleri ve marşları arasında...

    Mescid-i Aksa’dan dalga dalga yayılmadan salâlar, özgür Filistin topraklarının en uç noktalarına kadar...

    Ve...

    Unutulmadan, Filistiin için toprağa düşmüş son yiğit/şehid direnişçinin aziz hatırası...

    Mahmud Derviş ölmez; Silinmeden son mısraı, son şiir sevdalısının/son özgürlük savaşçısının hafızasından...

     

    Baran dergisi sayı: 86

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting....um=entellektuel


  4. Şimdi seçim zamanı: Allah’ın emirleri mi, yoksa AYM’nin 9 üyesinin sapkın buyrukları mı?

     

    Oğuz Gürses

     

    7851b2011.jpg

     

     

     

    Bu ülkede yaşayan insanların en az Yüzde 95’i Sünnî Müslüman (Hanefî ve Şafiî)dır.

     

    Dört Sünnî mezhebin dördüne göre de, kadınların büluğ çağına ermelerinden itibaren başlarını örtmeleri de el, ayak ve yüzleri hariç tüm vücutlarını örtecek şekilde giyinmeleri de FARZDIR..

     

    İslâm hukukuna göre farz, Allah’ın yapılmasını veya yapılmamasını müslümanlara emrettiği hükümdür. Bu hüküm hiçbir makam/mevki/yetki/etki sahibi kişi veya kuruluşlarca ne iptal edilebilir, ne de değiştirilebilir.

     

    Sünnî mezheplere göre Müslüman olmak demek, bütün farz ve sünnetleri tamamen, peşinen, oldukları gibi ve pazarlıksız olarak kabul ve onlara uymayı taahhüt etmek demektir. Dinin hükümlerinden herhangi birini tadil, tebdil veya ilga etmeye teşebbüs eden kişinin dinle ilgisi, o andan itibaren tam ve kesin olarak kesilir. Dinî literatüre göre artık o kişi müslüman değil, mürted/müşrik/kâfir veya münafıktır...

     

    Bu ülkede yaşayanların yüzde 95’i kendilerini sünnî müslüman olarak tanımladığına göre, bu müslümanlar için dini veya dinin bazı hükümlerini asıllerından farklı olarak tanımlamanın, yorumlamanın –bu tanım veya yorum hangi kişi veya kurum- tarafından yapılırsa yapılsın hiçbir bağlayıcılığı/geçerliliği yoktur.

     

    Böyle bir tanımlamayı yırtıp atmak, çiğneyip geçmek her büluğa ermiş (yaşlılık , sakatlık, hastalık gibi herhangi bir mazereti olamayan) erkek veya kadın bütün müslümanlar için farzdır.

     

    Bu genel bilgilerin ışığı altında AYM’nin Resmî gazetede yayınladığı “Türbanı ebediyyen yasaklayan gerekçeli kararı”na bakacak olursak...

     

    Bir haftadır bu ülkenin -kendilerini müslüman olarak tanımlamayanlar da dahil- ahlâklı, vicdan/izan sahibi, hukuk kültürü olan, dürüst/namuslu, haksızlık karşısında susmayı onursuzluk sayan bütün düşünen/yazan/çizen/konuşan, aydın/ akademisyen/uzman insanları, bu kararın ahlâkî/hukukî/kanunuî/sosyal/siyasî herhangi bir geçerliiği/tutarlılığı/haklılığı olmadığını yazıp-çizip-anlatıyor...

     

    Bu yazılanların/çizilenlerin/konuşuanların müştereken altını çizdiği hususlar; AYM’nin bu kararıyla -diğer bir çok kararında olduğu gibi- alenen ve açıkça Anayasa’yı çiğnediğini, yetki gaspı yaptığını, Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilga ettiğini, münhasıran TBMM’ye ait olan yasama yetkisini bu kurumun elinden alarak, kendi iznine bağladığını, bu ülkenin bir kısım genç kızlarının eğitim haklarını ortadan kaldırdığını, dinî ve cinsel ayırımcılık yaptığı şeklinde özetlenebilir.

     

    Bütün bu haklı yorumları basitçe ifade edecek olursak, Anayasa Mahkemesi’ndeki 9 üye, bütün evrensel ahlâk ve hukuk prensipleriyle birlikte, bir çok maddesi bu evrensel ahlâk ve hukuk prensiplerine aykırı olan TC Anayasası ile yürürlükteki bazı kanunları da çiğneyerek, bu ülkenin en az yüzde 95’ini teşkil eden dinî topluluğuna (sünnî çoğunluğa): “Arkadaş biz ne evrensel ahlâk ve hukuk prensipleri, ne Anayasa, ne de yürürlükteki kanunları tanırız. Sizin dinize de/imanınıza da düşmanız! Bu yüzden onu canımızın istediği gibi eğip büker, tağyir/tebdil/ilga/iskat/tahkir/tezyif ederiz! Siz de buna dııııt’e dıııt’e uyarsınız! Gıkınızı bile çıkaramazsınız” diyor.

     

    Yani, Anayasa Mahkemesi’ndeki bu 9 üye, bu ülkenin yüzde 95’lik Sünnî çoğunluğu’na alenen, açıkça ve küstahça meydan okuyor...

     

    AYM, kararını resmî gazetede yayınlayarak diyeceğini demiş, yapacağını yapmıştır...

     

    Bakalım kendi adına verildiği iddia edilen bu ahlâksız/hukuksuz/haksız kararla, dini/ imanı çok ağır şekilde tahkir ve tezyif edilen, hak ve özgürlükleri açıkça gaspedilen “yücetürkulusu” bu karara karşı ne yapacak?

     

    Allah’ın emirlerine mi, AYM’nin 9 üyesinin sapkın buyruklarına mı uyacak?

     

    Bir tedaî: İBDA Mimarı, bundan yaklaşık 30 yıl önce yayınlanan Gölge dergisinde benzer bir durum için şöyle bir yorum yapmıştı: “ Adaleti kendi koyduğu kurallar içinde bile hileli teraziyle tartan ele karşı yapılacak tek şey o eli kırmaktır!”

     

    Baran dergisi

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting....um=entellektuel


  5. Cumhuriyet Hangi Kadınların Omuzlarında Yükselerek Bugünlere Geldi?

    Ali Haydar Can

     

    kadin.jpg

     

    “Vikipedi, özgür ansiklopedi” 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü şöyle anlatıyor(1):

     

    8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, tüm dünya kadınlarının kutladığı uluslararası bir gündür.

    1975 yılında Dünya Kadınlar Yılı'nı ilan eden Birleşmiş Milletler Örgütü, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ı tüm kadınları için Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kararlaştırdı.

    8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı.

    26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

    İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda kutlanıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde kutlanması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de kutlanmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler'in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığının yazılmamıştır..

     

    Türkiye'de 8 Mart Kadınlar Günü

     

    Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında daha yaygın olarak kutlandı ve sokağa taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Kadınlar Günü" kutlanmaya başlandı.

     

    ***

     

    Görüldüğü üzere Dünya Kadınlar Günü kökeni itibariyle sol/sosyalist bir siyasî anma günü...

    BM ve ABD’nin işin içine girmesiyle yaygınlaşmakla beraber sulanmış da...

    Nasıl’ını bizden gösterelim... Deliye hergün bayram misalî bizim Batıcı Kemalist Laik azınlığa öyle gün mün dedin miydi, bunlara bir hal oluyo... Elleri ayakları gidişmeye başlıyo, ille de toplaşıp Telli Baba türbesiyle rekabete soktukları Anıtkabir’e gitmeleri, çelenk koymaları, saygı duruşu yapmaları ve “Anıtkabir Özel Defteriéne eş katakulli filmâna cinsinden ipe sapa gelmez şeyler yazmaları, bu yazdıklarını trans haline geçerek okumaları gerekiyo... Bunların Fatihası gibi bi şey olan bu okunan şeylere bakınca ana hatlarıyla şunu görüyoruz.

     

    Anıtkabir müdavimi Batıcı Laik Kemalist takım için zamanın iki dilimi var MustafaKemalden Önce (MKÖ) ve MustafaKemaldenSonra (MKS)...

    MKÖ döneminde bu topraklarda yaşayan dedelerimiz ninelerimiz ve onlardan öncekiler hiç mektep medrese görmemiş, ipten kazıktan kurtulma, hak, hukuk, kültür sanat ve medeniyet nedir bilmeyen son derece ilkel insanlar olup; bu “Ortaçağ karanlıkları içinde” hayvanlar gibi yaşayıp giderkene, birdenbire bir mucize oluyo ve kimileri,ne göre tanrı, kimilerine göre yarıinsanyarıtanrı, kimilerine göre ise bir peygamber olan MK bu topraklar üzerinde belirerekten bizim morukları ortaçağ karanlıklarından çıkarıp yemesini içmesini, oturmasını kalkmasını, okumasını yazmasını iyice belletip güzelcene bi uygarlaştırıyo... Tabi bu kolay olmuyo... Bu hayvana benzeyen yaratıklar önceleri katır gibi direniyolar... “Biz gâvur olmıcaz biz gâvur olmıcaz” diye ayaklanıyolar... Ama MK o çakmak çakmak gözlerinden fışkıran kararlılıkla hiç taviz vermiyo... Kafasını kaldıranın kafasını bir yılanın başını ezer gibi eziyo... Hepsini muma çeviriyo...

    Bunun için de hepimizin ona ebediyyen çok derin minnet ve şükran hisleriyle bağlı olamamız (bazıları bunu tapınma olarak da ifade ediyo) gerekirkene...

     

    Ama bugün, aramızdan maalesef ve maatessüf çıkmış bulunan bir takım ortaçağözlemcisi/ şeriatçı/gerici/ilkel/yobazlar alenen “nayır nolamaz biz illede MKÖ’ye dönecez, erkeklerimiz sarık sarıp şalvar giyecek, karılarımız çarşaf giyip peçe takacak, Kur’an isimli kitaptan başka kitap okunmayacak, putlara tapılmayacak, zina/fuhuş/içki/kumar gibi melanetler yasaklanacak, hırsızların eli kesülüp, zina edenler recm idülecek, kumar oynayanların vücutları katrana bulanıp kuş tüyü yapıştırılacak (yok be yav bu Amerikan filmlerinde oluyodu). Her erkeğin dört karı alması zorunluluğu getirilecek. ayrıca kafir erkekleri gaz odalarına doldurulup öldürüldükten sonra yağlarından sabun yapılacak (buna da yok be yav, bu da kötü Alaman Nazilerinin iyi ve masum Yahudilere neler neler yaptıklarını anlatan filimlerde oluyodu), kâfir karıları müslüman erkeklere cariye yapılacak... Faiz yasaklanacak... Rüşvet alan da veren de aldığına da virdüğüne de pişman idilecek. Bilumum hile hurda, dolandırıcılık, hortum işleri derhal ve kesin olarak yasaklanacak, yapanlar yaptıklarına pişman edilecek... Kim ne götürmüşşse götürdüğü misliyle geri alınacak... Tecavüzcüsünden tacizcisine her ne kadar sapık varsa yaptığına yapacağına pişman edilecek ve bir daha sapıklık yapamaz getirilecek... Kerhane, kumarhane, meyhane, bar, pavyon, diskotek, gece kulubü, gazino cinsinden ne kadar pislik mekanı varsa ebediyyen kapatılacak” demek cüret ve cesaretini göstermekteler. Aziz Atam sen onlara kız, kalk yattığın yerden yine o 20’li 30’lu altın çağa döndür bizi, yoksa bunlar bizi çiğ çiğ yiiicek Atam...

    İşte böyle bi şey yani...

     

    ***

     

    Şimdi 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olduğunu bunlar da nereden duydularsa duymuşlar... Bi telaş bi koşuşturmaca, bi hamaratlık ki sormayın Gitsin...

    Meselâ GKB, yememiş içmemiş para biriktirmiş ve şu afişleri bastırmış.

     

    kadin.jpg

     

    Şimdi diyeceksiniz ki; “kardeşim adam bunu niçün kendi kesesinden yapsın? TSK’nın bütçesi yok mu?”

     

    Olur mu? Biz tarihin MKÖ dönemindeki gibi hak hukuk nedir bilinmez barbarlık döneminde değil, MKS’nin uygarlık döneminde yaşıyoruz. Uygarlık ne demek? Hukuk demek... Şeffaflık demek... Kamu görevlilerinden hesap sorulabilirlik demek. Böyle bir dönemde sıkı mı bir GKB vazifesiyle hiç ilgisi olmayan bir konuda devlet imkânlarını kullanarak pahalı afişler hazırlatsın... Deli mi bu adam hesabını veremeyeceği harcamaları kendi cebinden değil de devletin cebinden yapsın. Bu memlekette kanun var, savcı var, hakim var, izin verirler mi böyle bir işe sanıyorsun?.. Sonra adam devlet bütçesinden bir afiş hazırlatsa, o afişte toplumun bütün kesimlerindeki kadınların eşit olarak yer alması gerekirken sadece temiz pak giyinmiş, başları açık memureleri koyabilir miydi? Bunların işçileri, köylüleri, türbanlıları, çarşaflıları, tavşan kulak örten Alevî kadınları, özürlü kadınları gibi bir yığın kadını dışta bırakabilir, yani açıkça din dil, ırk ve meslek ayırımcılığı yapabilir miydi?

    Şöyle bir soru sorsanız neyse: Sol/sosyalist kökenli bir siyasî günle kapitalist dünyaya entegre olacam diye tırmalayan TC gibi bir ülkenin GKB’sinin ne gibi bir ilgi ve ilişkisi olabilir?

     

    Şimdi bunun cevabını bekliyorsunuz ama boşuna... Düşündııım, düşundııım... Yok... Bilemedııım...

     

    Çünkü yukarıda yazdık MKS döneminin en baba Batıcı Kemalistlerinden Kenan Netekim Paşa bile “Nedir bu komonistlik işleri” deyip kadınlar gününü yasaklatttığına göre bu GKB’yi ya yanılttılar, ya da işin içinde kadın olunca “bu günü etse etse Atamız Türk Kadınlarına armağan etmiştir herhalde “diye düşünerekten böyle bir iş etmiştir diye tahmin etmekteyim...

     

    Neyse geçelim 2. Misale: Hadi GKB’nin dalgınlığına verelim amma, ya karısının bütün komutan ve subay karılarını toplayıp Anıtkabire koşmasına ne demeli?...

     

    Valla ben dicek bişey bulamıyorum... Acaba TSK içinde Hügo Çavez rüzgârı mı esiyo... Kemalist paşalarımız birden bir iç düşman kategorisi olan ve zararlı bir akım olan sosyalizme mi kapıldılar diyeceğim amma; o zaman da “komonizmin başı her görüldüğü yerde ezilmelidir” buyuran -Mustafa Suphi ve arkadaşları örneğinde görüldüğü gibi bunun pratiğini de gösteren- MK’nın mezarına niye gitsinler?

     

    Var bu işte bir terslik ama ne?..

     

    Neyse umarız komutan ve subay karıları sebebini bilemediğimiz özel bir iş için Antkabir’e gelirkene devletin resmî araçlarını bu özel işleri için kullanıp, TC’yi boşuna masraflara sokmamışlardır. Herhalde o çelengin parasını da kendi ceplerinden vermişlerdir. Malum şimdi tarihin MKS dönemindeyiz: Kanun vaaaar... Nizam vaarr... Savcı vaaar... Hakim vaaar... Şeffaflık vaaar... Hesap verilebirlik vaaar...

     

    ***

     

    MKS döneminde çağdaşlaştık, uygarlaştık ve muasır medeniyetler seviyesine ulaştık/ulaşcaz bir vaziyetteyiz ya; acaba bizim ulaşmak için yırtındığımız muasır medenî dünyada kadının vaziyetinin durumları nasıl bir de ona bakalım:

     

    Kadına karşı şiddet ve 2007 itibariyle dünyadan veriler .

    Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suçtur.

     

    Tahminlere göre 113 ile 200 milyon arasında kadın demografik olarak “kayıp” (yok) görünmektedir. Ya doğar doğmaz öldürülmüşler (erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi) ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi olanaklara ulaşamamışlardır.

    Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasındadır. Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançlar yılda tahminen on iki milyar dolardır.

     

    Küresel olarak, on beş ile kırk beş yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmaktadır.

     

    En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suistimal edilmiştir (tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimsedir. Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suistimal şeklidir. .

     

    Sistematik tecavüz dünyadaki birçok çatışmalarda bir terör silahı olarak kullanılmaktadır. Ruanda soykırımı (1994) esnasında 250.000 ila 500.000, Sırp saldırısı sırasında Bosna’da en az 50.000, ABD tarafından işgal edilen Irak’ta onbinlerce kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir.

    Araştırmalar, kadına karşı şiddet ile HIV virüsü arasında yükselen bağlantıyı göstermekte ve HIV bulaşmış kadınların daha fazla şiddete maruz kaldıklarını, şiddet kurbanlarının da HIV bulaşma risklerinin daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.

     

    Böyle Bir dünyada yaşayan GKB’nin eşi Filiz Büyükanıt, Anıtkabir Özel Defteri'ne, deftere şunları yazmış:

    760423_2.gif

    "Ulu Önder Atatürk, Büyük fedakarlıklar ve gayretler sonucunda kurduğun laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni en kutsal emanetin bilerek çağdaş uygarlık hedefine doğru kararlı adımlarla ilerleyen Türk kadınları ve asker eşleri olarak huzurunda bulunmanın tarifsiz mutluluğu içindeyiz. Aziz Atam, İlke ve devrimlerin, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda arka planda bırakılmış Türk kadınını layık olduğu yüceliğe ulaştırmakla kalmamış, bu konuda tüm uluslara da örnek olmuştur. Bizler, bu ayrıcalığın bilinci ve güvenine layık olabilme gayretiyle üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirebilmek için var gücümüzle çalışacağız. Bizi bu uğurda yürümekte olduğumuz yoldan alıkoymak ve ilkelerini aşındırmak isteyenlere hiçbir zaman izin vermeyeceğimizden, karşımıza çıkan güçlükleri aşma konusunda yine en büyük desteğimizi, bilim ve aklın rehberliğindeki ilke ve devrimlerinden alacağımızdan asla şüphen olmasın. Huzurunda saygıyla eğiliyoruz.”

     

    ***

     

    Şimdi bir başka boyuta geçelim...

    Zaman gazetesinin “Çanakkale'nin keskin nişancı kadınları” başlıklı haberinden:

     

    106941.jpg

     

    Nezahat Onbaşı

     

    Annesi vefat ettiği için babası Albay Hafız Halit Bey ile birlikte cepheden cepheye koşan Nezahat Onbaşı’nın serüveni, çocukluk yıllarında başlıyor. 8 yaşında cephelerle tanışan Nezahat’in rütbesini aldığı savaş, Gediz Cephesi’ndeki bir çatışmadır. Babası Halit Bey’in kumandasındaki 70. alay zor anlar yaşamaktadır. Aralarından cepheden kaçmayı düşünenler bile olur. Atıyla 600 kişilik alayın önünü kesen Nezahat, “Ben babamın yanında ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz?” diyerek kalmalarını ve savaşın kazanılmasını sağlar. .

     

    Mücahide Hatice Hanım

    Türkiye’yi cephe cephe dolaştı

     

    Anafartalar’da 56. fırkada mücadele eden Hatice Hanım’ı herkes erkek zannediyordu. Çünkü, tanınmamak ve savaş dışında kalmamak için erkek ismi kullanarak, kendisinin Ahmet ismiyle çağrılmasını istemişti. Anafartalar’dan sonra diğer muharebelere de katılan Hatice Hanım, İzmir’de Yunanlılara esir düşer. Buradan Manisa’ya kaçan ve Bandırma üzerinden İstanbul’a geçen kadın asker, buradan sonra da İnönü Muharebeleri’ne katılır. Kurtuluş Savaşı boyunca pek çok cephede boy gösteren Hatice Hanım, Kütahya cephesinde, Çay ve Dumanlı Pınar muharebelerinde de bulunmuştur.

     

    Zeynep Mido Çavuş

    Kosova’nın gönüllü kahramanı

     

    Osmanlı’nın verdiği savaşta sadece Türkiye sınırları içindeki kadınlar rol almadı. Bunun dışında da eski Osmanlı topraklarından gelerek savaşa katılan kadınlar olmuştu. Kosova’dan gelerek gönüllü olarak Çanakkale savaşında bulunan Zeynep Mido Çavuş, bunlardan biridir. Ailesi Kosova’da bulunan ve savaşa katılmak üzere tek başına gelen Zeynep Çavuş’un şehit düştüğü rivayet ediliyor.

     

     

    Reşit Paşa Vapuru’nun yardım meleği

     

    İngiltere’de deniz ataşeliği yapan Ahmet Paşa’nın kızı olan Safiye Hüseyin Elbi, Avrupa’da eğitim almış ilk hemşirelerdendir. Çanakkale Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapan Elbi, hastane gemisine dönüştürülen vapurlardan biri olan Reşit Paşa Vapuru’nda görev alır. Burada yaşananları, “Reşit Paşa’ya bindik. Çanakkale’ye geldik, Akbaş mevkiinde demirledik. Hastaları, yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar, ne yaralılar. Şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım.” sözleriyle aktaran Elbi, Balkan savaşlarında da bulunmuştur.

     

    ***

     

    Niyetim bu kahraman hanımların haberinden sonra başlığa dönüp: “Cumhuriyet Hangi Kadınların Omuzlarında Yükselerek Bugünlere Geldi?” sorusuna bir cevap aramaktı...

     

    Belki Nezahat Onbaşı, Mücahide Hatice Hanım, Zeynep Mido Çavuş ve Safiye Hüseyin Elbi gibi unutulmuş kahraman kadınlarımızın omuzları olmasa biz bugün ne halde olurduk filan gibi çok can sıkıcı bir kaç soru soracaktım ama Filiz Büyükanıt’ın deftere yazdıklarını okuduktan sonra hepsinden vazgeçtim...

     

    Çünkü vaziyet fevkalade umutsuz...

     

    Siz en iyisi GKB’nin janjanlı afişlerine, Komutan ve subay eşlerinin Anıtkabir ziyaretinin mütekebbir fotoğrafıyla, Çanakkale Savaşı’nın kahraman mücahide kadınlarının o soluk ve mütevazı fotoğrafına yeniden dikkatlice bakın... O soluk fotoğraftakilerle bugünkü afiş ve fotoğraftaki kadınların niçin birbirlerine hiç benzemediğini düşünün...

     

    Dipnotlar:

    1-http://tr.wikipedia.org/wiki/8_Mart_D%C3%BCnya_Kad%C4%B1nlar_G%C3%BCn%C3%BC

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/cumhu...erek--4296.html


  6. Kemalist magandalar

    Hakan Albayrak

    70212.jpg

    Türbanlı kızları ne biçim korkuttuk, değil mi lan? - Evet lan. Gericilerin ödlerini kopardık lan. Aydınlanma Devrimi yaptık lan.

     

    - Aydın Üniversitesi'ne de bu yakışır lan. Laik cumhuriyeti acayip payidar kıldık lan.

     

    - Kıldık deme lan.

     

    - Niye lan?

     

    - Namaz kılmak gibi oluyor lan. Hih hoh ha.

     

    - Doğru söylüyorsun lan. Hih hoh ha.

     

    - Bir tanesini gözüme kestirmiştim lan. Kaçmasaydı iyi bir kafa koyacaktım lan. İşte o zaman cumhuriyet tam payidar olacaktı lan.

     

    - Keşke yapsaydın lan. Ağzını burnunu iyice dağıtsaydın lan. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır lan.

     

    - He lan. Ama bir şey biraz canımı sıkıyor lan.

     

    - Nedir lan?

     

    - Bizi Amerika'daki zenci düşmanı ırkçılara benzetiyorlar lan. Ben aslında komünistim lan.

     

    - Mevzubahis gericilikse komünistlik teferruattır lan. Ayrıca ırkçı olduğumuz da doğrudur lan.

     

    - Harbiden mi lan?

     

    - Tabi lan. Bunu delikanlı gibi kabul edelim lan. Arap dini, bedevi adeti filan demiyor muyuz lan? Bunları derken yüzümüzü tiksintiyle buruşturmuyor muyuz lan? Biz harbiden ırkçıyız lan.

     

    - Evet lan. Kürtleri de sevmiyoruz, değil mi lan?

     

    - Sevmiyoruz lan. Aslında Türkleri de sevmiyoruz lan.

     

    - Doğru lan. İsmet Paşa'nın dediği gibi, "millet düşman" lan.

     

    - Aynen öyle lan. Evinden önce camisini yapan bu milletle ne işimiz olur lan?

     

    - Hiç işimiz olmaz lan. Bunlar cahil lan. Bilimsel düşünmüyorlar lan. Bilimsel düşünen aydınlara da pas vermiyorlar lan. Biz öyle miyiz lan? Biz aydınlanmacı aydınların önünde saygıyla eğiliyoruz lan.

     

    - Evet lan. Bir İlhan Selçuk, bir Hulki Cevizoğlu, bir Tuncay Özkan, bir Bedri Baykam baş tacı edilmez mi lan? Gel de bu millete anlat lan.

     

    - Milleti boşver lan. Bizim davamız sadece rejimdir lan.

     

    - İyi ama, rejimin bayrağında da İslam'ın simgesi olan hilal var lan. Onu ne yapacağız lan?

     

    - Valla bilmiyorum lan.

     

    - Valla deme lan.

     

    - Niye lan?

     

    - Valla demek vallahi demektir lan. Kamusal alanda Allah deme lan. Oyarım lan.

     

    - Pardon lan.

     

    - Sorumu tekrar ediyorum lan. Bayrağı ne yapacağız lan?

     

    - Bilmiyorum lan. Milli marş da problem lan.

     

    - Sorma lan. Çöl bedevisi Mehmet Akif yazmış; problem olmaz mı lan? "Hakk" diyor, "cennet" diyor, "ilahî" diyor, "ezan" diyor lan.

     

    - Onun için her fırsatta 10. Yıl Marşı'nı okuyoruz ya lan.

     

    - Evet lan. İyi ki 10. Yıl Marşı var lan. "Türk önde, Türk ileri!" lan.

     

    - İleri, ileri, hep ileri lan.

     

    - "İleri" deyince aklıma geldi lan. Geçen gün dolmuşta çember sakallı bir ihtiyar vardı lan. Ona bir güzel verip veriştirdim lan. Sizin yüzünüzden geri kaldık dedim lan.

     

    - İyi demişsin lan.

     

    - Ama adam beni acayip bozdu lan.

     

    - Nasıl lan?

     

    - "Fezaya çıktınız da ayağınıza mı yapıştık?" diye sordu lan.

     

    - Yapma lan.

     

    - Öyle lan. Dolmuşta herkes koptu lan. Bana güldüler lan. Laik hassasiyetimle alay ettiler lan. Bu millet çok bilinçsiz lan. Zaten AKP'ye oy verip duruyor lan. AKP'ye oy vereni oyacaksın lan. Askeri darbe yapıp milletin alayını sıra dayağından geçireceksin lan. Topuna kafa atacaksın lan.

     

    Evet lan.

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=191#191


  7. "Atatürkçü Düşünce Derneği kapatılsın"

     

    Geçtiğimiz günlerdeki bir toplantısında alenen darbe yapılıp yaypılmaması gerektiğinin enine boyuna tartışıldığı ADD için, kapatılsın diye suç duyurusunda bulunuldu.

    25 Şubat 2008 15:15

     

    Toplantısında alenen darbe tartışılan ADD’nin kapatılması için suç duyurusunda bulunuldu.

     

    İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği (MAZLUMDER), geçtiğimiz günlerde bir toplantısında, ‘Türkiye için hukuk dışına çıkma vakti gelmiştir’ denilen Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kapatılması için suç duyurusunda bulundu.

     

    ADD'nin Kadıköy Belediyesi’nin desteği ile düzenlediği 'Hukuk ve Siyaset Okulu' başlıklı seminerinde yapılan konuşmalarına, Türkiye'nin mevcut düzenini bozmaya yönelik konuşmalar olduğuna dikkat çeken MAZLUMDER yöneticileri Kocaeli Adliyesi önünde bir basın açıklaması yaptı.

     

    ADD KAPATILMALIDIR!

     

    ADD’nin Kadıköy Belediyesi’nin desteği ile düzenlemiş olduğu toplantıda konuşma yapan, Ulusal Sanayici ve İşadamları Derneği Genel Sekreteri Birol Başaran ve ADD Genel Başkanı Şener Eruygur ve Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün, anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşvik ve azmettiren ve farklı düşünen vatandaşlara karşı, halkın bir kısmını kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek suçu işlediğini belirten MAZLUMDER, bu kişiler hakkında kamu davası açılmasını istedi.

     

    ADD'nin kapatılması için Kocaeli Adliyesi'ne yapılan suç duyrusunda şu bilgilere yer verildi: "Hukuk kimsenin bulandıracağı bir zemin değildir. Bizler gayri hukuki uygulamaların takipçisi olacağımızı ifade ederken, bu hukuksuzluğu açıkça dillendirmeyi adet edinen ADD'nin kapatılması için dernek hakkında dava açılmasını, suçun işlenmeye devam etmemesi için http:www.f5haber.com sitesindeki yayınlanan habere yayın yasağının konulması hususunda gerekli işlemlerin yapılmasını, Ulusal Sanayici ve İşadamları Derneği Genel Sekreteri Birol Başaran'ın, ADD Genel Başkanı Emekli Orgeneral Şener Eruygur'un, ADD yöneticilerin, Kadıköy Belediye Başkanı'nı hakkında kamu davası açılmasını istiyoruz."

     

    Konuyla ilgili yaptığı açıklamada, ADD’nin seminerinde hukuk dışına çıkmak gerektiğine dair, aleni olarak yasal mevzuata aykırı yorumların yapıldığını söyleyen Kocaeli MAZLUMDER Şube Başkanı Nigar Gümrükçüoğlu bu nedenle ADD’nin kapatılması gerektiğini söyledi.

     

    HUKUK DIŞINA ÇIKMA ZAMANI GELDİ

     

    Darbe istenen toplantıda en çok USİAD Başkanı Birol Başaran’ın sözleri tartışma başlatmıştı. “Hukuk dışına çıkılacağı günler geliyor diye düşünüyorum” diyen Başaran, şunları söylemişti:

     

    "Hukuk dışına çıkılacağı günler geliyor diye düşünüyorum"

     

    "Bazı durumlarda hukukun askıya alınmasında bir zarar yoktur diye düşünüyorum.”

     

    "Orduyu çağıralım, ordu darbe yapsın falan... Şu anda zamanı değil. Niye zamanı değil? 5 yıl boyunca AKP hükümetinin bütün vatan hainliğini ve ülke satmasını gördükten sonra ülkeyi tekrar şu anda elimize alırsak krizi elimizde buluruz. Böyle bir problem var. Lütfen bu yüzden... Türk ordusu biraz kenarda dursun o ne yaptığını bilir."

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/atatu...ls-n--4224.html


  8. Askerler Kaygılarını Köşk'e İletti

    23 Şubat 2008

     

    Türban değişikliği Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanmadan önce askerler sıkıntı ve kaygılarını Köşkü’e ilettiler. Satırbaşları şöyle...

     

    Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), uzun bir süredir Türkiye gündeminin bir numaralı maddesi haline gelen, dün de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan Anayasa değişiklik paketinin üniversitelerde türbana serbesti sağlayamayacağını düşünüyor.

     

    Askerler yapılan Anayasa değişikliğinin, Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesi halinde, yüksek mahkeme tarafından sadece şekil yönünden değil, Anayasa'nın teklif dahi edilemeyecek maddeleri yönünden incelenmesini ve bu durumda da iptal edilmesini bekliyor.

     

    Üniversitelerde türbana izin veren Anayasa değişiklik paketi, TSK'nın Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi kara harekatına rağmen, gündemdeki sıcaklığını koruyor. Cumhurbaşkanı Gül tarafından dün onaylanan değişiklik paketi konusunda askerler öncelikli olarak paketle ilgili Anayasa Mahkemesi'nin kararının beklenmesini gerektiğini düşünüyor.

     

    Askerler, “Yüksek Mahkeme 'nin değişiklikleri sadece şekil yönünden incelemesi gerçeklere uygun düşmez. Çünkü getirilen düzenleme, Anayasa' nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri kapsamına girmektedir" görüşünü paylaşıyor. Askerler ayrıca, kız öğrencilerin üniversitelere "ancak ve ancak" Yüksek Öğretim Kanunu'nun 17. maddesinde değişiklik yapması halinde girebileceklerini, bu değişikliğin de yine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini bekliyor.

     

    SIKINTILAR İLETİLDİ

     

    Anayasa değişiklik paketi Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanmadan önce askerler sıkıntı ve kaygılarını Çankaya Köşkü'ne ilettiler. Askerlerin Köşk'e ilettikleri hassasiyetleri satırbaşlarıyla şöyle:

    • Din siyasete alet edilmemelidir. Çünkü bir kez alet edilmesi, raydan çıkmış bir tren gibi durdurulması imkansız hale gelir. Dinin siyasete alet edilmesinin sonuçları önceden tahmin dahi edilemez.

    • Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafya, din ile oynamanın yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Bu tip uygulamalar toplumda karmaşaya ve ayrışmaya yol açar.

    • Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojini, inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştürür.

    • Yapılan değişiklik YÖK Yasası'nın ilgili maddesi değiştirilmediği sürece üniversitelerde uygulanamaz.

    • Anayasa değişikliği ve yapılması halinde YÖK Yasası'nın ek 17. maddesindeki değişiklik Anayasa Mahkemesi'nden döner.

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=6146#6146


  9. 13 Şubat 2008 Çarşamba

    KIBRIS GAZİSİ HASTANEYE ALINMADI

    2962.jpg

    Başlık yeniden düzenlenmiştir. İnsanları kışkırtan ve inancımızla örtüşmeyen bu yüzden de benimsemediğimiz bir anlayış ürünü şeklinde vücud bulan konuya düzeltme yapılmıştır. //BDG

     

     

    Ankara'da, eşiyle birlikte muayene olmak için askerî hastaneye giden 54 yaşındaki Kıbrıs gazisi, sakallı diye içeriye alınmadı

    34 yıllık gazi Ahmet Cankurtaran, görevlilere neden alınmadığını sorması üzerine, "Yönetmelik yeni çıktı, sakalını kes de gel." cevabını almış. Olayla ilgili açıklama yapan Türkiye Muharip Gaziler Derneği Başkanı Feridun Çelenk, "Hastanenin başhekimiyle görüştüm. Yönetmelik değişmemiş. Oradan birisinin şikâyeti üzerine alınmış bir tedbirdir." dedi.

     

    1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'ndaki gazilerden biri de Ankara'da yaşayan Ahmet Cankurtaran. Kıbrıs gazisi Cankurtaran, geçtiğimiz hafta, her zaman muayene olmak için gittiği Etimesgut Hava Hastanesi'nde 'sakallı olduğu' gerekçesiyle kapıdan çevrildi. Hastaneye girmek için sırada bekleyen insanların kendilerine suçlu gözlerle baktığını ifade eden Cankurtaran, şunları söylüyor: "Her zaman Gülhane ve GATA'ya bu şekilde geliyoruz. Orada bir sorun yok. Sadece ben değil, bir sürü insan istediği gibi giriyor. Ama Etimesgut Hava Hastanesi'ne sokulmadık" dedi.

     

    Kaynak: http://anadoluhaber.blogspot.com/2008/02/k...-olduu-iin.html


  10. ERDOĞAN'I DURDURSA DURDURSA O DURDURABİLİR!

    AK Parti'nin 22 Temmuz zaferi sonucu siyaset arenasında 'alternatifsiz' kalması, AK Parti'ye karşı yeni bir alternatif arayışlarını hızlandırdı

    11.02.2008 15:05

     

    1292_a.jpg

     

    MHP'den ve CHP'den ümidini kesenler, AK Parti gibi merkezde duran ve muhafazakar seçmenin de oyunu verebileceği yeni bir parti arayışları hızlanıyor. Ancak yeni parti oluşumu için hareket edenlerin en çok zorlandıkları konuların başında 'lider kim olacak' sorusu geliyor.

     

    ERDOĞAN'IN KARİZMASINDA OLMALI

     

    Aranan liderin en önemli vasfının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel karizmasının karşısında sönük kalmaması. Yapılan bir çok kamuoyu araştırması, Başbakan Erdoğan'ın partisinden bağımsız kişisel oyları olduğunu doğruluyor. Bu durum karşısında yeni partinin liderinin de en az Erdoğan karizmasında biri olması gerektiği konuşuluyor. Bu arayışların biri geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansımıştı. AK Parti'ye alternatif arayışı içinde olan siyasetin eski yüzleri, Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın liderliğinde yeni bir siyasi parti formülünü tartışmışlardı.

     

    CİNDORUK'UN SÜRPRİZ ÖNERİSİ

     

    Yeni Çağ yazarı Sebahattin Önkibar, AK Parti'ye alternatif arayışları konusunda ilginç bir kulis haberini yazdı bugünkü köşe yazısında. Önkibar'ın kulislerden edindiği bilgiye göre, bir kaç gün önce, başta Hüsamettin Cindoruk olmak üzere, Orhan Keçeli, Ali Kemal Aksoy, Mustafa Keskin, Rıdvan Özer ve Rauf Güler İstanbul'da bir balıkçıda toplandı ve AK Parti'ye alternatif olabilecek parti ve lider konusunda fikir alışverişinde bulundular. Cindoruk'un liderlik için önerdiği isim ise 22 Temmuz'da aday olmayarak büyük bir süpriz yapan ve AK Parti'nin kurucu üyelerinden biri olan Abdüllatif Şener.

     

    İşte Önkibar'ın özel gündemli toplantı ile ilgili verdiği ayrıntılar:

     

    Cindoruk’lu, Yılmaz’lı, Hikmet Çetin’li Abdüllatif Şener modeli!

     

    TÜRKİYE MUHAFAZAKARLAŞIYOR

     

    Hüsamettin Bey söze ilginç bir tespitle başlıyor:

     

    - “Beyler, Türkiye’nin sosyal yapısı değişti. Türkiye merkez sağdan muhafazakarlığa yelken açtı.. Dolayısı ile siyaset yaparken bu olguyu görmezden gelemezsiniz.”

     

    Cindoruk devam ediyor:

     

    - “AKP’yi muhafazakar değerlere hücum ederek geriletemezsiniz. Bugün AKP’ye muhalif olan siyasi yapılar benzeş durumdadır ve toplumun derinliklerinde kabul görmüyor. MHP’nin son türban tavrı da bunu gördüğü içindir. MHP türbanla eski kulvarına yani muhafazakar milliyetçiliğe dönmek istiyor.”

     

    "AKP'Yİ EKONOMİDEN VURMALI"

     

    Hüsamettin Cindoruk’un değerlendirmeleri sürüyor:

     

    - “Akademisyen gruplar ve deneyimli arkadaşlarımızla yaptığımız araştırmaların sonucu olarak AKP’yi geriletmek için ekonomiyi, dış politikadaki teslimiyeti ve yolsuzlukları öne çıkarmamız gerekiyor. Ama en önemlisi, kaptan köşkünde yani lider olarak muhafazakar bir ismin kaçınılmazlığıdır.”

     

    Cindoruk ara vermiyor:

     

    - “Günümüzün gerçeği imaj ve sembollerdir. Bakın, Tayyip Bey İstanbul’da Akbil davasında yolsuzlukla yargılanır iken imaj ve sembollerle önce yüzde 34 şimdi de yüzde 46 oy aldı. Dolayısı ile AKP’yi yıkmak için Erdoğan imajını vuracak benzer imaj ve sembollere ihtiyaç var. Söylemek istediğim, Tayyip Bey’in şekil olarak ona benzeyen ama gerçekte ondan çok farklı olan ve toplumun tamamını kucaklayacak olan bir isim ile alaşağı edebileceğidir.”

     

    ŞENER İSMİ NEDEN ÖNE ÇIKTI

     

    Orhan Keçeli araya girer:

     

    -Böyle birini nereden bulacağız Hüsamettin Bey?

     

    Cindoruk: Böyle biri var.

     

    Orhan Keçeli: Kim?

     

    Cindoruk: Sayın Abdüllatif Şener.

     

    Masada bir şaşkınlık ve dalgalanma.

     

    Bunu söyleyen Hüsamettin Cindoruk değil de başka biri olsa, hadi ordan denilecek de söyleyen Cindoruk olunca tavır değişiyor.

     

    DYP’nin milliyetçi kökenli DYP Fatih ilçe eski başkanı işadamı Ali Kemal Aksoy yine de itiraz ediyor:

     

    - “Hüsamettin Bey Abdüllatif Bey’i ben tanımam. Ancak diğerlerinden ne farkı var? Onun liderliği ile topluma nasıl mesaj verilebilir?”

     

    Cindoruk:

     

    - “Çok farkı var. Birincisi, Abdüllatif Bey samimi muhafazakar. Lay lay lom türü magazinel türbancılardan değil. İkincisi, Abdüllatif Bey siyasal İslamcı hiç değil. Üçüncüsü, Sayın Şener Mülkiyeli. Öğretim üyeliğinden geliyor, başarılı bir Maliye Bakanlığı geçmişi var, devlet nedir biliyor ve onun üstünde titriyor. Dördüncüsü, dürüst mü dürüst. Ali Kemalciğim, Abdüllatif Bey bu dönem onca ısrara rağmen niye aday olmadı biliyor musun?”

     

    MİLLİYETÇİLER DE SOSYAL DEMOKRATLAR DA DESTEKLEYECEK

     

    Rıdvan Özer araya girer:

     

    - “Partinin kulvarı ya da çizgisi.”

     

    Cindoruk:

     

    -Merkez parti.. Türkiye’yi bütünleştiren, topyekün kucaklayan milli parti.

     

    -Ali Kemal Aksoy: Sosyal demokratlar da olacak mı? O kesim Sayın Şener’i onaylar mı?

     

    Cindoruk: “Elbette olacaklar. Hikmet Çetin de olacak, Onur Kumbaracı da, Hüsamettin Özkan da olacak belki Mustafa Sarıgül de.. Keza Sayın Mesut Yılmaz da olacak Ufuk Söylemez de, milliyetçi kanattan Hasan Ünal da olacak, Sadi Somuncuoğlu da. Herkes kucaklanacak.. Yeni bir ortak ruh inşa edilecek. Bu bir fantezi değil, uzun araştırmaların sonucudur. Böyle bir yapı ile ancak AKP alaşağı edilebilir. Benim DP, projemi bu şekilde revize ederek yeni ve milli bir model inşa ediyoruz.”

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/akp-k...acak--4152.html


  11. “Hişşşt Hişşşt Geeeliiyor!”

    Murad Salih

     

    8466.jpg

     

    Çok lüks bir binanın umumî tuvaletinde, lavaboya ayağını uzatarak abdest almaya çalışan bir hanım gören insan gibi bir insan şöyle düşünür: “Ulan çuvalla paranız var, halkı müslüman bir ülkede lüks binalar inşa ettiriyorsunuz ama, müslümanların abdest almaları için uygun bir yer yapmak aklınıza bile gelmiyor... Kendi toplumunuzun ihtiyaçlarına bu kadar bigâne kalınır mı?”

     

    Bir de Ayşe Arman’nın Hürriyet’te yayınlanan yazısındaki gibi düşünen bir garip tür yaşıyor bu ülkede...

    Bunların sayıları çok az ama sesleri pek gür... Üstelik de bu ülkeyi babalarının çiftliği sanıyor olmalılar ki, herkesin kendileri gibi olmasını istiyorlar. İşte o arsız yazıdan bir bölüm:

    (Artık kadınlar tuvaletinde ayağını lavaboya uzatıp abdest alan kızlara mı rastlayacağız?

    09 Ocak 2008

    Nazlı Z. 27 yaşında. Koç Üniversitesi mezunu. 5 yıldır yabancı bir şirkette çalışıyor ve eğitimler veriyor.

     

    Aşağıda okuyacağınız maili yollamış, bana ilginç geldi, yeni dönemin önümüze getireceği yeni tartışmalardan birinin habercisi. (..)

     

    ÜLKEMDE KENDİMİ AZINLIK HİSSETMEK

     

    Pazar günü, Sakıp Sabancı Müzesi'nde Abidin Dino Sergisi'ne gittim. Sergi oldukça güzeldi. Sonra köşkün zamanında Sabancılar tarafından kullanılan tarafını gezmek istedim. O bölümdeki "kadınlar tuvaleti"ne girdim. İçeride üç türbanlı genç kız vardı. Yanlarından geçip, kabine girdim. Çıktığımda birini ayağını lavaboya uzatmış, abdest alırken gördüm. Yerler sırılsıklamdı, lavabo kenarı da aynen öyle. Şok içinde yanındaki lavaboya elimi yıkamak üzere uzandığımda, ayağından sıçrayan suların elime geldiğine de şahit oldum. O anda tepem attı. "Burası bu iş için uygun bir yer değil" diyebildim. Kız ise "Başka yer yok, n'apim!" demekle yetindi. Başka bir şey söyleyemeden, apar topar tuvaletten çıktım. Çıktığım gibi de ilk gördüğüm güvenlik görevlisine durumu anlattım ve şikáyet ettim.

     

    Yanlış anlamayın, konu "türban" değil. Konu, insan hak ve özgürlükleri ve hijyen. Genç kızın türban takması onun hakkı ise, ben bunu eleştiremem. Ama Sakıp Sabancı Müzesi gibi bir yerde, tuvalette ayaklarını yıkamak, abdest almak onun hakkı değil. Ya da ellerimi hijyenik olmayan bir ortamda yıkamak zorunda kalmam bana haksızlık!

     

    Ama olayın tek boyutu hijyen de değil, bu aslında "meydan okuma." Çünkü Sakıp Sabancı Müzesi'nde abdest sonrası namaz kılınacak bir yer yok. O zaman niye abdest alınıyor? Ayrıca dinimizde şartlar el vermiyorsa abdest almadan namaz kılmak da mümkün. Böyle bir durumda, gerçekten orada abdest almak şart mı? Yoksa göstermelik mi? Bir tür meydan okuma mı? "İstediğimi istediğim yerde yaparım" mı? Kızın cevabı, "Başka yer yok, n'apim" idi. Yani her yerde, bir mescit olması mı gerekiyor? Bana kalırsa, her şeyin bir yeri ve zamanı var. Bunun zamanı o an ve orası olmamalıydı. İşte o manzara, bana bu ülkede "azınlık" olduğum hissini verdi. Artık ben, kendi haklarımı ve özgürlüğümü zorla savunmak zorunda kalıyorum.)

    Yazı böyle...

    Bu yazı ile ilgili yorum yaparken bazı kelimeleri en yalın haliyle kullanmak zorunda kaldım. Bu durum nezih duyularınızı şüphesiz zedeleyecektir ama konuyu başka türlü izah da mümkün görünmüyor... Yani dişinizi biraz sıkacaksınız..

     

    Müslüman olmayan laik/kemalist/ateist bir kadın, alkolü fazla kaçırıp o lavaboya kusunca bir şey olmuyor... Balgamını, salyasını, sümüğünü aynı lavaboya boca edince de... Ama aynı lavaboyu türbanlı bir müslüman kadın abdest almak için kullanınca vaaay!

     

    Mideler bulanıyo... Sinirler geriliyo... Şikayetlere gidiliyo...

     

    Nedir bu?

     

    Kusmuk/balgam/salya/sümük mü yoksa abdest alırken yıkanan ayaklardan lavaboya giden su mu daha tiksindiricidir?

     

    Cevap belli...

     

    Belli olduğuna göre mesele yapılan, midelerinin kaldırmadığı asıl şey abdest suyu değil bizzat abdestin kendisidir, tesettürdür ve bu ikisinin işaret ettiği İslâmdır...

     

    Yani mesele hijyen değil İslâmdır..

     

    Mesele hijyen olsaydı; aynı kişiler, sırf Fransız köylülelerinin çıplak ayaklarıyla çiğnendiği ve uzun bir süre şişe de veya fıçıda bekletidiği için şişesine bilmem kaç bin dolar ödedikleri otantik Fransız şaraplarını, bayıla bayıla o hassas midelerine indiremezlerdi: Tiksinirlerdi...

     

    Mesele hijyen olsaydı; yazın 5 yıldızlı otellerin havuzlarına çuvalla para ödeyip nasıl girebilirlerdi ki: O havuzlara herkes kafasından ayağına ne kadar kıl, tüy, mikrop, virüs, bakteri, ölü deri, salya, sümük,ter, /edit/ ve sidiğiyle birlikte girdiği halde en ufak tiksinti duymadan, o havuzlarda şapur şupur yüzmüyorlar mı? Bu ne midesizilik böyle: Öğğğğkkk!

     

    Mesele hijyen olsaydı; kendi evlerinin küvet ve jakuzilerinde keyif yaparken niye aynı tiksintiyi hissetmiyorlar: Vücutlarındaki bütün kıl, tüy, /edit/, sidik, salya sümük, mikrop, bakteri ve virüsler de aynı suda onlarla beraber küvet veya jakuzi keyfi yapmıyor mu? Bu ne midesizlik böyle: Öğğkkk!

     

    Mesele hijyen olsaydı sokağın bütün kir/pislik/mikrop/virüs/bakterilerini altına ve üstüne biriktiren ayakkabılarını evlerine girmeden önce, bizim gibi çıkarır ve ayakkabılığa koyarlardı... Bunlar evlerinde de aynı ayakkabılarla girip dolaşmıyorlar mı? Bu ne midesizilik böyle: Öğğğğkkk!

     

    Mesele hijyen olsaydı, hijyenik açıdan evde beslenmesi en sakıncalı hayvanlardan biri olan köpeklerini yatak odaları, mutfakları ve banyoları dahil evlerinin her yerini mikrop dolu salyaları, /edit/ , /edit/, kılları ve tüyleriyle kirletmelerine göz yumabilirler miydi? Kollarına sıçramış bir minik damla abdest suyundan bulanan o hassas mideleri, itleri ağızlarını, yüzlerini şapur şupur yalarken de bulanmaz mıydı?

     

    Demek ki, mesele hijyen değil İslâmdır..

     

    İslâmın Sakıp Sabancı Müzesi’ne bile girmiş olmasıdır...

     

    Varoşlarda ,kasabalarda, köylerde hapsolunmuşken gözün görmediğine gönül katlanıyordu...

     

    Ama şimdi öyle değil...

     

    İslâmı ense köklerinizde hissediyorsunuz ve korkuyorsunuz...

     

    “Ya günün birinde bu İslâm bizim eve de gelirse!...”

     

    Gelecek tabiî...

     

    Bizim eve nasıl geldiyse, sizinkine de öyle gelecek...

     

    Nasıl mı gelecek?

     

    bunu siz belirleyeceksiniz...

     

    Ona dostsanız dostça, düşmansanız düşmanca gelecek...

     

    Üstelik de sizin umduğunuzdan çok daha kısa sürede –adeta ışık hızıyla- gelecek...

     

    Kendinizi buna hazırlasanız ve kusmuktan, salyadan, sümükten, /edit/, sidikten, mikroptan, virüsten, bakteriden, köpekten bulanmayan midelerinizi -ehil bir psikiyatrist yardımıyla mı olur, başka bir yolla mı onu bilemeyeceğim ama- bir elden geçirtseniz de, öyle olmayacak şeylerden boş yere bulanmasalar...

     

    Madem bu ülkede azınlık olduğunuzu 84 yıl sonra anladınız... Ona göre davranmayı öğrenmek için umarım bir o kadar yıl beklemeyi düşünmezseniz...

     

    Çünkü durum sizin zannettiğinizden çok daha ciddi...

     

    İslâm her an sizin evinizin kapısını da tıklatabilir...

     

    Ve o her tıklattığı kapıdan, muhakkak içeri girer: Dostsanız dostça, düşmansanız düşmanca...

     

    Seçim sizin...

     

    Baran Dergisi'nden

     

    Kaynak. http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=6146#6146


  12. Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı?-3-

     

    Ali Haydar Can

     

    İkinci bölümü şöyle bitirmiştik:

     

    “ ‘Sivas Olayları’ Başbağlar Katliamı ile de bitmedi... Bir de bu olayların yargı boyutu var ki; bu ülkede yüzde 3-4’lük bir azınlık olan Alevîlerin medya, yargı ve bürokraside ne kadar etkin oldüğünü ve bu etkinlikleri sebebiyle nelere güçlerinin yettiğini ve buna rağmen masum, mağdur ve mazlum edebiyatıyla duygu sömürüsü yapmaya devam ettiklerini; bu Ülkenin yüzde 90’ından fazlasını oluşturan Sünnîlerin ise yol gösterici bir ideoloji ve bu ideolojinin şuurundan mahrumiyetleri, doğru bir siyasî lidere bağlı olmamaları, doğru bir liderin emrinde yetenekli ve yeterli bir kadro oluşturamamaları ve böyle bir kadronun oluşturduğu öncü bir siyasî örgütten yoksunlukları sebebiyle nasıl bir acziyet, çaresizlik, başarısızlık, mağduriyet ve mahrumiyete mahkûm olduklarını göreceğiz...”

     

    ***

     

    Sivas’taki halk haraketi kontrol altına alındıktan sonra, akşam saatlerinde valilikçe ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ilan edildi. Ve Sivas’ın Sünnî çoğunluğu için zor günler başladı. güvenlik güçleri ve onlarla işbirliği yapan alevî militanlar şehirde tam bir dehşetli bir terör başlattılar. Şehirde kitlesel tutuklamalar , işkenceli sorgular ve yargısız infazlar başladı... Daha önce de değindiğimiz gibi hemen o gece 33 Sünnî yargısız infaz kurbanı oldu, Bu 33 mazlumun kaatillerini ne arayan oldu ne de soran, dosyalar faili meçhuller rafında tozlanıp gitti... Tıpkı otelden kalabalık üzerine silahla ateş edip 2 kişiyi öldüren Alevî sanatçı(!)ya bu cinayetler hakkında ne resmî makamlardan ne de medyadan kimsenin bu cinayetler konusunda hiçbir şey sormaması, belindeki silaha el konulup balistik incelemeye bile gönderilmemesi ve bu cinayetlerinde gözgöre göre faili meçhuller rafına atılması gibi... Nasıl olsa ölenler Sünnî idi... Arayanları soranları olmazdı olsa bile kimse onları dinlemezdi... Öyle de oldu...

     

    O gece ve sonrası günler Sivas’ta yüzlerce Sünnî gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar özellikle Alevî kökenli işkencecilere teslim edildi. Bu işkenceciler, spontane bir halk haraketini örgütlü bir ayaklanma gösterebilmek için bütün hünerlerini gösterdiler... Tabiî işgal medyası kudurmuş gibi saldırıyordu: “Gericilerrrr!!!Yobazlar!!! 33 aydınımızı diri diri yaktılarrr!!!” (6) diye koro halinde organize bir linç kampanyası yürüterek hem yargı organlarını, hem siyaseti, hem de bürokrasiyi peşinen teslim alıyordu. Gerisi zaten kolaydı...

     

    Bu soruşrturma(!) safhasını bir de Mazlım-Der Raporundan okuyalım:

    “Olay günü ve sonrasında çekilen fotoğraflardan, bir kısım vatandaşların ihbarlarından ve özellikle tüm bu olaylara sebebiyet veren Salman Rüştü’ye ait yazıyı tefrika eden Ayıinlık Gazetesinde yaıimlanan ihbar listelerinden faydalanarak birtakım insanlar gözlem altına alınmışlar, ancak bu çalışma, alabildiğine sıhhatsiz ve karadüzen yöntemlerle gercekleşmiştir.

     

     

    sivaso1.gif

     

    Halk araındaki özel kin ve haset duygularının da kontrol edilemeyeceği bir yöntemle yaıilan ihbarlarla insanlar toplanmiş ve bunun sonucunda olay günü Sivas’da hiç olmayan birtakım insanlar da yargilanmak, tutuklu kalmak durumunda kalmışlardır. İlk soruşturma safhasında yapılan teshisler de şaibelerle doludur. Yüzlerce polis ve vatandaınn var oldugu Sivas olaylarında, yapılan bütün teşhislerin altinda Emniyet Müdürü, yardımcıs ve üst düzey birkaç polis amirinin imzası vardır. Sıradan vatandaşlar ya da polislerin tanıklıığna müracaat edilmemiştir. Sanıklar, kendilerinin alelusul gruplara ayrılıiklarını ve anılan kişilerin kendi aralarında "sunu, sunu sen teşhis et, bunları da ben teşhis edeyim" şeklinde "görev taksimi"yaptıklarını, tşshislerin tümüyle üst düzey görevlilerin kendi acziyetlerini örtebilmek kaygısı ile yapıldığını iddia etmektedirler. Verilen karar tümüyle bu teşhislere dayandırılmışıir. “ (7)

    Böyle bir sorgulama safhasından sonra gözalına alınan yüzlerce kişiden (resmî olarak 194 görünüyor) 124’ü tutklandı tutuklananlar arasında olaylar sırasında Sivas’ta olmayanlar bile vardı. Durumun doğru kavranması için şunu ekleyelim İktidarda DYP-SHP Koalisyonu vardı Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı ve Adalet Baskanı ( Alevî) Seyfi Oktay’dı.. Ve sonra skandallar zinciri haline bir yargılama süreci başladı...

    Mazlum-Der’in raporundan okumaya devam edelim:

     

     

    sivaso2.gif

     

    “Sivas Olayları davasına Sivas Ağır Ceza Mahkemesince bakılmasi icap etmekte idi. Hukukun en temel ilkesi olan "Tabii hakim ilkesi" bunu gerektirmekte idi. Zaten Sivas Olayları Davasının ilk sorusturmasi Sivas Cumhuriyet Savcılığı ile Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı tarafindan ayrı ayrı yürütülmüs ve ayrı ayrı ifadeler alınmak sureti ile ayrı iddianameler hazırlanmıştır. Olayların Terör örgütü bağlantisi ihtimali ve suçun terör suçu olabileceği ihtimaline binaen böyle bir uygulama yapılmıştır.

    “Sivas Cumhuriyet Savcılığınca; Sivas Sulh Ceza, Sivas Asliye Ceza ve Sivas Ağır Ceza Mahkemelerinde suçun vaıif ve mahiyetine göre ayıi davalar açılmıştır. Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı da Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açmıştır.

    “Bu safhada Siyasilerin devreye girmesi ile Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesinde açılan dava, "Kamu güvenliği" gerekçesi ile Ankara’ya nakledilmiştir. Bu nakil işlemi beraberinde soruları da getirmiştir. Gerçekten de aslında Sivas’tan uzak ve Sivas’ın bağli bulunduğu Devlet Güvenlik Mahkemesi olan Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesinden davanın Ankara’ya nakledilmesi gerekçeleri davaıin savunma taraıinca kabul görmemş, inandırıcı bulunmamıştır.

     

    “Bu arada Sivas Ceza Mahkemelerinde açilmis davalar da yine "kamu güvenligi" gerekçesi ile Ankara Sulh Ceza, Asliye Ceza ve Agir Ceza Mahkemeleri’ne nakledilmistir.

     

    “İşte tam bu safhada o zamanki Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nusret Demiral tarafindan "Düşünce Örnegi" adı altında Sivas Olaylarina bakan Ankara Sulh, Asliye Ve Ağır Ceza Mahkemelerine bir yazı gönderilmiş, bu yazıda sucun vaıif ve mahiyeti hakkinda mütealalarda bulunulmus ve anilan mahkemelerin görevsizlik kararı vermeleri telkin olunmuştur.

     

    “Bu yazı, kamuoyunda "Mahkemelere talimat" olarak algılanmıştır. Çünkü DGM Bassavcisinin ne böyle bir görevi, ne de yetkisi vardir. Kaldi ki açıiı davalar ve bu davaların iddianameleri mevcuttur. Bunun takdiri münhasiran davaya bakan mahkemeye aittir.

     

    “Bu telkinler sonrasinda Ankara Ağır Ceza, Asliye Ceza ve Sulh Ceza Mahkemeleri "görevsizlik" karari vermşler, bu arada Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi de suçun terör suçu olmaması nedeniyle "görevsizlik kararı" vermiş, konu Yargıtay ilgili dairesine intikal etmiş, Yargıtay ise Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinin görevli olduğuna ve dava dosyalarının birleştirilmesi gerektiğine karar vermiştir. Bu sürec beş ay sürmüs ve sanıklar ancak beş ay sonra hakim huzuruna çıkabilmişlerdir. “(8)

     

    sivaso3.gif

     

    Böyle başlayan bir davanın sonucunu tahmin etmekk zor olmasa gerek... Zaten ayrıntısı Mazlum-Der’in raporunda mevcut...

     

    Dava Sürerken bir de araya 28 Şubat’’ın girdiğini ve tekmil hakimlere nasıl karar vermeleri gerektiğini öğretmek için GKB’de o meşhur brifinglerin verildiğini ve bu birifinglere “bağımsız Türk Yargısı”nın temel direği olan “bağımsız” hakim ve savcıların itirazsız, uygun adım ve tam kadro katıldıklarını, katılanlar arasında Sivas Davası ’na bakan Ankara DGM’nin hakim ve savcıları ile, ileride onların vereceği kararın temyiz incelemesini yapacak Yargıtay 9. Ceza Dairesi hakimleri ile, Yargıtay Başsavcısının da bulunduğunu eklersek Sivas Davası sanıklarının nasıl bir kumpasa düştüklerini rahatça tahmin edebilirsiniz...

     

    sivas-saniklar.jpg

     

    Davanın ilk duruşması Ankara 1 No`lu DGM’de 21 Ekim.1993 günü yapıldı. Ankara 1 No`lu DGM 120 sanıklı bu davayı, hantal TC adliyesinde o güne kadar görülmemiş inanılmaz bir hızla ve hukukun başını gözünü yara yara 26 Aralık 1994’te karara bağladı: 22 sanık hakkında 15’er yıl, 3 sanık hakkında 10’ar yıl, 54 sanık hakkında 3’er yıl, 6 sanık hakkında 2’şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi.

     

    Bu karar sanıkların tümünün ve hatta gösteriye katılan Sivaslı Sünnîlerin tümünün idam edilmesini (ve hatta mümkünse kazığa oturtulmasını) bekleyen müdahil Alevileri tatmin etmedi. DGM’nin kararını temyize ettiler. Yargıtay 9. Ceza Dairesi “Katliamın Cumhuriyete, Laikliğe ve Demokrasiye yönelik olduğunu” belirterek DGM’nin kararını esastan bozdu. (Yani “ Bu ne biçim kararv sanıkların hepsini sallardıracaktın” dedi) Ankara 1 No`lu DGM, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı.

     

    28 Kasım 1997’de açıklanan kararda 33 sanığa idam cezasi verildi.Yargıtay 9. ceza dairesi 24 aralık 1998’de hapis cezalarını onadı,33 idam cezasını ise usül noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999 tarihinde usül eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık DGM’ce yeniden idam cezasına çarptırıldı (9). 2002 yılında idam cezası'nın yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet hapis cezalarına dönüştürüldü. İdam cezası yürürlükten kalkmamış olsaydı kazaen ölen 33 Aleviye karşılık, bütün suçları toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanmaktan ibaret 33 Sünnî sanık idam edilmiş olacaktı. Sivas davası, TC adaletinin nü resmi gibi cıscıbıl hali olanİstiklal Mahkemeleri dönemi sonrasinda, tek bir davada,bu kadar çok idam cezasinin verildiği ilk dava olarak kayıtlara geçti.

     

    ***

     

    Gelelim Başbağlar Davası’na...

     

    013.jpg

     

    Sivas halkının toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanırken kazen tutaşan otelde dumandan boğularak ölen 33 Alevînin Davasını “Cumhuriyete karşı gerici bir ayaklanma olarak niteleyip 33 idam cezası veren TC adaleti, Geçen bölümde kısaca hikâyesini anlattığımız Örgütlü, planlı, önceden tasarlayarak gerçekleştirilmiş bir katliam olan Başbağlar Davası’nda bakın nasıl davrandı:

    . Başbağlar katliamının ardından katliamı gerçekleştiren ve yardım edenlerden 16 kişi yakalandı. Sanıklar, ifadelerinde köyü yaktıklarını itiraf etti. Katliamı gerçekleştirdikleri iddiası ile 16 kişi Erzincan Devlet Güvenlik Mahkemesi `nde (DGM ) hakim karşısına çıkarıldı . Ancak burada yeterli üye olmaması sebebiyle tutuklama talebiyle Erzincan Sulh Ceza Mahkemesi `ne gönderildi. Mahkeme, zanlıları, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. Daha sonra ise Erzincan DGM salonunun dar olması ve sanıkların can güvenliği gerekçesiyle dava İzmir DGM `ye nakledildi. Dava sürecinde sanıklardan 9`u ortadan kayboldu. Olayla ilgili olarak 4 kişi ise hiçbir zaman yakalanamadı. 1993`te Erzincan DGM `de başlayan Başbağlar Davası, 22 Eylül 1997`de İzmir DGM `de sadece iki mahkumiyetle bitti.

     

    “Bağbağlar katliamı davasının müdahil avukatlarından Kamil Uğur Yaralı saldırı sonrasında başlatılan tahkikatın olayın aydınlatılmasına değil, örtbas edilip kapatılmasına yönelik bir seyir izlediğini söyledi. Yaralı "Bu yorumumuz basit bir tahmine değil, somut olaylara ve tahkikat sonrasında açılan davada en basit araştırmaların dahi yapılmamış olmasına dayanmaktadır" dedi. Olayın hemen ardından yakalanan 20 kişinin ifadelerinde suçlarını kabul ettiklerini belirten Yaralı, "Mağdurlar tarafından sanıkların bir kısmı teşhis de edilmelerine rağmen, bu sanıklar Erzincan DGM'de serbest bırakıldı. Siyasi baskıların kararda etkili olduğuna ilişkin duyumlar alındı" diye konuştu. Davanın garip bir şekilde İzmir DGM'ye nakledildiğini kaydeden Yaralı, "Buradaki yargılama, içlerinde bir itirafçının da bulunduğu 8 sanıkla devam etmiş, tahkikatın genişletilmesine yönelik taleplerimiz reddedilerek adil bir yargılanmanın gerekleri ortadan kaldırılmıştır. Fotoğraflı teşhis dahi yapılmamıştır" dedi.

     

    ”Sadece 2 kişi ceza aldı

     

    “Avukat Kamil Uğur Yaralı, tahminen 100 kişinin gerçekleştirdiği belirlenen Başbağlar Katliamı davasının sadece iki sanığa verilen 14 ve 3,5 yıllık mahkumiyet cezalarıyla kapatıldığını ve olayla ilgili hiçbir sorunun cevabının bulunamadığını kaydetti. Yaralı, "Eğer bu davaya bakan mahkeme bağımsız ve tarafsız olsaydı, olayın tamamen ortaya çıkarılması faillerinin tümümün yakalanması mümkündü" şeklinde konuştu” (10)

     

    ***

    Fazla söze gerek var mı?

     

    Azınlık Alevîlere öyle işleyen TC adaleti, çoğunluk Sünnîlere böyle işliyor...

     

    Sünnîlerin sesini duyan, elini tutan, derdini dinleyen, hatırını soran, haksızlığını gideren yok...

     

    Ama mevzu Alevîler oldu mu siyasetçisinden, bürokrasisine, adliyesinden medyasına tam tekmil “emir ve görüşlerinize hazır”...

     

    Buna rağmen en çok ağlayan da Alevîler... Yok eziliyorlarmış da, hakları hukukları yokmuş da, kimse onları insan yerine koymazmış da...

     

    Daha ne istiyorsunuz?...“Şeriatçı-gerici -Sünnî” diye her gün sövdüğünüz AKP iktidarının Kültür Bakanı sizin hatırınız için 30 yıldır(yani Sivas olaylarından 15 sene öncesinden beri) orada kebapçılık yapan adamın dükkanını kapatıp, çiçekçi dükkânı açtırmaya kalkıyor... Adam Sünnî ya mülkiyet hakkı diye bir hakkı da yok kabul ediliyor...

     

    Gelecek bölümde bir başka benzer iki durumda Sünnîlerin hakları karşısında duyarsız olan TC’nin Alevîlere nasıl imtiyazlı vatandaş muamelesi yaptığını göreceğiz...

     

    Dipnotlar:

    6- “Gözü dönmüş Sünnîler Sivas’ta Alevîleri diri diri yaktılar” kara propagandasının kuyruklu bir yalan olduğu Sivas davasının dosyasının içindeki otopsi raporlarına mevcut, ama zahmet edip de kim bakacak: Bu raporlar oteldekilerin duman zehirlenmesinden öldüğünü belgelemektedir. Orada yanarak ölen bir tek kişi bile yoktur.

    7- Mazlum-Der raporu, Raporun tamamı şu adresten görülebilir: http://www.enfal.de/sivas-o.htm

    8- Agr: http://www.enfal.de/sivas-o.htm

    9- MAHKEME HEYETİ TAMAMEN DEĞİŞTİ :Dava başladığı zaman Ankara 1 No'lu DGM'nin Başkanı Muammer Ünsoy,üyeleri Yılmaz Çamlıbel ve Hakim Albay Ertan Urunga idi. Hakim Albay Ertan Urunga'nın 4. Kolordu Komutanlığı Adli Müşavirliği görevine atanmasının ardından yerine Hakim Albay Çetin Güvener getirildi. Sivas davasının ilk kararını Muammer Ünsoy, Yılmaz Çamlıbel ve Çetin Güvener'den oluşan heyet verdi. İlk karardan sonra Başkan Muammer Ünsoy, Yargıtay'a üye seçilirken, Hakim Albay Çetin Güvener emekli oldu. Sivil üye Yılmaz Çamlıbel ise önce Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimliği'ne, daha sonra da Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı'na atandı. Yargıtay'ın bozma kararından sonra ikinci yargılamada mahkemeye, Mehmet Orhan Karadeniz başkanlık ederken, üyelikleri ise Deniz Kıdemli Hakim Albay Erman Başol ve Metin Yüksel yaptı. Çıkarılan bir yasayla askeri hakim ve savcıların DGM'lerden alınmasının ardından Albay Başol, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne atandı ve Hakim Yüksel de heyetten ayrıldı. Davada 3. kararı ise Başkan Karadeniz ile sivil üyeler Süreyya Gönül ve İsmail Tiryaki'den oluşan heyet verdi.

    10- Başbağlar hâlâ mahzun, 05-07-2002, Yeni Şafak .

     

    Baran dergisinden

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/alev-...v-lik-2463.html


  13. Harvard'tan ABD-Osmanlı Analizi: "ABD, Osmanlı'yı çökereten malî sürecin Benzerini yaşıyor!"

     

    8696.jpg

     

    Harvard'tan ABD-Osmanlı Analizi: "ABD, Osmanlı'nyı çökereten malî sürecin Benzerini yaşıyor!"

     

    Harvard Üniversitesi'nin ünlü hocası Prof. Niall Ferguson, Amerika Birleşik Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında çok ilginç bir benzetme yaptı.

    02 Ocak 2008 / 19:23

     

    Harvard'lı profesörden Financial Times'a ilginç benzetme

     

    ABD ekonomisinde ağır borç yükünden kaynaklanan sıkıntılar, Osmanlı İmaparatorluğu'nun 1870'li yıllada yaşadığı krize benzetildi. Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Niall Ferguson, Financial Times gazetesinde yayınlandığı makalesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun 1870 yıllarındaki iflasına yol açan gelişmeleri anımsatarak, ABD'yi uyardı.

     

    Prof. Ferguson, Financial Times gazetesinde yayınladığı “Amerika için bir Osmanlı uyarısı” başlıklı makalesinde gelecekteki tarihçilerin bu yılları, Osmanlı'nın 1870'li yıllarına benzer bir dönemeç olarak değerlendireceklerini öne sürdü.

     

    Kırım savaşının ertesinde Osmanlı İmparatorluğu ve idaresi altındaki Mısır'ın iç ve dış borçlarının büyük boyutlara ulaştığını, borç ödemelerinin Osmanlı Imparatorluğunun bütçesinde tüm harcamaların yarıdan fazlasına tırmandığını anımsatan Ferguson, bir borç krizinin kaçınılmaz hale gelmesiyle, Osmanlı İmparatorluğunun 1875 yılında iflasını ilan ettiğini kaydetti.

     

    -“FİNANSAL GÜÇ DENGESİ DOĞUYA KAYIYOR”

     

    Niall Ferguson, ABD'de yaşanan borç krizinin elbette ki farklı bir şekil aldığını, kamudan değil, hanelerin mortgage sorunlarından kaynaklandığını belirtirken de Eylül ayından bu yana Ortadoğu ve Doğu Asya devletlerince dört Amerikan bankasına yatırım yapıldığına işaret etti.

     

    Bu tür sermaye girişlerinin ABD finansal hizmetleri sektöründen yabancı hükümetlerine kaynak transferi anlamına geldiğini vurgulayan Ferguson şu değerlendirmeyi yaptı:

     

    “Başka bir deyimle 1870 yıllarında olduğu gibi finansal güç dengesi kayıyor. O zaman, kayma eski doğulu imparatorluklardan (sadece Osmanlı'dan değil, Pers ve Çin imparatorluklarından da) Batı Avrupa'ya yönelikti. Bugün ise kayma, ABD ve diğer Batılı finansman merkezlerinden Ortadoğu ve Doğu Asya'daki otokrasilere doğru gerçekleşiyor.”

     

    Prof. Ferguson, Türkiye açısından “Borç krizinin ardından Sultanın tahttan çekildiğini ve Osmanlının Balkanlardaki konumuna öldürücü bir darbe vuran Rusya'nın askeri müdahalesinin meydana geldiğini” belirterek şöyle devam etti:

     

    “Bugünkü finansal kaymayı, doğudaki yeni ihracat ve enerji imparatorluklarının lehindeki benzer bir jeopolitik değişimin ne kadar çabuk takip edeceği henüz belli değil. Ancak bu tarihsel benzeşme, Amerika'nın adeta bir imparatorluğu andıran Ortadoğu ve Asya'daki üs ve müttefik ağları için iyi bir işaret değil. Borçlu imparatorluklar, er ya da geç borç verenleri tatmin etmek için hisse satmaktan fazlasını yapmaya mecbur kalırlar.”

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=5733#5733


  14. Umur Talu Sınır Ötesini Çok Ağır Yazdı

    30 Aralık 2007

    Türkiyenin sınır ötesi operasyonlarına ağır bir eleştiride Umur Talu'dan geldi. hem hükümete hem orduya yüklendiği yazısının ilgili bölümü.

    Umur Talu/Sabah

     

    Çok karışık, çok!

     

    Müslüman bayramı, Hıristiyan Noel'i ve yeni yıl arifesinde, uçakları bombardıman için havalanmış tek devlet (uçakları havada asılı İsrail'i saymazsak) Türkiye idi.

    Operasyonlarla, gece vuruş kabiliyetiyle gurur duyduk. Doğrudur.

    Türkiye'nin sabrı zaten taşmıştı ama;

    ABD öyle istediği için gözü dönmüş saldıran "terör örgütü" nü, ABD artık öyle istemediği için vuruyordu uçaklar.

    ABD izin vermediği sürece yıllarca gece görüşü olmayan uçaklar, ABD izin verdiğinden beri gece vurabiliyordu.

    ABD, üstelik hukuksuz işgal ettiği ülkede izin vermediği için uçamamıştı uçaklar; bugün hukuksuz işgalci ABD izni ve istihbaratına dayanıp "en işgal işbirlikçisi bölge" de uçuyordu.

    ABD destekli ordu darbesinden korkup ABD'ye daha çok yaklaşan hükümet ile hükümete muhtıra bile vermiş ordu, ABD gölgesinde uzlaşmış; ABD desteğiyle memlekete birden daha yoğun saldırtılmış "memleket teröristleri" ni ABD müsaadesi, istihbaratı ve işbirliğiyle artık vuruyordu.

    Ve pek kimse;

    Böyle bir gölge altında hükümet olmaktan, asker olmaktan, muhafazakar, demokrat, ulusalcı, milliyetçi olmaktan, kendini bağımsız sanmaktan sıkılmıyor; öteki tarafta "ABD kuklası terör örgütü kankası" olmaktan utanmıyordu!

    Kafalar kadar ruhlar da karmakarışık olmuştu. Çok karışıktı, çok!

     

     

    Baran Dergisi 50. Sayı

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=3739#3739


  15. Alevî’nin Canı Can da, Sünnî’ninki patlıcan mı?-2-

     

    Ali Haydar Can

     

     

    003.jpg

     

     

    0002.jpg

     

     

    003.jpg

     

     

    Birinci bölümü şöyle bitirmiştik:

     

    “Sivas Olayları konusunda Alevî örgütlerinin tek yanlı propagandası nasıl işin olayın asıl sebebini ve hedefini gizleyerek anlatmakta ise sonucunu da gizlemektedir. Çünkü Sivas olayları Madımak otelindeki 33 kişinin dumandan boğularak ölmesiyle sonuçlanmamıştır. Raporda da belirtildiği üzere otelden kalabalık üzerine açılan ateşte iki kişi kurşunlanarak ölmüş ve fakat bunlarla ilgili hiçbir inceleme, araştırma ve soruşturma yapılmamıştır. Çünkü bu ölenler Sünnîdir. Aynı gece sivasta alevî militanlarla alevî polisler 33 sünnî insanı kısas olarak yargısız infaz etmişler ama bu dosyalar da faili meçhul olarak kalmıştır. Ve tabiî bir de Başbağlar Katliamı var...”

     

    Başbağlar Köyü nerededir?

     

    Başbağlar , Erzincan ‘a 204 km. uzaklıkta, Kemaliye `nin en uç köyü. Tunceli Ovacık ve Hozat ilçeleri ile sınır olan Başbağlar köyü, Barasor Vadisi `nde uzanan köylerin en sonunda yer alıyor.

    Başbağlar Katliamı nedir? (4)

     

     

    002.jpg

     

     

    Tarih 5 Temmuz 1993. Saat 20.30... Yani sivas olaylarından 3 gün sonra....

     

    Başbağlar Köyünü kuşatıp dört bir yandan giren silahlı 100 kişilik grup, “Sivas`ın intikamını alıyoruz” naralarıyla, yatsı namazı için camiye giden vatandaşlar başta olmak üzere kadın çocuk demeden tüm halkı köy meydanında topladı. 1,5 saat propaganda yaptıktan sonra halkın üzerine mermi yağdırdı, sonra da köydeki evleri, camiyi, ahırları ateşe verdi. Katliamda 29 kişi şehit edilirken, biri çocuk biri kadın 4 kişi de ateşe verilen evlerde diri diri yakıldı. Baaşbağlar adeta haritadan silindi... Geriye 300 civarında dul ve yetim ile yanmış yıkılmış bir Sünnî köyü kaldı...

     

     

    004.jpg

     

     

    Bu vahşî Katliamı gerçekleştirenler giderken PKK adına bir bildiri bıraktılar...

     

    O bildiriden:

     

    ”Partimizin top yekun savaş ilan ettiği ve ulusal kurtuluş müca¬delemizin çok önemli aşamalar kaydettiği bu dönemde sömürgeci, faşist Türk Devleti'nin yurtsever halkımız üzerindeki katliamları en vahşi biçimde sürdürülmektedir.Her alanda bir çıkmazla karşı karşı¬ya olan sömürgeci T.C., Kürt halkını çağdışı baskı, işkence ve zulüm uygulamalarıyla yıldırmaya, durdurmaya, pasifleştirmeye çalışırken, katliam uygulamalarına Sivas’ta bir yenisini daha ekledi. .2 Temmuz günü 40'a yakın insanımızın ölümü 60'a yakınının da yaralanmasıyla sonuçlanan olay, devletin bilinçli bir provokasyo¬nunun ürünüdür.Ve bunun sorumlusu devlettir. Geçmişte Maraşta, Çorum'da, Sivas’ta sahte bir Alevilik-Sünnilik çelişkisi yaratarak halkı¬mızı birbirine düşüren ve katleden devlet, bugün de benzer çelişkileri hortlatarak mücadelemizi bastırmak istiyor (..) Ancak şu çok iyi bilinmeli ki halkımız artık sahipsiz değil-dir.Halkımız artık kendisine yapılan bu katliamlara karşı sessiz kalmıyor.Sivas’taki halkımıza karşı girişilen bu katliama da gereken ce¬vabı verecektir.En ağır biçimde bunun hesabını soracaktır.Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde kalmayacaktır.Eğer bu yönelimlerini T.C. sür¬dürürse en ağır şekilde bunun karşılığı verilecektir.Atacağı yanlış bir adımın bedeli çok ağır ödetilecektir.Bu hiçbir zaman unutulmasın.Bu eylem Türk Devleti T.C. eğer savaşı kurallarına göre oynamaz, sivil halkımız üzerine katliam provasını sürdürürse çok daha kötü sonuç¬lar doğabilir. Ve bunun tek sorumlusu da faşist T.C. Devleti olacaktır.”

     

    Hem katliamın yapılış tarzı, yeri ve hedefi hem de kendi içinde bir yığın çelişki taşıyan bildiri, bu vahşî eylemi PKK’nın mı yaptığı, yoksabir başka örgütün bu işi yapıp PKK’nın üzerine mi yıkmayı uygun gördüğü konusunda ciddi soru işaretleri taşıyor..

     

    Öyle ya; hem “olay, devletin bilinçli bir provokasyo¬nunun ürünüdür.Ve bunun sorumlusu devlettir.” diyeceksin hem de intikam için bir dağ köyünü basacak ve 33 masum sivili katledeceksin... Hem “Sivas’ta sahte bir Alevilik-Sünnilik çelişkisi yaratarak halkı¬mızı birbirine düşüren ve katleden devlet, bugün de benzer çelişkileri hortlatarak mücadelemizi bastırmak istiyor” diyeceksin hem de Sivas’ta dumandan boğularak ölen 33 alevîye mukabil bir Sünnî Köyü basacak ve 33 masum Sünnîyi vahşice öldüreceksin... Ne alâka? Hem Katliam yapacak, hem de katliamdan sonra bıraktığın bildirede “Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde KALMADI” demeyecek, . Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde KALMAYACAKTIR” gibi eylemi sonuçlandırdıktan sonrasını değil eyleme niyet ettiğini belirten bir ifade kullanacaksın... PKK; TİKKO gibi Alevî kökenli Sosyalistlerin oluşturduğu bir örgüt değil (PKK içinde Alevîler azınlık) ve faaliyetinin ağırlık noktası Başbağlar köyüne komşu Dersim(Tunceli ve civarındak)i Alevî nüfusun yoğun olduğu bölgede faaliyet göstermiyor... PKK Kürtçü bir örgüt ve Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünnî... Sünnî bir tabana dayanan bir örgütün Alevîlerin intikamı için Sünnî katliamı yapması ne kadar mantıklı ve inandırıcı?

     

    Geriye ne kalıyor? PKK içinde Merkezden Bağımsız davranan Alevî bir gurub veya bir Alevî örgütü olan TİKKO veya bu iki gurubun işbirliği ile veya TC’nin “iyi çocukları”...

     

    Bir türlü aydınlatılamadı. Daha doğrusu aydınlatılmaya hiç çalışılmadı, daha da doğrusu resmen üstü örtüldü...

     

    “Bu arada dönemin Adalet Bakanı (bir Alevî olan) Seyfi Oktay, Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirildiği öne sürülen katliamı TİKKO örgütüyle ilişkilendirmişti. Abdullah Öcalan ise itiraflarında Başbağlar baskınını PKK'lı Dr. Baran'ın Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirdiğini söylemişti.” (5)

     

    Alevi örgütü TİKKO mensubu Ermeni asıllı Garbis Altınoğlu liderliğindeki grubun yayın organı olan `Emeğin Bayrağı` adlı gazetenin 23 Temmuz 1993 tarihli sayısının baş sayfasında `Sivas katliamının hesabını soracağız` pankartının ön plana çıkartıldığı bir gösteri fotoğrafı yer alıyordu. Söz konusu resmin yanındaki sütunda ise, büyük puntolarla `Sivas `ın hesabı soruldu` ifadesi yer alıyordu. TC’nin hiçbir kurumu veya yetkilisi “Emeğin Bayrağı”na bu intikamın kim tarafından, nerede ve nasıl alındığını sormadı.

    Sivas Olaylarını her vesile ile gündeme getirip bu ülkenin çoğunluk halkı olan Sünnîlerin ne kadar vahşî kaatiller ve Alevîlerin ne kadar mazlum ve masum olduğu propagandasını halâ sürdüren işgal medyası ise, Başbağlar konusunu hep örtmeyi tercih etti... Çünkü burada katledilenler gerçekten masum ve mazlum Sünnîlerdi ve katliamı Sünnîlerin yapmadığı da ortadaydı...

     

    Sivas olayları Başbağlar Katliamı ile de bitmedi...

     

    Bir de bu olayların yargı boyutu var ki; bu ülkede yüzde 3-4’lük bir azınlık olan Alevîlerin medya, yargı ve bürokraside ne kadar etkin oldüğünü ve bu etkinlikleri sebebiyle nelere güçlerinin yettiğini ve buna rağmen masum, mağdur ve mazlum edebiyatıyla duygu sömürüsü yapmaya devam ettiklerini; bu Ülkenin yüzde 90’ından fazlasını oluşturan Sünnîlerin ise yol gösterici bir ideolojik şuurdan mahrumiyet, doğru bir siyasî lidere bağlı olmama, doğru bir liderin emrinde yetenekli ve yeterli bir kadro oluşturamama ve böyle bir kadronun oluşturduğu siyasî bir örgütten yoksunluğun nasıl bir acziyet, çaresizlik, başarısızlık, mağduriyet ve mahrumiyete sebep olduğunu göreceğiz...

     

    (Devam Edecek)

     

    Dipnotlar:

    4- Başbağlar katliamının ayrıntılı bir özetini şu adreste okuyabilirsiniz: http://www.erzurumalperen.com/modules.php?...rint&sid=88

    5- Başbağlar hâlâ mahzun, 05-07-2002, Yeni Şafak

     

     

     

    Baran Dergisi'nden

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/alev-...v-lik-2463.html


  16. Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı?-1-

     

    Ali Haydar Can

     

     

    KONDA'nın Tarhan Erdem'in yönetiminde Milliyet için yaptığı Türkiye’nin kimlik araştırmasına göre “kişilerin kendilerini ait hissettikleri din ve mezhep” sorusuna verdikleri cevaplardan Türkiye nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu, mezheplere göre bakıldığında toplumun yüzde 82'sinin Sünni-Hanefî, 9.06'sının Sünni-Şafii olmak üzere toplam %91’nin sünnî, yüzde 5.73'ünün Alevi-Şii olduğu görülüyor. Konda, kendi sayılarını sürekli abartıp kabartmayı adeta meslek haline getirmiş bazı Alevî dedeleri ile bunların hoperlörlüğünü yapan bazı ‘medyacan’ların hışmından kurtulmak için Sünnî nüfusu Hanefî Şafiî diye bölerken, Alevî ve Şii nüfusu toplayarak vermesine ve büyük ihtimalle bu rakama %1-2 civarında bir caba koymasıına rağmen sayı bu...

     

    Şimdi Türkiye’deki Caferî Şiîlerin Lideri olduğunu iddia eden Selahattin Özgündüz’e sorarsanız bu ülkede en az 2 milyon Caferî Şiî bulunduğunu söyleyecektir ki, bu yaklaşık %3’e denk gelir... Ne kaldı geriye? Yaklaşık %3, yani aşşağıdan saysan da yukarıdan saysan aynı: 2 milyon 100 bin kişi... Hadi Caferî Lideri de kendi sayılarını bir misli abartmış olsun... Ne oldu? Yaklaşık 3 milyon kişi... Peki Her ağzını açan Alevî dedesi veya yazar çizeri ne diyor: Türkiye’de 25-30 milyon (!) Alevî yaşıyor...Haydi yok mu arttıran! Satıyorum... Satıyorum Saaat...(!)

     

    İnsaf yahu... Atmanın da bu kadar desteksizi için insanın “herkesi kör alemi sersem sanma”sından da öte kendini de alemin tek akıllısı(uyanığı) zannetmesi de gerekir.

     

    Çeşitli Alevî guruplarının kendi inaçlarıyla ilgili olarak söyledikleri bir arada değerlendirildiğinde Alevîlik bir yönüyle Şiiliğin Şamanlık, Bektaşilik, Zerdüştlük, İsrailiyat ve kökeni belirsiz bir takım hurafelerle harmanlanmış şekli gibi görünüyor...

     

    Düşünün Alevîler kendi aralarında dahi, Alevîliğin Din mi, mezhep mi yoksa kültür mü olduğuna henüz karar verebilmiş değillerdir... Bir Kısmına göre Alevîler Müslümandır ve Alevîlik bir mezheptir. Bir Kısmına göre Alevîler müslüman değildir, Alevîlik ayrı bir dindir. Bir kısmına göre ise Alevîler müslümandır, mezhepleri Caferliktir, Alevilik ise bir kültürdür... (1)

     

    Yine Alevîler Alevî kelimesinin Hz. Ali’ye mi yoksa zerdüştlüğün alev’ine mi aidiyeti işaret ettiği konusunda da anlaşıp uzlaşabilmiş değillerdir...

     

    Kesin olan şu ki hem Şiîlik hemde Zerdüştlük etkisi sebebiyle Alevîlik üzerindeki Fars/Acem/İran etkisi çok yoğundur ve belki de kendi sayıları ve inançları konusundaki aşırı abartmaların kökeni de bu etki sebebiyledir...

     

    Malum İranlıların millî özelliklerinden biri de her şeyi abartmalarıdır. Bu durum Türkçe’de “Acem palavrası” deyimiyle ifadesini bulmuştur.

     

    Acemler Şiî olmadan önce de böyle miydiler bilmiyorum... Değillerse bu abartmacılık kesinlikle Şiiîiğin ruhlarına şırınga ettiği bir özelliktir. Zira Şiilik Hz Ali sevgisini abartması sebebiyle bir uçtan diğer uca savrula savrula bütün iç tutarlılık ve dengelerini kaybetmiş Hz Ali’yi seveceğim derken Allah’ı Kur’an-ı Kerimi ve Allah’ın Resulü’nü ve onun hadislerini/sünnetini; Ehl-i Beyt’i seveceğim derken de bütün Sahabeyi bulunması gereken yerden çok gerilere itmiş, İslâm inancındaki, birlik ve bütünlüğü, nizam ve intizamı, hiyerarşik düzeni altüst ederek her şeyi birbirine karıştırmıştır.

     

    ***

     

    TC, Sünnîlik temelleri üstüne kurulmuş bir İslâm İmparatorluğu olan Osmanlı’nın red, inkâr ve tasfiyesi ile/için/sonucu ortaya çıkmış bir devlet olduğundan kuruluşundan bu yana iç (ve hatta tek) düşman olarak sünnî müslümanları görmüş ve göstermiştir (TC’nin millî güvenlik konseptinde bugün 2 iç düşman vardır; biri “irtica”kodlu Sünnî Müslümanlık, diğerî “bölücü kodlu Kürtlük (ki Konda araştırmasına göre Türkiyede’ki Kürtlerin yüzde 86’sı Sünnî’dir)... Ancak Sünnîler bu ülkenin en kalabalık nüfusunu (KONDA araştırmasına göre yüzde 91)teşkil ettiğinden, “düşman”ın adı “Sünnîlik” değil, “irtica” nolarak kodlanmıştır. (Kimdir bu irticacılar denildiğinde namazını kılan, orucunu tutan Hacca’ giden, Zekat veren, hanım ise başını örten, erkek ise şapka gibi “gâvur serpuşları”nı takmayan, kısaca farzları ve sünnetleri yapmaya çalışıp,haramlardan sakınmaya çalışan bir insan tipi çıkıyor ki bu vasıflar Alevîlerde, Yahudilerde, Hıristiyanlarda, ateistlerde zaten olmadığına göre bunun Sünnîlik olduğu besbelli.)Yukarıdaki (Sünnîlik konusunda karşı tarafta bulunan) Konda araştırmasında da açıkça göründüğü gibi Sünnîler bu ülkede 84 yıl sonra, bile %91’den daha az gösterilememektedir...Yani bu ülkedeki insanların çoğunluğu TC’nin 84 yıldır devletin bütün imkânlarını seferber ederek sistematik bir baskı, zulüm, yıldırma, aşağılama, saptırma,dinsizleştirme,mezhepsizleştirme, ılımlılaştırma, yavşaklaştırma uygulamalarına rağmen Sünnîdir...

     

    Ve TC Sünnî çoğunluğu (irticacı ve bölücü kod adıyla)iç düşman olarak gördüğünden. Devletin Kritik, etkili,etkin ve belirleyici hiçbir noktasında sünnilik gömleğini çıkartmadan görev vermemek istememektedir... Özellikle Siyaset, yargı ve TSK’ya “sızma”lara karşı sistematik tasfiyeler (Parti kapatma, işten atma, terfiinin engellenmesi, tayin kararnemesinin reddi, askerî okullara girişte mülakatlarda ayıklama şeklinde) yapılmakta, Sünnî müslüman hanımların dört Sünnî mezhepte de kendilerine kesin olarak farz olan (1) başörtüleri ile eğitim ve çalışma hakları zorbaca bir uygulama ile engellenmektedir.

     

    Böylece TC’nin kuruluşundan bu yana uygulanan bu “iç düşman konsepti” sonucu Siyaset, Medya ve askerî-sivil bürokraside hakimiyet bu ülkenin çok küçük bir azınlığını teşkil eden Alevîlerle KONDA Araştırmasına göre binde birlik bir dilime bire giremeyen ateist ve Sabataycıların eline geçmiş bulunmaktadır. Bu durum özellikle askerî-sivil Bürokrasi ile Yargı’nın üst kısmında ve Medyanın yüzde 90’nında böyledir.

     

    ***

    Geçen hafta meydana gelen iki hadise, bana artık kanıksadığımız, alıştığımız ve tabbiî karşılamaya başladığımız bu durumu yeniden hatırlattı.

     

    Bunlardan birincisi dünya görüşünü paylaşmasam da ilkeli duruşunu, dürüstlüğünü, açıksözlülüğünü ve kültürel birikimini takdir ettiğim Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Sivas Olayları konusunda kendinden beklemediğim fevrî çıkışı, diğeri ise Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun Alevî olduğu için Öğretmeni tarafından dövüldüğünü iddiası karşısında çok seri bir şekilde toplanıp, çok hızlı bir karar alarak bunu komuoyuna duyurması...

     

    ***

    Birincisi Şu:

    Günay, TBMM Genel Kurulu’nda Bakanlığı ve bağlı kurumların bütçeleri üzerindeki görüşmelerde, milletvekillerinin sorularınıcevapladı.

    CHP Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz’ün, Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde 37 kişinin öldüğü Madımak Otelinin müze yapılması konusunda bir çalışma olup olmadığına ilişkin sorusuna Günay, şu karşılığı verdi:

    “Sivas Madımak’ta tarihimizin yüzünü karartan, utanç olaylarından biri yaşandı. DYP-SHP iktidardaydı. Devletin gözünün önünde, askerin, savcının gözünün önünde, Anadolu’nun ortasında insanlarımız ölüme, vahşete terk edildiler. Orada, aynı yerde bir lokanta yapılmış olması beni iğrendiriyor. Bu, mutlaka bir biçimde hafızalarımıza kazınması gereken, o dönemde devleti yöneten sorumlularıyla birlikte hafızamıza nakşedilmesi gereken bir olaydır. Onunla ilgili gereken dikkati göstereceğim.”

     

    Sivas Olayları, medya, siyaset ve bürokrasideki alevî egemenliği yüzünden, sürekli olarak tek yanlı (Alevî Bakış açısından) bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Bu bakış açısına göre gerici Sivas halkı durup duruken ayaklanmış ve “dur ulan şu Alevîleri biraz yakalım da vahşet duygularımızı tatmin edelim” diyerek Madımak otelini ateşe vermiştir.

     

    Olay bu kadar basit midir?

     

    Alevileri 2 temmuz 1993’te durup dururken diri diri yakan gözü dönmüş gerici Sivas halkı bu “katliam” için yüzlerce yıl niye beklemiştir? Osmanlı imparatorluğu döneminde bu işi daha rahat, kolay ve kapsamlı bir şekilde yapabilecek durumdayken ve istese orada bir tek Alevî bırakmayacak güç ve imkânlara sahipken Cumhuriyetin kuruluşundan 70 yıl sonra birden bire “masum” Alevîleri katletmeye kalkmıştır?

     

    Sadece olayı tarihî boyutuyla birlikte ele almak dahi tek yanlı Alevî propagandasının saçmalığını ortaya koymaya yeterken, Ertuğrul Günay gibi bir nitelikli bir politikacının bile böyle fevri ve Sivas’ın çoğunluğunu teşkil eden Sünnî müslümanlarını suçlayıcı ve incitici bir açıklama yapması, yıllardır tek yanlı olarak sürdürülen Alevî propagandasının ne kadar etkili olduğunu ve Alevîlerin basında, siyasette ve bürokraside nasıl bir egemenlik kurduklarını göstermektedir.

     

    Bunu Anlayabilmek için 2 temmuz 1993’te Sivas’ta neler olduğuna kısaca bakalım...

     

    ***

     

     

     

     

    MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ SİVAS OLAYLARI RAPORU(2)’NDAN:

    Salman Rüşdi isimli bir yazarın Resulullah(SAV) hakkında hakaret dolu tasvir ve yazıları ile dolu kitabi Aziz Nesin tarafindan Türkçe olarak yayınlandığında Müslümanlar tüm ülke genelinde bu hakaretleri telin eden gösteriler yapmışlar ve protesto etmişlerdir. İstanbul, Ankara, Konya, Bursa ve diğer birçok ilde yapılan gösterilerin aynısı Aziz Nesin’in Sivas’a geldigi günlerde Sivas’da da yapılmıştır.

    Ancak o günlerde Pir Sultan Abdal’ı anma günleri varlığı ve zaten Aziz Nesin’in de bu günler nedeniyle ve Sivas Valisi’nin özel daveti ile Sivas’a gelmiş olması bu gösterilerin daha fazla bir kalabalik kitlesi tarafindan yapılmasi sonucunu doğurmuştur.

     

    Yapılan gösteriler yedi saati aşkın bir süre devam etmiş ve burada gerek Sivas valisinin, gerek ise Emniyet Müdürlügünün alabildiğine basiretsiz tutumu nedeniyle çok kısa zamanda dagıtılabilecek ve sona erdirilebilecek bir gösteri, gittikçe kalabalıklaşmış ve kontrol edilemez hale gelmiştir.

    On binlerce kişinin katıldığı gösterilerde göstericilerin özellikle Aziz Nesin’e ve giderek Aziz Nesin’i Sivas’a davet eden ve bir gün öncesindeki törenlerde birtakim teröristler anısına saygı duruşunda bulunan Sivas Valisine yönelik sloganlar attıklari gözlemlenmiştir.

    Akşama doğru Aziz Nesin’in Madımak otelinde oldugunun haber alınmasi üzerine gösteriler anılan otel önünde yogunlaşmış, kitle içerisinden çıkan bir kaç kişinin otel önündeki arabaları ateşe vermesi, arabalardan otele sirayet eden yangının büyümesi sonucunda otuzbeş kişi duman zehirlenmesinden vefat etmistir. Iki kişinin ise kurşunla vurulduğu sabittir. Anılan kurşunla vurulan kişiler hakkinda hiçbir tetkikat yapılmamıştır.

     

    Her ne kadar bina içerisinde bulunan bir çok kişi, hemen yan binadaki Büyük Birlik Partisi içerisindeki parti mensuplarınca kurtarılmış ve yine gösterici kitlenin asıl hedefi olan Aziz Nesin’in kurtarılmasi sırasında kendisine yönelik kitlesel bir saldırı husule gelmemiş ise de, yangının yoğunlaştığı ve içeride insanların yanarak ölme tehlikesinin var olduğu bilindiği halde otel önündeki gösterici kitlenin, kitle psikolojisi tesiri altında kalarak yanma tehlikesi içerisindeki insanları kurtarmaya tevessül etmediği de vakıadır.

     

    ***

    Bu rapor tek yanlı Alevî propagandasının ne kadar vahim eksiklik yanlışlık ve saptırmalarla dolu olduğunu çok net olarak göstermektedir.

     

    Sivas Olayları, Alevî düşmanlığı ve karşıtlığı sebebiyle başlamamıştır. Bir ateist olan Aziz Nesin’in Peygamberimize ve İslâm’a ağır hakaretler taşıyan Şeytan Ayetleri” Kitabının Türkçeye çevrilip yayınlamasını protesto için Türkiye çapında başlatılan haklı protesto eylemlerinin bir halkası halinde ortaya çıkmıştır. Yani Kitlenin Hedefi Alevîler değil, Aziz Nesin, Salman Rüşdi ve Aziz nesini o gergin ortamda Sivas’a davet etme basiretsizliğini gösteren Sivas valisidir...

     

    Kitle Madımak oteline Alevîler orada olduğu için değil, Aziz nesin orada olduğu için yönelmiştir.

     

    Protestocu kitle, Madımak otelini ateşe vermemiş otelin önündeki bir kaç otomobili ateşe vermiştir... Otel bu arabalardan alevin sıçramasıyla tutuşmuştur... Otelin tutuşmasıyla birlikte başta Aziz Nesin olmak üzere otel içindeki bir çok insan itfaiye ve bitişiteki BBP mensupları tarafından kurtarılmış ve kitle bu kurtarma operasyonuna mani olmamıştır.

     

    Otelde dumandan boğularak ölenler protestocu kalabalığın hedefi oldukları için değil, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için tesadüfen orada oldukları ve yakılan otomobillerden sıçrayan ateşin oteli tutuşturması sonucu ölmüşlerdir...

     

    Kısaca ortada bir öldürme kastı bulunduğuna dair hiçbir ciddi delil yoktur. Kitle oraya öldürme kastıyla gelse araçları değil, doğrudan oteli ateşe verir ve kurtarma çalışmalarına mani olur ve kurtarılanlarıda linç ederdi. Kitle bunnların yapacak güç ve imkâna sahipken bunlardan hiç birini yapmamıştır...

     

    Kısaca ortada her ülkede her zaman olabilecek spontane (kendiliğinden, aniden,plansız ve programsız) olarak ortaya çıkmış bir halk hareketi vardır bunun sonucunda ortaya çıkan ölümler ise bir katliam değil bir kaza sonucu ortaya çıkmıştır... Ortada yakılan insan filan da yoktur. Otelde ölenler yanarak değil, dumandan boğularak ölmüştür. Zaten otelin tamamı yanmamış, yangın itfaiye tarafından söndürülmüştür.

     

    Ama çeşitli Alevî örgütlerinin çıkarı bu işin vahşî bir katliam olarak gösterilmesinde birleştiği için tek yanlı bir propaganda bombardımanıyla orada bir Alevî katliamı yapıldığı tartışmasız bir gerçekmiş gibi zihinlere yerleştirilmek istenmekte ve Madımak Oteli (Yahudilerin “soykırım müzesi” benzeri bir modelle) Alevî Soykırımı Müzesine dönüştürülmek istenmektedir. Bu her yönüyle çok tehlikeli bir teşebbüstür. Ertuğrul Günay’ın bu talebe sıcak baktığını belirten bir açıklama yapması ise kendisinden asla beklemediğim bir basiretsizlik örneğidir...

     

    ***

     

    Sivas Olayları konusunda Alevî örgütlerinin tek yanlı popagandası nasıl işin olayın asıl sebebini ve hedefini gizleyerek anlatmakta ise sonucunu da gizlemektedir. Çünkü Sivas olayları Madımak otelindeki 33 kişinin dumandan boğularak ölmesiyle sonuçlanmamıştır. Raporda da belirtildiği üzere otelden kalabalık üzerine açılan ateşte iki kişi kurşunlanarak ölmüş ve fakat bunlarla ilgili hiçbir inceleme, araştırma ve soruşturma yapılmamıştır. Çünkü bu ölenler Sünnîdir. Aynı gece sivasta alevî militanlarla alevî polisler 33 sünnî insanı kısas olarak yargısız infaz etmişler ama bu dosyalar da faili meçhul olarak kalmıştır. Ve tabiî bir de Başbağlar Katliamı var...

     

    (Devam Edecek)

     

    Dipnotlar:

    1- Bu Konudaki kafa karışıklığına güzel bir misal Zaman Gazetesinin 29 Ekim 2007, tarihli şu haberinde de görülebilir: “İlginç çıkış: Hz. Ali çorba içerken öldürülseydi çorba içmeyecek miydik? Alevilerin anayasa konferansına Nurcan Öztürk isimli vatandaşın sözleri damgasını vurdu. Öncelikle Aleviliğin tanımının iyi yapılması gerektiğini ifade eden Öztürk, bunun gençlere doğru şekilde aktarılmasını isterken, Aleviliğin yıllardır İslam'ın varoşlarında tutulduğunu dile getirdi. Öztürk'ün bu sözleri üzerine divan başkanı Doğan Bermek, "Buraya gelen insanların Alevilik ile ilgili bir kaygıları yoktur. Herkes Aleviliği özümsemiştir. Biz burada anayasa taslağını tartışıyoruz. Lütfen asıl konuya gelelim." uyarısında bulundu. Ancak aynı konuda konuşmasına devam eden Öztürk, şunları kaydetti: "Yurtdışından gelen, boynunda Zülfikâr olan gençler, hâlâ Aleviliğin tam tanımını ve Alevilerin neden namaz kılmadığını bilmiyor. Bu özeleştiriyi yapmamız lazım. Aleviliği Hıristiyanlık'la özdeşleştirmeye kalkışanlar var. Allah, M......d, Ali üçlüsü yerine Allah, Meryem, İsa üçlüsünü koymaya çalışıyorlar. İslam'ın şartının beş olduğunu belirten Öztürk, bu konuda yaşadığı sıkıntıları ise şöyle anlattı: "Kelime-i şehadet anahtardır. Zekât vermek toplumsaldır. Bunlarda ortağız. Ancak bize soruyorlar, 'Siz nasıl Müslümansınız da namaz kılmıyorsunuz, oruç tutmuyorsunuz, hacca gitmiyorsunuz?' Bizimkiler de, 'Hz. Ali namaz kılarken öldürüldüğü için biz kılmıyoruz' diyor. Hz. Ali banyo yaparken öldürülseydi, biz de mi banyo yapmayacaktık? Çorba içerken öldürülseydi, çorba mı içmeyecektik? Bu nasıl bir izah? Alevi gençlerine bunu açıklamamız lazım."

     

    2- Tesettür Sünniliğin o kadar açık bir gereğidir ki; temel görevi Sünnîliği tahrif ve yozlaştırmak ve Sünnîleri rejim hizmetkârı haline getirmek, hizmetkâr haline gelmeyenleri sapık, günahkâr ve terörist olarak damgalayarak aforoz etmek olan ve TC tarafından dinî bir maske takılmış istihbarat ve dezenformasyon kurumu olarak yapılandırılmış DİB bile bunu inkâr edememektedir 3.2.1993.tarihli fetvasında tesettür konusunda şunları söylemektedir:”Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri, “Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitab, sünnet ve İslâm alimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dini bir vecîbedir.” Fetvanın tamamı nı şu adresten görebilirsiniz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting....um=entellektuel

     

    3- Raporun tamamı şu adresten görülebilir: http://www.enfal.de/sivas-o.htm

     

    Baran Dergisi'nden

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/alev-...v-lik-2463.html


  17. Ekrem Eraslan

    26.11.07

    Kozan'da iki damla gözyaşı ve iktidar olmak

    65190.jpg

    Gazetelerde ve internet sitelerinde gözlerimizin karşılaşmaktan imtina ettiği bir haber vardı. Gözlerimiz artık farklı bir utancı taşıdığı için bu haberlere uzak dursalar da bazen utanmazca bakabiliyoruz. Önceden zulmün ve Allahsızlığın terennümü olan bu gibi olaylar kalbimizde ve gözlerimizde başka bir ateşin koru oluyordu. Bugün ise gözlerimiz devekuşu misali kuma sokulu başlarımızın bir uzantısı olarak bunlara şahitlik edemiyor. Utanıyor…

     

    Yüreklerimizde kazınmış olan ilahi gerçekliklerle, şeytanla birlikte ördüğümüz kalın, sistemden pay alma, duvarlarını aşarak kendimizle yüzleşemiyoruz. Bir yanda yüreğimizde taşıdıklarımız diğer yanda da hayatta sahip olduğumuz metalar…

     

    Daha dün aynı acının çocukları idik, aynı çizginin öbür yanında idik. Sonra onlara ve kendimize ışık saçacak özgürlük yolunu aydınlatacak meşale ile 2002 yılında iktidar olduk. Sabretmeye, biraz daha acı çekmeye razı idik. Bu uzun ve zorlu bir yolculukta bütün karanlıklara rağmen elimizde geleceği aydınlatacak ışığımız vardı. Hafızamızdaki bütün aksi inanış ve teorilere rağmen umut dağlarının eteklerinde gölgelenmeye başladık.

     

    Tesellilerimiz vardı. Belki de kendimize söylediğimiz beyaz yalanlar… Her biri ciddi mazeret sayılacak gerekçeler…

     

    Önce ışığımız gücünü kaybetmeye başladı, ardından sadece bazılarının önünü aydınlatmaya,sonra hepimizin olmaktan çıkmaya ve en üzücüsü ise ışığımız sistemden pay almak karanlığına ram olmaya başladı.

     

    Evet…

     

    Siyaset bilimciler, sosyologlar…

     

    Siz haklıymışsınız...

     

    Her siyasal ve sosyal analizde, bizden bahsederken, sistemden pay alanlar/almayanlar değerlendirmenize isyan ediyorduk. Kendimizin ve idealimizin köhne bir sistemden beslenmek olmadığına inanıyor ve söylüyorduk. Geçen beş yıllık süre bize yanıldığımızı,size de haklı olduğunuzu gösterdi.Sizin bilimsel gerçekliğiniz, bizim ütopik ideallerimizi tarihin çöplüklerinden birine yuvarladı.

     

    Bugün sistemden pay alıyoruz. Hem de Huneyn dönüşü ganimet için Hz Peygamber’i inciten bedevilerden daha kuralsız ve daha hoyratça.Bu durum anlık yanlışlara düşmek ve pişmanlık taşımak gibi bir insani hal olmaktan da çıktı. Sistemden pay almak adına kutsallarımızı, hatta ortalama bir ahlakı bile aratacak yanlışlar manzumesinin bir parçası olduk. Şimdi çok daha güçlüyüz, daha çok paramız var, daha güçlü dostlarımız var. Yürekleri ile yabancı düşseler de lisanımızı anlayacaklar var. Daha çok kazanıyor daha çok harcıyoruz. Ama zayıf günlerimize göre çok daha az fedakâr ve çok daha az faydalıyız.

     

    Tüketiyoruz ve tükeniyoruz…

     

    Kozan, Anadolu ortalaması bir şehir. Her yürekte, farklı şekillerde olsa da Allah ve vatan var. Birbirine uzak ve hasım olmadan. 24 Kasım; birçok yetişkin için sıradan, hatta sıkıcı sayılabilecek resmi törenlerin, basma kalıp ifadelerin ve ezberlerin günü. Ama öğretmenler ve onların elinde nakış nakış şekillenen, ebeveynlerinden çok onlara yakın duran öğrencilerin minik yürekleri için çok özel bir gün. Böyle bir yürek, içinden gelenleri satırlara taşımanın güzelliğini yaşayarak, düzenlenen yarışmada ödüllendirilmeye layık görülmüş. O heyecan dolu minik yürek kürsüye çağrılınca bir kuş gibi kanat çırparak gelmiş. Her şey o ana kadar normal iken, salondaki kalabalıkların içerisinden haklılıklarından değil de oturdukları sıralardan dolayı güç vehmedilenlerden yükselen canhıraş bir iki ses bütün güzelliği kristal bir vazo gibi parçalayarak salonun ortasına bırakmış.

     

    Arkasından iki damla gözyaşı…

     

    Salonun ortasına minik bir yürekten bir kan damlası gibi düştü. Ön sıralarda sistemden pay almadan önce aynı acının çocukları olup da sistemden pay alınca bunu unutanlar da vardı. Gözlerinde o iki damla gözyaşını sahiplenecek bir cesaret ve adamlık aradı o minik yürek.Ama nafile… Gözler boş ve anlamsızdı. Alınlarına yapışan, dünya metası ve yeryüzü tanrılarına kulluk lekesi, onları oldukları yerde çakılı bırakmıştı. Allah’sızlık ve adamsızlık ikliminin şaşkınlığına tutulmuşlardı.

     

    Ama…

     

    Ön sıranın hemen arkasında ve daha çok da arkalarda oturan “garip dinin garip sahipleri” o garibin garip sesine ses verdiler. Tıpkı binlerce yıldır olduğu gibi, Allahsızlık ve adamsızlık iklimini terk ettiler.

     

    Sistemden pay alanlar içeride, sistemden pay almayanlar ise dışarıdaydı.

     

    Dışarıda olanlar, içeride koltuklara mıhlanıp kalanlara sessizde olsa “Waldo, sen neden burada değilsin ?” dediler.

     

    Duyulmasa da, anlaşılmasa da…

     

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/yeni-...-mert-3878.html


  18. Emekli Subaylar İçin Zor Seçim:

    Vatan Yahut Lüks Hayat

    Ali Haydar Can

     

    news_a.jpg

     

     

     

    Bu ülkede kaç kişi Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız, Rus, Çin, Hint, Yunan, Bulgar, Gürcü, İran, Suriye Ordularının GKB, KKK, HKK veya DKK’larının (1) isimlerini cisimlerini, resimlerini bilir veya hatırlayabilir?

     

    Bu “iletişim çağı”nda Bu dünyanın en büyük ordularının ve komşumuz olan devletlerin ordularının GKB veya Kuvvet Komutanlarının isimlerini, resimlerini, cisimlerini bilmemek veya hatırlalamak, hafızalarımızla ilgili bir zafiyet veya problemden değil, bu komutanlarla ilgili hafızamıza depolanacak bilgi bulunmamasından kaynaklanmaktadır.

     

    Zira bütün normal devletlerin komutanları ya hiç konuşmayıp kendi işleriyle meşgul olmakta veya çok gerekli olduğunda bağlı olduğu Savunma Bakanının izni veya emriyle sadece askerî konularda bilgi vermek için konuşmaktadır. Hal böyle olunca da güncel medyada ya hiç görünmemekte veya çok nadir olarak küçük bir haber olarak görünmekte olduklarından kendi ülkelerinde bile halk tarafından fazlaca tanınmamaktadır.

     

    Dünyada vaziyet özet olarak bu iken TC’de vaziyet tam tersidir...

     

    GKB ve bazı Kuvvet Komutanları olur olmaz her mevzuda ve kendilerine mikrofon uzatılan her mekânda, kendilerine mikrofon uzatılmazsa bunu bizzat sağlayarak akıllarına ne eserse söylemekte, bu yüzden de sık sık ana haber bültenleri, ile manşetlerde görünmekte, popülerlikte politikacılar, sinema ve sahne starları ve futbol yıldızlarıyla yarışmaktadırlar.

     

    Bu gerçekten izahı zor bir durumdur...

     

    TSK’nın bazı komutanları niçin askerlik dahil her konuda ve özellekle de siyasî konularda olur olmaz, ileri geri, yalan yanlış ayırd etmeden konuşmayı meslekî görev veya kariyerlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir?

     

    Burada 80 yıldır çözülmemiş, çözülememiş bir problem olduğu açıktır.

     

    Bu problemin görünen sebeplerinden biri askerî okullardaki eğitimin şekli ve muhtevasıdır: Askerî okullardaki eğitimin niteliğini ve muhtevasını tayin ve tesbit hak ve yetkisi MEB’in elinden alınarak GKB’nin tasarrufuna bırakılmış ve ülkede Tevhid-i Tedrisat Kanu’na aykırı olarak çift başlı, çift gayeli, çift hedefli, çift muhtevalı bir “askerî ve sivil” eğitim düzeni çıkmıştır.

     

    Bu komutanlar işte bu eğitim düzeninin ürünüdür ve bu düzen kesin olarak ve topyekün değiştirilip “Öğretim Birliği” sağlamadıkça, kendine mikrofon uzatılan her yerde ve bildiği, bilmediği her konuda, aklına ne eserse konuşmayı marifet zanneden bu geveze komutan tipinden kurtuluş yoktur.

     

    Onların dilinden düşürmediği kelimelerle ifade edersek “aklın, bilimin ve çağdaş normların” öngördüğü; sadece mesleği ve görevi olan askerliğe odaklanan ve temel görevlerinden birinin meslekî sınırları aşmamaya özen göstermek olduğunu bilen, işini kusursuz yapmaya çalışarak, halkın kendilerine ödediği maaş ve artı imkânların karşılığını işini iyi yaparak ödemek isteyen, kendine mikrofon uzatmak densizliğini gösterebilen bir gazeteciyle karşılaştığında da, ona kibarca politikacı, artist veya futbolcu olmadığını hatırlatarak susmasını becerebilen bir komutan modelinin bu askerî eğitim düzeni içinden çıkmasını beklemek olmayacak duaya amin demek gibi bir şeydir.

     

    ***

     

    Bütün bunları bana yeniden hatırlatan şey ise aşağıdaki şu haber oldu:

     

     

    Emekli Subaylara Konuşma Yasağı

    17 Kasım 2007 10:43

    MSB, TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nde değişiklik yaparak emekli subay ve generallarin demeç vermesini yasakladı.Konuşanlara verilebilecek cezalar belirlendi.

     

    MSB, TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nde İç Hizmet Yönetmeliği'nde 3 maddelik bir değişiklik yaptı. Resmi Gazete de yayınlanan yönetmelik değişikliğine göre, emekli subaylar ve generaller görev yaptıkları döneme ilişkin açıklamalarda bulunup, yazı yazarlarsa askeri sosyal tesislere geçici veya sürekli olarak girmeleri yasaklanabilecek.

     

    Emekli subay ve paşalara "sus" genelgesi olarak değerlendirilen yönetmelikte, "Kendisine özel bir görev verilmediği halde görevi ve sıfatı icabı muvazzaflık yaptığı dönemde bulunduğu görev ve görev yerleri hakkında beyanat veren, yazı yazan veya sair surette açıklamada bulunan, astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye yönelik olarak açıkça aşağılayıcı söz ve davranışta bulundukları çeşitli komutanlık ve resmî kaynaklardan intikal eden bilgi ve belgelerden tespit edilenlerin orduevleri, askerî gazinolar ve diğer askerî sosyal tesislere girişleri, Genelkurmay Başkanlığınca geçici veya sürekli olarak yasaklanabilir" denildi.

    İnsan bu haberi üstünkörü okuduğunda “oh be hiç olmazsa emeklilerin geveziliğinden kurtuluyoruz, darısı muvazzafların başına” diye düşünüp sevinebilir... Şüphesiz AKP medyası bizi buna inandırmak için özel bir gayret de sarfedecektir.

     

    Ama haber dikkatli okunursa kazın ayağının öyle olmadığı anlaşılıacaktır...

     

    İlk bakışta bize müjde gibi gelen bu haber aslında ülkenin içinde bulunduğu “durum”un giderek daha vahimleştiğini, bu vehametin gizlenebilmesi için siviller üzerindeki hak ve hürriyet kısıtlamalarının kapsama alanı içine emekli askerlerinde alındığını gösteriyor.

     

    Demek ki“durum” o kadar vahim ki, muvazzaflıkları döneminde bütün “hak ve özgürlük” taleplerini “milletin biriği ve vatanın bölünmez bütünlüğü” için en büyük tehlike sayarak bu taleplerle ortaya çıkan halk kesimlerini “iç düşman” olarak ilan edilmesine bir şekilde katkıda bulunmuş olan emekli askerlerin “hak ve özgürlüklerini” savunmak da bize kalıyor...

     

    Ne diyor haberde: “MSB, TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nde 3 maddelik bir değişiklik yaptı. Resmi Gazete de yayınlanan yönetmelik değişikliğine göre, emekli subaylar ve generaller görev yaptıkları döneme ilişkin açıklamalarda bulunup, yazı yazarlarsa askeri sosyal tesislere geçici veya sürekli olarak girmeleri yasaklanabilecek.”

     

    Dikkat edin sadece “emekli generaller değil”, bütün emekli subaylar bu yasak kapsamına alınıyor...

     

    Adamlar TSK işe ilişiklerini emekli olarak kesmişler...

     

    Artık onlar da sivil...

     

    Sen hangi hakla bir sivilin inanç, düşünce ve kanaatlerinilerini serbestçe ifade etme temel hak ve hürriyetine askerî bir yönetrmelikle kısıtlama getirebiliyorsun?

     

    Bunun hem hukuka, hem taraf olduğun uluslarası sözleşmelere, hem de kendi anayasana açıkça aykırı olduğunu görmüyor musun?

     

    Görüyor ama “durum” demek ki bizim sandığımızdan da vahim ki emekli askerleri bile baskı ile (“lojmanından atarız, orduevlerine ve sosyal tesislere sokmayız” diyerek) susturmaya çalışmaktan başka çare bulamıyorlar...

     

    Bu yönetmelik değişikliğinde yanlış olan bir durum da şu: Yönetmelik değişikliğini MSB yapıyor ama yasaklara aykırı davranan emekli subaylar için cezayı mahkeme veya MSB değil de GKB veriyor. TSK ile ilişiğini kesmiş, artık sivil statüye geçmiş emekli personel hakkında GKB hangi sıfat, yetki ve hakla ceza verecek?

     

     

    Bir başka çelişki de şu: Muvazzaf subayların alt rütbelileri bayram, seyran törenlerde, Komuta kademesinden bazıları ise (özellikle GKB ve KKK) her vesile ile askerlkle ilgisi olmayan siyasi ve sosyal konularda bile cayır cayır konuşurlar ve haklarında herhangi bir yasal işlem yapılıp ceza verilmezkeni, artık sivil statüye geçmiş emekli subayları baskı ile susturmaya çalışmak nasıl bir hukuk ve adalet anlayışının ürünüdür?

     

    Ceza yetkisi’nin GKB’nda olması ,emekli olduğu halde “psikolojik savaş” departmanıyla ilişiğini kesmemiş ve medyada dezenformatör ajan olarak göreve devam eden emekli subaylar dışındaki bütün emekli subaylara bir gözdağıdır. Ya GKB’nın hoprlörlüğünü yapacaklar veya cezalanndırılacaklardır.

     

    Bunun halk için (yönetmelik değişikliği yapılırken düşünülmemiş olan) iyi yanları da vardır: Birinci iyilik; bu yönetmeliğe rağmen medyatikliğini sürdürdüğü halde cezlandırılmayan emekli subayların“emekli” sıfatlarının bir kamuflaj olduğu kabak gibi ortaya çıkacaktır... İkincisi ise bu yönetmelik çıkmadan önce “psikolojik savaş” departmanıyla ilgileri olmadığı halde, durumdan vazife çıkararak löm löm atanların, “gaye vatansa gerisi teferruattır” diye hava basanların samimi olup olmadıkları da ortaya çıkacaktır: Vatan mı yoksa sudan ucuza oturdukları askerî lojmanlar mı, Vatan mı yoksa sudan ucuza yiyip içtikleri Orduevleri mi, Vatan mı yoksa sudan ucuza tatil yaptıkları TSK Sosyal tesisleri mi?

     

    Hadi bakalım top sizde...

     

    ***

     

    İlgilisine (doğru anlaşılacağına dair hiç bir ümidim olmayan) lüzumsuz bir kaç not:

     

    Hiç bir kişi ve kurum kendini her türlü denetim ve eleştirinin üstünde ve dışında tutarak hayatiyetini sürdüremez.

     

    Eleştirinin ve denetimin iyi niyetlisi ve kötünü niyetlisi de olabilir.

     

    Kendini idame ettirmek isteyen, değişen şartlarda ayakta kalabilmek için gerekli değişim ve dönüşümleri yapmak basiret ve iradesine sahip kişi ve kurumlar kötü niyetli denetim ve eleştirilerden bile gerekli dersleri çıkardıkları için denetim ve eleştirinin her türlüsünü kendileri için şans sayarlar..

     

    Çünkü her denetim ve eleştiri o kişi veya kurumun kendi yanlışlıklarından kurtulması için yeni imkânlar sunar.

     

    Kendini her türlü denetim ve eleştiriye kapatarak, durmadan kendine övgüler düzerek varılacak yer Dağlıca fiyaskosudur...

     

    Böyle bir fiyaskoyu örtbas etmek için iade edilen esir askerleri tutuklatırsın bu ayrı bir fiyasko olur...

     

    Bunun yetmediğini görünce tutuklanan esir askerlerle ilgili her türlü habere mahkeme eliyle sansür koydurursun bu bir başka fiyasko olur...

     

    Bütün bunları örtbas edebilmek için bütün emekli subayların düşünce, inanç ve kanaatlerini açıklama hürriyetlerini bir yönetmelik değişikliği ile yok etmeye kalkarsın bu daha da büyük fiyasko olur...

     

    Ve hiç bir kişi veya kurum bu kadar fiyaskoyu sırtında taşıyamaz: Çöker...

     

    Bunu da (kendini her türlü denetim ve eleştirin dışında ve üstünde tuttuğun için) iş işten geçip kaçınılmaz son ortaya çıkmadan anlayamazsın...

     

    Dipnotlar: 1- Dikkat ettiyseniz JGK’ından hiç söz etmedim zira bütün normal devletlerde jandarma ordunun değil, iç güvenlik teşkilatının bir parçasıdır ve GKB’ye değil her yönüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır. Statüsü Emniyet Genel Müdürü veya Emniyet Genel Müdür Yardımclığıı gibidir.

     

    Baran Dergisi'nden

     

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopi...um=entellektuel


  19. Hak ve Halk Düşmanlarına Karşı Gerçek Bir Fedaî Aydın:

    Osman Yüksel Serdengeçti

    Av. Harun Yüksel

    1056.jpg

    Osman Yüksel Sedengeçti 1917’de Akseki’de doğdu-10 Kasım 1983’te İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

     

     

    Asıl adı Osman Zeki Yüksel’ dır. Kendi Çıkardığı Serdengeçti mecmuasında Osman Yüksel Sedengeçti imzasıyla yazılar yazdığından bu müstear ismiyle tanındı. Hakkında yazılan bir biyografi de şöyle tanıtılıyor:

    Aralarında Ahmet Hamdı Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 2. Sınıf öğrencisi iken Mayıs 1944’te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istediyse de kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’ e hitaben “Yüksek makamın alçak vekiline” sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. Dilekçe’yi bakana verme cesaretini kimse bulamadı, Osman Yüksel yeniden hapishaneye gönderildi.

    Hapisten çıkınca ünlü Serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları sebebiyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı.

    Başlığının altında “Allah, Vatan, Millet Yolunda” ibaresi de i yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı “Açın kapıları Osman geliyor” sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu.

    Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkumiyet kararı çıkması sebebiyle yaklaşık 20 yılda (1947-Şubat 1962) 33 sayı çıkabilmişti.

     

    Tek parti yönetiminin İslâmiyet ve müslümanlar üzerindeki ağır baskılarını protesto eden aydınların önde gelenlerin arasında yer alan Osman Yüksel sn. Mehmet Ateşoğlu şu doğru tespiti yapıyor: “Kalemini Hak yolunda bir kılınç gibi kullandı, bu nedenle de Anadolu’da efsanevi bir kahraman gibi tanındı.”

    1952 yılında Bağrı Yanık isimli bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında “Hak yolunda bağrı yanık yolcular” ibaresi de yer alan bu yayınında da inancının mücadelesini zengin esprilerle yüklü tenkidlerle sürdürdü.

    Bir ara politikaya atıldı, Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekili seçilerek, parlamentoda görev yaptı (1965-1969). Batılılaşmayı protesto için meclise kıravatsız olarak girdi ve “iç tüzükte milletvekillerinin kravat takma mecburiyeti var” diyenlere, pantolonunun kemer bölümüne taktığı kravatı göstererek, “Evet var, ben de taktım işte. İç tüzükte bu meret ille de boyuna yular gibi takılacak demiyor ki”. Cebaıyla halkın hislerine bir kere daha tercüman oldu. Ama bu Hak ve halk düşmanı gazeteleri ayağa kaldırdı. Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin yürüttüğü linç kampanyası sonucu; bu eylemi ve kendi Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden AP’den ihraç edildi.

    Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayınladığı yazı ve kitaplarla devem etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” başlığı altında günlük fıkralar yazdı.

     

    Eserleri: Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı.

    ***

    Gazi Karabulut Onunla ilgili şu bilgileri veriyor:

    Osman Yüksel Serdengeçti milletvekili seçilince Hüseyin Üzmez’e “Ben oraları bilmem , gel beraber gidelim.” Demiş. Meclisin girişindeki dönerli kapıdan önce Hüseyin Üzmez geçmiş, bir müddet ilerlemiş, lakin arkasından ayak sesi gelmediğini hissedince dönüp bakmış ki; döner kapı ile birlikte Osman Yüksel de dönüp duruyor.

     

    Tutup kolundan çekerek kapıdan kurtarmış. Abi hayrola ne dönüp duruyorsun?” dediğinde aldığı cevap meclisin duvarına yazılacak kadar veciz:

     

    -Sorma Hüseyinciğim, döneklik meclisin kapısında başladı. Allah içerde bize yardım etsin.

     

    Bir Serdengeçti klasiği daha:

     

    Osman Yüksel milletvekili olduğu dönemlerde bir mesele ile alakalı meclis kürsüsünde konuşurken CHP milletvekilleri sıra kapaklarına vurarak protesto eder ve konuşmasını engellemeye çalışırlar. Bunun üzerine Osman Yüksel SERDENGEÇTİ” Bu meclisin yarısı hıyar.”deyip kürsüden iner. Bunun üzerine CHP’li vekiller meclisin şahs-ı manevisine hakaret söz konusudur. Lütfen sözünü geri al, diye itirazda bulunurlar. Bunun üzerine Serdengeçti yeniden kürsüye gelip şöyle der:

     

    -Tamam sözümü geri alıyorum. Bu meclisin yarısı hıyar değil.

     

    Ya şuna ne dersiniz?

     

    AP milletvekili olduğu dönemde Süleyman Demirel sık sık “Osman Yüksel varken Muhalefete ne gerek var.” Dermiş hatta hiç kravat takmadığı için sitem eder, oturumlara katılmasını istirham edermiş. Serdengeçti de kravatsız milletin vekili olduğunu beyan edermiş, bir defa kravat takmış onda da boynunu değil uçkurunu kullanmış. Boş işler dediği bir oturumda gübre meselesi konuşuluyormuş. Demirel meselenin çözümünü milletvekillerine sormuş. Herkes bir şeyler söylemiş. En son Serdengeçti söz isteyince herkes hayret ve ilgiyle ona doğru dönmüş, işte Serdengeçti’nin çözümü:

     

    Sayın genel başkan bu işin çözümü çok kolay. Şu ön sıralarda oturan yiyip de çıkarmayan vekilleri tarlalarda şöyle bir dolandırıp def-i hacet yaptırın gübre meselesi hallolur.

     

    Osman Yüksel Serdengeçti’ye “Senin hastalığının adı ne?”diye sormuşlar. O da; “Vallahi araba markası gibi bir şey . insanın benim de bir parkinsonum olsa diyesi geliyor.”demiş.

     

    Hastalandığı zaman kendini ziyarete gelen Alparslan Türkeş’e “Bak Türkeş, senin en sadık müridin benim, sen “Ey Türk titre ve kendine dön.” Dedin. Ben de titremeye başladım.”demiş.

     

    Hey koca Serdengeçti hey! Parkinson hastalığına yakalandığı zaman, ”Kalk be ne yatıyorsun?” diyenlere “Bir zamanlar dünyayı karıştırıyordum, şimdi çayımı bile karıştıramıyorum.” Diyor ve en büyük esprisini 10 Kasım’da hayata gözlerini yumarak yapıyor.

     

    4 yıl mebus 10 yıl hapis yatan, “Allah’sıza, vatansıza, bayraksıza karşı SERDENGEÇTİ” dergisini çıkaran; her çıkardığı sayıdan sonra “Nasıl olsa tutuklayacaklar.” Deyip emniyete giden ve her gittiğinde de hakikaten tutuklanan; hapse giderken de “AÇIN KAPILARI OSMAN YÜKSEL GELİYOR.” Diyen Serdengeçtilere, dalkavukluğun, iki yüzlülüğün, menfaatperestliğin ayyukaya çıktığı günümüzde ne de çok ihtiyacımız var.

     

    ***

    O, Müslüman Türk milliyetçilerine fikirleri, mücadelesi ve şahsiyetiyle bayrak olmuş, öncülerdendir. Bir ara MHP Genel Yönetim Kurulu üyeliği de yaptı. Ancak daima Hak ve halkın yanındaki tavizsiz duruşu ve doğruları her ortamda söyleme cesareti sebebiyle orada da kalamadı.

    Nihal Atsız ve yandaşlarının, “Türk Milliyetçi Hareketi”nin faşist-Şamanist bir temele oturtulması planını engelleyerek müslüman karakterini muhafaza etmesini sağlayan üç büyük isimden biridir ( Diğer ikisi:Merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek ve merhum Seyyid Ahmed Arvasî’dir. Ülkücü Hareket ve MHP bu üç isme çok şey borçludur.)

    ***

    Üstad’ın vefatından sonra yazdığı “DAVA ARKADAŞIM “ başlıklı yazısında şöyle demişti:

    ”Bu yazıyı kaleme alan arkadaş bana sordu. “Ne ile nasıl başlıyalım” ona dedim ki: Başlangıcımız da Necip Fazıl sonumuz da Necip Fazıl. Çünkü Necip Fazıl’la kimse mukayese edilemez ve Necip Fazıl kimseye benzemeyen bir adam idi. Şerik kabul etmezdi. Kendisiyle uzun bir arkadaşlığımız var. Bu arkadaşlık alelade düz bir arkadaşlık değildir. İnişli çıkışlı bir arkadaşlıktı. Çünkü NecipFazıl farklı adamdı. Ne onun yükseldiği yere yükselebilirdiniz ne düştüğü yere düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik... Necip Fazıl ol kişidir ki hakkında kolay kolay karar verilmez. İnsanı hükümsüz bırakır. Necip Fazıl noktasız, virgülsüz bir adamdı. Ne dur bilirdi ne durak. Ondaki hayata hükmetmek hırsı sonsuzdu. Ölürken dahi yaşıyorum diye sesini yükseltecek bir adamdır. Mağlubiyeti asla kabul etmezdi. Bir gün treni kaçırmış, öfkeli öfkeli gar’dan dönüyormuş. Ne o üstad treni mi kaçırdın? demişler. Hayır demiş kovdum gitti. Necip Fazıl böyle bir adamdı. (..) Allah rahmet eyleye...

    Bir şiirinde ise şöyle haykırıyordu:

    BİR KAHRAMAN BEKLİYORUZ

     

    Kal'a gibi dik başın bulutlara yarışsın,

    Dalga dalga saçların rüzgârlara karışsın!

     

    Adını nakşedelim, eski-kadim surlara

    Sesini haykıralım asırlardan asırlara...

     

    Savletinden titresin yeniden doğu, batı,

    Ve kurulsun Allah'ın ebedî saltanatı...

     

    Ufukları kaplasın bayraklarımız al, al,

    Göklerle zaferimizi çizsin vahşi bir kartal!. .

     

    Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,

    Eğilsin öpsün gökler canım nazlı hilâli...

     

    Ordularım yeniden Tuna'ya akın etsin!

    Bir Yıldırım çıksın da uzağı yakın etsin

     

    Selâm dursun karşısında bütün şerefler, şanlar!

    Namını tebcil etsin, yıldızlar kehkeşanlar...

     

    İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdâsı var.

    Yavuz gibi diyorum: Bu dünya insana dar!

     

    Bir sadâ duymak için sahralara düşeyim.

    Helâl olsun bu yolda, varım yoğum herşeyim!

     

    Volkan gibi lav atmış, ne susmuş ne sönmüşüm.

    Ben bu imân uğruna çılgınlara dönmüşüm.

     

    Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun,

    Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsun.

     

    Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar,

    Kahrolsun Hak dururken zorbalara tapanlar!

     

    Çık nerdesin zuhur et! Biz seni bekliyoruz.

    Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz...

     

    Musa ol! Hakk'a yüksel! Tecelli et de Tûra.

    Zulmet yıkılsın gitsin! Cihan garkolsun nûra!

     

    İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum,

    Ne hayal, ne kuruntu hakikat istiyorum.

     

    Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum!..

    ***

    O’nunla ilgili minik bir hatıra: İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le buluşmasından sonra, zaman zaman Büyük Doğu Yayınevine uğrar ve hizmetkârlık etmeye çalışırdık. O günlerden birinde Yayınevi’nin kapısı çalındı. Beyaz saçlı, yaşlı bir zat selâm verdi ve Üstad’ın yayınevinde olup olmadığını sordu. Üstad Yayınevindeydi. “Kim görüşmek istiyor diyelim, efendim” dedik... “Osman Yüksel Serdengeçti” dedi.. Haber verdik... Üstad Ayağa kalktı ve “Vaaaay Osman!” diyerek kucakladı. Kendisine karşı çok mültefit ve sevgi doluydu... Bir süre sohbet ettiler... Merhum Osman Yüksel Serdengeçti çok hastaydı, zor yürüyordu. Parkinson illetine tutulmuş, sürekli titriyordu. Bu haline rağmen Üstad’ın hasta olduğu haberini duyunca ziyaretine gelmişti. Hasta olmadığını görünce çok sevindi. Kendi hastalığıyla ilgili ise şu hoş espriyi yaptı: “ Yahu, Başbuğ ‘Bize Titre ve kendine dön’ dedi ya, ben o vakitten beri titriyorum ama bir türlü kendime dönemedim!...”

    Bu onu ilk ve son görüşüm oldu. Allah rahmet etsin...

    Vefatının yıldönümünde kendisini minnet ve şükran hisleriyle yadediyoruz.

     

    Baran Dergisi'nden

     

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=2635#2635


  20. Siyaset yapan, askerlik yapamaz

    Cemal SAYGILI

    sirnak_sehit_b.jpg

    İlk önce şunu belirteyim ki ben de ordumuzun Kuzey Irak"a girmesine taraftarım. Ban sorarsanız hem girmeli hem de durmamalı. Sonuna kadar da gitmeli. Hatta bir de Batı Trakya ya girmeli. Oradan da en az Selanik"e kadar gitmeli.

     

    Ancak bu işler söylenildiği kadar kolay mı acaba? Bütün mesele girmekle bitiyor mu? İçinde yaşadığımız dünyada ve şartlarda bir ordu haydi deyince istediği yere girebiliyor mu?

     

    Evet, gönül istiyor ama, bu biraz da güç ve imkan meselesi değil mi? 1. Dünya Harbinde olduğu gibi hayaller ve ihtiraslar uğruna hesapsızca maceraya mı atılmalıyız? Yoksa duyguları ve arzuları bir tarafa bırakıp enine boyuna, öncesini ve sonrasını defalarca düşünüp rasyonel bir şekilde mi hareket etmeliyiz?

     

    Nerelere hizmet ettikleri bilinen bazı çevrelerin duygularımızı okşayarak tahrik etmeye çalıştıkları gibi hemen harekâta girişseydik bunun sonuçları neler olabilirdi? Kuzey Irak"a girip çıkmak meseleyi çözer mi? Çözerse şimdiye kadar neden çözmemiş? Yoksa, bu bize daha büyük ekonomik ve askeri maliyetler mi getirirdi?

    ***

    Askeri uzmanların, emekli komutanlarımızın da belirttiği gibi girip çıkmak meseleyi çözmeyecek, sadece kendimizi tatmin edecek, öte yandan Türkiye"nin geleceği adına belki daha büyük komplikasyonlara neden olabilecek.

     

    Çünkü bugünkü koşullar daha önceki koşullardan çok farklı. Önceki operasyonları yaptığımız dönemdeki dostlarımız(!) bugün düşman safındalar artık. Ne ABD"si, ne İsrail"i, ne de Kürt gruplar artık yanımızda değil.

     

    Durumun bu hale gelmesinde de aslında birinci derecede askerler sorumlular. Kuzey Irak"taki durumu şekillendirebileceğimiz koca bir 20 yılı heba ettik.

     

    Elbette başka faktörler de vardı. Ama, bugünkü duruma gelişte bizim politikalar yönünden askerler temel rolü oynadılar. Hepimizce malum nedenlerden dolayı siyasilerin bölgede hiçbir etkisi olmadı…olamadı.

     

    Birincisi, askerler her zaman her şeyin en iyisini bilirlerdi! Bunun için bazı siyasiler iyi niyetle ve duydukları sonsuz güvenle bölgedeki bütün faaliyetleri askerlerin becerisine terk ettiler.

     

    İkincisi ise, kaybedilen yıllarda askerlerin "irtica eksenli bahanelerle" sürekli olarak iç siyasete müdahale etmeleridir. Önce 28 Şubat, daha sonra devam eden gerginlik dönemi ve nihayet 12 Nisan"dan bugüne kadar gelinen zaman diliminde sürekli olarak bazı askerlerin sebep olduğu iç gerginlikler, Türkiye"nin elindeki çok kritik zaman fırsatının heba edilmesine yol açtı.

     

    Üçüncü olarak, asker kaynaklı siyasi gerginlikler TSK"nin harbe hazırlığı bakımından çok zararlı oldu. Geldiğimiz duruma bakın. Yirmi (20) yıldan beri ilgilendiğimiz bölgeyle ilgili olarak askeri istihbarat sıkıntısı yaşıyoruz ve bugüne kadar bu teknik (askeri) mesele çözülememiş.

     

    Her zaman her şeyin en doğrusunu bile ve en iyisini yapan “becerikli askerlerin” (!) ülkeyi düşürdükleri duruma bakın.

     

    ABD ve İsrail"den istihbarat dilenir durumdayız. Hâlbuki barış zamanında siyasetle uğraşacağımıza kendi asli işimizle uğraşsaydık bugün bu operasyonu kendi imkânlarımızla icra edebilecek durumda olabilirdik.

     

    Birçok konuda olduğu gibi bunda da suçu “beceriksiz siyasilerin” (!) üzerine mi atacaksınız?

     

    Dördüncü olarak, denilebilir ki ne olacak canım istihbarat olsunda nereden alınırsa alınsın. İlk bakışta öyle görünüyor. Ancak, bunun anlamı şu:

     

    ABD"nin arzu etmediği hiçbir hedefi vuramayacaksınız. Ne kadar hayati ve aleyhinizde de olsa, sadece onun gösterdiği yeri, arzu ettiği zamanda ve müsaade ettiği kadar vurabileceksiniz. Dolayısıyla askeri anlamda bu operasyonlardan da sonuç alınması çok kolay değil.

     

    Ne kadar vahim değil mi?

     

    Görüldüğü gibi, ordumuzun Kuzey Irak"taki durumu ABD ve İsrail"in insafına kalmıştır.

     

    Ancak, unutmayalım ABD ve İsrail daha düne kadar siyasilerimizden daha fazla askerlerimizin dost ve müttefiki idiler.

     

    Daha düne kadar İsrail ve ABD ile sıkı “dost ve müttefik” olan bazı komutanlarımızın bu gün Amerika"ya görünüşte kafa tutuyor gibi rol kesmeleri ne kadar inandırıcı acaba?

     

    Beşinci olarak, askerin siyasetle uğraşmasının diğer bir vahim neticesi de yaşanan son iki eylemdir. Gabar"da Bolu Komando Tugayının bayramın birinci günü verdiği zayiat ile son Dağlıca olayı.

     

    Bir Komando Tugayı nasıl böyle ve bu kadar bir zayiat verebilir?

     

    Yıllarca bölgede görev yapmış askeri uzmanlar bu olaylarda komutanların ihmali olduğunu açık açık ifade ediyorlar. Kamuoyunun kabaran tepkisi olayın vahametini ve komutanların ihmalini gölgede bıraktı aslında. Başta Kara Kuvvetleri Komutanı olmak üzere 2. Ordu Komutanının (televizyonlarda) olay öncesi verdiği demeci hatırlayın.

     

    Komutanlarımızın açıklamalarına göre biz terörle mücadelede başarı beklerken neler oldu?

     

    Bu olayda da 2. Ordu Komutanının hatası olduğu söyleniyor. Komando Tugayının zayiatında, birliğin 40 gün kadar arazide kaldığı, taburun komutanlarının izine gönderildiği, ancak yine güvenilir kaynaklardan alınan bilgilere göre Ordu komutanının emri ve baskısıyla taburun Bl. ve Tb. K. birliğin olmadan operasyona çıkarıldığı söyleniyor.

     

    Bu olayda sırasıyla hatası olan diğer komutanlardan bu olayların hesabını sormak gerekmez mi?

     

    Evet…vatan için hepimiz canımızı seve seve vermeye hazırız ama, bu tür ihmalden kaynaklanan hatalar da tekerrür etmemeli artık. Başka ülkelerde olsa sırasıyla böyle vahim durumlarda en üstteki komutanlar görevden alınmayı bile beklemeden istifa ederler.

     

    Bir ülke düşünün ki, en üstteki komutanlarının zihninin büyük kısmı siyasetle meşgul ve asli görev doğal olarak ikinci plana itilmiş durumda. Bundan başka sonuçların ortaya çıkması sürpriz olmaz mı?

     

    Bir avuç PKK karşısında yaşanılan hezimetin nedeni askerlerin kendi işlerini yapmak yerine siyaset yapmalarıdır.

     

    Yaşanan vahim olaylarda da görüldüğü gibi barışta siyaset yapan askerler savaş kabiliyet ve becerisini kaybeder ve zafiyete düşerler.

    08 Kasım 2007 Perşembe

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/ordu-...litika-470.html


  21. “Necip Fazıl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere!”

    Murad Salih

    364847_hucum1_1.jpg

    Epey zamandır sanal alemde merhum üstad Necip Fazıl aleyhinde sistematik bir tezvirat-karalama-kötüleme kampanyası yürütülüyor...

     

    Hangi “Laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” siteye girseniz bu kampanyanın ürünü olan üç beş saçmalığa rastlamanız mümkün....

     

    Bunlardan en ünlüsü de merhum Üstad’ın nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu belgeleyen(!) şu üç beş satır:

     

    "Amerikan politikasını korumakla mükellefiz...

    Amerikan siyasetini tutmak biricik yol...

    Amerika'dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından ileri geçemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan siyaseti ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını kendimize tecezzi etmez (birbirinden ayrılmaz) bir siyaset vahidine (tekliğine) göre ayarlamakta büyük ve her işe hâkim bir mânâ gizlidir.

    “Necip Fazıl Kısakürek

    “Büyük Doğu Dergisi

    ”17 Temmuz 1959”

     

    Alıntı bu kadar...

     

    ***

     

    Necip Fazıl hakkında Cumhuriyet gazetesi ve benzerlerinde yazılan zırvalar dışında tek satır okumamamış” olan ve kendilerine "laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” gibi sıfatlar takan, her biri ayrı bir Güççük Uğur Mumcu taslağı olan, 'Araştırmacı Kuvvacılar Bölüğü' neferi hamşolar da mal bulmuş mağribi gibi bu satırları sanal alemde gezdirerek Üsdad aleyhinde kampanya sürdürüyor: “Bakın ne kadar fena adam, işte şeriatçıların gerçek yüzü bu... Bunların alayı amerikancı zaten... Falan, filan”

    Bu arada Küfür ve hakaretin bini bir para... Bunlar aynı zamanda kendilerini nedese antiemperyalist filan da sayıyorlar ya: “Vurun Amerikan uşağı Necip Fazıl’a!”

     

    Bir de her zamanki gibi, Üstad’ın reddettiği (1) yazı ve şiirleriyle mevzuyu beslemek üçkağıtçılığı da cabası...

     

    En son bu mavraya İPsizlerin dergisi Aydınlık atlamış ve Baran’da Sn. Baki Aytemiz’den cevabını almıştı...

     

    Bu karalama kampanyasının kaynağı da bu takımdan -ve bu takımın genel hususiyetlerinden biri olan “okuduğunu hiç anlamama veya /edit/ anlama” özürlüsü- CÖ isimli bir hödükmüş... Bu hödük “irticanın ne kadar fena bir şey olduğunu ispatlamak” için bir kitap yazmış ve kitabına da yukarıdaki satırları irticacıların nasıl birer iflah olmaz Amerikancı olduklarını ispatlamak için belge niyetine koymuş...

     

    Bu kampanyanın sanal alemde izini süreken,İintertürkforum’da o yazıyı oraya yapıştıran kuvvacı ile diğer forum katılımcıları arasındaki tartışmaya rastladım: bir katılımcı şöyle diyordu:

     

    Necip Fazıl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere

     

    “Necip Fazıl'ın 1959 yılının dünyasında, Türkiye'nin yerinin ve rolünün ne olması gerektşiğini irdeleyen çok mükemmel stratejik bir makalesinden üç beş cümle kırpıştırıp ardarda monte ederek onun nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu ispatlamaya kalkışan kemalist camışlara bu yazı benden armağan olsun...

    ”Okuyup okuyup dünya meselelerine nasıl bakılması gerektiğini öğrensinler de biraz olsun öküzlükten kurtulsunlar... Okuyup da bir /edit/ anlamazlarsa boyundan büyük işleri bırakıp, tren yolunun kenarında bir otlak bulup hem otlayıp hem de trenlere bakmaya devam etsinler... İşte O makale... Virgülüne dokunmadan:” (2)

     

    Katılımcı, sözkonusu makalenin tamamını ve yayınlandığı büyük Doğu mecmuasının orijinalini foruma asmıştı...

     

    Ben de onun yazısının başlığını, bu yazının başlığına taşıdım...

     

    Önce merhum Üstad’ın 1959 yılında Amerika, Rusya, Türkiye ve diğer milletlerin o günkü dünyadaki yerleri, rolleri ve münasebetlerinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini dörtbaşı mamur bir mükemmellikte tahll eden ve dünya durdukça konusu siyaset olan bütün fakültelerde ders konusu yapılması gereken bu makalesini okuyalım....

     

    ***

     

    AMERİKA, DÜNYA VE BİZ

     

    Bugün dünya, milletlerin oluş istikameti ve tekevvün hakkı bakımından iki vâhide ayrılmıştır. Sonunda kaba ve basit iki vâhid... Ya Amerikayı tutacaksınız, ya Sovyet Rusyayı; ya demokrasiyi, ya komünizmayı...

     

    Bunlardan birine temayül derhal ve kat'i olarak öbürüne aykırılık mânasına gelir. Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek diye anlaşılır. Bu yüzden komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa, Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.

     

    İkinci Dünya Harbinden sonra Avrupa medeniyetinin büyük mümessilleri, bir nevi iktisadi ve teknik tabiiyet yüzünden dünya görüşlerindeki istiklâllerini kaybetmişler ve mecburî olarak Amerikan hegemonyası altına girmişlerdir.

     

    İmparatorluğunu ve dünya siyasetindeki başbuğluğunu kaybeden şahsiyetli İngiltere, şimdi bütün aksiyonunu ve söz hakkını kaybetmiş mahzun bir ülke halindedir. Almanya, topyekûn varlığıyla ödemek mevkiinde bulunduğu harp felâketini telâfi için, hârika çapında bir kalkınmadan gayri hiçbir gaye sahibi değildir. Avrupa'nın diğer milletleri de, Garp medeniyetini meçhul bir yarına çeken sinsi şartlara karşı, bütün güçlerini, kendi kabukları içinde, ruhî ve iktisadî günü birlik bir ferahlığa yöneltmiş ve dünya politikası üzerinde müessir olmak politikasını unutmuş bulunuyorlar.

     

    Yalnız Fransa (Dö Gol) tecrübesinden sonra bir şahsiyet hummasına düşebildi; ve (frenk) isminin eski temsil hakkı üzerinde yepyeni bir istikamet kolladığını belli etti. Dış politikada ilk defa olarak (Dö Gol)ün; Amerikan hava üslerini Fransadan tasfiyeye kalkması, işte bu istiklâl ve şahsiyet davranışının en bariz işaretidir. Bu işaret, Fransanın artık bir âlet mevkiinden çıkıp, Garp medeniyetini yuğuran şahsiyetli milletlerden biri olmak sıfatını her sahada göstermek ve bütün iç ve dış buhranlarını yenmek istemesinden başka bir maksada yorulamaz.

     

    Hakikat şudur ki, Amerika sadece iktisadi ve teknik üstünlüğü yüzünden, ayrıca hiç bir payı bulunmıyan Garp medeniyetini bütün hakları ve imtiyazlariyle ve açıkgözce nefsine yamamış; ve cihanın komünizma dehşetine karşı kendisini biricik tutamak haline getirmeği bilmiştir. Bu tutamağa el atanlar da, onun iradesine boyun eğmeğe, dünya çapında hiçbir temsil tavrı takınmamaya, şahsiyetsiz yaşamaya ve Amerikalılara mahsus basit ve düpedüz dünyanın bekçiliğini etmeğe mecburdur.

     

    Bu ne boğucu, sıkıcı dünya! Yukarıya tükürsem bıyığım, aşağıya tükürsem sakalım...

     

    Nazariyede materyalist Rusyaya karşı Amerika, cihana öyle ablâk bir çehre vermiştir ki, ikisi arasında sıkışıp kalan Avrupa, evvelâ birincisine, sonra ikincisine karşı (spiritüalist) bünyesini koruyabilmek için ne yapacağını bilememektedir. Birinden korunmanın öbürüne sığınmak şeklinde tecelli eden çaresi, gerçek korunmayı ve şahsiyet müdafaasını büsbütün iflâs ettirici bir durum arzetmektedir.

     

    Bize gelince:

     

    Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburi Amerikan siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol... Buna şüphe yok... Cihanın ölüm ve dirim halinde iki yolundan dirim istikametini seçmek milli irade ibresi yalnız bu istikameti gösterdiğine göre, her halde Halk Partisi hesabına büyük bir keşif değil...

     

    Evet, dirim yolu seçildi; fakat bu yolda diri bir anlayış ve şahsiyetli bir tavır gösterilmedi. Vaziyet o türlü idare edildi ki, Amerika bizi cebinde keklik bildi; ve mevzuumuzda, idrâksiz kekliklere mahsus fedakârlıklardan ileriye gitmedi.

     

    Mesele, Amerikan yardımının azlığında çokluğunda değil; Amerika'nın karşısında, yalnız kendi milli tekevvün gayesine bağlı, şahsiyetli bir millet tavrını takınmakta ve ona göre hürmet ve itibar sahibi olmakta...

     

    Coğrafya ve tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemleri arasındaki nihaî muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna göre, Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika tarafından boş bir araziye sevkedilmiş ve hudut bekçiliği almış boğaz tokluğuna çalışır bir millet olduk.

     

    Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh haletiyle ve kendine göre kültürü veya kültür iddiasiyle Amerikalının içimize nüfuzu korkunç bir şeydir. Dolar kuvvetine dayanan ve sade Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında kendisini hissettiren bu maddî ve aynı zamanda mânevî nüfuz belki Avrupa'nın ruhî sahada baş derdidir.

     

    Zira Amerikalı, eski bir kök ve şahsiyet damarına bağlı olmaktan uzaktır.Garbın milletler katışığından öyle bir melezdir ki, o milletlere ait ruh uktelerini dibinden tıraş etmiş; ve meselesiz, dâvasız, dertsiz, ıztırapsız, yalnız madde hesaplarına bağlı ve beş hasse plânında yaşar bir yeni insan tipi getirmiştir. Bu yeni insan, elektriğin ne demek olduğunu düşünmez veya düşünmekte bir fayda görmez; onu bir ampul içinde zaptetmeği kâfi bulur. Bu yeni insanın hürriyet fikrinden, daha doğrusu insiyakından başka hiçbir ruhi sistemi yoktur. Başı boştur, ilcalarına tâbidir, her kayıttan ve ölçüden âzadedir, manevî sulta ve disiplin boyunduruklarından hiç birinin hükmü altına giremez; hasılı tam mânasiyle tabiat ve madde insanıdır.

     

    Tarih, şahsiyet, ruhî hayat ve mesele sahibi milletler için de böyle bir tip, ancak bozucu ve çürütücü olabilir. Hele yeni bir hayat ve tekevvün arayan ve henüz olamamış bulunan milletler Amerikalıyı örnek aldıkları gün, meydana, bütün lûgatçesi 10-15 kelimeden ibaret, her ân çiklet çiğneyen ve homurtu halinde konuşan ve anlaşan, hiçbir ruhî müeyyideye kıymet vermeyen başı boşlar topluluğundan başka birşey çıkamaz. Amerikalı tipi, kendi vatanında belki her türlü içtimaî emniyet ve murakabeye malik olabilir; fakat taklitçilerinin dünyasında sadece felâkettir. Amerikaya gidip Amerikalı olmak belki iyi; fakat milleti içinde Amerikalılaşmak mümkün olduğu kadar kötü...

     

    Başınızı kaldırıp büyük şehirlerde şöyle bir halimize bakacak olursanız, Amerikanizm denilen âfetin, kılığımızda, meşrebimizde, üslûbumuzda, edamızda bizi kendimizden ne kadar uzaklara götürdüğünü, yahut götürmek istediğini sezersiniz.

     

    Mekteplerimize, gençlerimize, züppelerimize, zevk-u safa hayatımıza; ve oradan müesseselerimize, evet bütün müesseselerimize dikkatle bakınız yeter!

     

    Bir Amerikan gemisinin İstanbul'a geldiği gün, şehrin geçirdiği telâşın, (Noel) babanın çıkını etrafında çocuklar geçirmez.

     

    Eğer arada bir kendilerinden şu veya bu tarzda, hattâ bayrağımıza kadar uzanan kabalıklar görüyorsak, bunu, Amerikalının mizacında değil, kendi ruhî zebunluğumuzun muhatabımıza verdiği gururda aramalıyız.

     

    İktisat reçetelerine kadar her şeyi sonsuz cömertliğinden beklediğimiz bir millet fertlerinin bize karşı ulvî hareket etmesini beklemek ve böyle bir istidadı da Amerikalıdan ummak, yerinde sayılamaz.

     

    Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika'nın ebedî müttefiki, Amerikalının da "Sen sensin, ben de ben" tarzında dostu olmaktır.

     

    Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ haline getirmek değil...

     

    Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mutalea ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz.

     

    Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir.

     

    Bu mâna ta merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, iki ayrı dünyanın iki ayrı ve fakat daima beraber mümessilleri halinde yanyana göndere çekilebilirler.

     

    Necip Fazıl KISAKÜREK

    Büyük Doğu Dergisi / Sayı 20 /17.7.1959

     

    ***

     

    Muhteşem makale bu...

     

    Şimdi bu muhteşem makaleden üç beş satırı cımbızlayarak rahmetli Üstad’ın Amerikancılığına “kanıt” diye kullanan hödüklere ne nedemeli?Veya bu makaleyi okuyup da bugünün dünyasında amerikancılıklarına mazeret diye kullanmaya kalkabilecek işbirlikçiği tek ve vazgeçilmez “yaşam biçimi” olarak benimsemiş uyanık takımına nasıl anlatmalı?..

     

    Yıl 2007...

     

    Amerika da, dünya da 1959’un Amerika’sı ve dünyası değiller...

     

    1990’da Sovyetler Birliği çöktü... Bu çöküş Dünyanın siyasî, hal, vaziyet ve dengelerini kökünden değiştirdi: ABD dünyada tek güç olarak kaldı ve bunun farkına varır varmaz da dünyanın tamamını ele geçirmek için plan ve eylemler yapmaya başladı...

     

    11 Eylül 2001’de bir avuç genç mücahid, olağünüstü bir eylemle 17 Ocak 1991 Irak saldırısına karşılık olarak, ABD’yi kendi ininde ve en canını acıtacak yerlerinden vurdu... Bu eylem dünyanın siyasî durumu, yapısı, gidişatı ve dengelerini çok köklü olarak bir daha değiştirdi: Artık komünizm ve kapitalizm arasında ölümlerden ölüm beğenmek durumunda kalan güçsüz milletler için “ehvenişer- kötülerden daha az kötüsü”nü tercih ederek yaşamaya çalışma dönemini kapandı.. Bu dünyadaki tek gerçek siyasî kutuplaşma olan "Hak-batıl kutuplaşması"nın ilk adımı böylece atılmış oldu.

     

    Bumdan sonra yeni dengelerin ‘iyi güzel-doğrü’nun temsilcisi İslâm 'mücahidl/akıncı/direnişçi'ieri ile kötü-çirkin-yanlış’ın temsilcisi ABD (ve işbirlikçileri) arasındaki halen çok şiddetli bir şekilde sürmekte olan bu savaşın sonucuna göre oluşacağı açıkça görüldü...

     

    Yani, artık antiamerikancılığın da, antiemperyalistliğin de tek bir kriteri/miyarı/ölçüsü/ölçütü var: Dünyanın her yerinde ABD ve işbirlikçileriyle ölüm kalım savaşı veren ‘İslâm mücahid/akıncı/direnişçi’lerine ne kadar dost ve yakınsan o kadar antiamerikancı ve antiremperyalistsin...

     

    Gerisi hikâye...

     

    Dipnotlar:

    1- Merhum Üstad’ın Vasiyeti’nden:” İslama pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında hatta küfre kadar gidenler ise, çoktan beri eser çerçevem dışına çıkarıldığı, herbirinden ayrı ayrı istiğfar edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı ve onlarla müminleri benden çevirmek isteyeceklere -çok denenmiştir- şu cevap verilmelidir: "Koca Hz.Ömer bile Allahın Resulünü öldürmeye davranmış ve peşinden bütün sahabelerin, derecede ikincisi olmak gibi bir şerefe ermiştir. Hiç ona bu ilk davranışından ötürü sonradan dil uzatan olmuş mudur? Belki o noktadan bu noktaya gelmekte faziletlerin en büyüğü vardır."

    Eserlerim mevzuunda vasiyetim kısaca şu: İlk yazılarımdan birkaçı asla benim değil; sonrakiler de en dakik şeriat mihengine vurulduktan, yani nasip olursa tarafımdan bütünleştirildikten sonra benim...”

    2-İmlâ hatalarına dokunmadan iktibas ettiğim bu yazının internet adresi şu: http://f16.parsimony.net/forum28507/messages/214548.htm

     

    Baran dergisinden

     

    Kaynak:http://siradisi.e-politica.com/topic/necip-faz-l-a-p-tluk-yapmaya-kalkan-okuzlere--3795.html


  22. Herşey O Sekiz Askerin Yüzünden

    07 Kasım 2007 07:26

     

    Herşey o sekiz askerin yüzünden... Başımıza gelenlerin hepsi o sekiz askerin yüzünden.... İkiyüzlülükte son noktanın hikayesi...

    63363.jpg

     

    Mehmet Altan/Star

     

    Sekiz asker...

     

    Baktım, önceki gün neredeyse tüm haberler 8 askerin etrafında dönüp durdu. Yani. Dağlıca'daki tabura yönelik PKK saldırısının ardından esir düşen ve on dört gün sonra serbest bırakılan 8 askerin. Ne oldu?

     

     

    Tam Tayyip Erdoğan-George Bush görüşmesi öncesi serbest bırakıldılar. Bırakılmadan önce de PKK'nın Türkiye'ye karşı yürüttüğü psikolojik savaşın kurbanı haline getirildiler.

     

    ***

     

    Teslim edilmeleri de pek farklı olmadı.

     

    Askerler, Çukurca'nın karşısında yer alan Zap Vadisi'ndeki bir mevkide Kuzey Irak Kürt yönetimi yetkililerine teslim edildi. Ama teslim öncesi PKK ile Kuzey Irak Yönetimi arasında askerlerin sağlıklı olduğuna dair bir protokol imzalandı. PKK tören mangası, bayrak, Öcalan posteri...

     

    Psikolojik olarak Türkiye'yi çıldırtacak her türlü provokasyon yapıldı.

     

    Teslim sırasında DTP milletvekilleri Osman Özçelik, Fatma Kurtulan ve Aysel Tuğluk da oradaydı.

     

    Kürt yönetiminin içişleri bakanının da aralarında bulunduğu heyet, daha sonra askerleri Erbil'de ABD'lilere teslim etti. 8 asker, Erbil Havaalanı'ndan ABD askeri uçağıyla Musul'a götürüldü. Musul'dan da, ABD helikopterleri ile Türkiye sınırı yakınlarındaki Bamerni üssüne getirildi. Askerler, burada Türk askeri yetkililerine teslim edildi. Askerleri taşıyan, Türk askeri helikopteri, Diyarbakır Askeri Havaalanı'na indi.

     

    Bu arada Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı Necirvan Barzani, tüm çalışmaların Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek'in bilgisi dahilinde gerçekleştiğini söyleyip askerlerin serbest bırakılmasını 'iyi niyet göstergesi' olarak yorumladı.

     

    Bütün bunların sonucunda sekiz askerin kurtulması gölgede kaldı...

     

    Serbest bırakılma sırasındaki görüntüler ise öne çıktı.

     

    ***

     

    Kuzey Irak'ta serbest bırakılan sekiz asker Ankara'da istihbarat tarafından sorguya alındı... Sorgu hala sürüyor.

     

    Askerler, Ankara'da istihbarat yetkilileri tarafından sorgulandıktan sonra, askeri savcılarla ve cumhuriyet savcısına ifade verecek.

     

    ***

     

    Önce Van'da savcılığa çıkacaklar...

     

    Ama tanık olarak.

     

    Çünkü...

     

    Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Dağlıca olayı ile ilgili PKK terör örgütü üyeleri hakkında CMK'nın 250'inci maddesi çerçevesinde soruşturma başlatmıştı.

     

    ***

     

    Bu arada...

     

    Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 8 askerin Türkiye'ye getirilmesi süreciyle ilgili olarak DTP milletvekilleri Osman Özçelik, Aysel Tuğluk ve Fatma Kurtulan hakkında inceleme başlattı.

     

    Başsavcılığın incelemeyi, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu çerçevesinde başlattığı açıklandı.

     

    En çarpıcı açıklama ise...

     

    Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'den geldi.

     

    Sekiz askerin terör örgütünün eline geçmesinden üzüntü duyduğunu söyleyen Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 'Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu bu duruma düşmemeliydi. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duymadım' dedi.

     

    ***

     

    Bu gidişle tüm fatura sekiz askere kesilecek gibi...

     

    Kendi topraklarımızda askerlerimizin bu kadar kolaylıkla şehit edilmelerini...

     

    Rahatça yapılan baskınları...

     

    Esir alınmaları...

     

    Soğukkanlı ve sistemli bir biçimde değerlendirilip zaaflarımız sorgulanmayınca...

     

    Olayın mağdurları 'suçlu' ilan ediliyor.

     

    ***

     

    Kısacası, olup bitenden şöyle bir sonuç çıkıyor:

     

    Başımıza gelenler bu sekiz asker yüzünden.

     

    Kendisiyle bir türlü hesaplaşamayan...

     

    Kendisiyle bir türlü yüzleşemeyen Ankara...

     

    Şehit çocuklarımızın nasıl ve neden şehit düştüğünü sormuyor ama...

     

    Esir düşenlere öfkeleniyor.

     

    Sanki öfkelenmek bir çözümmüş gibi...

     

    Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopi...entellektuel#20


  23. Engin Ardıç

    06.11.07

    Şeytanın sor dediği

     

    Günümüzde, güney sınırımızın “yanlış çizildiğini” düşünmeyen kalmadı gibi bir şey...

     

    Eskiden bunu söylemeye kalkanın ossaat hayatını kaydırırlar, anasını ağlatırlardı. Türkiye nereden nereye gelmiş...

     

    Elbette, “yanlış çizim” deyince Kürt ayrılıkçıları çok başka bir şey anlıyorlar.

     

    Peki biz ne anlıyoruz?

     

    “Sınırlar yeniden çizilmelidir” sözünü, Türk milliyetçileri de elbette “yeni sınırlarımız Musul ile Kerkük’ü de içine almalıdır” şeklinde anlıyorlar.

     

    Vallahi iyi olur, alabiliyorsanız... Viyana’yı aldınız da biz size niçin aldınız mı dedik?

     

    Peki o zaman sorun nedir? Birkaç kilometrelik küçük bir “düzeltme” mi? Yani sınır dağın tepesinden değil de güney eteğinden geçecek, böylece “hatt-ı bâlâ”ya biz hakim olacağız, PKK bitecek.

     

    Bu mudur yani? Gençlerin gözde deyimiyle.

     

    Son olarak, bir emekli memur gazetesinin “konuşan emekli paşalar” yazı dizisinde, İsmail Hakkı Karadayı Paşa da konuşmuş. Diyor ki, “bu sınır İngiltere’nin yaptığı bir iş... İleriyi düşünerek yapmışlar... İleride sorun çıksın diye...”

     

    Karadayı Paşa, Suriye sınırımızın da yanlış çizildiğini, Suriye topraklarının çeşitli yerlerde bize doğru cep şeklinde girintiler yaptığını, oralarda petrol olduğunu söylüyor... Suriye devleti o girintilerde petrol çıkarıyor, bizim tarafta petrol yok!

     

    Aşkolsun paşam, biz o sınırın Lausanne’da (pardon, Lozan mı yazmalıydım?) anlı şanlı İsmet Paşa tarafından yılmaz bir mücadeleyle ve büyük bir başarıyla elde edildiğini sanıyorduk!...

     

    Eğer sizin dediğiniz gibi sınırı İngilizler yaptılarsa, bize niçin yalan öğretildi? Biz sınırın “muhataralı” olan kısmının yalnızca Irak tarafı olduğunu duymuştuk.

     

    Af buyurun ama, bu “İngiliz çizgisi” niçin kabul edilmiştir paşam, devlet kurucu büyüklerimiz tarafından?

     

    Çünkü savaş çıkardı, Yunan ordusunu yenmiştik ama İngiliz ordusunu yenemezdik, falan filan.

     

    Yahu biz kurtuluş savaşını “yedi düvele karşı” vermemiş miydik? O düvellerden birinden sonradan niçin çekinmiştik? Hani bileğimizi kimse bükemezdi?

     

    Yoksa bu işin sonunda İdris Küçükömer mi haklı çıkacak paşam?

     

    Yoksa “İngilizler, Bolşevik Rusya’ya karşı oluşturmak istedikleri tampon devlet için önce Büyük Yunanistan projesini denediler, sökmeyeceğini anlayınca tampon bölgeyi Anadolu içlerine doğru genişletip bağımsız bir yeni Türk devleti çözümünü desteklediler” görüşü doğru mudur?

     

    Anlı şanlı Ankara hükümeti, eloğlunun hinoğlu hin sınır numarasını nasıl olmuştur da yemiştir paşam?

     

    Eee, bu başarı mıdır yani?

     

    “Bizi keleğe getiriyorlar, yutmayın” diyen muhalefet niçin ve nasıl susturulmuştur?

     

    Sözüm meclisten dışarı, ortada bir “muvazaa” mı vardır? Bir bedel mi ödenmiştir?

     

    Hatay niçin hemencecik bırakılmıştır? Bu başarı mıdır? Yoksa Fransa’yla da muvazaalı bir durum mu vardı?

     

    Acaba Batı Trakya’daki Müslüman Türk halkını da niçin Yunanistan’ın eline terkettik? Niçin Doğu Trakya Misak-ı Milli’ye dahildir de Batı Trakya’dan vazgeçilmiştir?

     

    “1914 sınırı esas alındı” diyeceksiniz. Güney sınırı 1914 sınırı mı? Batıda sökmemiş, güneyde sökmemiş, ne anladım ben bu işten?

     

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=5917#5917


  24. Ankara’daki Atmasyoncu Onbaşılara Zor Sorular

     

    Ali haydar Can

     

     

    37281.jpg

     

     

    Bu ülkeyi yöneten siyaset ve asker/sivil bürokrat esmafı bir alem...

     

    “Herkesi kör, alemi sersem” sanıyorlar...

     

    Öyle açıklamalar yapıyor, demeçler/beyanatlar veriyorlar ki her satırı ayrı madrabazlık, her satırı ayrı düzenbazlık, her satırı ayrı ahmaklık, her satırı ayrı köylü kurnazlığı...

     

    Alemin tek akıllısı onlar ya... Her şeyi en iyi onlar biliyor ya...

     

    Salla gitsin anasını satayım...

     

    ***

     

    PKK sınırdan 2 kiometre içeride bir askeri birliği basıyor; onlarca askeri öldürüyor, onlarcasını yaralıyor, yürüyebilecek durumda olanları da esir alıp sınırın öbür tarafına götürüyor...

     

    Saat kaç: 02.00 civarları...

     

    Gece bu hadise oluyor...Ankara’daki malum zevat bunu gün doğduktan sonra ancak öğreniyor.... Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na saat 12’de ancak bildiriliyor...

     

    Sonra gelsin sallama haberler: Önce ölü ve yaralı sayısını kısıp, karşı tarafa acayip zayiatlar verdirildiğiyle başlanıyor...’Hain teröristlerin’ adım adım takip edildiği, bütün kaçış yollarının kesildiği dağın taşın ateş altına alındığı yakalanlanmalarının an meselesi olduğu falan filan...

     

    Ayıp yahu...

     

    Adamlar sınırdan iki kilometre içeriye girriyorlar haberiniz yok...

     

    Orada konuşlanmış askeriî birliğin tamamını ölü-üyaralı-esir olarak ortadan kaldırıyorlar, cephanelerine de el koyarak gidiyorlar; daha siz tatlı uykularınzdan uyanamamışsınız...

     

    Adamlar gece 2’de gelip 3’te operasyonlarını bitirip esirleri ve ele geçirdikleri mühimmatları yanlarıma alıp geri dönüyorlar... Siz uykununuızun en tatlı yerindesiniz...

     

    2 Kilometrelik yol kaç saatte katedilir?

     

    İnsan normal bir yürüyüşle normal bir yolda saatte 4 kilomeytre yol alır... Burası dağlık bölge ve gece şartları olduğuna göre saatte 2 kilometre hızla gitsinler: Saat 04’de PKK’lılar sınırın öbür tarafına vardılar araçlarına bindiler üslerine doğru yola çıktılar.... Siz daha uyuyorsunuz...

     

    Üsleri sınıra araçla 1 saatlik yolda olsun: Saat 05’te PKK’lılar üslerine döndüler, komutanlarına raporlarını verip, esirleri ve el koydukları mühimmatı teslim edip kahvaltı masalarına oturup televizyonlarını izlemeye başladılar... Siz daha uyuyorsunuz...

     

    Derin uykularından uyandıktan sonra zaten olan olmuş biten bitmiştir bari yalan söylemeyin... Özür dileyin, istifa edin.... Ama yalan söylemeyin... Hepimizi enayi yerine koymayın...

     

    Hem işinizi yapmak için her ay bu halkın kessesinden maaşlarınızı cebe indiriyorsunuz.... Lüks lojmanlarda sudan ucuza oturuyor, milyon dolarlık zırhlı arabalarla geziyorsunuz... Hem bu gariban halkın size savunma bütçesi olarak ayırdığı milyarlarca doları cayır cayır harcısıyorsunuz... Hem size tahsis edilen bunca imkâna rağmen bu halkın size emanet ettiği evlatlarını tabutlara doldurup doldurup evlerine geri yolluyorsunuz, Sonra da bir halt beceremediğiniz ortaya çıkmasın diye gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorsunuz...

     

    Sizler ne biçim yaratıklarsınız?

     

    Hiç mi utanmanız sıkılmanız, arınız, hayanız , sorumluk duygunuz, vicdanınız, haysiyetiniz, onurunuz yoktur?...

     

    Niçin istifa etmek yerine gözümüzün içine baba baka yalan söylüiyorsunuz?

     

    ***

     

    Güneydoğu 23 yıldır kanıyor...

     

    Orada ölenlerin hepsi bu halkın evlatları...

     

    Onbinlerce genç oradaki kan deryasında boğuldu...

     

    Sonuç ne?

     

    23 Yıldır süren ve bunca cana bunca paraya malolan bu savaşla ne elde ettiniz?

     

    Maliyeti bu kadar yüksek bir savaşla hangi sonucu aldınız?

     

    Ortada 23 yıldır bitmeyen/bitirilemeyen bir savaş varsa bunun siyasî, idarî ve askerî sorumluları da olması gerekmez mi?

     

    Kimdir bu sorumlular ve haklarında hangi adlî ve idarî işlemler yapıldı?Yapılmadıysa niçin yapılmadı? Ne zaman yapılması düşünülüyor? Düşünülmüyorsa niçin düşünülmüyor?

     

    Böyle devlet mi olur?

     

    Kimse kimseden hesap soramıyor... Kimse kimseye hesp vermiyor... Kim ne yaparsa yaptığı yanına kâr kalıyor...

     

    Ortada onbinlerce ölü var ama bunu bütün sorumluluğu PKK’ya yüklenerek işin içinden sıyırılınabiliyor...

     

    ***

     

    “Kahrolsun PKK” sloganlarıyla yeri göğü inleterek bayrağa sarılı tabutlardaki evlatlarınmızı toprağa vermek belki vicdanlarımızı rahatlatıyor ama meseleyi çözmüyor?

     

    Meselenin çözülebilmesi için, görevi meseleyi çözmek olan Ankara’daki malûm zevattan hesap sorulmadsı gerekiyor....

     

    Ne zamanki Güneydoğu’dan gelen asker cenazelerinde “Hesap ver Ankara evlâtlarımıza ne yaptın?” sloganları yükselmeye başlar o zaman çözüm için ilk adım atılmış olur...

     

    Yoksa bu kafayla daha kaç on bin delikanlıyı “Kahrolsun PKK” nidalarıyla kara topraklara gömeriz bilemem...

     

    Baran Dergisi'inden

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=5847#5847


  25. Ermeni Soykırım Tasarısına Karşı Politik Hamle: Ayasofya Açılsın!

    Av. Harun Yüksel

     

    ayasofya.jpg

     

     

    Ayasaofya yalnızca Konstantiniyye’nin fethinin sembolü değil, aynı zamanda Hilal’in Haç karşısındaki tartışılmaz zaferinin/üstünlüğünün de sembolüdür..

     

    ABD, bugüne kadar “Ermeni Soykırımı Kanunu Tasarısı” şantajı ile TC hükûmetlerini maymun gibi oynattı, her istediği tavizi kopardı... Buna karşı TC hükûmetlerinin yahudi lobicilere yüz milyonlarca dolar haraç vermesi dışında hiç bir karşı siyasî hamle geliştiremedi...Şayet kullanmayı becerebilse elinde ne kadar çok koz var; onlarla hem ABD’yi, hem de AB’yi sustalı maymuna çevirir...

     

    İşte onlardan biri de Ayasofya...

     

    Ayasofya’nın, dönemin CHP hükûmetinin bir bakanlar kurulu kararıyla cami olmaktan çıkarılıp müze yapıldığı malûm... Bu kararın bu ülkenin yüzde 90’dan fazlasını oluşturan Sünnî çoğunluğu nasıl yaraladığı ve mevcut rejimle arasını ne kadar bozduğu da malûm... Bu kararın, başta o dönemin emperyalist .patronu İngiltere olmak üzere bütün Hıristiyan alemini ne kadar sevindirdiği ve bütün İslâm alemini ne kadar üzdüğü de bir başka malûm...Bu kadar malûmun bize apaçık gösterdiği bir başka malûm da şu: Ayasofya çok önemli bir dinî, tarihî, kültürel sembol olduğu kadar çok önemli siyasî bir güç/kozdur...

     

    TC, bu çok önemli kozu doğru kullanabilseydi, halkı Hıristiyan hiçbir ülkenin meclisinden bu Ermeni soykırımı tasarıları geçmezdi... Ama artık iş işten geçmiş olan olmuştur. Herkes biliyor ki; Amerikan Kongresi bu sürecin son noktasıdır. Bundan sonra Ermeniler TC’nin kapısına tazminat ve toprak talebi ile dayanacaktır ve TC’nin bu taleplere hukuki ve siyasî ve askerî olarak direnmesi çok daha zor olacaktır...

     

    Halbuki Ayasofya’yı yeniden cami olarak açmakla başlayacak dinamik bir karşı hamleler zinciri ile bu sürecin durdurulması ve geriletilip, püskürtülmesi şansı halâ mevcuttur: Bir bakanlar Kurulu Kararı ile Ayasofya’yı müze olmaktan çıkartır, yeniden cami olarak ibadete açarsınız... Çankaya’da hükûmetin her doğru isteğine hiç duraksamadan “hayır” diyen bir ANS faktörü de artık mevcut olmadığına göre, bu hükûmet için bir saatlik bir iştir... Bu kararın Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanmasından sonra bir basın toplantısı düzenleyerek “Bakanlar Kurulu’nun Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp, Fatih Sultan Mehmed Han’ın Vakfiye Senedi’ndeki amaca uygun olarak yeniden cami olarak ibadete açılmasına karar verdiğini... Açılışın Cuma günü yapılacağını.. Açılış Törenine Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu üyeleri, Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile Milletvekillerinin de katılacağını” söylersiniz... Türkiyenin dört bir yanından açılış için gelecek milyonlarca insanla beraber cuma namazını Ayasofya’da kıldıktan sonra, İstanbul Valiliği’nde bir basın toplantısı daha düzenleyerek: “TC hükûmetinin halkın talepleri doğrultusunda; TC Anayasın’daki milli hakimiyet prensibine açıkça aykırı ve halkın iradesinin tecelisini sınırlayp engelleyen değişmez/değiştirilemez maddelerinin değişime açık hale getirilmesini , NATO’nun askerî kanadından çekilmeyi, Afganistan’daki askerlerini geri çekmeyi, İncirlik Üssü’nün havadan ve karadan her türlü iniş-kalkışlara/giriş çıkışlara kapatılmasını, Türkiye’nin hava sahası, limanları ve gümrük kapılarından Irak’a transit olarak geçecek her türlü askerî malzeme, araç ve gereç geçişinin durdurulmasını, Habur Sınır kapısından Irak’a giriş ve çıkışların durdurulmasını, Gümrük Birliği Antlaşması’ının askıya alınmasını, AB üyeliğinden vazgeçilmesini, İsrail ve ABD ile yapılan bütün askerî ve siyasî antlaşmaların yeniden gözden geçirilmesini, ABD ve İsrail ile yapılan her türlü silah, mühimmat, uçak helikopter, gemi alım ve onarım ihalelerinin iptal edilmesini, Merkez Bankasını’ın elindeki dolar stokunu Avro ve altına dönüştürülmesini, Merkez Bankası’nın ABD Bankalarına ve fonlarına yatırdığı bütün dövizleri geri çekemesini, İMF ve dünya bankası ile olan bütün ilişkilerin yeniden değerlenirilmesini kararlaştırmıştır. Bu karar doğrultusunda çalışmalar derhal başlatılacak ve en kısa zamanda sonuçlandırılmaya gayret edilecektir.” Dersiniz...

     

    Bakın bakalım ortada Ermeni Soykırımı Kanun Tasarısı filan kalıyor mu? Bırakın Ermeni Soykırımı Kanun Tasarısı gibi uyduruk kaydırık işleri, “Yahu bugünkü Ermenistan, dün sizin toprağınızdı niçün gidip almıyorsunuz caanim” filan diye etrafınızda dolanmaya başlıyorlar mı, başlamıyorlar mı?

     

    Haaa...

     

    “ABD kapılarında ‘Pek muhterem Bush abiciğim, dünyalar güzeli Condalisa Rice ablacığım elinizi ayağınızı öpeyim, ocağınıza düştük; şu Ermeni Tasarısı’nı bir zahmet geri çekseniz...N’olur şu hain terör örgütü PKK’ya iki bomba sallasanız.... Gözünüz yağını yiyiim şu sıcak para akışında bir kesilme olmasa...’ Diye salya sümük dolanmayı büyük ve tek politika zanneden siyaset esnafı ve tırığı çıkmış asker/sivil bürokrat takımı ile bu mümkün olur mu?” Diyorsanız; sorduğunuz sorunun cevabını zaten biliyorsunuz demektir...

     

    Baran Dergisi'nden

     

    Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/topic/ermen...uksel-3747.html

×
×
  • Create New...