Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Ensâr

Üye
  • Content Count

    8
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by Ensâr


  1. Sevecekse insan Mecnun gibi sevmeli.

     

     

     

    Aşk denildi mi hemen aklıma bir iki isim gelir. Bunlardan ilki imkânsız aşkları ile Leyla ve Mecnundur.

    Asıl adı Gays olan Mecnun’u bilmeyen var mıdır acaba. Onun iç yakan acıklı hikâyesini okuduğum zaman günlerce Allah’tan böyle bir sevgiyi anlamayı istedim.

    Mecnun gibi sevmek, Leyla gibi sevilmeyi diledim.

    Hikâyenin aslına bakıldığında beşere duyulan bir aşkın bu kadar kuvvetli bu kadar tutkulu olması şaşırtıcı gelir insana.. Bu aşkı böylesine tutkulu kılan imkânsız olmasıdır aslında.

     

    İnsan, içinde taşıdığı ruh sebebi ile sevmek ve sevilmek için yaratılmıştır. Ruh, Allah’ın içimize üfürdüğü ondan gelen, ona aşık ona hayran bir nesne. Baktığı her şeyde onu görür, gördüğü her şeyde onu arar, aradığı hep odur aslında. Aşkın kendisi odur.. O aşkın ta kendisidir.

    İşte en acı aşklarda bile şükredilesi bir taraf vardır. İmkânsızlık ile imkâna taşır kişiyi. Kulu sevmek Allah’ı sevmektir. Kulu sevmeyen, kulu yaratanı da sevemez. Yarattığı kul için yanmayan ona yanmayı bilemez.

    Aslında kâinatta var olan her şey ondaki güzelliği sergiler. İnsanlar arasında yaşanan aşk, sevgi muhabbet yani tadılan her güzellik içimizde var olan Allah aşkının bir tezahürüdür. Allah kulu ile girer sevenlerin kalplerine. Kavuşturmaz, uzaklaştırır, yakar da yakar ki anlasın sevmenin ne olduğunu diye. Aslında aşk Allah’ın yeryüzüne, kulunun kalbine indirdiği en büyük nimetidir. Sevgide mesafeler uzadıkça sevgi, özlem çoğalır. Çoğalır da yakıp tutuşturur.. Düşünceler uzaklaşırsa sevgi azalır. İnsana duyulan sevgi Allah’ın sevgisi ile bir paralellik sergiler de kul bunu bir türlü anlayamaz..

     

    Aynen Gays’ın Leyla’ya duyduğu aşk gibi. Nasıl bir aşktır bu Allah’ın sevgisini yaşamanın farklı bir yolu olmalı herhalde…..

     

    O, sevgililerin en ümitsiz olduğu bir anında giriverir devreye. Gel der. Bana gel. Aslında istediğin o değil benim. Bana gelmen için kulu vasıta kıldım sana. Bana vasıtasız gelemezsin, bunu bilemezsin der. Ama anlamaz âşık yanmadaki muhabbeti. Bilse ki söndüğünde ateş sadece kül kalır geriye. Suyu kestiğinde bitkiden nasıl kuruyup solar, sevgisiz gönüllerde işte böyle susuz çiçek misali boyun büker.

    Zaten o yüce aşk yaşandığı zaman beşer silinir gider, geride yanlızca o kalır. Geriye bir de aşkın hazin, anlatılası hikâyesi.

     

    Dillerden dilere akıp giden o hazin iç yakan hikâye...

    Aşk, zaten imkânsız olmasaydı aşk olur muydu? Veya sevenler kavuşsaydı hikâyesi yazılır mıydı?

    İşte Mecnunun da bir hikâyesi vardır. Onu dinlediğim zaman ne kadar duygulanır ne kadar hüzünlenirim. Yine de Leyla olasım gelir.

     

    Mecnun âşık. Mecnun Leyla’sını ister. Onun yüzünü görmekten başka ne diler ki. Leyla onun rüyasıdır. Leyla onun dünyasıdır, Mevla’sıdır. Çünkü Mevla’ya giden yol Leyla’dan geçer. Mevla nurunu Leyla’ya tutup onunla çağırır Mecnunu kendine.

     

    Mecnun bir gün mahallede oturmuş Leyla’sının yolunu gözler. Arkadaşları ne yapsa ne etse onu bu sevdadan vazgeçiremezler, teselli bile edemezler. İşte tam o sırada yolun kenarında bir köpek belirir. Köpek uyuz, gözleri çapaklı, pis mi pis, sokakta garip garip yürümektedir. Mecnun onu görünce koşarak yanına gider, köpeğe sarılır onu kucaklar ve gözlerinden delice öpmeye başlar. Öper öper, öper, köpeği koklar. İçine sokası gelir.

     

    Arkadaşları şaşkındır. Mecnunun bu davranışına hiçbir anlam veremezler.. Ve sorarlar. Bu kadar pis uyuz bir köpeği nasıl böyle öper seversin Mecnun cevap verir. O benim Leyla’mın mahallesinin köpeğidir. Mutlaka o gözleri Leyla’mı görmüştür. Ben Leyla’mı gören gözleri öptüm, öyle güzeldiler ki o gözlerde onu gördüm der.

    Ne dersiniz sevgiliyi gören gözler öpülür mü? Sevgi eğer bu kadar gerçekse onu gören gözler öpülür. Sevgi beklentisizdir. Sevgi saburdur, sevgi feragattır. Sahip olduğunuz ne varsa her şeyden vazgeçip hakkı karşıya devretmektir.

     

    Sende var olanı sevdiğine vermektir.

     

    Sevmek, Allah’ın nurundan âdemi görmek, âdem’in zatında onu hissetmektir. Sevgide zulüm olmaz. Zulüm olsa zaten adı sevgi olmaz. Sevgi Allah’a inanmaktır. İnancımı güçlendir Allah’ım.

     

    Bana sevgiyi hissettir, sevgini üzerime yağdır Allah’ım..

    Bütün dünyanın çiçeklerini benim için açtır

    Binlerce kar taneleri yağdır gökyüzünden.

    Hepsi sevgiyi anlatsın dünyaya.

    Yaz kış bülbüller gelsin pencereme

    Gözümü kapatınca görün bana

    Sessiz sesinle konuş benimle

    Ve Mecnun gibi aşkı kalbime koy

    Ve Leyla gibi sevilmeyi nasip kıl bana.

     

    Güzin Osmancık

     

     

     

    selam ve dua ile ...


  2. Müslümanlar İşlerinde Birbirleri ile İstişare Etmelidirler ...

     

    İstişare etmek, mümin bir topluluğunun en önemli özelliklerinden biridir. Bir mümin, Kuran’ın “...Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır” (Yusuf Suresi, 76) hükmü gereğince, bir konuda ne kadar bilgili olursa olsun, bir başkasının daha da bilgili olabileceğini, daha isabetli karar verebileceğini göz önünde bulundurarak karşı tarafın görüş ve önerilerine açık olur. Karar verilmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda, aklına, vicdanına ve samimiyetine güvendiği kişilere danışır; onlarla istişare eder; yani fikir alışverişinde bulunur. Yüce Rabbimiz müminlerin bu özelliğini Kuran’da şöyle bildirmektedir:

     

    Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler. (Şura Suresi, 38)

     

    İstişare Neden Önemlidir?

     

    Kuran ahlakında önemli bir yere sahip olan istişare, müminin her işinde en hayırlı sonuçlara ulaşmasını sağlayan hikmetli bir davranıştır. İstişare öncelikle insanın “kendi aklını beğenen” bir anlayıştan uzak durmasını sağlar. Çünkü kendi aklını beğenmek, kendi nefsini, düşüncelerini, görüşlerini ön planda tutmak benlik hissinden kaynaklanır ve Allah’ın rızasına uygun bir davranış değildir.

     

    Düşünceleri insanın aklına ilham eden Yüce Allah’tır. Farklı kişilere farklı fikirleri ilham etmesi Allah’ın bir rahmetidir. İstişare neticesinde her insan hiçbir özelliğinin kendinden kaynaklanmadığını, her olayın Allah’ın izniyle gerçekleştiğini daha iyi kavrar. Çünkü insan Allah’ın ona öğrettiği kadarını bilebilir. Herşeyin en doğrusunu ise yalnızca Allah bilir. Bu gerçeğin bilincinde olmamak, bilginin kaynağının kendisi olduğunu düşünmek, gerçekte Allah’a ait olan bir özelliği kişinin kendisine atfetmesi gibi olacaktır; ki müminler böyle bir hatadan şiddetle sakınmalıdırlar.

     

    Kuran ahlakından ve istişareden uzak yaşayan insanların konuşmalarında dikkat çeken özelliklerden biri ise her zaman son sözü söylemeye ve haklı çıkmaya çalışmalarıdır. Karşı tarafın ne dediğini anlayıp bunlardan istifade etmektense, yalnızca kendi fikirlerini dile getirmeyi ve mutlaka bunu kabul ettirmeyi amaçlarlar. Oysa bilgi düzeyi ne olursa olsun, insanın karşı taraftan öğrenebileceği bilgiler olabilir. Karşı taraf daha az bilgili olsa bile, her zaman için konuya farklı bir açıdan bakabilmesi, objektif değerlendirmeler yapabilmesi, faydalı fikirler verebilmesi mümkündür. Bu nedenle istişare etmenin hikmetlerinin bilincinde olan müminlerin aldıkları toplu kararlar, Rabbimiz’in izniyle her zaman en hayırlı sonuçlara vesile olacaktır.

     

    Kuran’da İstişare Ahlakı

     

    Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de, “Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar.” (Kütüb-i Sitte, 16. Cilt) sözleriyle, iman edenlere bu konunun önemini hatırlatmıştır. Sevgili Peygamberimiz (sav) her konuda olduğu gibi istişare konusunda da hayatı boyunca tüm müminlere örnek olacak bir tutum sergilemiştir. Hz. Muhammed (sav), peygamber olduğu halde, başkalarına danışmış, kendisini istişare müessesesinin dışında tutmamıştır. Müminlerin sahip olmaları gereken bu özelliği, Yüce Allah Peygamberimiz (sav)’e şöyle vahyetmiştir:

     

    “Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Al-i İmran Suresi, 159)

     

    Birbirlerine danışmalarının yanı sıra müminlerin konuşmalarında iddialaşma üslubunun da yeri yoktur. Önemli olan, kendi fikirlerini karşı tarafa kabul ettirebilmeleri değil, en doğru olanı bulabilmeleridir. Bu konudaki ortak ölçüleri de Kuran ahlakıdır. Kendilerine Kuran’ı rehber edindikleri için, Kuran ahlakına uygun her çözüme tabi olurlar. Bir ayette müminlerin bu özelliği şöyle bildirilmektedir:

     

    Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. (Furkan Suresi, 73)

     

    İstişare Etmek Müslümanlara Neler Kazandıracaktır?

     

    Müslümanların birbirleri ile diyaloglarındaki üslupları, güzel ahlaklarını gösterebilecekleri önemli fırsatlardan biridir. Müslümanlar biraraya gelip bir konuda sohbet ve istişare ettiklerinde, sürekli olarak karşı tarafa fikirlerini anlatmak yerine, onun fikrini öğrenmeye ve ondan istifade etmeye çalışmalıdırlar. Yalnızca kendini övmek, Kuran ahlakına uygun olmayan bir davranıştır ve Müslümanlar arasındaki tesanüde zarar verebilir. Bunun yerine, asıl olarak Allah’ı ve Peygamber Efendimiz (sav)’i öven, sonra da diğer Müslümanların güzel vasıflarını takdir eden bir üslup kullanmak gereklidir.

     

    Unutmamak gerekir ki, İslam’ın en önemli özelliklerinden biri güzel ahlaktır ve güzel ahlak, davranış ve sözlerle ortaya konur. Akıl vermek yerine akıl almak; hep eleştiri yapmak yerine eleştiri kabul etmek; yermek yerine övmek; kusurları görmek yerine güzellikleri görmek esas kabul edilmelidir.

     

    İslam dünyasını Allah’ın izniyle bekleyen çok güzel ve aydınlık geleceğin bir an önce tesis edilmesi için, İslam ahlakının özünde olan ittifakın, birlik ve kardeşlik ruhunun pekiştirilmesi son derece önemlidir. Bunun için müminler birbirlerinin fikrine, görüşüne saygı ve önem göstererek, istişare ile hareket etmelidirler.

     

     

     

    selam ve dua ile ...


  3. Dikkat ! İman ettiğimiz AHAD olan ALLAH mı yoksa tanrı mı ?

     

     

    Esselamu Aleykum.

     

    Gerçekten iman noktasında çok mühim bir konu,ben konuyu işgal etmeden kitabın giriş kısımlarını yazıyorum takriben çeyrek a4 boyutuyla 34 sayfaya tekabül ediyor,lütfen okuyalım,okutalım...

     

    Hazreti MUHAMMED'in Açıkladığı ALLAH - Ahmed Hulûsi

     

    TANRI'DAN ALLAH'A

     

    İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile; bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebildiğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.

     

    Bu tapınma, medet isteme, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda birşeyler umut etmeğe itmiştir.

     

    İşte bu yöneliş içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri artık bir tanrı olarak görmeğe başlamış; ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.

     

    Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu anlayış içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir...

     

    Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin de bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Rasûller tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, artık bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir... Ancak ne var ki, bu defa da semada bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır...

     

    İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çözememiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir "tanrılık" kavramı kabul edilmiştir...

     

    Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamiyle ters düşen varsayımdan başka bir şey değildir... Ve nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım Kur'ân-ı Kerim tarafından da kelime-i tevhidle "tanrı yoktur" ifadesiyle reddedilmektedir..

     

    Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, "tanrı" mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile, tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını "tanrılarına" köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir... Elbette ki kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hale getirmek suretiyle!...

     

    Hazreti Muhammed Aleyhisselâm , Mekke' de kendisinin "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE'de 360 tane tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı!.. İnsanlar, her biri bir ayrı görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu 360 puta tapınarak tatmin yolu içindeydiler...

     

    Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını... Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!...

     

    Yeryüzünde, ya da semada bir yıldızda oturup, dünyayı ve dünya üzerindeki insanları yöneten; onların işlerine kâh karışıp, kâh da onları kendi hallerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan; ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!..

     

    İşte bu vehim içindeki insanoğlunun. o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu...

     

    Hatta, Hazreti Ömer'in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı.... Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkum ediyorlardı !..

     

    TANRI - İLÂH, tapınılan varlık anlamına gelir.. Öğülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bunların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!..

     

    O tanrı, sana bir takım emirler verecek; ve sen, onun emirlerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun; sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın ve o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara dûçar edecek!..

     

    İşte insanlar bu yanlış, batıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı..

     

    "TANRI YOKTUR SADECE ALLAH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhammed'in vurguladığı bu gerçek, KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti...

     

    Neydi, KELİME-İ TEVHİD'in mânâsı....

     

    “KELİME-İ TEVHİD” NE DEMEKTİR

     

     

    İslâm dini'nin temelini, «LÂ İLÂHE İLLALLAH» sözünün mânâsı oluşturur.

     

    «Lâ ilâhe illâllah» ne demektir?

     

    Bu söz basit olarak ele alınırsa;

     

    "TANRI yoktur sadece ALLAH vardır" anlamında değerlendirilir...

     

    Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...

     

    «Lâ ilâhe»de; "Lâ", yoktur; "ilâhe", TANRI demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir.

     

    Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim...

     

    Kelime-i Tevhid, «Lâ ilâhe» ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»; "lâ ilahe"!.. .

     

    Akabinde, bir açıklama geliyor... «İllâ» = "sadece", «ALLAH» vardır!...

     

    "İLLÂ ALLAH" yani "sadece ALLAH"!...

     

    Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..

     

    Dine, tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun, bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..

     

    "Lâ ilâhe illALLAH" uyarısını, halkın anladığı Arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük bir hataya düşmektedirler...

     

    Şöyle ki...

     

    "Lâ recülün illâ Âli" dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli'den başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur" veya "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında çevrilebilir..

     

    Oysa "İLLÂ" kelimesi "ALLAH" kelimesiyle yanyana kullanıldığı zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz... Yani, "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi değildir" şeklinde yorumlanamaz...

     

    Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;

     

    "KÂNE" yani "İDİ", eki nasıl "ALLAH" isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; ve geniş zaman kavramına dönüşür ise; aynı şekilde "İLLÂ" kelimesi de "ALLAH" ismiyla yanyana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp, "SADECE" kavramıyla anlaşılır...

     

    Önce "KÂNE" sözcüğüne bir misâl verelim...

     

    "KânALLAHu gafûrur rahima" dendiği zaman, bunu nasıl "ALLAH GAFUR ve RAHİM İDİ" diye çeviremezsek; "ALLAH" isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri ise...

     

    Aynı şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi" anlamlarına anlaşılmayıp, "sadece" mânâsıyla idrak edilmesi zorunludur!

     

    Zira "ALLAH" isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi hiç kabul etmez!...

     

    İşte bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ", gerek "KÂNE" ve gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel kullanımda anladığımız mânâda değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz....

     

    Buna yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır..

     

    İşte bu gerçeği gözönüne almış olarak, bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak farkederiz ki...

     

    «Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLAH vardır»..

     

    Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur ;

     

    «Tapılacak tanrı yoktur»... Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, «İLLÂ ALLAH» diyor...

     

    "İLLÂ", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır..

     

    Evet, "İLLÂ", "ALLAH" kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE" anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLAH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle târif edilsin!... Bu hususu da geniş şekilde “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açmaya çalıştık...

     

    İşte bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ" kelimesi "ALLAH" ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.

     

    Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken:

     

    " There is no god BUT ALLAH"

     

    şeklinde değil;

     

    "There is no god ONLY ALLAH"

     

    şeklinde tercüme edilmelidir...

     

    Ki böylece, İslam Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.

     

    Evet, sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE» yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!..

     

    Öyle ise «ALLAH İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..

     

    Bu takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..

     

    «Tapınma» ve «kulluk»...

     

    Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve bu kelimelerin anlamı nedir?..

     

    «TAPINMA» kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur.

     

    «Sen» varsındır... «Sen»in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!... Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür... Tanrı'ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»... "Sen"in ona yönelik yaptığın fiiller!... (1)

     

    (1)- Nitekim Kelime-i Şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi, «Abdiyet-kulluk»un «Hüviyete» yani «Hû»ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

     

    «KULLUK» kelimesinin anlamına gelince ;

     

    Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk» ...

     

    Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

     

    "BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA YALNIZCA BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM"...

     

    Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..

     

    Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:

     

    "YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.." (HUD/56)

     

    Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı, «Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir bu anlamda..

     

    Ayrıca,

     

    «KUL, KÜLLÜN YA'MELU ALÂ ŞÂKILETİH»

     

    deniyor âyeti kerîmede. Yani;

     

    «DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR» (17-84)

     

    FÂTIR'ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.

     

    Özde, tâat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...

     

    "Kulluğun" türüne ise «tâat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...

     

    «GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH EYMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ, ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.» (17-44)

     

    âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını" yerine getirdiklerini ifade etmektedir...

     

    Bir diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır «tâat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet» olan kulluk!..

     

    .Netice...

     

    «Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.

     

    Sonuç... "TANRI"YA TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..

     

    Öyle ise... "ALLAH"a "kulluk" neden ve nasıl yapılmaktadır?..

     

    Bunu anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.

     

    "ALLAH"ın "AHAD" oluşunu şayet iyice idrâk edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de, yanısıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!..

     

    Yani bir “ALLAH” var, bir de âlemler mevcut , değil!..

     

    Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle bâtıldır!.

     

    Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH” bir TANRI değildir!

     

    Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, AHAD'dır!...

     

    Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!..

     

    Bu «SEYR»in mahalli de «esmâ» âlemidir!..

     

    ZÂT'ı itibariyle Vâhid-ül AHAD...

     

    Sıfatları itibariyle HAYY, ALİM, MÜRÎD, KADİR, SEMİ, BASÎR, KELÎM'dir;

     

    Kendisinde bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..

     

    "Ef'âl âlemi" denen fiiller âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de denebilir...

     

    Ef'âl âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLAH'ın "İLMİNE"de ise, ALLAH'ın "İNDİNDE" mevcut "İLMÎ SÛRETLER"dir..

     

    Ya da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar asla vücut kokusu almamışlardır»...

     

    Kısacası, yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH'ın İLMİNDE" mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..

     

    İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI asla hissedemez!..

     

    Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gidersiniz!.

     

    "RUH İNSAN CİN" isimli kitabımızda, günümüz insanının "UZAYLI VARLIK" sandığı, eski dildeki ifadesiyle "CİN" denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bunlardan birinin de çeşitli «Dinden» veya «HAK'tan» görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLAH”tan mahrum ettiklerine değinmiştik... Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzûumuz yönünden değinmek istiyorum...

     

    "UZAYLI" sanılan bu varlıklar -ya da İslam'daki adıyla "CİNLER"- bu iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar... Ki bu iki konu "ALLAH'ın AHAD" oluşu ve «KADER» konularıdır!.

     

    Zaten, «KADER» olayı, «ALLAH'ın AHAD» oluşunun tabiî bir sonucudur!..

     

    İslam'ın «Tevhid» inancı, yani, Hazreti Muhammed'in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLAH'ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI'nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..

     

    Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:

     

    «İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!.» (53-39)

     

    «Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz.» (37-39)

     

    «Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz.» (36-54)

     

    «Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir.» (46-19)

     

    «Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!» (37-39)

     

    Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, âcil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “ALLAH”ın ne olduğunu idrak etmektir... Zira «DİN» konusunun temel taşı «ALLAH» kavramıdır.

     

    Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim «ALLAH» isminin mânâsını anlamamışsa, mevcûdâtın yapısını özdeğeriyle bilmesine asla imkân yoktur...

     

    Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi ancak, «ALLAH»ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak durumundayız. Aksi halde, lokalize değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız!.

     

    Öyle ise, bu gerçeği farkederek, şimdi, "İHLÂS" Sûresinde «ALLAH»ı anlatan ve hepsi de âdetâ birer şifre olan kelimeler üzerinde duralım, anlayışımız ölçüsünde..

     

     

    İHLÂS" SÛRESİ'NİN AÇIKLAMASI

     

     

     

     

     

    Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a «ALLAH nedir?» diye soranlara cevap bizzat «ALLAH» tarafından veriliyor Kur'ân-ı Kerîm'de, "İHLÂS" Sûresinde:

     

    «De ki, O ALLAH AHAD'dır;

     

    ALLAH SAMED'dir;

     

    LEM YELİD ve LEM YÛLED'dir; ve

     

    LEM YEKÛN LEHU KÜFUVEN AHAD'dır!."

     

    «Hz. MUHAMMED'İN açıkladığı ALLAH»ın ne olduğunu açıklayan bu sûrede öncelikle, kelimelerin geniş mânâsı üzerinde duralım... Ve sonra da bu mânâların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım...

     

    «ALLAH AHAD»dır... Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK'dir...

     

    Şimdi bu ifadeyi anlamaya çalışalım...

     

    Şu dünya üzerinde normal şartlarda yaşayan her insan, algıladığı mevcûdâtı beş duyu ile değerlendirir. Bu yüzden de bütün insanlar arasında ölçütaşı beş duyudur!.. Bunun sonucu olarak en-boy-derinlik ölçüleri ile kabul ettiğimiz bir evrende yaşadığımızı düşünürüz...

     

    Bu yüzden de genelde, kafamızdaki «TANRI» her ne kadar «her yerde mevcut» ise de, fiiliyatta, belli boyutları ve mekânı olan bir «TANRI»dır!

     

    Oysa...

     

    Bize târif edilen «ALLAH»; bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan, «BİKÜLLİ ŞEY'İN MUHÎT» yani «şeyin kendisi olarak şeyi ihâta eden», sonsuz, sınırsızdır!..

     

    Burada çok önemli bir hususu daha açıklığa kavuşturmak isterim..

     

    Esasen bu konuyu da daha geniş boyutlarıyla "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda izah ettiğimiz için, burada özetle vurgulamak istiyorum..

     

    Türkiye'deki en mükemmel tefsir olan Diyanet'in bastırtmış olduğu, Elmalılı Hamdi Yazır' ın hazırladığı "HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ" isimli 9 ciltlik eserin 1. cilt 42 ve 43. sayfalarında " B " harfinin mânâsıyla ilgili olarak özetle şu bilgi vardır:

     

    "Eazımı müfessirin diyorlar ki. "BA"nın buradaki mânâyı ilsakı, ya MÜLÂSEBET ve MUSAHEBET veya istianedir.. .....

     

    Bu tevile göre (" B " ile başlayan) besmelenin meâli "ALLAHı rahmanı rahim nâmına" demek oluyor ki; bu da "B"de MÜLÂBESE mânâsına râcidir.. Bunun hasılı, bir niyâbet itirafıdır.

     

    Bir işe başlarken , "filan nâmına" demek, "ben bunu ona izâfeten, ona hilâfeten, onu temsilen, ONUN BİR ALETİ olarak yapıyorum; bu iş hakikatte benim veya başkasının değil ancak onundur" demek olur.. Bu da vahdeti vücud mülâhazasına râci bir fenâfillah hâlidir."

     

    Bu konuda son devir çelebilerinden değerli mutasavvıf Ahmed Avni Konuk da Fusûs şerhinde (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fak. Yay. cilt 2 sayfa l9l), "B" harfiyle alâkalı olarak kısaca şöyle der:

     

    "Bİ İBADİHİ' deki "Ba" mülâbese içindir... Demek ki, ALLAH Zü'l-celâl ibadının kisve-i taayyününe bürünüp zâhir olmuştur"!..

     

    "B" harfinin sırını açıklayan bu mânâyı kavrayabildiysek eğer...

     

    Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!..

     

    Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan «AHAD», ya sonlu sınırlı bir Birdir; ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız, cüzlere ayrılmaz TEK'tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece "KENDİSİ" mevcuttur!.

     

    "AHAD" olan “ALLAH” ismiyle işaret edilen dışında herhangi bir varlığın mevcûdiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz'ân ve insafa sığmaz!.

     

    Düşünelim...

     

    Şayet “ALLAH” İsmiyle İşaret Edilen’den ayrı, “ALLAH”ın dışında bir varlık var ise... Bu varlık ile “ALLAH” arasındaki sınır nerededir?... Bu sınırı nerede çizeceksiniz?...

     

    Ya var olan, mevcut, sınırsız-sonsuz TEK'tir, ikinci bir varlık yoktur!..

     

    Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKÂNI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..?

     

    Burada idrâk edilmesi en önemli olan şey «SINIRSIZLIK-SONSUZLUK» kavramıdır...

     

    Şimdi bu "sınırsızlık-sonsuzluk" kavramını en-boy-derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım...

     

     

     

    selam ve dua ile


  4. ALLAH(c.c) rızası için hizmet eden , Değerlerimizi bizlere tanıtan böyle güzel kardeşlerimizin hizmetinde bir parca yardımımız , vesilemiz olduysa ne mutlu bizlere ...

     

     

    Bu hizmete vesile olmamısa vesile olan kardeşlerimize asıl biz teşekkür ederiz (:

     

    ALLAH(c.c) sizden razı olsun kardeşlerim ...

     

     

     

    selam ve dua ile ...


  5. Ben Kökten Dinciyim !

     

     

    Farkettiniz mi bilmem, ben bir "kökten dinci"yim!..

     

    Benim zâhirde köküm Allah Rasûlü’ne dayanır...

     

    Benim bâtında köküm Allah`a erer!..

     

    Allah indindeki Din İslam, Dinimdir!.

     

    Allah kelâmı, kitabımdır!.

     

    Sadece bir okur-yazarım!.

     

    Kitabullah`ı "oku"rum elimden geldiğince...

     

    Allah indindeki Din İslam`ı, açıklamağa çalışırım takdir edilmiş anlayış kapasitesince...

     

    Bâtında, varlığım Hakk`a aittir... Zâhirde hitâbım, halkadır!.

     

    Secdem âlemlerin rabbı olan Allah`adır; bilirim ki, sistemde bir "hiç"im!.

     

    Kulluğuyla şereflendirmiştir; tüm insanlığa ve mahlûkata, hiç bir ayırım yapmadan, takdirimde olan hizmeti en büyük nimet bilirim!..

     

    İnsanları ve mahlûkatı yargılama, değerlendirme, yönlendirme benim ne görevimdir, ne de hakkım; çünkü ben Abdullah’ım!. Takdir ve hüküm ise âlemlerin Rabbı olan "ALLAH"ındır!.

     

    Evet, ben "kökten dinci"yim!.

     

    Allah Rasûlü’nün getirdiği gerçeklerin herkes tarafından duyulmasına hizmet veririm... Ve orada biter benim görevim!..

     

    Çünkü ben "kökten dinci"yim!.

     

    "Tebliğ et, budur senin görevin; sen onlara zorla uygulatıcı değilsin" hükmü benim başımın tâcıdır.

     

    Allah Rasûlü`nden bu yana gelmiş herkesi dinler, okur, edebildiğim kadar istifade ederim; ama tek mutlak kaynağım, Kitabullah ve Allah Rasûlü`dür!.

     

    Kim, hangi yoldan, hangi anlayıştan, hangi topluluktan, hangi ırktan ya da milletten kabul ederse etsin kendisini; hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın hepsine sevgi duyarım; hizmeti görev bilirim!..

     

    Zira "kökten dinci"yim ben!.

     

    Allah indindeki Din`dir, benim Dinim!..İkândır artık benim imânım!.

     

    Evet, "kökten dinci"yim ben !...

     

    Görüşümün kaynağı "El Basîr"dir!.. O dilemese değerlendiremem!. Algılamamın kaynağı "Es Semî`"dir!... O takdir etmemiş olsa algılayamam!. Konuşup yazmamın müessiri "El Mütekellîm"dir! Onun lûtfu ve takdiriyle âşikâr olmaktadır bilgilerim!

     

    Allah Rasûlü, tüm insanlara, yaşamın ve ölümötesinin gerçeklerini bildirmek için gelmiş ve bu görevini de hakkıyla ve kemâliyle yerine getirmiştir..

     

    Ben, "kökten dinci"yim!...

     

    Allah Rasûlü`nden öğrendiklerimi, ayırımsız bir şekilde insanlarla paylaşırım... Ötesi, hiç sorunum değildir!.. Zorlayıcı, uygulatıcı, kabul ettirici değilim ben!

     

    "Kökten dinci"yim ben!..

     

    Haddimi bilirim; önderlik, liderlik, hocalık, efendilik, şeyhlik taslamam... Yalnızca, öğrendiklerimi paylaşırım!. Çünkü kulum ben; O`na efendilik taslamak yakışmaz bana!.

     

    Zîra dedim ya, "kökten dinci"yim ben!

     

    Bilirim bildiririm, hayatta en değerli şey Kitabullah`ta yazılı olanlardır!... Ve de onu "OKU"yabilmektir!. Gereklerini kavrayıp, yaşayabilmektir!. Ve bilirim bildiririm ki bu da ancak Allah`ın takdir edip kolaylaştırdıklarına nasibolacaktır!.. Bu sebeple dahi, kimseyi hatalı, kusurlu, eksik noksan görmem; takdir Yaratanına aittir, der geçerim!. Ben kavgaya, tartışmaya değil, bildiklerimi paylaşmaya geldim!.

     

    İşte böylece, hâlis muhlis "kökten dinci"yim ben!.

     

    Temenni ederim ki "Dinin köküne" erdirsin Allah bütün insanları; Allah indindeki sistemi ve gerçeği farkedip, geleceklerini en güzel şekilde inşâ ederek cennete gireler!

     

    "Ben", diyorsam bağışlayın, bu yalnızca ifade gereği; dedimdi ya, bildirildi ki, "HİÇ"im, gene ben!.

     

    Zira, "Oku"dum takdirimdeki kadarıyla Kitabullah`ı!

     

    Ahmed Hulûsi

     

     

    selam ve dua ile ...


  6. 5 yaşındaki Emirkan 50 dizelik 'Sakarya Türküsü'nü ezbere okudu


    Adana'da 5 yaşındaki bir çocuk 50 mısradan oluşan Necip Fazıl Kısakürek'in meşhur şiiri Sakarya Türküsü'nü ezbere okudu. Küçük Emirhan, anaokulunun mezuniyet gecesinde okuduğu şiirle katılanları hayrete düşürdü.

    Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'ndaki gecede, Tomurcuk Anaokulu'nun 4, 5 ve 6 yaşındaki öğrencileri hünerlerini sergiledi. Kimi dans etti, kimi skeç oynadı, kimi ise halk oyunu gösterisi sergiledi.

    Küçüklerin büyük maharetlerini izleyenler, gösterilerin son kısmında ise 5 yaşındaki Muhammed Emirhan Manap'ın 50 mısrayı bulan Necip Fazıl Kısakürek'in meşhur şiiri Sakarya Türküsü'nü ezbere okumasına şaşırdı kaldı. Polis memuru anne Arzu Manap'ı da heyecanlandıran küçük Muhammed, şiiri okuduktan sona ise büyük alkış aldı.

    Sunucu, baştan sona perde gerisinde takip ettiği şiirde hata bulamadığını söyleyip küçük Emirhan'ı ve şiiri kendisine öğreten annesini tebrik etti.


    Kaynak : Zaman
    selametle kalınız ...

×
×
  • Create New...